ÖZELLEŞTİRMELER VE TEKEL İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİ

teKELTakke düştü (te)KEL göründü

Bugün toplumumuzun büyük bir kesimi TEKEL işçisinin direnişi etrafında birleşti. Şimdi hemen hemen herkes özelleştirmelerin karşısında, 4-C’nin (güvencesiz, geleceksiz çalışmanın) karşısında. Nedir TEKEL işçisinin bu büyüsü, nerden geliyor bu birleştirici güç? Halkımızın sigara bağımlılığına mı bağlamalı, yoksa “iki tek” atma aşkına mı? Şimdiye kadar yok muydu 4-C, her geçen gün bir kamu kuruluşu özelleştirilmiyor muydu?

Türkiye’de 80 sonrasında başlayan özelleştirmeler bazı zamanlar yoğunlaşarak bazı zamanlarsa seyrelerek sürdü. 80 sonrasında küreselleşen kapitalizmle tanışan, oynaşan Türkiye’de Turgut Özal’ın icraatının içinde “Çağ atlıyoruz” söylevleriyle, uzlaşmaların, anlaşmaların etkisiyle yaşamlarımız değişiyor, “gelişiyor” ve “çağ atlıyorduk”. Küreselleşen kapitalizm yaşamlarımızda mercedesler, migroslar, vesteller, magicboxlarla, ericssonlar, turkcelller, digiturklerle yer etmişti. Gelişiyor ve çağ atlıyorduk ve yaşamlarımız çağdaşlaşıyor, modernleşiyordu. Üreten bizler tüketiyorduk ve sistem işliyordu. Zengin zenginleşiyor,  fakir fakirleşiyor ama sistem yine de işliyordu. Ve özelleştirmelerin asıl anlamı açığa çıktıkça, küreselleşen kapitalizm ve etkileri anlaşılmaya başlandı. Özelleştirilen kuruluşlardaki işçiler kimi zaman karşı çıktı, kimi zaman boyun eğdi. Kimi zaman “Bir işi on kişi yapıyor” denerek anlaşılmadılar, desteklenmediler kimi zamansa “hak verilmez alınır” diyerek  desteklendiler.

Hükümetler işçilerin eylemlerini bazen görmezden gelerek ört bas etti,  bazense copla,  gazla, panzerlerle ezmeye kalkıştı.  Partiler tarafından işçilerin eylemlerine ilişkin yorum ise, hükümet partisi iseler  “Ananı da al git” ya da “Gerekli orantılı güç” olurken, muhalefet partisi iseler  “Açlık ve yoksulluğun sesi bu”, “Kendi kadrolarını kuruyorlar karşı çıkmamız lazım” oluverir,  pozisyonlar değişse de hükümet hükümetliğinin, muhalefet muhalefetliğinin gereğini yapmalıdır.  Çünkü küresel kapitalizmle anlaşmalar yapılmıştır.

Yani 2010 itibariyle AKP hükümetinin uygulamalarını eleştiren CHP ve MHP’nin hükümet olma ihtimalinde ise özelleştirme uygulamaları değişmeyecek sadece partilerin pozisyonu değişmiş olacaktır.

Tüm bu yaşananlara rağmen tekel işçisi ve etrafında örgütlenen mücadele kendilerine dayatılanı deşifre etmeyi, uzlaşmamayı, geri adım atmamayı tercih etti.

Peki bunca insan neden tekel işçisi ile birlikte özeleştirmeye ve 4-C’ye karşı çıkıyor. Biz neden buradayız ve “bizim çadırlarımızı yıkmadan Tekel işçisinin çadırını yıkamazsınız” diyoruz. Devlet tarafından sömürülmek, özel sektör tarafından sömürülmekten daha iyi olduğu için mi özelleştirmelere karşıyız?  Ya da devlet bizim babamız mı ki bizi C’de değil de, D’de çalıştırmak zorunda olsun. Hem sonra sokaklardaki milyonlarca işsizin koparamadığı vaveylayı Tekel işçisi nasıl ve neden çıkardı?

Bütün insanlığın ortak malı olan üretim araçları (yani toprak, yani atölye, yani fabrika) belirli kişilerin eline geçtiğinden beri toplum çalışarak üretenler (işçiler) ve yöneterek sömürenler (patronlar) olmak üzere ana iki gruba bölünmüş durumda. Bu iki ana grup dışında emeğini satma fırsatı bulamayan işsizler ve düşünce gücünü patronlar yararına, patronların daha iyi sömürmesi için kullanan beyaz yakalılar sınıfı var. Üretim ilişkilerinin büyük bir kısmı bu patron denilen kişilerin ve patronların tezgahı olan şirketlerin ellerinde. Patronların el atmadığı alanlar ise “toplumun temsilcisi” sıfatıyla devlet tarafından, kamu kuruluşları aracılığıyla yönetiliyor. Tabii ki bu alanlar da patronlar ihtiyaç duyduğunda onlara verilmek üzere devletin elinde tutuluyor. Diğer alanlarda yer kalmayınca bu alanlar da teker teker özelleştirme yoluyla şirketlere takdim ediliyor. Enerji sektörü gibi, tekel gibi bir çok alan şimdiden elden çıkarıldığı gibi ilerde okullar, hastaneler, su, hava da şirketlerin eline teslim edilecek.

Peki bunun anlamı nedir? Özelleştirilmeyen alanlar “halkın malı” mı? Eğer halkın malı ise nasıl oluyor da sonradan “babasının malı” gibi ona buna veriyorlar? Burada görülen bir şey var; devlet ile patronlar birbirinden hiç de farklı değil. Sadece ihtiyaca göre değişik zamanlarda devreye giren iki ortak.  İşçilerin ezilenlerin vermemek için direndiğini, devlet “aferin, iyi yaptınız, verin şimdi onu bana” deyip almakta ve uygun zamanı, zemini bulduğunda gerçek görevini ifa etmekte, SATMAKTA.

Peki biz ne için buna karşı çıkıyoruz, amacımız bu alanların devletin elinde kalması mı? Hayır, biz her zaman söylediğimizi şimdi de yineliyoruz. Üretim araçları bütün toplumun ortak malıdır, kimseden alınamaz, kimseye verilemez. Kimse üretim ilişkisinden dışlanamayacağı gibi kimse de üretimin içerisinde yer almadığı halde pastayı sıyırıp tabağı diğerlerine bırakamaz.

Yaratılan bu sömürü düzeninin ortadan kaldırılması için bu toplumun bütün ezilen kesimleri gibi işçi sınıfı da örgütlenmeli, mücadele etmeli ve kendilerinin olanı geri almalıdır. Yani fabrikayı patrondan aldığı gibi yönetme gücünü de devletin elinden geri almalıdır. Bunun için bize dayatılan her kölelik koşulunu zulmü deşifre etme, mücadeleyi yükseltme, ve örgütlenme için kullanmalıyız.

İşte TEKEL işçisine dayatılan yeni bir köleleştirme aşamasıdır. Devlet TEKEL’i özelleştirerek Tekel işçisine kırk katır ya da kırk satır diyor. Ya kamuda 4-C’de KÖLECE çalışırsın, ya da git özel sektörde sana reva gördüğümüz asgari ücretle, sigortasız, güvencesiz, KÖLECE çalış; iş bulamazsan işsiz kal.

4-C dediğimiz de sus payı. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme. “Sokaklardaki işsizler ordusuna katılmak istemiyorsan sesini kes, biz de işimizi yapalım, özelleştirelim.”

Daha önce kamu kuruluşunda görece daha iyi ücret alan, mücadele ile kazanılmış hakların kullanılabildiği bir çalışma şeklinden 4-C’ye, yani eve ekmek götürme garantisi olmadan, örgütlenme hakkı olmadan, tatil hakkı, izin hakkı, hatta hastalanma hakkı olmadan çalışmaya; yani KÖLECE çalışmaya razı olmayan Tekel işçisinin örgütlülüğü bugün bizi burada kılan güçtür.

Fabrika