Türkiye’de Anarşizm

Türkiye’de Anarşizm

Çağdaş anlamıyla 19. yüzyılın ortalarında şekillenen anarşizmin, Türkiye’nin resmi sınırları içinde ilk filizlenişi, 1980′lerin başlarına, Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan 12 Eylül darbesi sonrasına rastlar. Ancak bu “gecikme”, bu topraklarda anarşizmin önemli tarihsel köklere sahip olmadığını göstermez. Anadolu toprağı, çok sayıda heretik tarikata; sığınağını kısmen mistisizmde bulan, sultanlara ve egemenlere karşı örtülü ya da açık direnişlere; zorla yerleştirmeye direnen Türkmen ayaklanmalarına; yakın tarihe kadar uzanan, yerel cemaatlerin, merkezi otoriteye karşı başkaldırı ve isyanlarına; derebeylerin ve jandarmanın zulmüne kafa tutan eşkiya geleneğine; batıni-alevi kültürüne; ulus-devletin ulusal baskısına karşı çeşitli direnişlere vb. beşiklik etmiştir. Öte yandan, Anadolu insanının, Batı’nın Hegelci “akılcı”lığının kalıplarına bir türlü sığmayan, ele avuca gelmez bir “irrasyonalizm”e sahip olması, modernizasyonun sistematik yapısı içine girmede her aşamada zorluklar çıkaran merkez-kaç karakteri de, çağdaş anarşizmin değil ama, anarşizan yönsemelerin varlığını her zaman koruduğunu düşünmemize olanak sağlar.

Bir makalenin boyutlarıyla sınırlı bu çalışmada, yukarda sözünü ettiğimiz anarşizan döl yatağının varlığını hep akılda tutmakla birlikte, kendimizi, salt modern anarşizmin Türkiye’deki belirtileri, son yirmi yıl içinde ortaya çıkışı, filizlenmesi, boy atışı ve yayın faaliyetiyle sınırlamak, onun Türkiye’deki, oldukça yeni sayılabilecek kısıtlı pratik faaliyetlerini ve örgütlenme çabalarını önemli ölçüde dışta tutmak zorunda olduğumuzu belirtmeliyiz. Konuyu, üç ana bölümde ele alacağız. Birinci bölümde, modern anarşizmin, 20. yüzyılın ilk yarısında ve bundan sonraki yirmi yılda, özellikle yayın alanında, kayıtlara geçmiş, tespit edilebilmiş belirtilerini inceleyeceğiz. İkinci bölümde, modernleşmeyle elele giden Türkiye radikal hareketinde, anarşist fikriyatın kendine neden yer bulamadığı ve neden 1980′lerde  ortaya çıktığı sorusuna yanıt vermeye çalışacağız. Üçüncü bölümde ise, 1980′den itibaren, anarşizmin Türkiye toprağında bir varlık olarak ortaya çıkışı, bu gelişmenin hangi aşamalardan geçtiği, yaşadığımız süreçte, Türkiye’deki anarşizmin toplumsal varlığının evrensel anarşist düşünceyi ne ölçüde yansıttığı üzerinde duracağız.

I. İlk Belirtiler

Osmanlı döneminde, anarşizm üzerine bilinen ilk yazılı kaynak, Kıbrısi-zade Osman Bey tarafından Fransızca yazılmış ve Bulgaristan’ın Sofya kentinde 1895 yılında basılmış, Socialisme et Anarchie adlı kitaptır. Bu kitabın varlığından, 1895 yılında, Jena’da basılan, E.V. Zenker’in Deu Anarchismus adlı kitabının bibliyografisi aracılığıyla haberdar oluyoruz. [Kalenda 1997, “Das A im Halbmond” (Hilaldeki A), Almanya]

Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde belli belirsiz bazı anarşist faaliyetlerden söz edilmektedir. Mete Tunçay’ın, Türkiye’de Sol Akımlar (1908-25) (Bilgi Yayınları, Ankara, Eylül 1967) adlı kitabında, Selanik’teki bazı “anarşist çevreler”in faaliyetleri hakkında şunlar yazılmaktadır:

“Stefan Velidov’a göre, 7 Eylül 1908′de Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Sol Sosyalistler) çevresinden bir takım kimseler, Selanik’te  solcu bir sendika kurmak istemişler, yine Selanik sosyal Demokratlarından anarko-liberal yönelimli Abraam Benaroya adlı bir Yahudi de, bu sırada daha çok kendi ırkdaşlarından bir eğitim grubu teşkil etmiştir. Beranoya grubu 1908 Ekim’inde Sol Sosyalistlerle birleşmiş, fakat 1909 Şubat’ında çözülmüştür. Bunun üzerine Benaroya Mart ortalarında bir Sosyalist Federasyon kurmuştur. Bu Federasyonun 1909 güzünde 9 sayı çıkan haftalık bir yayın organı da olmuştur. İlk dört sayı, Bulgarca, Rumca, Türkçe (Amele Gazetesi: bu bölümün yazı işlerine Rasim Hikmet bakmaktadır) ve Yahudice, kalan sayılar ise yalnızca Bulgarca ve Yahudice yayınlanmıştır.” (s.33)

Görüldüğü gibi, 20. yüzyılın başında, Osmanlı imparatorluğu sınırları içindeki “anarşist faaliyetler”e ilişkin bilgiler son derece kısıtlı ve dolaylıdır. Beranoya adlı kişinin “anarko-liberal” olduğu belirtilmektir. Ne var ki, anlatılanlardan, Beranoya ve grubunun “anarşist” olmaktan çok, Rusya’daki Narodniklerin devamı Sosyalist Devrimci (SR) geleneğe dahil ya da yakın olduğu anlaşılmaktadır.

Haydar Rıfat’ın, 1910 yılında yayımlanmış Beynelmilel İhtilal Fırkaları adlı kitabındaki iki bölümün başlığı şöyledir: “Anarşist Fırkaları”; “Proudhon-Bakunin” (Mete Tunçay, Age, s.43). Bu kitap elimizde olmadığından bu iki bölümün içeriğini bilemiyoruz.

Yayın alanında bir diğer kaynak, “Sosyalist Hilmi”nin 1910 yılında çıkarttığı, anarşizm ve anarko-sendikalizm üzerine birkaç makale de yayımlamış, İştirak adlı dergidir. Bu dergide, keza, Hayati imzasıyla yayımlanmış, “Bakunin” adlı bir şiir ve anarşist İspanyol eğitimci F.  Ferrer’in idamını protesto eden bir diğer şiir yer almaktadır. Bu yazı ve şiirlerin, nasıl olup da II. Enternasyonal çizgisine yakın “Sosyalist  Hilmi”nin dergisinde yayımlandığı bilinmemektedir. O dönemde, Türkiye’de henüz sosyalizmle anarşizm arasındaki farkların algılanmamış olduğu düşünülebileceği gibi, aynı çevrede yer alan, “Sosyalist Hilmi”nin yakın arkadaşı, Türkiyeli ilk anarşist aydın olarak bilinen Baha Tevfik’in, bu dergideki etkisi de göz önüne alınmalıdır.

Baha Tevfik

Özellikle, 1992 yılında, Burhan Şaylı’nın günümüz Türkçesine aktarmasıyla, Baha Tevfik’in Felsefe-i Ferd kitabının (Altıkırkbeş, Aralık 1992, İstanbul) yeniden basılmasından sonra, Baha Tevfik’in, Osmanlı dönemindeki ilk Türk anarşisti olduğu görüşü genel kabul görmüştür.
Baha Tevfik (1884-1914), İzmir’de doğmuş, 1907 yılında Mülkiye’den mezun olduktan sonra, “Teceddüd-ü ilmi ve Felsefi Kütüphanesi” adı altında kitap çevirileri yayımlamıştır. Mete Tunçay, yayımlanan bu kitaplardan, özellikle Alman doğa bilimcisi ve materyalisti Büchner’in eserlerinin çevrilip yayımlanmasından yola çıkarak, çok genç yaşta ölen Baha Tevfik’in, 19. yüzyılın sonlarında Avrupa’da popüler olmuş bir çeşit “kaba Alman materyalizmi”ne ilgi duyduğu sonucunu çıkartmaktadır (Mete Tunçay, Age, s.26-26).

Baha Tevfik’in bir “liberal” olduğunu ile süren Mehmet Ö. Alkan’la tartışan Burhan Şaylı ise, Baha Tevfik’in, “liberal” değil, “anarşist” olduğu kanısındadır (Felsefe-i Ferd, s.24). Şaylı, bu görüşünü, özellikle, Baha Tevfik’in kitabındaki son makalesi, “Çağın Sonu ve Birey Felsefesinin Sonucu”ndaki şu cümlelere dayandırmaktadır:

“Ben bu yeni çağın içinde anarşizmi görüyorum. Kanımca kölelikten ücretli köleliğe ve ücretli kölelikten sosyalistliğe geçen insanlık en sonunda anarşizme ulaşacak ve orada bireyselliğin bütün bağımsızlığını, bütün azametini duyumsayacaktır.

“Fakat bu anarşizm; şimdilik başlangıç durumunda bulunan yöntemsiz ve düzensiz bir anarşizm değil, doğaya ve doğallığa uygun fenni ve gerçek bir anarşizm olacaktır. Şimdiki anarşizm kendi yerini açmak için engelleri yıkmakla meşguldür. Geleceğin anarşistliği kendi gerçek yerini bulunca artık yıkmakla değil, tersine yapmakla uğraşacaktır.” (s.112)

Gerçekten de bu satırlar, Baha Tevfik’in “anarşizm akidesine” taraftar olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koymaktadır. Öte yandan, Şaylı’nın çevirdiği diğer makalelerdeki bir takım fikirleri, Baha Tevfik’in, zamanının genel geçer görüşlerinden ve liberal fikirlerden de etkilendiğini göstermektedir. Ancak, yüz yıl önce bir Osmanlı aydınının, diğer bütün zaaflarına rağmen, büyük bir açık görüşlülükle, Avrupalılaşma peşindeki çağdaşlarının çok ilerisine giderek, geleceği anarşizmde görmesi oldukça anlamlıdır. Bu durumda, Baha Tevfik’i, anarşist ilkler statüsünde değerlendirmemiz hiç de abartma olmayacaktır.

Cumhuriyet Dönemi

Marksist yazar Celal Nuri İleri, Baha Tevfik’e karşı yayımladığı broşüre, Hükümetsizlik Öğretisinin Felsefesi Olarak Anarşizm, adını vermiştir. Öte yandan, Mete Tunçay’ın belirttiğine göre, Şevket Süreyya Aydemir, Anadolu’da kurulan “Yeşil Ordu”nun, adını, o yıllarda Ukrayna’da faaliyet gösteren “köylü-anarşist Makhno’nun çeteleri”nden aldığını iddia etmiştir (Mete Tunçay, Age, s.75). Ne var ki, elde, bu iddiayı doğrulayacak herhangi bir kanıt bulunmamaktadır.

Türkiye’de, anarşizme ilişkin elde bulunan en eski yazılı kaynak, Ahmet Ağaoğlu tarafından Rusçadan çevrilen ve 1935 yılında, Vakit Gazete-Matbaa-Kütüphanesi tarafından basılan, Kropotkin’in Etika adlı eseridir.

1935 yılında basılan bu kitaptan sonra, uzun süre, anarşizm konusunda ne bir yayına, ne de herhangi bir faaliyete rastlıyoruz. Ama bu, elbette, Türkiye’de tek tek anarşistlerin var olmadığı, yaşamadığı anlamına gelmiyor. Nitekim, Türkiye Komünist Partisi (TKP) saflarına sızmış bir ajan olan Şükrü Dinsel’in 20 Eylül 1958 tarihli ifadesinde geçen şu satırlar, anarşist düşünceyi benimseyen bireylerin 1940′lı, 1950′li yıllarda da var olduklarını göstermektedir:

“Tireli Kemal Uygunoğlu isimli birisi ile tanışmıştım. Kendisini anarho-komünist olarak tanımıştım ve bu yüzden parti safları içine almadım. Bunun vasıtası ile Kemal Salgın isimli bir boyacıyı da tanımıştım… Tireli Kemal Uygunoğlu ile konuşmalarımız sırasında komünist mefkureli Kemal Salgın isminde bir arkadaşının mevcut olduğunu ve komünizm mevzuunda Tire kazasının çok müsait olduğunu öğrenmiştim.” (İbrahim Topçuoğlu, Neden İki Sosyalist Parti/TKP’nin Kuruluş ve Mücadelesi Tarihi adlı kitaptan naklen, Atilla Akar, “Eski Tüfek” Sosyalistler, İletişim yayınları, 1989, s.166)

Anarşizm, Türkiye’de, 1960′lı yıllardaki sol yayın furyasından nasibini alamamıştır. Marksist klasikler, birbiri ardına yayımlanır, hatta aynı kitabın, farklı yayınevleri tarafından değişik baskıları yapılırken, anarşizme ilişkin kitaplar, “parmakla sayılacak kadar” deyimini dahi  aratacak ölçüde azdır. Anarşizme eleştirel yaklaşan, H. Avron’un, Anarşizm Nedir? (Gerçek Yayınevi, çev: G. Üstün, 1966) adlı kitabının dışında, bizim tespit edebildiğimiz doğrudan anarşist üç kaynak var: bunlar, 1967 yılında, Kitaş Yayınları tarafından yayımlanan (çev: E. Tuncalı), G. Woodcock’un, Anarşizm adlı kitabının kısaltılmış çevirisi, yine 1967 yılında Habora Kitabevi tarafından basılan (çev: Mehmet Tuncay), Bakunin’in Seçme Düşünceler’i ve Ararat Yayınevi tarafından 1969 yılında yayımlanan (çev: V.G. Üretürk), Proudhon’un Mülkiyet Nedir? adlı kitabıdır. Bunların dışında Ant Yayınları da, 1969 yılında, sanırız 1968 Avrupa’sındaki öğrenci hareketlerinin etkisiyle, Anarşizme ilişkin iki zıt tezi tek bir kitap halinde basmıştır: Daniel Cohn Bendit, Anarşizm/Komünist Bürokrasiye Karşı (çevII. Neden 1980′ler?

Devletçi Modernleşmenin Durduğu Yer
Osmanlı ve daha sonra da Türkiye entelijensiyası, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın büyük bölümünde, ilerlemeci-pozitivist batı düşüncesinin etkisi altında kaldı. Osmanlı aydınlarının zihnini meşgul eden en büyük sorun, “geri kalmışlıktan” kurtulmak ve “muasır medeniyet seviyesine” ulaşmaktı. Aydınlar arasında, esas sorunun bu olduğu konusunda herhangi bir ayrılık yoktu. Ayrılıklar, batılılaşmanın ne yolla olacağı noktasında ortaya çıkıyordu. Bu konuda da hakim eğilim, bunun, yukardan, merkeziyetçi tarzda, devlet eliyle, “halka rağmen halk için” anlayışıyla yapılmasıydı. Batıdaki Jakoben gelenek, bu eğilime rehberlik ediyordu.

II. ve III. Enternasyonal’lerde doktrine edilmiş bir Marksizm de, “burjuva demokratik devrim” teorisi, “üretici güçlerin geliştirilmesi” ve uluslaşmayı ileri bir aşama gören anlayışlarıyla, dolayısıyla Jakobenizm geleneğini en azından zımnen onaylamasıyla, ilerlemeci eğilimin çok uzağına düşmüyordu. Sovyetler Birliği’nde ve daha sonra bu devletin güdümündeki Doğu Avrupa’da ve “üçüncü dünya” ülkelerinde ortaya konan pratiklerle, Marksizmin bu hali, uygun bir kalkınma teorisi olarak algılandı.

Esasen batılı modernleşmenin en sivri ucu ve bu sivriliği ölçüsünde de genel geçer modernizmin inkârı olarak görülebilecek anarşizmin, doğulu, ama batıcı Türkiyeli aydınların beklentilerine yanıt verememesi doğaldır. Aynı Wilsonculuk gibi, resmi Marksizm de, ulus-devlete cevaz vermesiyle, batı düşüncesinin, doğuya kendi yaşadığı deneyimi aktarmasıdır bir anlamda. Batı düşüncesinin doğulu aydınlara çekici gelebilmesi için bir ölçüde “doğululaşması” ya da doğulu aydınlara “somut” bir şeyler sunması gerekiyordu. Batı, ulus-devlet ve dolayısıyla kalkınma teorileriyle, liberalizmi dünya çapında yayarak kısmen bunu yapmıştır. Öte yandan, anti-emperyalist modernleşmecilik olarak da nitelenebilecek Leninizm (ve 1960′lardaki versiyonuyla Maoizm), “progressive” zihniyeti, ulus-devletlerini kurmak ve geliştirmek özlemi içindeki elit doğulu aydınlara aktarmada önemli bir işlev yerine getirmiştir. Doğası gereği, ulusu ve ulus-devleti, dolayısıyla kalkınmacılığı reddeden anarşizmin ise, “doğunun kurtuluşunu”, aynı batı gibi ulus-devletler yoluyla ilerlemede ve “batıya yetişme”de gören Türkiyeli aydınların özlemlerine cevap verememesi hiç de şaşırtıcı değildir.

Anarşizmin, 20. yüzyılın ilk yirmi yılında, salt radikal aydınlarla kısıtlı kalmayıp, anarko-sendikalizm biçimiyle, batıda (özellikle de İtalya, İspanya gibi Latin ülkelerinde) kitlesel bir işçi hareketi olarak geliştiği de bilinmektedir. Üstelik anarşizmin bu türü, sadece batı ülkeleriyle kısıtlı kalmamış, Çin ve Japonya gibi doğu ülkelerindeki yoğun endüstri bölgelerinde de gelişmiştir. 20. yüzyılın ilk yarısında, Türkiye’de endüstrinin cılızlığı oranında işçi sınıfının da gelişmemiş olduğundan söz edilir. Ne var ki, örneğin İstanbul kentindeki endüstri ve ulaşım işçilerinin yoğunluğu ve 20. yüzyılın başlarındaki işçi direnişleri ya da Zonguldak havzasındaki işçi yoğunluğu ile, aynı dönemlerde kitlesel işçi mücadelelerine tanık olan İtalya, İspanya, Çin ve Japonya arasında hiç de öyle büyük uçurum yoktur. Sözü geçen ülkelerde, en azından Ekim Devrimine kadar, sendikalizm ve onunla iç içe olan anarko-sendikalizm, işçi kitleleri arasında büyük bir destek bulmuşken, neden buna benzer bir gelişmenin en ufak bir belirtisi görülmemiştir Türkiye’de? Sanırız bunun nedeni, Türkiye’nin o zamanki kültürel yapısında yatmaktadır. Sovyet devriminden önceki işçi hareketlerinde sendikalizmin ya da anarko-sendikalizmin Türkiye’deki işçi kitleleri içinde etkili olmamasının en büyük nedeni, elit aydınları dışında batıya neredeyse tamamen kapalı olan ve kadim bir imparatorluk olarak tam sömürge statüsüne indirgenemeyen Osmanlı ülkesindeki işçi ve emekçi kitlelerinin, batıyı saran ideolojik ve kültürel atmosferin tamamen dışında, tamamen farklı bir dünyada, burada ele alamayacağımız ölçüde özgün ve kapsamlı doğulu değerler dünyasında yaşıyor olmalarıdır. Sovyet devriminden sonra dünya işçi sınıfı hareketinin seyri büyük ölçüde değişmiş, batıda işçilerin en bilinçli kesimleri, büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nden esen rüzgarların etkisi altına girmiştir. Nitekim, resmi komünizm ideolojisi de, 1920′lerden itibaren Türkiye işçi sınıfına, büyük ölçüde Selanik’ten, Balkanlardan Türkiye’ye göç eden işçiler tarafından aktarılmıştır. Artık saat, anarko-sendikalizm için çok geçtir.

1960′daki sol dalga da, Türk ve Kürt entelijensiyasının, ulusal-devleti kurma ya da kurtarma ve kalkındırma geleneksel özlemlerinden bağımsız değildi. Yukarda ana özelliklerini belirttiğimiz resmi Marksizm, gerek “üretici güçleri ilerletme” teorisiyle, gerekse ulusal kurtuluşa, “ulusların kaderlerini tayin hakkı”na, anti-emperyalizme, ulusal devlete cevaz veren haliyle, bu özlemlere yanıt verdiği ölçüde, 1960′lı yıllarda sola açılan orta sınıf aydınların benimsediği ideolojik bir silah görevi gördü. Devletin, dolayısıyla ulus-devletin düşmanı anarşizm, bir kere daha doğulu aydınların batıcı, modernist özlemlerini kucaklayamadı.

1970′lerde, Sınıfsal Yapıdaki Değişiklikler ve Düşünsel Alandaki Yansımaları

1970′lerdeki bazı gelişmelerin, 1960′lı yıllarda devletçi özlemlerle yola çıkmış sol harekette bir takım önemli değişimlere yol açtığını gözlemliyoruz. Birincisi, ulus-devletçi sol, bizzat ulusal devlet tarafından baskı görmeye başladı. Solla devletin karşı karşıya gelmesi ve solcu militanların devletin şiddetli baskısına maruz kalması, genel olarak solun devlet karşıtı bir tavır içine girmesine yol açtı. İkincisi, 1960′ların sonlarından itibaren, Türkiye’nin toplumsal yapısındaki dönüşümlere paralel olarak, sol hareketin dayandığı sınıfsal yapıda da bir değişime tanık oluyoruz. Kırlardan şehirlere akın ve varoşlardaki devasa gecekondulaşma, yeni bir toplumsal muhalefetin gelişmesine yol açtı. Bu yeni muhalefet, kendini öncelikle solda ifade etti. 1960′ların ilk yarısının tersine, kent ve kır yoksullarının çocukları olan, “işsiz tahsilliler” olarak nitelenebilecek kalabalık bir kesim sol harekete akın etmiş, böylece, 1970′lerin solu, giderek daha plebyen bir bileşim arzeder olmuştu. 1970′lerin ikinci yarısında, aşırı sağcı sokak güçleriyle kıyasıya bir çatışma içine giren, çoğunlukla plebyen karakterli solcu militanlar, bu çatışmada da devleti karşılarında bulunca, solun eski devletçi yönelimlerini gittikçe daha fazla bir kenara bırakmış, faşistlerle ve doğrudan devletle giriştikleri son artçı savaşlarda yenilerek geri çekilirken, bir de devletin 12  Eylül 1980 askeri darbesiyle karşı karşıya gelip ezildiklerinde, artık devlete ilişkin son umutlarını da bir kenara bırakmış, iyiden iyiye devlet aleyhtarı bir tavır içine girmişlerdir.

Öte yandan solun bu “olgunlaşma”sında, solun en azından okumaya ve fikir geliştirmeye önem veren kesimlerinin, zaman zaman dogmatik eğilimlerle içiçe de olsa, teoriye, fikre, dünyada yazılıp çizilenlere giderek daha fazla yönelmesinin rolü de hesaba katılmalıdır. Bu okumalar, kimi zaman Leninist bir dogmatizmin çıkmazlarında tıkansa da, özellikle batıdaki Marksizm tartışmalarına belli kanalların açılmasını da getiriyordu ister istemez. Dolayısıyla solun yeni fikri gelişmeleri izlemekte ısrarlı kesimleri, anti-emperyalist bir devletçiliğin ötesinde, devleti derinlemesine sorgulayan Marksist ya da Marksizm dışı radikal eğilim ve düşüncelerin varlığından da haberdar oluyor, bunlarla kendi zihniyet dünyasında haşır neşir olmaya başlıyordu.

Ne var ki, 1970′lerdeki sınıfsal değişimler ve buna bağlı olarak devlete karşı bir tavır içine girilmesi, solun, “enternasyonalizm”i “enterstatizm” olarak algılayan kesimlerinde, kitlelerin dışında başka güçlere dayanma eğilimini ve özgünlükten yoksun “ithal”ci yönelimi  ortadan kaldırmamıştı. 1970′li yıllarda, solun bu kesimlerinde, ulusal devlete güvenmenin yerini, “sosyalist devletlere” (Sovyetler Birliği’ne ya da Çin’e) güvenme, onlara bel bağlama almıştı. Bunun kaçınılmaz tekabülü, bu ülkelerin küçük birer modeli olan parti fetişizmiydi. Sosyalist ülkelerde devrimi partiler yaptıysa ve devlet-parti rejimi kurdularsa, neden burada da aynısı olmasındı? Böylece, solun belli kesimleri, devrim mücadelesini, bu “sosyalist ülkeler”in bir dediğini iki etmeyen, onları sadık bir şekilde izleyen partilerin başarısına bağladı. Elbette solda, yukarda sözü edilen fraksiyonlara göre daha kitlesel bir temele sahip, bu tür bir sosyalist devlet takipçiliğine uzak duran, oldukça “yerlici” denebilecek tonlar taşıyan başka kesimler de vardı. Fakat, 1970′ler solunun ideolojik atmosferini, “yerli”cilikleri oranında kitlelerle daha yaygın ilişkiler kurabilmiş bu kesimler değil de, “Çin’ci” ya da “Sovyet’çi” fraksiyonların “şamatası” daha çok belirlemiştir.

1970′lerin sonlarına doğru, solun “enterstatist” kesimlerinin bu devletlere bağladığı umutlarda da bir kırılma gözlenmeye başlanıyor. Sovyetler Birliği’nin, batı kapitalizmi karşısında yenik düşmesinin ardından, Sovyetler Birliği’nin karşısında, “sosyalizmin ilkeleri”ne sıkıca sarıldığı iddia edilen Çin’in de, piyasa ekonomisini benimsediğini açıkça ilan etmesi, Türkiye solunda önemli bir erozyona yol açtı.

Bu durumun, umutlarını bu ülkelere ve onların Türkiye’deki versiyonlarına bağlamış sol örgütlerin saflarında yer alan taraftarlarca algılanmaya başlanması, 1970′li yılların sonlarında, sol içinde büyük bir bunalımın habercisiydi. O dönemde, sol önderliklerin, bu durumu fazla gecikmeden algıladığı ve “ideolojik bağları sıkılaştırma” yönünde önlemler almaya giriştikleri gözlenmektedir.

1980′lerin İdeolojik Atmosferi

1970′lerin sonlarına doğru, birbiriyle doğrudan ilişkili olmayan iki olgunun, Türkiye solunun üzerinde bir basınca yol açtığı ve hem sol örgütleri, hem de o zamana kadar sol kesimde yer almış militan ve taraftarları bir yol ayrımına getirdiği görülüyor: Sosyalizmin içine girdiği krizin yarattığı psikolojik basınç ve 12 Eylül cuntasının fiziki basıncı. Bu ikili basıncın ürünü olan yol ayrımı, kaçınılmaz olarak, yine birbirine zıt iki ana eğilim doğurdu: ağırlıklı olarak, sol örgütlerin eski önderlikleriyle, sola 1970′lerin sonlarındaki hercümerç ortamında katılmış, “hastalıklar”dan çok, “güzel çiçekleri” görme eğilimindeki genç militanların oluşturduğu, solun yenilgisi ortamının genel sendromu olarak bizatihi kendisi de liberalizmle flört eden muhafazakâr eğilim; esas olarak, bu iki kesimin de dışında kalan, 1970′li yılların ilüzyonlarını başından beri yaşamış sol militanların başını çektiği, yer yer liberalizme kayma eğilimleri de taşıyan yeni bir  arayış eğilimi.

Bireyselliğe, bireysel insiyatife, özgünlüğe izin vermeyen renksiz ve yekpare bir kolektivizm, “öncü parti” fikriyatının doğal sonucu lider kültü, 1980 sonrasında önemli bir değer kaybına uğradı. Bu değer kaybı, bir yandan bireyselliği ön plana çıkaran liberalizmin yeşermesi için elverişli bir ortam yaratırken, bir yandan da “bürokratik kolektivizm”in teori ve pratiğinin sorgulanmasını getirdi. Öte yandan, 1980 sonrasında sahneye, yepyeni bir gençlik kesimi çıkmaya başlamıştı. 1970′lerin, bireyselliği tamamen yok eden bürokratik kolektivizmini yaşamamış, bu “terbiye” ile disipline edilmemiş bu gençlerden bir kısmının, bireysellikle devrimciliği birleştirme umudu veren anarşizme daha rahat, daha ikircimsiz bir biçimde yönelmesi doğaldı. Bununla birlikte, “bürokratik kolektivizme” duyulan tepkinin, anarşizm görüntüsü altında, bireyselliği sorumsuzluk biçiminde algılayan “gençlik isyancılığına” ve bireysel dışavurumculuğa kapıları açtığı yönündeki klasik sol eleştirilerin kısmen bir haklılık payı taşıdığını da saptamak gerekir.

1970′lerin ideolojik atmosferini belirleyen tahakkümcü parti modellerinin “devrim” anlayışı, parti iktidarı ile devrimi özdeşleştiriyordu. Partinin başarısı ve iktidara geçmesi için yapılacak her şey devrime hizmet eder anlayışı egemendi. Bu yüzden her şey partinin başarısına tabiydi. Özgürlük de öyle. Eğer partinin, yani “devrim”in başarısı için özgürlüğün kısıtlanması gerekiyorsa, o da feda edilebilirdi. 1980′lere gelinirken, parti eşittir devrim ilüzyonu önemli yaralar aldı. Sol militanlardan bazıları, partinin “herşeye kadir olduğu” görüşünün yanlışlığını, hem resmi sosyalist ülkelerin çöküşe gidişiyle, hem de kendi pratikleriyle görmeye başladılar. Böylece, “parti eşittir devrim” görüşü gibi, “devrim” adına özgürlüklerin feda edilebileceği görüşü de eski gücünü kaybetmeye başladı. Kimi devrimciler, özgürlük kaybedilirse devrimin de kaybedileceği yönündeki fikirlere kaydılar. Örgütlerin ve partilerin kapalı devre okuma tarzının, örgütlerin otoriteleriyle birlikte zaafa uğramasıyla, insanlar, herşeyi okumaya ve sonuçta, resmi sosyalizmin yıkımının en büyük nedenlerinden birinin, özgürlüğün parti iktidarına feda edilmesi olduğunu, bizatihi bu deneyler üzerine yazılmış kitaplardan öğrendiler. Üstelik, 12 Eylül darbesi, devrimin yenilgisinin nedenlerinin yanısıra, özgürlüğün değerinin kavranmasına da yol açmıştı. Baskı koşulları,  ezilen kesimlerde, özgürlüğü yükselen değer haline getirmişti. Öyle ki, geleneksel sol örgütler bile, üstünde yükseldikleri temelleri sorgulamadan da olsa, içinde bulundukları krizden “representation” yoluyla kurtulmayı denediler. Böylesi bir atmosfer, anarşist düşüncenin, devrimle özgürlüğü birleştiren yeni bir kanal açmasında önemli bir rol oynamış olsa gerek.

1970′lerin sol popülizmi, kitleleri kolay yoldan “nasıl kendi iktidarımın temeli yaparım” düşüncesiyle, geleneksel kültüre sırt dayayan bir tutum içine girmişti. 1980 yenilgisiyle birlikte, sol popülizmin etkisini büyük ölçüde kaybettiği gözlenmektedir. Buna bağlı olarak, solun propagandasına cevap verdikleri oranda sola kültürlerini dayatan halk kesimleri kendi kabuklarına çekildiler. Böyle bir ortam, 1970 öncesi sol militanların ve 1980 gençliğinin, parti popülizmlerini ve geleneksel kültürü daha rahat sorgulamalarını getirmiş olmalıdır. Elbette bu sorgulama, kısmen, liberal yönsemelerle elele gitti, ama “yenilen asilere çiçek” vererek kendini, liberalizmden net bir şekilde  ayıran bir anarşizmin, Türkiye toprağında filizlenmesinin koşulları alttan alta oluşmaya başlamıştı.

III. 1980 Sonrası

Almanya’da Anarko
1980′lerin başlarındaki ilk anarşist nüvelerin, faaliyetlerin ve yayınların, Türkiye’den de önce, özellikle 12 Eylül darbesinden kaçarak Almanya’ya sığınan Türk ve Kürt kökenli siyasi göçmen toplulukları içinde ortaya çıktığını görüyoruz. Bu nüveler, Almanya’nın Tübingen,  Aachen, Darmstadt, Berlin, Köln ve Frankfurt kentlerinden ses vermiştir. İlk anarşist Türkçe yayın, üzerinde tarih yazılmamış olmasına rağmen, içeriğinden, 1981 yılı Kasım ayında çıktığını anladığımız, düzensiz aralıklarla dört sayı devam eden ve Tübingen’de yayımlanan, Anarko adlı dergidir.

Anarko’nun, 1. sayısının kapağında, 12 Eylül liderlerinin ve Atatürk’ün resimlerinin üzerine, adeta çapraz çeker bir şekilde konmuş, yuvarlak içinde bir A harfi bulunmaktadır. Anarko başlığının hemen altında, “Anarşist Yayın Organı, Sayı 1″ ibaresi okunmaktadır. Kapağın arkasındaki iç sayfada, Nazım Hikmet’in “Davet” adlı şiiri yer almaktadır. Derginin bütün yazıları daktiloyla yazılmış ve sayfalar  fotokopiyle çoğaltılmıştır. Derginin kapak konusunu belirleyen, “12 Eylül 1981, Cumartesi günü Faşist Cunta’yı Protesto Yürüyüşü” başlıklı yazıda, Duisburg’da cuntayı protesto yürüyüşünün öncesi ele alınmakta, gruplar arasında yapılan pazarlıklara ilişkin bilgi verilmekte ve yürüyüş anlatılmaktadır. Yazı, o zamana kadar pek kullanılmayan, “burjuvalar yok olmalısınız” türünden, biraz keskin, biraz da naif bir sloganla bitmektedir. Anarko’nun elimizde bulunan 1., 3. ve 4. sayılarını incelediğimiz zaman, şu belirgin özelliklerle karşılaşıyoruz: özellikle Alman otonom anarşistlerinden kuvvetle etkilenme; anarşizmin en temel özelliklerini, aktarmacı, özgünlükten yoksun ve özensiz bir biçimde açıklama çabası; resmiyetten uzak olma adına, dağınık, bireysel anlatımlar ve dışavurumlar.

Türkçe Anarşizm Arşivi’ne (TAA) yazdığı mektupta, “biz Almanya’daki ilk anarşistleriz” diyen H. İbrahim Türkdoğan, önce Almanya’da Türkiyeli bir sol gruba dahil olduğunu, ancak daha sonra, Alman anarşistlerinden etkilenerek anarşizme yöneldiğini belirtmektedir: “Ben eylem içinde anarşist oldum: çeşitli faaliyetlerde gördüğüm ve izlediğim (Alman) anarşistleri kendime yakın bulmaya başladım.” Almanya’da anarşizme yönelen diğer Türkiyeliler için de aynı etkinin söz konusu olduğunu tahmin edebiliriz. Bunun sadece etkiyle kısıtlı kalmadığı ve pratik faaliyetlerde dayanışmaya da dönüştüğü, H.İ. Türkdoğan’ın şu cümlelerinden anlaşılmaktadır:
“Yayınlarımızın dağıtımında çeşitli Alman anarşist yayınevlerinin, dergilerin, kitapçıların vb. büyük katkıları olmuştur, bu kesin.” (Agm)

Almanya’daki Türkiyelilerin anarşist faaliyetleri ve yayınları, 1980′ler ve 1990′lar boyunca sürdü. Anarko’nun yayınına son vermesini izleyen üç-dört yıllık bir aradan sonra, 1986-91 yılları arasında, aşağı yukarı, Anarko’nun yukarda belirttiğimiz özelliklerini taşıyan ya da bunu aşamayan, Aachen’da, Doğrudan Eylem, Anarşist Bildiriler, Siyah Küpe; Tübingen’de, Tübingen Anarko-Sendikalistler, Romantizm ve Anarşi, Berlin’de, Ütopya vb. gibi dergi, bülten ve bildiriler yayımlandı, ayrıca Köln’de, 1987 yılında kurulan Liberter Yayınları, anarşist kitaplar yayımladı. Türkiye’de yayımlanan ilk anarşist dergi Kara’nın yazarları arasında, Almanya’dan çok sayıda imza bulunması da dikkat çekicidir.

Bir başka oluşum da, 1990′larda Britanya’da ortaya çıkmıştır. 5 Mayıs Grubu adını kullanan ve aynı zamanda Britanya hareketinin bir parçası olduğunu belirten bu oluşumun, Türkiye’de yayımlanan çeviriler yapmanın ötesinde, Anarchism in Turkey (Mine Ege, Nisan 1995) ve Fundamentalism, Nationalism and Militarism in Turkey/Feminism in Turkey (Eylül 1998) gibi İngilizce broşürler yayımlayarak, her iki ülke radikalleri arasında bir deney aktarımı ve iletişim sağlamayı amaçladığı anlaşılmaktadır.

Bu noktada, “niçin önce Almanya” sorusu akla gelmektedir. Bilindiği gibi, Almanya, 1960′ların başlarından beri Türk ve Kürt göçmen işçi  nüfusunun yoğun olarak yaşadığı, başta gelen Avrupa ülkesidir. Ayrıca Almanya’da gerek kalabalık bir Türkiyeli öğrenci nüfusu, gerekse de, özellikle 1970′lerden itibaren, yoğun bir siyasi mülteci kesimi yaşamaktadır. Almanya, anarşist ve anarko-sendikalist faaliyetlerin oldukça yoğun, otonom ve anarşist geleneğin köklü olduğu bir ülkedir. İkinci bölümde sözünü ettiğimiz gelişim ve değişimlerden sonra, Türk ve Kürt göçmen nüfusunun ve mülteci militanların, Almanya’daki anarşistlerin eylem biçimlerinden, örgütlenme tarzlarından ve özgürlükçü propagandalarından etkilenmelerinin koşullarının oluştuğu düşünülebilir.

Türkiye’de İlk Oluşumlar

1980′lerin ilk yarısında, doğrudan anarşist olmamakla birlikte, “liberter” olarak adlandırılabilecek yayın çevrelerinin ortaya çıkmaya başladığı görülüyor. Her eğilimden solcu gencin birlikte oluşturduğu ve sol örgütlere bağlı gençlerin ayrışmasıyla kısa sürede dağılan Yeni Olgu dergisi, bu tür çevrelerin ilk habercisi oldu. Bir diğer çevre ise, Nisan 1985, Ocak 1986 arasında iki sayı çıkan Akıntıya Karşı dergisidir.

Bu arada, “eski sosyalist gelenekten gelen ve kendini anti-otoriter diye tanımlayan bir grup” (Amargi, “Dünü Değerlendirme, Bugüne Çağrı”, sayı:3, Mayıs 1992), 1984 yılında Sokak yayınlarını kurdu. Sokak yayınları, üç kitap yayımladı: İda Mett, Kronstadt 1921 (çev: Ümit Altuğ); George Sorel, Marksizme Eleştirel Yaklaşımlar; G. Orwell, Aslan ve Unicorn. Sokak Yayınlarını, 1980 sonrasında, Türkiye’de ilk kez doğrudan anarşist yayın yapan bir oluşum olarak değerlendirebiliriz.
1986 Sonbaharı ve Kara

Ekim 1986 tarihinde, İstanbul’da yayın hayatına başlayan Kara’yı, Türkiye’de anarşizmin miladı olarak ele almak doğru olur. Sınırlı olanaklarına rağmen, bir yıl boyunca her ay düzenli bir şekilde okuyucuya ulaşmanın üstesinden gelen Kara (1999 yılında çıkan Efendisizler hariç, ardılları bunu başaramadılar) o gün bakıldığında son derece mütevazı bir yayın organı olarak görülebilir, ama Türkiye’deki anarşizmin başlangıç noktası olarak, on iki sayısında yayımlanan makalelerinin çoğuyla, geriye, evrensel anarşist düşüncenin oldukça olgun bir yorumunu içeren izler bırakmıştır.

Genel olarak sol, o günün düşünsel bulanıklığında, varlığını oluşturan temel prensipleri dahilinde, çeşitli çıkış yolları ararken, Kara’nın, krizi, tamamen farklı bir düşünsel perspektifle sorguladığını görüyoruz. Solun düşünsel dünyası, Hegelciliğin ve resmi Marksizmin, “objektif yapıları”yla yapılanmıştı. Bu yapıların en büyüğü, belli bir üretim biçimi üzerinde yükselen toplum ve onun cisimleşmiş hali olarak ulustu. Toplum ya da ulus denen yapı, sınıf denen yapısal kolonlardan oluşuyordu. Her birey, bu nesnel sınıfsal yapılardan birinin içinde yer alıyordu ve o yapının genel akışı içinde bir zerreden ibaretti. Sınıfın genel iradesini, yine bir başka nesnel yapı olan parti temsil ediyordu. Kara, bütün bu nesnel yapılara, insan öznesiyle yanıt verdi. İnsan nesnel yapıların basit bir nesnesi değil, son derece yaratıcı bir birey-özneydi. Evet toplum diye bir yapı vardı, ama bu toplumsal yapıyı oluşturan da sonuçta, etten kemikten olduğu kadar manevi dünyası da olan insanın ta kendisiydi. Bu yüzden insan gibi, toplum da salt nesnel bir yapıya indirgenemezdi. Sonuç olarak toplum, yaşayan, düşünen, kararlar veren insanların ve insan topluluklarının toplamından oluşuyordu. Sınıflar da öyle. Dolayısıyla, sınıfları da objektif yasalara tabi, bireylerin ve hatta sınıfların üstünde yer alan parti yapıları değil, iradesi olan bireylerin oluşturduğu sınıfların bizzat kendileri temsil ederlerdi. Dolayısıyla, Marx’ın,”işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı” ünlü deyişi, insanı da, sınıfı da nesne düzeyine indirgemeyi reddedenlerin yükselttiği bir slogandı artık.

Bu temel ayrım noktasından yola çıkan Kara, üretici güçlere, teknolojiye, ilerlemeye büyük ağırlık veren klasik sol düşünceyi sorgulamayı sürdürdü, ilerleme ve teknoloji hayranlığına karşı doğayı ve ekolojiyi gündeme getirdi. Özellikle çalışma hayatının, disiplinin ve zaman köleliğinin eleştirisinde son derece başarılı deneme ve makaleler yayımladı. Kara’yı klasik soldan ayıran bir diğer önemli nokta da, kendini “ulusal kurtuluş mücadeleleri” aşamacılığından ve dolayısıyla “sol-milliyetçilik”ten ayırmasıydı. Kara’nın, solun bu ana mecrasından ayrılışı, Türkiye’de yeni yeni filizlenen anarşizmin, günümüzde de devam eden avantajını ve dezavantajını oluşturdu. Avantaj, belki yüz yıldan fazla bir zamandır oluşmuş ve üzerine yeni yapıların inşa edildiği devasa bir yapının dışına çıkmanın, düşünceyi özgürleştiren etkisiydi. Ama avantaj, somut hayatta yol alırken, bir dezavantaja dönüşüyordu: solu oluşturan bireylerin anlayış ve kavrayış olgunluğunun çok ötesinde kalma ve onların zihniyet dünyasıyla bağlantı kuramama tehlikesi.

Kara’da, geleneksel solu anarşist perspektifle eleştiren çok sayıda yazı yer almıştır; hatta, bir döküm yapacak olursak, bu tür yazıların önemli bir ağırlık oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, bunu yaparken, asla, 1980 sonrasının liberalizm cereyanına sırt dayama kolaycılığını göstermemiş, hatta kendini titizlikle bu cereyandan ayırmış, yeri geldiğinde, liberalizme karşı, “yenilmiş” solu savunmaktan  kaçınmamıştır. Bu bakımdan, solun, 12 Eylül’den sonra boy atan yeni akımların, örneğin feminizm ve anarşizmin, “12 Eylül’ün çocukları” oldukları, 12 Eylül’den sonra solun bastırılmasından yararlanarak ortaya çıktıkları yolundaki savı, bugüne kadar iddia olmanın ötesine geçememiştir. Kara’nın sürekli yazarlarından Kemal Demir’in, 4. sayıda yayımlanan, “Yenilmiş Asilere Çiçek Verelim” adlı yazısı ise tersi yönde bir kanıt oluşturmaktadır. Bu yazı, yenilgiciliğe ve liberalizme karşı net bir duruştur:

“‘Eski’de otorite vardı, ‘tavan’ın ‘taban’ üzerinde zorbalığı vardı, dargörüşlülük ve birbiri ardından gelen siyasi (önemli ölçüde de siyasi olmaktan kaynaklanan) saplantılar, hatalar vardı. Ama ‘eski’de kardeşlik, dayanışma ruhu, coşku, yarını bile düşünmeyen bir ‘özveri’ de  vardı. ‘Eski’ adının yakıştırıldığı binlerce insanı, dergilerde, kitaplarda yazan programlardan teorilerden çok belki de bu nitelerdi. Ödül kazanan romanlar ya da ‘güzel laflar’ ve ‘kısmi doğrular’la karalanamayacak bir ruh gezinirdi sokaklarda. Sağınıza solunuza baksanıza, bu ‘üst düzey takılmalar’, bu dinamizmin ‘d’sini içermeyen lak lakalar, bu ‘bireysellik’ adına liberalizmin ‘birey’ anlayışında takılıp kalmış ve birey değil ancak bencil olabilecek insanlar mı yeni… Bir mücadeleye katılmaktan, onu oluşturmaktan doğan moral, en güçlü moralsizlikten daha estetiktir. En büyük olumsuzluklarla malul olsa dahi böylesi bir dinamik, bireylere varoldukları gibi davranabilmeleri açısından çok daha fazla seçenek ve olanak sunar. Unutulmamalıdır ki bugün kendisini karalayanların (eleştiri demiyorum) bir çoğu varolabilmelerini bile ‘eski’ dedikleri mücadele tarzına borçludur.” (Kara , sayı:4, s.4-5)

Kara, 12. sayısında, “maddi zorluklar ve daha zengin bir içerik/biçim kazanabilmek” için yayınına “kısa bir süre ara verdiğini” duyurmasının ardından, süresiz kapandı. Kara kapanmış, Türkiye toprağında anarşizm dönemi açılmıştı.
Kara Sonrası (1988-1994)

Kara’nın kapanmasından yaklaşık bir yıl sonra, 1988 yılında, İstanbul’da yayımlanmaya başlayan Efendisiz, altı sayı çıktıktan sonra, 1989 yılında, neredeyse geride hiçbir iz bırakmadan yayınına son verdi.

1992 yılının Şubat ayında, İzmir’de, anarşist bir çevre, Amargi dergisini çıkartmaya başladı. Bu çevreyle bağlantıları olan bir başka anarşist gençlik grubu ise, aşağı yukarı Amargi’yle aynı zamanda, Antalya’da, Coelacanth adlı bir dergi çıkartmaya girişti. Bireysel anlayış ve yorumlara daha çok yer veren, yerel bir karşı-kültür dergisi olduğu izlenimi uyandıran Coelacanth, yayınına bir yıldan fazla devam etti. Amargi’nin ise, başlangıçta, herhangi bir anarşist eğilimin temsilcisi olmak yerine, daha geniş bir çevreyi kucaklamaya, “anarşist platform dergisi” olmaya özen gösterdiği anlaşılıyor.

1990 başlarında Türkiye’deki anarşizm, henüz emekleme devresinde olmasına rağmen, 1992 yılının, anarşist yayınlar açısından verimli bir yıl olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki, Aralık ayında, İstanbul’da, bir başka anarşist çevre, Ateş Hırsızı adlı “aylık” bir dergi yayımlamaya başladı. Her ne kadar, başlığının yanında “Aylık Politik Dergi” diye yazıyorsa da, bu periyodu düzenli bir şekilde yerine getiremeyen Ateş Hırsızı, bir yenilik olarak, sayfalarında Kürtçe (Zazaca) ve İngilizce makalelere de yer veriyordu.

Ateş Hırsızı’nın, Amargi’nin “platformist” perspektifinin tersine, daha başından, toplumsal devrimi hedefleyen bir çizgisi vardı. Bu çizgi, anarko-sendikalizm, anarko-komünizm ya da bireyci anarşizm gibi spesifik bir anarşizm türü olmamakla birlikte, belli bir köşeyi tutuyordu. Öte yandan, Ateş Hırsızı’nın 1. sayısında yer alan ve ilerki sayılarda büyük tartışmalara yol açan, Halil Beytar imzalı, “Liberter Sürece Eleştirel Bakış” adlı yazı, bu dergi ve çevrenin, Türkiye anarşizminde “yeni bir süreci”, anarşistlerin örgütlü mücadelesi sürecini başlatma özleminde olduğunu düşündürmektedir.

Gerek Amargi’de, gerekse Ateş Hırsızı’nda yer alan bir takım yazılardan, bu iki derginin, bir “ortak yayın projesi” gerçekleştirmek amacıyla diyalog içinde olduklarını gözlemliyoruz. Ne var ki, bu diyaloğun amacına ulaşamadığı, bir süre sonra, her iki derginin de kendi bağımsız tutumunu açıklayan yazılar yayımlamasından anlaşılıyor. Amargi’nin, 9. sayısından itibaren, “platformist” duruşunu bir yana bıraktığını ve İzmir’de kurulmuş Savaş Karşıtları Derneği’nin (SKD), anti-militarist mücadeleyi temel alan tutumunu benimsediğini görüyoruz.

Amargi, 1994 yazında, son olarak çıkarttığı 13. sayısından sonra, kapanacağına ilişkin bir duyuru yapmadan yayınına son verdi. Ne var ki, anti-militarizmi esas alan eğilim varlığını sürdürdü. Özellikle Osman Murat Ülke’nin, birbiri ardına gelen hapis cezalarını göğüslemek de dahil, verdiği vicdani red mücadelesi, yalnız anarşistler içinde değil, militarizmle şu ya da bu şekilde çatışma içinde olan çevrelerde yankı buldu. Amargi’nin, İZSD’nin ve İstanbul’daki Anti-militarist İnsiyatif”in oluşturduğu bu eğilim, bir kültür dergisi niteliğindeki Nisyan’la, yayın alanında sesini duyurmayı sürdürdü.

Kimi yazılarında belirgin bir şekilde görüldüğü gibi, anarşizmin örgütlenme sürecine katkıda bulunma arzusunda olduğu anlaşılan Ateş Hırsızı’nın rengini belirleyen, Türkiye anarşizminin yeni yeni filizlendiği bir döneme denk düşen “anarşist romantizm”dir. Yer yer pastoral bir kırsal yaşam özlemi, hatta primitivizm görünümü verse de, bu romantizmin, özgürlük coşkusunu körüklemesiyle, varolan toplumun değerlerine kafa tutmasıyla, örneğin, Şinasi Danışoğlu’nun, romantizmle ve devrimci nostaljiyle ironiyi, Ömer Naci Soykan’ın, romantizmle felsefeyi birleştirmenin üstesinden gelen yazılarıyla, genç bir akımın dinamik romantizmini önemli ölçüde temsil ettiğini söyleyebiliriz.

1995 yılından sonra, uzun aralıklarla yayınını sürdüren Ateş Hırsızı, 1999′dan sonra bir daha yayımlanmadı.

Apolitika ve Politika

Mayıs 1994′le, Aralık 1997 arasında, düzensiz olarak yedi sayı yayımlanan ve Ateş Hırsızı çevresiyle de ilişkisi olduğu gözlemlenen Apolitika’nın, çıkışıyla ve ona rengini veren yazılarıyla, anarşistleri “politik bir merkez” etrafında örgütleme ve toparlama misyonunu üslenmek niyetinde olduğunu söyleyebiliriz.

Gelenekçi bir solun hakim olduğu atmosferde yeni yeni yeşeren geleneksiz bir anarşizmin yönünü belirlemesinin zorluklarını tahmin etmek zor değildir. Diğer yandan, yeni bir alternatif olarak ortaya çıkan bir fikir akımının, kapsamlı proje ve programlarla hareket etmeye alışmış Türkiye devrimcilerinin beklentilerine yanıt vermesinin güçlüğü ortadadır. Aslında, Türkiye anarşistleri, bir paradoksu yaşıyorlardı. Bir yandan, resmi Marksizmin “her derde deva” programlarını reddediyorlardı, diğer yandan, bu boşluğu dolduracak özgürlükçü öneri ve politikaları yoktu. İşte bu durum, dönemsel savrulmaları getirdiği gibi, bu savrulmaları önleme iddiasındaki otoriter eğilimlere de zemin hazırlamıştır.

Apolitika., birinci sayısında, “örgütlenmeye karşı anarşistlerle tartışmaya girmeyi tamamen gereksiz” gördüğünü ve “pasifizmle yollarını ayırdığını” ilan ederek (”Neye Niyet Neye Kısmet”, Apolitika, sayı:1, Mayıs 1994) yeni tür bir otoriterlik noktasında ilk adımı attı. Ardından, bu yönelime uygun olarak, “politik tahliller” geldi. Apolitika’nın, 1. sayısında yayımlanan, “Apolitika” imzalı, “İslami Faşizme Karşı Otonomlar Oluşturalım” adlı yazısında, Refah Partisi’nin iktidara gelişiyle, özellikle orta sınıflarda gözlemlenen “şeriat geliyor” paniğinin bir benzerini yansıttığı ve bu paniğe uygun bir “faşizme karşı birleşik cephe” taktiği geliştirdiği görülmektedir :

“Faşizm belasının üstesinden gelmeden devletin, resmi ideolojilerin ortadan kalkması ve özgürlükçü bir yaşam olanaksızdır… faşizme karşı mücadele halkın bir bütün olarak devlete karşı seferber olduğu, kendi yaşamının efendisi olmak için ayağa kalktığı devrim mücadelesinden farklıdır. Esas olarak ’sivil toplum’ içinde bir ‘ideolojik hegemonya’ mücadelesidir. Faşizme karşı direniş devletin mevcut kuvvetlerinin de parçalanacağı bir kutuplaşma, bir savaş ortamı yaratır…” (İslami Faşizme Karşı Otonomlar Oluşturalım”, Apolitika, sayı:1, Mayıs 1994)

Kısmen, Dimitrof’un 1935 yılında Komintern’de okuduğu raporundan, kısmen de Gramsci’nin “ideolojik hegemonya”ya ilişkin görüşlerinden esinlendiği anlaşılan bu “anti-faşist mücadele taktiği”ne gerekçe oluşturan “islami faşizm” tezi, birkaç yıl sonra gerçekleşen 28 Şubat darbesiyle rafa kaldırılacaktı.

Apolitika’nın 2. sayısındaki, “Yükselen Umut” imzasıyla yayınlanan, “Otonomlar Nasıl Oluşacak” başlıklı yazının otoriter önerileriyle, Leninizmi fazlasıyla andıran “anti-faşizm” politikası uyum içindedir. Kurulmaları öngörülen semt otonomları içindeki oylama konusunda sekiz versiyon ileri sürülen bu yazıda, bu versiyonlardan biri olan “veto hakkı”nı yanlış kullanan kişinin, “hareket içindeki yeri, geçmişi ne  olursa olsun çekip gideceği”ne (s.17); otonoma üyeliğin nasıl gerçekleşeceğine; “ayrışma” olması halinde otonomun olanaklarının nasıl paylaşılacağına; üyelikten çıkarmanın, “yorum gerektirmeyecek kadar açık ahlaksızlık durumunda” (s.17) gündeme gelebileceğine ve “bu kişinin bütün anarşist çevrelerde teşhiri yoluna” (s.17) gidileceğine ilişkin, merkeziyetçi bir partiye ait olduğu izlenimi veren “tüzük hükümleri” yer almaktadır. “Yükselen Umut” da, bunların birer “tüzük hükmü” olduğunun farkında olmalıdır ki, yukarda alıntıladığımız cümlelerinin hemen ardından şöyle yazmak gereğini duymuştur:

“Farkındayım. Söylediklerimi ‘resmi’ bir üslupla maddeler halinde yazarsam ortaya bir ‘tüzük’ çıkar. Gene de tüzüğü reddetmekte ısrarlıyım. Aradaki fark “hukuk” ile “yasa” arasındaki farktır.” (s.17)

Bu yönelişin, pratikte nasıl bir “anarşist hukuk” yaratacağını tahmin etmek güç değildir. 1999 yılında yayın hayatına başlayan ve halen yayınını sürdüren Efendisizler dergisinin ve aynı çizgide olduğu anlaşılan Anarşist Gençlik Federasyonu’nun (AGF) kimi yayınları ve manifestoları, böyle bir anlayışın ve “hukuk”un benimsendiğini göstermektedir. Efendisizler’in, kendini, de facto “Efendisizler örgütü” olarak ortaya koyan yaklaşımının ürünü olan ve muhatapları açık seçik anlaşılamayan aşağıdaki, tecrit önerileriyle ve tehditlerle yüklü satırlar, kimi anarşistlerin, Kara’dan bu yana aldıkları mesafenin yönü konusunda iyimser düşünceleri davet eder nitelikte değildir:

“Anarşizmi, anarşistleri bir meta, bir tüketici hatta ucuz işgücü olarak görenler, insanlığın yarattığı en güzel ütopyanın sistemin içinde kalmasını sağlamaya çalışan sinsi-işbirlikçi-hainlerdir. Anarşistlerin bu anarşist kamuflajcı kapitalist girişimcilere göstereceği tavır, Koç’a, Sabancı’ya gösterdiği ve göstereceği tavırdan hiç farklı olmadı, olmayacak, olmamalı… Anarşizmi bir dava olarak değil, sistem içi bir kimlik olarak benimseyen bazı kişiler teşhir olup varoluşları tehlikeye girince bazı sol örgütlerde yaşananları hatırlatan sinsi-hain planları uygulamaktan kaçınmıyorlar. Bunlara gerekli tedbirler şu ana kadar alınmaya çalışıldı, alınmaya da devam edecektir. Doğrudan veya dolaylı polislik girişimi, anarşistlerin yaygın bir çürümenin içinde olduğunu gösteriyor. Gerekli tecrit süreçlerini işletmelerini acil bir önlem olarak öneriyoruz.” (”Aslında Biz Bu Topraklarda Hiç Yenilmedik”, Efendisizler, sayı:12, 1 Ekim 1999, s.113-14)

Bugüne ve Geleceğe İlişkin Birkaç Söz

Genellikle ideolojilerin toplumları yoğurdukları düşünülürse de, yaşanılan deneylerin, bu tezi önemli ölçüde çürüttüğünü söyleyebiliriz: toplumlar, ideolojileri kendi özellikleriyle yoğurarak onlara özgün biçimlerini verirler. Türkiye’nin son kırk yılında Marksizmin başına gelenler bunun açık kanıtıdır. Marksizm, hitap ettiği sola eğilimli kesimleri şekillendirmekte ve geliştirmekte esas olarak başarılı olamamış, ancak Türkiye’deki sol eğilimli kesimler, kendi kültürel özelliklerini, Marksist bir kimlik altında ifade etmişlerdir. Herhangi bir düşünce akımının, hatta toplumu sarsan bir toplumsal hareketin bile, “yepyeni” bir insan türü yaratamadığını ve yaratamayacağını, bin yıllık kültürel köklerin, her toplumsal aşamada, biçim değiştirerek de olsa, insanlara gündelik yaşamlarında yol gösterdiğini hesaba katarsak, bunda şaşılacak bir şey yoktur. O halde, insan yapısı her şey gibi, evrensel anarşizmin de içinden çıkamadığı çeşitli dilemmaları varken, Türkiye’de henüz emekleme aşamasında olan bir anarşizme yönelen çok farklı katman ve sınıflardan genç insanların, bireyselliği, bireycilik; özgürlüğü, sorumsuzluk; isyancılığı, pozculuk; sistemi reddetmeyi, hazır yiyicilik; sosyalist gelenekteki katı sınıfsal kalıpların sorgulanmasını, sınıfı ret ve deklaselik; gelenekçiliğin eleştirisini, köksüz ve taklitçi bir modernizm ve marjinallik; hiyerarşinin reddini, örgütlenmenin reddedilmesi; örgütlülüğü savunmayı, klasik sola benzer biçimde, üstelik sorgulanmayan ve gizli hiyerarşilere dayalı yeni örgütsel kastlar oluşturmak; yerelliği, evrensellikten kopukluk; kaba materyalizmi eleştirmeyi, metafizik moralizm; teknoloji eleştirisini, primitivizm; ekolojist mücadele vermeyi, toplumsal mücadelenin diğer alanlarından kopuk, elitist radikallerin hırçınlığı; entellektüalizmi eleştirmeyi, entellektüelleri hor görmek; sol hareketleri ve partileri eleştirmeyi, onlarla rekabetçilik ve “militan devşirme” yarışı; savaş karşıtlığını, savaşa yol açan kapitalist sistemden kopuk ve sınıflarüstü bir barışçılık; geleneksel cinsiyetçi ahlâkı sorgulamayı, bir başka tür erkek egemen cinsiyetçilik; bireyin sınıf içinde erimesine karşı çıkmayı, kapitalist toplumun atomizasyonuna tabi olmak; teoriciliği eleştirmeyi, teoriyi küçüksemek; politika yapmayı eleştirmeyi, politika dışılık; politika yapmayı, klasik solun peşine takılmak vb. vb. biçiminde anlamaları ve Türkiye’de Marksizmin yaşadığı başkalaşma ve toplumsal temeliyle benzeşme sürecini Türkiye’deki anarşizmin de, en azından bir dönem yaşaması doğaldır. Doğal olmayan ve arzu edilmeyen, yukarda sözünü ettiğimiz sendromların kalıcı bir özellik haline gelmesi olacaktır.

Militarist, buyurgan ve cinsiyetçi kültürle yoğrulmuş, hiyerarşik bir yapının karakteristik özelliklerini taşıyan Türkiye sol hareketi, hatta toplumun bütünü, 20. yüzyılın son çeyreğinde, bu özelliklere oldukça yabancı bir düşünceyle tanıştı. “Yeni konuk”un bu yabancılığı, yalnızca “yeni” olmaktan değil, yüzyıllar boyu, düştüğü krizlerden hep bir “mesih”le kurtulacağı alışkanlığı içinde olan bir toplumun beklentilerine yanıt vermek ne kelime, “mesihi beklemenin”, krizin ta kendisi olduğunu söylemesinden ileri geliyordu. Bu, aynı zamanda, kendisini, “kurtarıcı” gelenekten ayırmasının da ilanıydı. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, geleneksizliği ve “köksüzlüğü” oranında, henüz toplumsal bir hareket olarak nitelenemeyecek ve beslendiği toprak nedeniyle kaçınılmaz olarak yukarda sıraladığımız sendromları gösteren Türkiye’deki anarşizmin, bunların üstesinden gelip, anti-kapitalizm, milliyetçilik-militarizm, ekoloji, cinsiyetçilik, vb. gibi konularda oluşan, kendiliğinden, parçalı, ama o ölçüde de etkili yeni tip radikal bir muhalefet ıskalasının gelişmesinde olumlu bir rol oynayıp oynayamayacağını gelecek gösterecektir.

__________________________________________________ _________________________
1- Keza Abdülhamit yönetimine karşı kurulmuş “Türk Anarşist Cemiyeti”nden söz edilmektedir. Ancak bu cemiyetin bildirileri incelendiğinde, adının dışında anarşizmle bir ilgisi olmadığı görülmektedir. O dönemde anarşistlerin devlet adamlarına karşı giriştikleri suikastlar, benzeri hedeflere sahip milliyetçi ve dinci örgütleri bu adı benimsemeye sevketmiş olmalıdır. (bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, Basıldığı tarih belli değil, s.245)

2- Jön Türk’lerin önde gelen isimlerinden Doktor Abdullah Cevdet’in de anarşizmi felsefi yönüyle benimsediği, hatta Fransa’da çıkan anarşist dergi Temps Nouveaux’da yazdığı belirtilmektedir. Abdullah Cevdet’i, anarşizme sempatiyle bakmaya, hatta bu düşünceyi felsefi planda savunmaya sevkeden güdünün şiddetli din aleyhtarlığındaki ortaklık olduğu görülmektedir. Nitekim, hükümete ve devlete hiçbir zaman karşı olmayan, tersine güçlü bir idareden yana olan Jön Türkler, Abdullah Cevdet’in bu konudaki tavrına hiçbir zaman olumlu bakmamış, hatta onu anarşist dergilerde yazı yazıp, Avrupa kamuoyunda Jön Türklerin hükümet düşmanı olduğu şeklinde bir kanaat uyanmasına yol açtığı için eleştirmişlerdir. (Bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, Basıldığı tarih belli değil, s.247-255)

3- Burada Sevim Belli’nin anılarında (Boşuna mı Çiğnedik, Belge Yayınları, Kasım 1994) ismi geçen Taci Karan örneğinden de söz etmeliyiz. Taci Karan, 1950′li yılların başlarında Türkiye Komünist Partisi (TKP) taraftarı gençlerin Paris’te oluşturduğu “İleri Jön Türkler” çevresindendir. Doğrudan Sevim Belli’nin tanıklığına başvuralım:

“Taci uzun yıllar Fransız Komünist Partisinde çalışmış ayrılışımızdan sonra. Orada da aradığını bulamamış, Eleştirici olduğundan, her şeyde bir bit yeniği sezme ve hatta görme yeteneğinden olacak, bir sürü haksızlıklara, suçlamalara uğramış. Birçoğu gerçek de olsa, pek bilmediğimiz şeyler olmasa da 60-70′lerin Avrupa Komünist Partilerini Taci’nin ağzından dinlemek insanın içini karartırdı herhalde o  sıralarda. Ne yazık ki çok konuda haklıydı. Çok yıllar önce komünist partisinden de ayrılmış Taci, anarşist olmuş (…) 15 yıl kadar önce  Paris’e yolum düştüğünde kısa bir ‘Merhaba’ demiştim Taci’ye. Bir çiçekçi dükkanı işletiyordu… Ve hâlâ anarşist olduğunu söylüyordu.” (s. 220)

4- Bazı sol yayınevlerinin, 1970′lerin sonlarında, ilk kez anarşizmi eleştiren bazı “Marksist klasikleri” basma gereği duymaları o kadar da  tesadüf değildir: Marx, Engels, Lenin, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, Mart 1979, Sol Yayınları; J.V.Stalin, Anarşizm mi Sosyalizm mi?, Aralık 1979, Evrensel Basım Yayın.

5-Kemal Demir, “Yenilen Asilere Çiçek Verelim”, Kara, sayı:4.

6- Geçerken, Yunanistan’ın Selanik şehrinde, 1997 yılında, Kanundışı adlı Türkçe, anarşist bir derginin, yalnızca bir sayı yayımlandığını  belirtelim.

7 -Daha sonra Aachen’a taşınan Liberter Yayınlarının kitapları şunlardır: Max Stirner, Benim Yetkim, çev: H.İbrahim Türkdoğan; Emile Henry, Dikkat anarşist, çev: Melih Gezgen. Ayrıca aynı çevre, Maurice Cranston’un, Marks-Bakunin Karşılaşması, adlı kitabını da basmıştır (çev:Bora A. Okran, Aachen).

8-Kara’da imzası doğrudan yer almamakla birlikte, bu dergiye katkısı herkesce bilinen Reha Çamuroğlu’nu burada armak yerinde olur.

9-”Efendisizler bildirgeyi kabul eden herkesi yoldaşımız olarak görüyoruz ve onlarla örgütlenmeye başlayabiliriz… Ya yoldaşımız olursunuz, ya devletin yurttaşı” (”Ne Yapmalı?”, Efendisizler, sayı:1, 15 Şubat 1999, s.18)

Emine Özkaya
Gün Zileli
8 kasım 2001

Ek: Türkçede Anarşist Literatür

1992 yılının Mayıs ayında, İstanbul’da kurulan Birey ve Toplum yayınları,

beş kitap yayınlayarak, son derece yetersiz olan, anarşist literatüre ilk atılımı kazandırdı:

Bakunin, Marx’a Karşı El yazmaları (Mayıs 1992, çev: Işın Gürbüz);

Tarihte Anarşist, Nihilist, Feminist Kadınlar (Mayıs 1992, çev: Işık Ergüden);

Proudhon, Makaleler (Temmuz 1992, çev: M.Tüzel);

Anarşist Kuram ve Kökeni (Temmuz 1992, çev: H. İbrahim Türkdoğan);

Hans Richter, Dada 1916-1966 (Mart 1993, çev: Mustafa Tüzel).

1994 yılı sonunda kurulan Kaos Yayınları,

anarşist literatüre önemli katkılarda bulunan yayınevlerinin başında gelmektedir:

Tayfun Gönül, Anarşizm Nedir?, Aralık 1994;

Gün Zileli, Hasan Bakü, Mine Ege, Anarşizm Bir Devrim Çağrısıdır, Ocak 1995;

Gün Zileli, İlhan Tekin, Türkiye…. Sosyal Patlamaya Doğru…, Eylül 1995;

Abel Paz, Halk Silahlanınca, çev: Gün Zileli, Nisan 1996;

Unabomber, Sanayi Toplumu ve Geleceği, Mayıs 1996;

George Woodcock, Anarşizm, çev: Alev Türker, Kasım 1996;

Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken-I, Metis-Kaos ortak yayını, çev: Beril Eyüboğlu, Mayıs 1996;

Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken-II, Kaos-Metis ortak yayını, çev: Emine Özkaya, Nisan 1997;

Peter Arşinov, Mahnovşçina, çev: Yeşim T. Başaran, Cemal Atila, Mayıs 1998;

Ömer Naci Soykan, Bir Anarşistin Seyir Defteri, Mayıs 1998;

Murray Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi, çev: Deniz Aytaş, Mayıs 1998;

İda Mett, Kronştad 1921, çev: Ümit Altuğ, . Macit, Mayıs 1998;

Sam Dalgoff, Bakunin, çev: Cemal Atila, Kasım 1998;

Vernon Richards, Malatesta, çev: Zühal Kiraz, Mayıs 1999;

Tolstoy, … ve Işık Karanlıkta Parlıyor, çev: Dominik Pamir;

Rudolf Rocker, Anarko Sendikalizm, çev: H. Deniz Güneri, Şubat 2000;

Tolstoy, Vahşi Zevkler, çev: Dominik Pamir, Mart 2000;

Colin Ward, Eylemde Anarşi, çev: H. Deniz Güneri;

John Zerzan, Gelecekteki İlkel, çev: Cemal Atila, Nisan 2000.

1980′li yıllardan beri ağırlıklı olarak anarşist kitaplar yayınlayan Kavram Yayınları’nın
kitaplarından bazıları şunlardır:

P.Kropotkin, Etika, çev: Ahmet Ağaoğlu, Sadeleştiren: Tektaş Ağaoğlu, Ocak 1991;
Bakunin Devlet ve Anarşi, çev: Alev Türker, 1992;

Alexander Berkman, Anarşizmin abc’si, çev: Elif Daldeniz;

Gene Fellner, Anarşistin Yaşamı, çev: Elif Daldeniz, Aralık 1996.

Sarmal Yayınları da,

P.Avrich’in, Anarşist Portreler I, adlı kitabını (çev: O. Akınhay), 1991 yılında basmıştır.
1997′de, İstanbul’da kurulan Karaşın Yayınları da,
küçük “fotokopi-betik”ler yayınladı: Sergey Neçayev, Devrimcinin Anahtar Kitabı, çev: Süreyyya Evren, Nisan 1997;

P. Kropotkin, Toplumcu Evrimde Anarşizmin Yeri, çev: Rahmi Gürsel, Mayıs 1997;

Anarşistlerin Zapatistalarla Görüşmesi, çev: Bülent Usta, Süreyyya Evren, Kasım 1997;

Bergama Köylü Direnişi ve Anarşizm, Ocak 1998;

M. Bakunin, Devrimci El Kitabı, çev: Süreyyya Evren, Şubat 1998.

Doğrudan anarşist kitaplar yayınlayan yayınevlerinin dışında, anarşizme artan ilgi oranında, Türkiye’nin önde gelen bazı yayınevleri de zaman zaman, okuyucularını anarşizm konusunda aydınlatacak ilginç kitaplar yayınlamaktadırlar.

Altıkırkbeş Yayınları: Baha Tevfik, Felsefe-i Ferd, Günümüz Türkçesi: Burhan Şaylı, Aralık 1992.
Metis Yayınları:

Ursula K. Leguin, Mülksüzler (Roman), 1991, çev: Levent Mollamustafaoğlu;

P. Avrich, Rus Devriminde Anarşistler, çev: Celal A. Kanat, 1993;

Anarşizmin Kısa Yazı (Yayıncıya not: künye konacak).

Ayrıntı Yayınları:

Catherine Baker, Zorunlu Eğitime Hayır, çev: Ayşegül Sönmezay Erol, Mayıs 1991;

Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, çev: Alev Türker, Kasım 1994;

R. Cantzen, Daha Az Devlet Daha Çok Toplum, çev: V. Atayman, 1994;

21. Yüzyıl Anarşizmi, çev: Şen Süer Kaya, 1998; Anarşizmin Bugünü, çev: Neşe Ozan, 1999;

Murray Bookchin, Kentsiz Kentleşme, çev: Burak Özyalçın, 1999.

Sel Yayınları:

Gilles Dauvé, François Martin, Komünizmin Güneş Tutulması ve Yeniden Ortaya Çıkışı, çev: Bora Sarayova, Mart 1999;

P. Avrich, Amerikalı Anarşist Voltairine de Cleyre’in Yaşamı, çev: Emine Özkaya, 1999.

Öteki Yayınevi:

Kropotkin, Bir Devrimcinin Anıları, 1-2, 2001

Yayıncıya not:
Bu, makalenin yazımının bittiği 7 Mart 2001 tarihinden sonra çıkacak, ilgili kitaplar listeye eklenirse iyi olur. Örneğin, P. Marshall’ın, Demand The Impossible kitabının, yakında, Yavuz Alogan’ın çevirisiyle basılacağını biliyoruz.

Emine Özkaya – Gün Zileli

Anarşi nedir?