anarşi – İnadına Dergisi https://inadina.org Anarşist Liselilerin Dergisi Wed, 30 Oct 2019 10:25:32 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.7.4 Devletin Dindarı Değil Sistemin Düşmanı https://inadina.org/devletin-dindari-degil-sistemin-dusmani/ Wed, 30 Oct 2019 10:21:27 +0000 http://inadina.org/?p=506

Devlete hakim mevcut iktidarın ideolojik referansları arasında bulunan Necip Fazıl Kısakürek’in “…dininin ve kininin davacısı bir gençlik” sözlerine atıfla, dönemin erk sahipleri tarafından sarf edilen “dindar gençlik yetiştireceğiz” açıklamalarının üzerinden 8 yıl geçti. Bir kamuoyu araştırma şirketince 15-29 yaş aralığındaki gençlerle yapılan, 2008’den günümüze dek geçen periyodu kapsayan bir anket, devlet iktidarının gençliğe yönelik toplumsal […]]]>
Devlete hakim mevcut iktidarın ideolojik referansları arasında bulunan Necip Fazıl Kısakürek’in “…dininin ve kininin davacısı bir gençlik” sözlerine atıfla, dönemin erk sahipleri tarafından sarf edilen “dindar gençlik yetiştireceğiz” açıklamalarının üzerinden 8 yıl geçti.

Bir kamuoyu araştırma şirketince 15-29 yaş aralığındaki gençlerle yapılan, 2008’den günümüze dek geçen periyodu kapsayan bir anket, devlet iktidarının gençliğe yönelik toplumsal mühendislik projesi olan bu muhafazakar ütopyanın başarısız olduğunun işaretlerini verdi. Anket sonuçlarına göre 2008’de kendisini dindar-muhafazakar olarak tanımlayanlar %28’den yaklaşık yarı yarıya bir azalışla %15’e düştü. Devletin muhafazakarlaştırma politikalarına bir başka tezat sonuç da düzenli ibadet oranındaki düşüşle belirginleşti.

Araştırmada elde edilen veriler, ayrıca kapitalist ilişki biçimleri içinde yaşamanın kaçınılmaz sonucu olan mutsuzluğun oranının da on yılda %6 arttığını ortaya koydu. 2008’de 15-29 yaş aralığında kendisini “mutlu” olarak tanımlayanların oranı %57 iken bu rakam 10 yıl sonra %51’e geriledi. Genç işsizlik rakamlarında Türkiye’nin Avrupa’da ilk beşte yer alması da “mutsuzluk” verisi paralelinde not edilmeli. Anket çalışmasının bir başka sonucu da güncel haber takibindeki %72’den %22’ye sert düşüş olarak dikkat çekti.

2008’den günümüze dek uygulanan muhafazakarlaştırma politikaları düşünüldüğünde ortaya çıkan sonuçlar, bu politikalar bağlamında devlet açısından bir başarısızlık öyküsünün ipuçlarını veriyor. Bu savı destekleyici bir başka veri için ise sadece bir yıl öncesine gidilebilir. Geçtiğimiz yıl Nisan ayında Konya’da düzenlenen gençlik ve inanç çalıştayının sonuçları arasında yer alan “Gençler arasında deizm yayılıyor” verisi, aynı günlerde devletin en tepesinden dillendirilen “dinin güncellenmesi” şeklindeki açıklamayla alt alta konduğunda bu ipuçlarını destekliyor. Diyanet Dergisi’nin de farklı sayılarında, gençlikte “aynı sorunlara” dikkat çeken yazılara yer verdiğini biliyoruz.

2012-2013 öğretim döneminde uygulamaya geçirilen 4+4+4 eğitim sistemi, iktidarın gençlerden başlayarak uygulamak istediği muhafazakarlaştırmanın önemli bir argümanıydı. Nitekim 2014’te dönemin Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, yine Necip Fazıl’a “üstad” şeklinde gönderme yaparak ve 10 yıllık bir zaman dilimini işaret ederek, onun özlediği gençliğin “mayasının tutakta olduğunu” öngörmüştü. Ancak bu “öngörünün” söz konusu araştırma sonuçları bağlamında ne kadar tuttuğu konusunda büyük bir soru işareti var.

Zaten bu beklentilere olumlu yanıt alınamadığını, mevcut iktidarın toplumsal kutuplaştırma politikasının gençliğe yansıması olarak görüyoruz. “Makbul gençlik” tanımına uymayan gençlik kesimi devletin sıkı denetimiyle “hizaya sokulmaya” çalışılıyor. Eğer hizaya girmezse zor kullanılarak marjinalize ediliyor.

Yaklaşık üç yıl önce “proje okul” adıyla muhafazakarlaştırma politikaları paralelinde dönüştürülmek istenen liselerin bahçelerine sokulan TOMA’lar hala hafızalardaki yerini koruyor. Yine 2011’deki şifre eylemlerine karşı sokağa çıkan liselilere yönelik “Biz de eylem yapan öğrencilerin karşısına 5-10 bin genç toplarız ama gerilimden yana değiliz” şeklindeki tehdit yollu açıklamaları hatırlıyoruz.

Devlet eliyle gençliğe dayatılan bu ve benzeri politikaların ters tepeceğine dair veriler tarihsel bağlamda da karşımıza çıkıyor. 1923 sonrası, şu anki uygulamalarının tersine devletin “10 yılda 15 milyon seküler genç yaratma” projesi, ilerleyen yıllarda toplumda muhafazakarlaşma eğiliminin güç kazanması olarak geri dönüş yaptı. Bu geri dönüş, siyasal alanda sağ-muhafazakar iktidarların yönetime gelmesi şeklinde gerçekleşti.

Devletin, içinden geçtiğimiz süreçte olduğu gibi tepeden inme dayatmaları, hedeflediği toplumsal kesim üzerindeki etkisini ve kontrolünü kaybetmesiyle sonuçlandı. Söz konusu kamuoyu araştırmasını da bu tarihsel veriler çerçevesinde değerlendirirken devletin tepeden inme ve zorlayıcı yöntemlerinin, toplumda kendisine sempati duyan kesimde bile güven yitimine neden olabileceğini unutmamak gerek.

 

]]>
Bazen Biz Sistemi Hackleriz, Bazen Sistem Bizi Hackler* https://inadina.org/bazen-biz-sistemi-hackleriz-bazen-sistem-bizi-hackler/ Wed, 30 Oct 2019 10:15:22 +0000 http://inadina.org/?p=503

Biz hackerlar engellenmeyi sevmeyiz. Bilgisayarımızda “erişim engellenmiştir” yazısını göremezsiniz. Yasakları ve kuralları sevmeyiz, kuralları çiğnemeyi severiz. Kuralların çiğnediği insanlar da bizi sever. Playstation oyunları çok mu pahalı? Çözülmesi imkansız denilen sistem bile bize vız gelir. Çünkü karşımıza çıkan her duvar tüylerimizi diken diken eder. İçimiz rahat etmez. Ta ki o kilit kırılana kadar uyumaz, yemez […]]]>
Biz hackerlar engellenmeyi sevmeyiz. Bilgisayarımızda “erişim engellenmiştir” yazısını göremezsiniz. Yasakları ve kuralları sevmeyiz, kuralları çiğnemeyi severiz. Kuralların çiğnediği insanlar da bizi sever.

Playstation oyunları çok mu pahalı? Çözülmesi imkansız denilen sistem bile bize vız gelir. Çünkü karşımıza çıkan her duvar tüylerimizi diken diken eder. İçimiz rahat etmez. Ta ki o kilit kırılana kadar uyumaz, yemez içmez uğraşırız. Ve onu kırarız.

İşte bu en zayıf yanımızdır aslında. Çünkü sistem bunu kullanır ve bize bir sürü kilit sunar. Bu kilitleri çözmeye uğraşırken bir de bakarız ki bir duvar örülmüş etrafımızda. Ki bu duvar en tehlikelilerindendir; onu kolay farketmeyiz. Sokaktaki sesleri, engellenmişlerin ve ezilmişlerin seslerini duymayız çünkü önümüzdeki o kilidi kırmamız gerektiğini düşünürüz. Biz bilgisayarın ekranına kilitlenmiş ve dışarıdaki sesi duymazken sistem sömürüsünü sürdürür.

Peki ya bizim karşımızdaki kilidi kuranlarla dışarıda haykıranları ezenler aynıysa? Aynı sistem sokağa çıkanları kovalarken internette korsanlık yapanı sonsuz bir kovalamacanın içine hapsediyorsa?

Telefon 1 kuruş bile elektrik harcamazken jeton 5 lira mı? Buzdan jeton yapıp yurt dışını bile ararız. Otoritelerin buharlaşan jetonumuzu bulamayıp kafayı yemesi de bize ayrı bir keyif verir doğrusu. Kırmak kadar önemli olan yakalanmamaktır. Yakalanırsan bir daha kıramazsın çünkü.

Düşün ki sokağa çıkmadık ama yakalanmamak için kaçtık. Değişik bir his doğrusu. Paranoya gibi bir şey. Bir takıldın mı vay haline. Kaçan yok, kovalayan yok ama sürekli peşindelermiş gibi bir his, aklınsa hala yakalanmama peşinde.

İnternetin kapıları açılırken gıcırdamaz. SMS ile olta atar, şişman balığı yakalarız. Kedi gibi sessizce sokulur, QR koduyla patronun hesabından oluklarız. Sonra sanki o banka hesabı hepimizden çaldıklarıyla dolmamış gibi, hemen “hırsız” diye bağırmaya başlarlar. Ne yaygara ama!

Ama korsanın laneti açgözlülük. Yaşamak için çalmak başka, bitcoin patronu olmak başka…

Tabi ne kadar maharetli olursan, o kadar çok kırmak istersin. Bir de o yanı var bu doymazlığın. Ama yanlış bir adımda sistemin eline düşersen sistem sana acımaz ve ruhunu çalar. Alır seni ya kodese tıkar ya da beyaz hacker (sanal polis gibi bir şey) yapar.

Bazılarımız isimsiz kalmayı sever. Otoriteyi sarsan anonim hackleri konuşulurken uzaktan izler. Bu davranış bencillikten uzak görünür ve ayrıca güvenlidir. Bir düşünün; bir dev bir yerden yumruk yiyor ama yumruğun nereden geldiğini görmüyor. Korkmaz mı?

Korkar. Korktuğu için güvenlik bütçesini artırır. Güvenlik uzmanlarının maaşı artar. Güvenlik firmalarının hisselerinin değeri artar. Daha çok erişim engeli, daha çok güvenlik soruşturması, firewall, VPN, antivirüs.

Bu yazı da büyük sistemi hackliyor aslında. Hiç de karmaşık bir döngü içermiyor, gayet basit, anlaşılır bir ilkesi var. Kopyalanabilir, çoğaltılabilir ama isimsiz değil: Anarşizm!

* Big Lebowski’nin sonundaki replikten bozma.

 

]]>
Bilinmeyen Oyuncular, Bilindik Oyun: PUBG https://inadina.org/bilinmeyen-oyuncular-bilindik-oyun-pubg/ Wed, 30 Oct 2019 10:12:47 +0000 http://inadina.org/?p=500

PUBG (Player Unknown BattleGround) yani Bilinmeyen Oyuncular Savaş Alanı. Birçoğumuz bu oyunu çok iyi biliyor ve oynuyoruz. Oynamayanlar ise bir şekilde, bir arkadaşından vs duymuştur; duymamış olmak neredeyse imkansız. Oyun, biz gençler arasında o kadar popüler yani. Yine de oyundan biraz bahsedecek olursak: Oyunda 100 oyuncu bir uçakla mevcut haritalar üzerinden geçiyor ve istediği yere […]]]>
PUBG (Player Unknown BattleGround) yani Bilinmeyen Oyuncular Savaş Alanı. Birçoğumuz bu oyunu çok iyi biliyor ve oynuyoruz. Oynamayanlar ise bir şekilde, bir arkadaşından vs duymuştur; duymamış olmak neredeyse imkansız. Oyun, biz gençler arasında o kadar popüler yani. Yine de oyundan biraz bahsedecek olursak: Oyunda 100 oyuncu bir uçakla mevcut haritalar üzerinden geçiyor ve istediği yere paraşütle atlıyor. En kısa sürede en iyi silah ve ekipmanlarla hayatta kalmak temel amaç. Savaş sonunda hayatta kalan son kişi ya da takımdansanız “kazanıyorsunuz” ve “çorba parası”na kavuşuyorsunuz. (Oyunu kazanırsanız bunun ne anlama geldiğini anlayacaksınız!)

Oyunun hem PC hem mobil versiyonu bulunmakta, yani yaşamımızın bütün alanlarında, internet erişiminin olduğu her an oynanabilir bir şekilde tasarlanmış bir oyun. O kadar ilgi görüyor ki günün hangi saatinde girerseniz girin, en az 1 milyon erişim olduğunu görebilirsiniz. Hem yaşadığımız semtlerdeki internet kafelerde hem dünya çapında sürekli düzenlenen turnuvalarda… Bu oyunu oynayabilmek için bir hesap sahibi olmak gerekiyor tabi. Oyun için açılan bu hesap elbette ücretli, özellikle biz liseliler için oldukça pahalı bi fiyattan bahsediyoruz.

Oyunun yapımcısı ve PUBG Corp’un sahibi Brendan Greene sadece hesap açma üzerinden ödediğimiz parayla yetinmiyor, özellikle reklamlar ve farklı sektör ürünlerinde PUBG’yi bir marka olarak kullanıyor. Oyun adına basılan tişörtler, oyunu cep telefonlarında daha rahat oynayabilmek için üretilen konsollar, hatta oyun içerisinde kullanılan silahların airsoft versiyonları, cosplay giysiler, çantalar, ayakkabılar… Anlayacağınız PUBG şimdiden bir sektör haline dönüşmüş durumda.

Aslında PUBG; Fortnite, Apex Legends, Arma 3 gibi benzer Battle Royale oyunlardan sadece biri. Bu tarz oyunlar bir süredir eSpor diye isimlendirilen oyun türlerinin başında geliyor. eSpor, özellikle son zamanda yaşadığımız topraklarda da popüler hale geldi. Öyle popüler oldu ki seçimlerde propaganda malzemesi olarak bile kullanıldı. Oyunu oynayan belediye başkan adaylarının eSporla ilgili vaatleriyle dolu bildirileriyle yerel seçim sürecine eSpor damgasını vurdu!

PUBG’nin de bir parçası olduğu eSpor oyunları, kapitalizmin yüzünü döndüğü yeni bol kazançlı alanlardan biri. 2017 yılından bir istatistiğe göre, 194 milyon kişi bu tarz oyunları oynuyormuş. PUBG ve PUBG gibi oyunların, bu oyunların sahibi olan (Riot Games, Activision Blizzard, Valve, Wargaming gibi)şirketlere kazandırdığı para 650 milyon dolar. 2020’de oyun oynayan kişi sayısının 303 milyona, şirketlerin kazanacağı paranın ise 1,5 milyar dolara çıkması bekleniyor. Bu denli yüksek bir ranta sahip oyun sektöründe, aslında bu şirketler bizimle oyun oynuyor. Yani oynadığımız her oyunda birilerini daha fazla zengin ediyoruz.

Savaş Alanına Çevrilen Yaşamlarımız

Oyunun esin kaynağı ve aynı zamanda türünün ismi olan, 2000 yılında vizyona giren Battle Royale filmini incelersek bizlere ne tür bir yaşam biçimini empoze etmek istediklerini daha iyi anlarız. Filmde 42 öğrenci bindikleri okul otobüsünden kaçırılarak ıssız bir adaya götürülüyor. Öğrenciler gözlerini açtıklarında boyunlarında elektronik birer kelepçe buluyorlar ve kendilerini kaçıran kişiler tarafından ölümcül bir oyuna sürükleniyorlar. Oyun ise kendilerine verilen az miktarda yiyecek ve çeşitli silahlarla birbirlerini -son bir kişi kalıncaya dek- öldürmelerini emrediyor. E tabi sona kalan kişi, ölen onca öğrenciye rağmen hem oyunu “kazanmış” hem de “hayatını kurtarmış” oluyor.

Bir yerden tanıdık geldi, değil mi?

Şimdi bir oyun düşün! Oyunun server’ı bizim için sabah gözümüzü açtığımız anda açılıyor, henüz ana ekranda kuşandığımız itemler ise sabahın köründe kalkıp hazırladığımız çantamız. Gittiğimiz okullar, oyunda giriş yaptığımız farklı map’lerden sadece biri. Oyunda ne kadar seviye yükseltirsen rekabetin zorluk seviyesi o kadar artıyor. Üst sınıflara çıktıkça daha güzel okullar, daha iyi bölümler kazanabilmek adına rekabet artıyor. Ve sistem bizi bizim gibi olan diğer öğrencilerle, arkadaşlarımızla rekabet etmek zorunda bırakıyor; kazanmak ve hayatımızı kurtarmak için.

Bu savaş alanında kapitalizmin ve devletin bize sunduğu şeyleri kazanabilmemiz için ne paylaşmalı ne de bir başkasıyla dayanışmalıyız. Aksi takdirde oyundan atılmamız çok büyük bir olasılık haline geliyor. Yani her sabah, PUBG’nin öğrenci versiyonuna uyanıyoruz anlayacağınız!

İş bununla da kalmıyor; yaşadığımız ve her yanı savaşlarla dolu olan dünyada eline silah almayı, bir insanı öldürmeyi, bunu bir amaç olarak görmeyi normalleştiriyorlar. Mesela oyunda 100 insan öldürme kotasını doldurursak çok özel bir hediye kazanıyoruz. Bu bizim günlük yaşantımızda devletin üzerimizde uyguladığı, özellikle okul ve kışla gibi yerlerde kullandığı militarist yöntemi normalleştirmemizi ve verilen her görevi, her misyonu -sonunda alacağımız sözde ödülleri düşünerek- gözü kapalı yapmamızı sağlıyor.

Rekabet ve bencillik odaklı ilişki biçimlerini normalleştiren, itaatkar olmamızı hedefleyen, tek amacı kazanmak (bu da böyle bir sistemde hayatta kalmakla aynı anlama geliyor) olan bu tarz oyunlarla neyi kaçırıyor olduğumuzu unutmamak lazım. İçinde bulunduğumuz gerçekliği…

Anlatmaya çalıştığımız bütün olumsuz özellikleri ile bizi bu denli içine çeken PUBG vb. oyunlardan kazandığımız çorba parası, açlığını çektiğimiz paylaşma ve dayanışma dolu dünyada kimin karnını doyuracak?

 

]]>
İsmini Vermek İstemediğim https://inadina.org/ismini-vermek-istemedigim/ Wed, 30 Oct 2019 10:08:21 +0000 http://inadina.org/?p=498

Çocukken herkes bir sanatkardır, zor olan yetişkinken sanatkar kalabilmektir. Pablo Picasso İsmini vermek istemediğim bir lisenin öğrencisiyim. İsmini vermek istemediğim onlarca kişinin öğrencisi olduğum gibi… Beyinlerimize kodlanmış hayatları yaşamak zorunda bırakılan milyonlarca gençten birisi… Okul-ev-ders-sınav evreninin sonsuz gezegenlerinden biriyim, bana çizilen yörüngeleri dönmekteyim. İsmini vermek istemediğim diğer öğrenciler gibi… Sert bir törpüyle düzeltilmeye çalışılan isteklerin, […]]]>
Çocukken herkes bir sanatkardır, zor olan yetişkinken sanatkar kalabilmektir.

Pablo Picasso

İsmini vermek istemediğim bir lisenin öğrencisiyim. İsmini vermek istemediğim onlarca kişinin öğrencisi olduğum gibi… Beyinlerimize kodlanmış hayatları yaşamak zorunda bırakılan milyonlarca gençten birisi… Okul-ev-ders-sınav evreninin sonsuz gezegenlerinden biriyim, bana çizilen yörüngeleri dönmekteyim. İsmini vermek istemediğim diğer öğrenciler gibi…

Sert bir törpüyle düzeltilmeye çalışılan isteklerin, ağır bir makasla budanmaya çalışılan düşlerin henüz düzeltilemediği, budanamadığı bir zamanda okulun, ailenin, devletin isteklerini reddederek düşünen bir bireyim, ismim lazım değil!

Senin de vardır öyle anlarda reddederek, düşüncelerini ve duygularını ifade ederek, varlığını yok sayanlara karşı kendi varlığını haykırışların. Her gün ve sürekli bir şekilde empoze edilen düşüncelere karşı çıkışın; yalnızca itaati öğütleyenlere isyanın! Benim de öyle!

Bu karşı çıkışın birçok mecrasından biri; isyanı anlatmanın birçok aracından biri olarak gördüm tiyatroyu. Çünkü derdimi/derdimizi anlatmanın daha dolaylı biçimlerle değil doğrudan bir yoluydu tiyatro. Gerçeği yaratıcı bir şekilde anlamanın/anlatmanın iyi yöntemlerinden biri olarak tanıdım. İktidar mekanizmalarıyla sınırlı hale getirilmiş toplumsal etkileşimi bu sınırlardan kurtarabilmeyi tiyatroyla gerçekleştirmek istedim.

Tiyatro ne mi yapar? İçinde yaşanılan dünyayı taklit eder. Mimesis denilen kavram buradan gelir. Mimesis, taklit etmek demektir. İçinde yaşadığımız dünyayla ilişkisi budur. Olduğu gibi bir taklit değildir bu. Bireyin yaratıcılığından/kendi deneyimlerinden geçirilmiş bir dünyadır bu.

Özgür bir dünyanın sahnelenmesidir bazen, uğrunda mücadele edilen; bazen en karanlık distopyaların sahnelenmesidir, içinde bulunduğumuz en adaletsiz zamanların. Bu taklit, varolanın tekrarı değildir. Varolup görünmeyeni, bu taklit aracılığıyla görünür kılmaktır.

Tiyatro Kimin İçin?

Sanat için sorulan o meşhur soruyu biz de tiyatro için soralım. “Bütün dünya bir sahnedir!” der Shakespeare. Bu soruya verilebilir en kestirme yanıttır. Bu bizi bir yandan oyuncu kılar bu dünya/sahnede, bir yandan izleyici. Oyuncu/izleyici ayrımı yoktur bu dünya/sahnede.

Başta söyledim ya, empoze edilen ve itaati öğütleyen düşüncelerle, mekanizmalarla sadece izleyici kılınırız bu dünyada. Oynamak zorunda olduğumuz rol oynatılır bize. Düşünmediğimiz düşünceler düşündürtülür, hissetmediğimiz duygular hissettirilir. Zorla, baskıyla, şiddetle…

Tiyatro bizi pasifize eden bu sistemi farketmenin bir aracıdır, bizi kandırdıkları oyunun farkedilme “anı”dır. Düşüncelerimin yaratıcı bir şekilde somutlaştırılmasıdır yani eylem anıdır. Ve özgürlükle ilgilidir.

Geri dönelim soruya, tiyatro kimin içindir? Dünya sahnesindeki herkes için. İçinde yaşadığımız bu iktidarlı düzen; onun aile gibi, okul gibi, ordu gibi kurumları ve bu kurumlarla şekillendirilen toplum hepimizin içindeki bu yaratıcılığın ortaya çıkmasına izin vermiyor. Aynılaştırma, üretimin kolektiflikten koparılması ve profesyonelleşme sadece düşündüklerimizin yaratıcı ifadesinin önüne geçmiyor; aynı zamanda düşünmeyi, eylemeyi engelliyor. İşte böyle bir döngünün içinde, bireyin gerçek olanın ne olduğuna yanıt ararken kendi farkına varmasında bir yol, hayalgücünün sınırlandırılmasına bir karşı koyuş olarak gördüm tiyatroyu.

İsmini Vermek İstemediğim Oyun

Bedenin özgürleşmesi, hayal etmenin ve gerçekliğin bedende somut olarak gözlemlenmesi ya da bir karşı koyuş diye nitelediğimiz tiyatro her dönem baskı ve yasaklamalara maruz kalmıştır. İşte böyle zamanlarda iktidarın aynılaştırma ve niteliksizleştirme stratejilerinin parçasına ya da kimi zaman kolay tüketilen, huzur ve rahatlama aracına da dönüşmüş, seyircinin pasifleştiği ve popüler kültürün şekillendirdiği kapitalizm ürününe dönüşmüştür.

Bu dönüşüm tiyatroyu kendi özünden koparmakla kalmamış, devletin milliyetçi ideolojisinin pompalandığı bir araca dönüşmesine de olanak vermiştir.

İsmini vermek istemediğim lisenin ismini vermek istemediğim hocasının yönetiminde çalıştırılan oyunlarda olduğu gibi. Bireyin benliğini, olmayan soyut bir bütüne, soyut sınırlara armağan etmenin dayatılan mutluluğu… Yaşamlarını verdikleri için kahramanlaşan ölülerin ölümüyle ölümsüzleşen devlet…

Milliyetçilik ve kahramanlık duygularını harekete geçirmeyi amaçlayan bu propagandalar, savaş alanlarında kendisini vatanperver duygular için, vatan için, devlet için feda etmeye hazır insanların varlığına dayanır. Ulusun birlik ve beraberliğinin, dinsel bütünlüğün vurgulandığı oyunların okullarda neden oynatıldığı aşikardır. Devlete uygun vatandaşlar üretme fabrikası olan okullarda Vatan Yahut Silistre’ler, 18 Mart Destanları, 15 Temmuz’lar, daha nice “yer ve zamanla” kutsanmış oyunlarla belli değerler biz liselilere aşılanmaya çalışılır. Sonrası, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım!

İsmini Vermek İstediklerim

Milliyetçi propagandanın ya da popüler kültürün bir aracı/ürünü haline gelmiş bir oyunun ne bireyin yaratıcılığı ne de o bireyin özgürlüğüyle ilgisi vardır. Nefret ve düşmanlık ritüellerinde yer almak yerine, örneğin Ionesco’nun nefes kesen Gergedanlar oyununda Bérenger’i oynamak isterdim. Çünkü etrafımda esen ırkçı ve militarist rüzgarların arasında yalnız bir insan olmanın ne demek olduğunu anlatmak isterdim. Özgürlük hayallerimizi ortak zannettiğim insanların, gergedanların ayak sesleri yükseldikçe birer birer gergedanlaştıklarını, pek eğitimli insanların gergedanlara dair hiçbir şey söylemeden klişeleri yinelemesini ve sonra sürüye katılmasını, bu hergün yaşadığım ve bilendiğim salgın hastalığın nasıl yayıldığını bu kadar net gösteren bir oyunda oynamak isterdim. Ama bu salgını, kapitalizmin büyük oyunu olarak yok sayan ilerici Botard’ın ya da gergedanlığı olağan sayan pipocu Dudard’ın repliklerine, özellikle bugün var olan benzerlerinin söyledikleri eklensin isterdim, çünkü hiç üzerlerine alınmıyorlar.

Dario Fo’nun ölümsüz eserlerinden biri olan Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’nde Deli karakterini oynamak isterdim. Başrol olduğu için değil oyunun sonunda seyircilere hangi sonu tercih ettiklerini sorduğu için Deli’yi oynamak isterdim. Seyircilere, kanunlara saygılı ama katillerin kurtulduğu sonu mu, yoksa kanuna aykırı ama katillerin öldüğü sonu mu tercih ettiklerini sorarken gözlerinin içine bakmak isterdim. Gazeteciyi de oynayabilirdim çünkü bu meslekten insanların ya da aslında iyi araştıran ve sorgulayan her insanın gerçeklere yaklaştıkça bir karar vermek zorunda olduklarını anlatmak isterdim. Aynı zamanda bu oyunu bu topraklarda oynadığımda izleyenlerin Cumartesi Anneleri’ni ve devletin kaybettigi devrimcileri hatırlamalarını ya da bilmelerini isterdim.

Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununda ışıkçı olmak isterdim. Bu oyunda hiçbir şey olmaz ama kendinizi izlemekten alamazsınız. Öyle doğurgan bir boşluk oluşur ki sahnede yapacağınız en ufak ışık oyunuyla bir boyut katabilirsiniz. Üstelik bu oyunu hazırlarken tiyatro dünyasının elli küsür yıldır bitiremediği felsefi ve tarihi bir tartışmanın parçası olursunuz. Kahramanların, kurtarıcıların, teorisyenlerin, çok bilenlerin, en güçlülerin ve strateji uzmanlarının dünyasının dışında bir arayış olarak gerçek olmayan bir düzlemde en gerçek ve acil meseleye odaklanırsınız. Oyunu yorumlayan hemen herkes artık Godot’yu beklemememiz gerektiğini söyler ama Godot’nun kim olduğu belli değildir. Belki de bu oyunu oynamak neyi beklediğimizi anlamanın bir aracı olabilir.

Alman anarşistlerini etkileyen Schiller’in ünlü Haydutlar oyununda oynamak isterdim çünkü bu oyundaki Moor ailesi karakterleri ve ilişkileri devleti oluşturan güçlerin bir analojisidir. Etrafımızı saran şiddetin Bohem Ormanları’nda geçen versiyonu, yüce amaçlar için işlenen cinayetler ve fazlasını, melodramların tadında canlandırır ama televizyonda her gün karşılaştığımız aksiyonun ardından gelen tatsız tortunun yerine bu karakterlerin arasında daha önce görmediğimiz ilişkilerin farkındalığını yaşatır.

Öyle yapıyorum. İsmini vermek istemediğim lisede ismini vermek istemediğim hocanın eğitmenliğinde, ismini vermek istemediğim oyunlarda oynamıyorum. Onların ölüm, düşmanlık ve nefret saçan propagandalarının parçası olmuyorum, olmayı reddediyorum. Benliğini bu isimsizlerin içinde hiçleştirmeyen özgür bireylerle, ismini haykıracağımız oyunlara hazırlıyorum kendimi.

 

]]>
ZAMAN AZALIYOR, MEKAN DARALIYOR, STRES ARTIYOR https://inadina.org/zaman-azaliyor-mekan-daraliyor-stres-artiyor/ Wed, 30 Oct 2019 10:04:25 +0000 http://inadina.org/?p=496

Zaman Azalıyor Şu anda sınava 88 gün 22 saat 38 dakika 15 saniye kaldı. Bu sınav benim yaşımdaki bir liselinin toplamda 2 yıl 10 ay 2 hafta ve 1 gündür hazılandığı büyük bir sınav; her şeyin belirleneceği, hayatımı değiştirecek olan bir sınav. Ve bu sınav sadece 5 saat 15 dakika sürüyor. Yaşantımızı böylesine belirlediğine göre, […]]]>
Zaman Azalıyor

Şu anda sınava 88 gün 22 saat 38 dakika 15 saniye kaldı. Bu sınav benim yaşımdaki bir liselinin toplamda 2 yıl 10 ay 2 hafta ve 1 gündür hazılandığı büyük bir sınav; her şeyin belirleneceği, hayatımı değiştirecek olan bir sınav. Ve bu sınav sadece 5 saat 15 dakika sürüyor.

Yaşantımızı böylesine belirlediğine göre, zaman bizden ayrı bir şekilde akıp geçmiyor. Biz zamanın içindeyiz ama hem sanki her şeyi kendimizin planlayıp kontrol edebildiği bir zamandan bahsediyoruz hem de onun bizim dışımızda akıp geçerken bizi kontrol etmesine karşı koyamıyoruz. Bu bir paradoks ve bu paradokstan kurtulmak için bir şekilde zaman kavramından da kurtulmamız gerekiyor. Şimdi zamanı donduruyoruz ve onu geriye sarıyoruz.

Evet, şu anda sınava 88 gün 22 saat 37 dakika 45 saniye kaldı. Ancak bunu bir kenara bırakalım, zamansız bir zamanda yolculuk yapalım. Şimdi ne hissediyorsun? Artık harıl harıl çevirmen gereken test sayfaları yok. Zamanında teslim etmen gereken ödevler, giderek azalan saatler yok. Yani hayatında büyük bir boşluk var. Bu boşluk zamansızlıktan dolayı ertelediğin hayatının boşluğu.

Sınava 1 yıl kalınca artık yavaş yavaş çalışmaya başlaman gerekti, etrafındaki herkes gibi. Belki yaptığın sporu, belki devam ettiğin tiyatro kursunu, belki de okuduğun kitapları bir süreliğine erteledin. Sınav bitince yapılabilirdi tüm bunlar. Geri gelmeyenler çöplüğüne attın yani…

5 ay kaldığında ise zaten okulda, dershanede artan derslerin yüzünden arkadaşlarınla da buluşamamaya başladın ve onları da ertelemek zorunda kaldın. Sınava kadar arkadaşlık sadece kütüphanede beraber test çözmek oldu. Sınava 1 ay kaldığında ise artık uyuyamaz hale geldin. 5 tane daha soru tipi görüp 1 net daha fazla yapabilmek için geceni gündüzüne kattın, sabah akşam çalıştın. Bize sınavdan sonra geleceği söylenen “rahat ve mutlu günler” için yaşamını askıya aldın. Zaman azaldıkça sen hızlandın, konular sınava yetişsin diye 2 yıl 10 ay 2 hafta 1 gününü erteledin. Yani bütün bir gençliğini…

Şimdi zamansız zaman yolculuğunda ertelediğin her şeyi yapabileceğin bir duraktayız. Bu zamansızlık aynı çocukken oynadığımız oyunlarda, oyuna daldığımızda zamanın nasıl geçtiğini anlayamamamız gibi. Oyun oynarken dünyanın içinde yeni bir dünya yaratırız. Ve bu dünyada zamanın akıp giderken bizi kontrol etmesine, bizi kısıtlamasına ve yapacaklarımızı erteletmesine yer yoktur.

Öyleyse, zamansız zaman yolculuğunu burada sonlandıralım. Geriye kendimize sormamız gereken tek bir soru kaldı: Zamanın üzerimizde yarattığı baskıdan kurtulabilir miyiz?

Mekan Daralıyor

Bonobo’nun “No Reason” şarkısına Oscar Hudson’ın çektiği klipte bir kişiyi hep aynı odadayken görürürüz. 4 dakikalık klip boyunca odada duran her şeyin yeri aynı kalmaktadır. Ama klip ilerledikçe odada duran kişinin gittikçe büyüdüğünü ve odaya sığamaz hale geldiğini görürüz. Bu sadece bir göz yanılsamasıdır. O kişi büyümez, oda küçülür.

Bu klip sana bir şey hatırlatıyor mu? Senin de mutlaka bir odada ders çalışmak ya da sınava hazırlanmak için kapalı kaldığın, çıkmak isteyip de çıkamadığın olmuştur. Hepimiz en az bir kere aynı bu klipteki gibi odaya sığamadığımızı ve duvarların üzerimize geldiğini hissetmişizdir.

Bir dönem bazı dershanelerde “kafes” isimli yöntem -liselileri sınav zamanında tüm gün bir odaya test kitaplarıyla kapatıp elinden telefonunu alma- çok yaygındı. Eğer bu uygulamaya maruz kalmışsak veya bir arkadaşımızı kafesten çıktığı anda görmüşsek kapatılmanın ne olduğu hissini daha iyi anlayabiliriz.

Gerçekten de yattığımız oda, günlerimizi ders çalışmakla geçirdiğimiz dört duvardan ibaret olunca kafesten bir farkı kalmaz. O kafesten dışarı çıkmak istediğinde ise ailemizin “Sınava az kaldı, otur evde ders çalış!”, “Bugün de mi arkadaşlarınla buluşacaksın, senin dershanen yok muydu?” gibi cümleleriyle kurtulmaya çalıştığımız dört duvar arasına tekrar kapatılırız. Özellikle sınav için zaman daha da azaldıkça odadan çıkma isteğimiz ailemizin gözünde bir büyük kabahate dönüşür. Odadan çıkmamızın tek sebebi yemek yemek, tuvalete gitmek gibi “ihtiyaçlar” olabilir. Bir de bir başka odaya (kütüphane, okul, dershane) gitmek için çıkabiliriz kapatıldığımız yerden.

Bir de bunlar yetmezmiş gibi, bir insanın bir odada saatlerce kapalı kalması olağan bir şeymiş gibi, bulunduğumuz mekanın giderek daralmasının bizde yarattığı etki psikolojik sorunlarla, bunalımlarla açıklanmaya çalışılır. Artık ailemizin ve öğretmenlerimizin gözünde hepimiz psikolojik birer vakaya dönüşmüşüzdür. Bir okula, bir sınıfa, bir odaya kapatılmak istemeyip o mekanlardan kaçanlarımız ise kapatılmayı reddettiği için “depresyonda” olarak damgalanır.

Yapılan bir deneye göre tamamen sessiz bir odada bir insan en fazla 45 dakika kalabiliyor. Öyle bir oda ki odada bulunan insan damarında akan kanın sesini bile duyabiliyor. Tıpkı bizim test çözmek için odaya kapandığımızda yalnızca kurşun kalemin kağıda sürtünmesinden çıkan sesi duyduğumuz; dikkatimizi dağıtacak tüm sesleri, ders dışındaki düşüncelerimizi bile susturduğumuz gibi…

Peki biz bu odada daha ne kadar kapalı kalabileceğiz? Eğer bu yaşadıklarımız üzerimizde yapılan bir deney ise bu odada kaybettiğimiz duygu, düşüncelerimiz ve yaşayamadığımız anlarla, sıkışmışlığımızla deneyi sürdürmekteyiz. Nereye kadar sürdüreceğiz?

Stres Artıyor

Gittikçe stres artıyor. Çünkü zaman azaldı ve zaman azaldıkça kendimizi eve, okula hapsettik. Mekanlar da daraldı. Evde, okulda, televizyonlarda, internette, her yerde aynı cümle söyleniyor: “Sınav yaklaşıyor”.

Herkes bizden başarmamızı bekliyor. Eğer tek seçeneğimiz gibi görünen bu sınavda “başarılı” olamazsak, arkadaşlarımızı bu yarışta geçip en üst basamağa yükselemezsek hayat boyu bir “başarısız” olacağımız söyleniyor. Bütün bu strese katlanmamızın  sonunda kazanacağımız bir “başarı” var yani. Ne başarısı? Neyi kazanıyor olacağız?

İsmimizin önüne eklenen birincilik, ikincilik, üçüncülük sıfatlarını mı? Takdir, teşekkür, onur belgesini mi? Ya da statülerini, konumlarını, mevkilerini mi kazanacağız? Maaşımızın sonundaki sıfırların artışı mı bizim en büyük başarımız? O parayla alacağımız ev, araba, yeni kıyafetler mi? Yani hepsi bu kadar mı?

Biz de inanıyoruz bu “kazanma” yalanına. Zannediyoruz ki şimdi artan stresimiz bir gün azalacak. O yüzden kapatıldığımız odalara bir zaman sonra kendimiz de kapanıyoruz. Sınavı atlatana kadar sabretmeyi tercih edip kendimizi kandırıyoruz. Zamanın hızına ayak uydurmaya çalışırken bir gün çok zamanımızın olacağına inandırıyoruz kendimizi. Ama bu sınav bittiğinde de ertelediğimiz her şey için artık zamanın çoktan geçtiğini farkediyoruz. Kapatıldığımız odaların da sayısı artıyor üstelik. Sabah 7’den akşama kadar, hiç çıkışın olmadığı yeni odalarda buluyoruz kendimizi. Stres artıyor, stres artıyor, stres artıyor…

Stres bitmiyor… Stres bizleri bitiriyor. Ömer Faruk Duranoğlu sınav sonucu “yeterli” olmadığı için gelecek kaygısıyla yaşamına son verdi. Büşranur Kalaycı ise 1 dakika geç kaldığı için sınava alınmayınca yaşamına son verdi. Ömer ve Büşranur gelecek kaygısıyla yaşamını yitiren birçok kardeşimizin arasındaydı, sınavlarla katledildiler.

Bizler biliyoruz ki özgürlük de gelecek de ne sınavlardadır, ne okullarda, ne üniversitelerde, ne de yıllardır bizi uyutmak için iktidarların uydurdukları masallarda. Özgür bir gelecek başkasının sırtına basıp yükselerek “başarı” kazanmakla değil paylaşma ve dayanışmayı büyüterek, el ele verilerek yaratılacak bir dünya içinde mümkündür.

Biz anarşist liseliler, iktidarların ve kapitalizmin piyonu olmayı, arkadaşlarımızla aramıza içinde bulunduğumuz sistem tarafından sokulan bencillik ve rekabet duygusunu reddediyoruz. Bizler bize vaat edilen özgürlüğün ve insanca yaşamanın devletin sınavıyla değil bu düzenin karşısında büyüteceğimiz isyanımızla, paylaşma ve dayanışma ruhuyla kazanılacağını biliyoruz. Düşlediğimizi, şimdi şu anda eyleyerek özgürlüğümüzü kazanıyoruz. Sınavı değil yaşamı seçiyor, anarşizmde örgütleniyoruz.

 

]]>
İnternette Mülkiyet https://inadina.org/internette-mulkiyet/ Wed, 30 Oct 2019 10:02:01 +0000 http://inadina.org/?p=493

Günlük hayatta her şeyin ve herkesin isimlendirilmesinde -yani adresleme sisteminde- nasıl otoriteye ve kapitalizmin mülkiyet ilişkilerine maruz kalıyorsak aynısına en önemli iletişim aracı olan internet ortamında da rastlıyoruz. En basitinden düşünelim; internete ilk adımını atıyorsun ve bir web sitesinde bildiklerini paylaşmak istiyorsun. Bunu yapabilmen için sistem içerisinde bir alan adına sahip olman gerekecek. Alan adları […]]]>
Günlük hayatta her şeyin ve herkesin isimlendirilmesinde -yani adresleme sisteminde- nasıl otoriteye ve kapitalizmin mülkiyet ilişkilerine maruz kalıyorsak aynısına en önemli iletişim aracı olan internet ortamında da rastlıyoruz.

En basitinden düşünelim; internete ilk adımını atıyorsun ve bir web sitesinde bildiklerini paylaşmak istiyorsun. Bunu yapabilmen için sistem içerisinde bir alan adına sahip olman gerekecek. Alan adları merkezi bir otorite tarafından kiralanıyor. Eğer bir alan adı boştaysa, bu alan adını en fazla 10 yıl kiralayabilirsin. Sonra tekrar yenileyebilirsin ama asla tam anlamıyla sende olmaz. Sürekli kiralayıp ücret ödemek zorundasın, adeta ev kiralar gibi! İletişim bilgilerini tam ve eksiksiz vermelisin, yoksa her an bu alan elinden alınabilir. Kirayı biraz geciktirirsen 10 kat ceza ödersin, çok geciktirirsen bir kumar sitesi ya da bir reklam sitesi bu alanı hemen alır ve onu bir daha geri alamazsın.

Copyright

Kapitalizmin kitaplarda, filmlerde, yayınlarda, ürünlerde yani tüm “içeriklerde” günlük yaşamda dayattığı telif hakları ve yasaklayıcı kurallar bütünü internette de geçerli. Oynadığımız oyunlardan kullandığımız programlara, okuduğumuz kitaplardan izlediğimiz videolara kadar her şey telif haklarına sahip ve kısıtlanıyor.

Kopyalayamazsın, paylaşamazsın ve yayamazsın! Birbirimizle paylaşmamızı engelleyip yasaklayıcı kurallar koyuyorlar. Kapitalizmin karşı çıktığı paylaşma kültürü internette de engelleniyor, yasaklanıyor.

Copyleft

Alternatif gibi gözüken copyleft ve özgür yazılım hareketi 1970’lerde telif haklarına karşı ortaya çıktı ve belli ölçüde mülkiyeti olmayan bir birikim sağladı. Copyleft telif haklarını kendi silahı olan yasalarla ya da hukuk düzleminde vurdu. Bu tip lisanslarla paylaşılan yazılımları kullananlar kendi katkılarını da aynı şekilde lisanslamak zorunda. Böylece özgür yazılım birikimi gittikçe çoğalıyor. Bu birikimi çalarak kullanan ticari yazılımlar da hukuk yoluyla özgürleştirilebiliyor. Ancak zamanla şirketler bu özgür yazılımları kendi bünyelerine katarak bundan kar elde etmeye başladılar. Artık şirketlerin çoğu bu yöntemi kullanarak ürünlerin daha çok kişiye ulaşabilmesine, böylelikle reklamını yapabilmesine, ayrıca yaptığı ürünün geliştirilmesine katkı sağlamış oluyor; karına kar katıyor.

Deneme Sürümü mü Denetleme Sürümü mü?

İnternetin bir diğer kabusu ise reklamlı içerikler, uygulamalar… Bizlere ücretsiz olarak pazarlanan uygulamaları kullanırken her defasında karşımıza çıkan yüzlerce gereksiz şey… Kapitalizm bu alanı iyi görmüş ki kendine bu alanda yer edinmiş ve tabelalarda, televizyonlarda gördüğümüz reklamları internete monte etmiş durumda. Biz bu uygulamaları içerikleri her kullandığımızda karşımıza reklamlarını çıkararak reklam sahipleri-sağlayıcıları, içerik üreticileri; hepsi paralarına para katıyorlar.

Denetçi tüketicileri bilirsiniz; kendisini gizli tutar, bir mağazaya girer, orayı denetler. Hazırladığı raporu bir üstüne verir ve bunun karşılığında ücret alır. Kullandığımız uygulamalar da adeta bizi denetçi tüketici yerine koyuyorlar. Uygulamaların deneme sürümlerini kullanırken bizden aldığı raporlarla kendi ürünlerini geliştirip pazarlıyor, böylece kendilerini geliştiriyorlar. Bu kısımları es geçsek bile uygulamaları deneme sürümünden daha çok kullanmak veya başka özellikleri kullanmak istediğimizde bizden belirli ücretler istiyor ve sınırlandırıyorlar. Unutmayın, bu raporlama olayı uygulamaların sadece deneme sürümlerinde yok; neredeyse her uygulamada var. Ve biz istemeden kendilerine raporlar alıyorlar.

Copy(A)

Neyse ki korsanlar var! Bilgisayar korsanları internetin Robin Hood’u, isimsiz kahramanları.

Ücretli veya deneme sürümlerindeki ürünleri alıp crackliyorlar, kırıyorlar ve internete yayıyorlar; böylece herkesin kullanımına açmış oluyorlar. Çok iyi ama bu korsanların ürünleri paylaştıktan sonra verdiği reklamlarla elde ettiği gelirlerin ne olduğunu veya reklam koymasa da gelirlerini hangi yollardan sağladıklarını bilemiyoruz; yani şeffaf değiller. Tanışmak istesek tanışamıyoruz, şüphe var.

Ama bizimle tanışabilirsin. Yaptığımız her şey açık. Kapitalizmi sürdüren ürünleri paylaşmayız. Bilginin paylaştıkça çoğaldığına ve tutsak edilmiş her bilginin özgür kaldığı zaman gerçekten bilgi olarak kaldığına inanırız. Biz bunu devletin hukuk sistemi içinde tanımlamıyoruz. Bilginin özgürce paylaşılması ya da COPY(A)!

 

]]>
SEPULTURA’DAN SOULFLY’A https://inadina.org/sepulturadan-soulflya/ Wed, 30 Oct 2019 09:59:17 +0000 http://inadina.org/?p=490

İçimizde bir isyan var. Bitmek bilmeyen bir öfke var. Bu öfke bir çığlığa dönüşüyor içimizde. Bunun bir yansıması olmalı değil mi? Ve kulağımızda bir çınlama oluyor. Ardından bir müzik başlıyor. İçimizi kıpır kıpır eden, yerimizde durmamıza izin vermeyen bir müzik bu. Biz bu müziğin bizde yarattığı duyguyu seviyoruz. Ve tabi ki bize bu duyguyu yaşatan […]]]>
İçimizde bir isyan var. Bitmek bilmeyen bir öfke var. Bu öfke bir çığlığa dönüşüyor içimizde. Bunun bir yansıması olmalı değil mi? Ve kulağımızda bir çınlama oluyor. Ardından bir müzik başlıyor. İçimizi kıpır kıpır eden, yerimizde durmamıza izin vermeyen bir müzik bu. Biz bu müziğin bizde yarattığı duyguyu seviyoruz. Ve tabi ki bize bu duyguyu yaşatan ve müziğe yaşamın içindeki isyanı, öfkeyi katan Sepultura ve Soulfly’ı unutamıyoruz. Onların yıllar önce çıkmış olan şarkılarını yeniden ve yeniden dinliyoruz. Çünkü onlar da biz de isyanı seviyoruz.

Sepultura

Portekizce’de mezar anlamına gelen Sepultura isimli grup 1984 yılında Brezilya’da 20 yıllık bir askeri diktatörlük döneminde Cavalera kardeşler, Jairo T ve Paulo Jnr tarafından kuruldu.

İlk albümleri 1985 yılında çıkan Bestial Devastation (Vahşi Yıkım)’dı. İki günde kaydettikleri bu albümün kayıtlarını ve yapımcılığını kendileri yaptılar. Ardından 1987 yılında yayınlanan Schizophrenia ve Morbid Visions albümleriyle Brezilya dışında da ses getiren grup 1989’da çıkardıkları Beneath The Remains albümlerinden sonra ilk Avrupa turnesine çıktı. Bu albüm metal camiasında yeni bir türün oluşmasının temellerini attı. Savaşlar, gelişen  teknoloji yaşamlarımızdaki tahribat, ırkçılık… Yani aslında bu albüm yaşadığımız sistemi anlattı bize. Bir adaletsizlikler sisteminden bahsediyordu şarkıları. Bu düzeni bozmak için söylüyorlardı sanki. Her şeyin para olmadığını düşünüyorlardı. Onlar için bir şeyin daha farklı olması gerekiyordu. Değişmeliydi bu düzen. Grubun bateristi Igor varoşlarda yaşayan gençlere ücretsiz ders vererek anlatıyordu bir şeylerin değişebileceğini.

Sepultura çıkardıkları albümler ve yazdıkları şarkılarla paradan, uyuşturucudan, cinsellikten değil sokak çocuklarının polis tarafından nasıl katlediliğinden, gözaltındaki kayıplardan, eşkiyalardan, uyuşturucu çetelerinden, yoksulluk ve çaresizlikten bahsediyordu. Refuse Resist şarkısında da bahsettiği gibi:

Sokakta tanklar

Polisle çatışıyor

Ayaktakımı ölüyor

Öfkeli kalabalık

arabaları yakıyor

Katliam başladı

Kim sağ kalacak?

Ordu kuşatmada

Her yerde dehşet

Bıktım artık

Devletin içinde

yaratılır savaş

iki cephe arasında

Kim sağ kalacak?

Reddet, Diren

Reddet!

1993 tarihli Chaos A.D. albümünde müziğine Brezilya yerli ritimlerini, sözlerinde ise Brezilya’daki adaletsizlikleri taşıyordu. Grup 1996’da çıkardıkları Roots (Kökler) albümünü  Brezilyadaki Xavantes kabilesinde yaşadıkları süreçte çıkarır. “Her şey herkesindir” ilkesinin işlediği bu kabilede mülkiyet yoktu. Sepultura bu kabilede yaşarken 400-500 yıl önce devletsiz yaşayan toplulukların kültürünü deneyimlemişti. Bu albüm ve  deneyimden sonra grubun vokali Max Cavalera oğlunu ve en yakın arkadaşını kaybettiği için psikolojik sıkıntılar yaşadığından dolayı gruptan ayrıldı. Ama Sepultura yeni albümler çıkararak sisteme olan öfkemizi seslendirmeyi sürdürdü.

Soulfly

Max Cavalera yaşadığı sıkıntıların ardından müzik hayatına Soulfly grubunu kurarak geri döndü. Nu metal ve thrash metale yakın olan grubun tarzı Brezilya kabilelerinin kültüründen beslendi. Grup ilk albümünü 1998 yılında kendi ismiyle çıkardı. Bu albümün yayınlanmasının ardından grubun gitaristinin gruptan ayrılmasıyla yerine Machine Head’in eski gitaristi Logan Made gruba katıldı. Ardından yayınlanan Prophecy (2004), Conquer (2008) ve Archangel (Başmelek) gibi albümler büyük beğeni topladı. Grubun on yıllık çalışması boyunca Cavalera tek sabit üye oldu. Psikolojik sıkıntılarının üstesinden gelebilmek için müziği terapi olarak kullanan Cavalera bir müzik grubu daha kurdu.

Şarkılarında yine sisteme karşı duyduğu öfke vardı:

Umut Yok = Korku Yok

Kim dediyse hiçbir zaman özgür olamazsın diye

Kim dediyse o hayali arayamazsın diye

Kim dediyse hiçbir zaman özgür olamazsın diye

Onu diyen senin düşmanındır anlayacağın

Hayatım benimdir, hakkım benimdir

Çünkü o benim hayatım anlayacağın, senin hayatın değil

Hayatım benimdir, hakkım benimdir

Bazen aklını kaybetmen gerekir…

Öbür dünyayı beklemeyeceğim

Şimdi zamanı, tam zamanı

Kalbimi dinleyip üstesinden gelicem 

Şimdi değilsen hiç değildin

O zaman kendini bulmak için kendini kaybet

Başka hiçbir kimse gibi davranmana gerek yok

Bazen yol tıkalı gibi gelir

Bir yolunu bulacağım, kayaları oynatacağım

Özgürlük!

Bir müzik grubu ne yapabilir? Bir müzik grubu bütün sistemi yıkabilir mi? Bir şarkıyla değişir mi dünya? Tabi ki hayır. İçimizde bir kıpırtı, bir isyan dürtüsü yaratsın yeter. Çünkü bu kıpırtıyla, bu isyan dürtüsüyle ve özgürlüğe olan inancımızla biz değiştiririz dünyayı.

 

]]>
Duygular Duvarda https://inadina.org/duygular-duvarda/ Tue, 29 Oct 2019 09:17:41 +0000 http://inadina.org/?p=481

Duygularımız, öfkemiz, isyanımız, heyecanımız, okul duvarlarının arasında boğulan hayallerimiz… Biz liselilerin bazen her şeyimizi kontrol altında tutmak isteyen aileler, bazen otoritelerine başkaldırmak istediğimiz öğretmenler ve baskılarından bıktığımız müdürler yüzünden kısılan sesimiz şimdi duvarlarda. Aynı duyguları yaşıyoruz ve birbirimizin halinden ancak biz anlayabiliriz. Sen de eline geçen bir markır ile her yere yazabilirsin ne hissettiğini. Kim […]]]>
Duygularımız, öfkemiz, isyanımız, heyecanımız, okul duvarlarının arasında boğulan hayallerimiz… Biz liselilerin bazen her şeyimizi kontrol altında tutmak isteyen aileler, bazen otoritelerine başkaldırmak istediğimiz öğretmenler ve baskılarından bıktığımız müdürler yüzünden kısılan sesimiz şimdi duvarlarda.

Aynı duyguları yaşıyoruz ve birbirimizin halinden ancak biz anlayabiliriz. Sen de eline geçen bir markır ile her yere yazabilirsin ne hissettiğini. Kim olduğunun bir önemi yok, sen de liseliysen aynı duyguları paylaşıyoruzdur zaten. Birbirimizi tanıyalım, duygularımızı dolu dizgin yaşarken tek olmadığımızı bilelim diye, şimdi “Duygular Duvarda”!

Sabah okula gitmek için yatağından kalkarken hissettiğin o duygu; yatağında kıvranırken “5 dakika daha” dedirten duygu. Hepimiz yaşıyoruz aynı duyguyu. Her sabah uykumuzu, gördüğümüz rüyaları yarıda kesip beton yığınlarının arasına gitmek zorunda olmak… Berbat hissettiriyor. Ama yine de bir şekilde okulun kapısının önündesin. Ve duvarda bir yazılama “5 Dakika Daha”.

Okulun duvarlarının arasındasın yine. Beş dakika fazla uyuduğun için derse beş dakika gecikmişsin. Karşında yine suratsız müdür; senin gibi 3 dakika, 5 dakika ya da 10 dakika geç kalmış arkadaşlarını azarlamayı bekliyor. Müdürü atlatabildikten sonra sınıfına çıkarken düşündüğün şeyi duvarlara yazabiliriz: “Müdürsüz Dünya Mümkün”.

Öğle tenefüsünün zili çaldığında karnın da zil çalmaya başlamıştır artık. Tek seçeneğin  okulun yatırım yuvası olan kantin. Mideni bulandırsa da karnını doyurmayacağını bile bile tüm paranı verdiğin o pitos, kraker, hamburger… Yetmezmiş gibi bir de çok pahalı. Kantinden yiyecek paranın olmadığı, olsa da yemek yerken yine lanet okuduğun bir gün sen de yaz kantindeki bir masaya: “Kantin Pahalı”.

Öğle tenefüsü hala devam ediyor. Çünkü diğer tenefüsler gibi göz açıp kapayana kadar bitmiyor. Karnını da doyurduğuna göre sınıfına çıkabilirsin ya da arkadaşlarının yanına. Ama zaten herkes sıkılıyor. Çünkü yapabileceğin her şey sınırlı. Her şey kontrol ediliyorken hiçbir yaptığından keyif alamıyorsun. Herkesin dilinde aynı cümleler “Okul ne zaman bitecek, kaç ders daha kaldı, şu dersler bi bitmiyor…” Duvarda bir yazılama daha, tam içinden geçen cümle: “Bitse de Gitsek”.

Şimdi ders zili çaldı. Yine toparlandık dört duvarın arasına ve sıralara dizildik. Neyse ki cam kenarında senin sıran. En azından sıkıldıkça camdan dışarı bakıp hayal kurabiliyorsun. Ama hayallerinin önüne geçen gerçeklikler var. Sen de bu gerçeklikleri düşünüp duruyorsun. Aklından şu soru geçiyor: “Neden Okullar Hapishaneye Benziyor?”

Dersin ilerleyen vakitlerinde hoca dün girdiğiniz sınavın sonuçlarını açıklamaya başladı. Herkes heyecanla sınav sonucunun iyi olmasını bekliyor. Eğer notlar düşükse herkes eve gittiğinde anne babası tarafından azarlanabilir. Öğretmenin ağzından çıkacak olan birkaç sayıyı heyecanla beklerken önündeki sıraya yazılmış, yüzünü güldüren bir cümle: “Notlarımın Yükseklik Korkusu Var”.

Ders bitti ama hala girmen gereken başka dersler var. Sevdiğin şairin şiirine benzeyen bir söz geliyor şimdi de aklına: “Hayat Kısa Dersler Uzun”.

Sonunda okul çıkışındasın. Bir süreliğine mutlusun çünkü son dersiniz boştu ve erken çıkabildiniz bugün okuldan. Zaten “En İyi Ders Boş Derstir” diye boşuna yazmamışlar okulun karşısındaki duvara.

Günlerin böyle geçiyor. Okuldan eve, evden okula, bazen dershanelere, kurslara, bazen önündeki o büyük sınav için girdiğin deneme sınavlarına gidiyorsun. Ama yaşam sadece bundan ibaret değil. Olmamalı. Hissettiğin tüm duygular sinir, stres, bıkkınlık, üzüntü, kaygılar… Ama henüz gençken ve enerjin her istediğini yapmaya yetiyorken yaşamdan daha fazla keyif alabiliyor olman lazım. Mutluluk olmalı, güzel heyecanlar olmalı hissettiğin duygular. Önce bir düşün. Ne istiyorsun? Ne yapabilirsin?

Sonra da harekete geç.

Bu yüzden sen de al eline spreyini, markırını ve yazabileceğin her yere yaz duygularını. Görünmez sanma. Aynı duyguları paylaşıyoruz hepimiz. Olur ya belki buluruz birbirimizi.

O zaman birlik olup tüm baskılara, otoritelere karşı gelebiliriz. “En Güzel İsyan Lisede Başlar” deyip hemen başlayabiliriz. İktidarlara karşı “İnadına İsyan” diyebiliriz.

Çünkü biz “İsyana Aşığız”. Özgürlüğe, anarşizme ve mücadeleye…

 

]]>