Küresel Su Krizi ve 25 LİTRE Belgeseli

3 Haziran 2019
32 dakika okuma

Su, tüm canlıların vazgeçilmez bir gereksinimidir. Besin değeri, potansiyel kuvvetinin kullanımı ve tarım alanındaki başat rolüyle tarihin her döneminde gündemin başında olmuştur. Neredeyse bulunduğu her yerde canlılar için bir çekim merkezi yaratmıştır. Dünyadaki medeniyetler her daim suya yakın alanlarda kurulmuşlardır. Su olmadan bir hayat düşünmek mümkün değil. 

Dünyamızın büyük bir kısmı sularla kaplıdır. Fakat bu suyun %97,5’i tuzlu sudur ve bu haliyle insan tüketimine uygun bir durumda değildir. Potansiyelin ise yalnızca yüzde 2,5’i tatlı sudur. Ne yazık ki biz bu tatlı su oranının çok azına (%1) erişebiliyoruz. Zira bu rezervin büyük bir kısmı kutuplarda ve yüksek dağlarda kar ve buz halindedir. Kalan kısım ise yeraltı suları, akarsular ve göllerden ibarettir. İnsanlık bahsini ettiğimiz bu düşük orandaki suyun dağıtımı ve yer yer tuzlu suların arıtılmasıyla su ihtiyacını karşılıyor. Fakat ne yazık ki çok düşük bir yüzdesine erişebildiğimiz tatlı suyun fütursuzca tüketilmeleri ve kirletilmeleri sebebiyle tehlikedeler. Bu sular şehirleşme, sanayi ve tarım politikalarıyla aşırı tüketilmekte ve bir yandan da kirletilmektedir. Tüm bunların üzerine mülkiyet hakkının kendilerine verdiği güçle doğal varlıkları talan etmekte olan kapitalistler ve iktidarlı merkeziyetçi yönetimler çeşitli reklam kampanyalarıyla yeşil yüzlerini (!) pazarlayıp toplumsal farkındalık yaratmaya çalışmaktadırlar. Bu, kapitalizmin ve merkeziyetçi yönetim algısının şaşmaz tutumudur. Dolayısıyla tüm bu gerçekliklerin bir yansıması olarak, yükselmekte olan küresel iklim krizi ve özelde su kıtlığına yönelik farkındalık yaratmak için yapılan projelerde esas öznelerin rolünün es geçildiğini ve çözüm için sorumluluğun bireysel kullanımlara indirgendiğini görmekteyiz. Halbuki rakamlara bakıldığında su tüketiminin büyük bir kısmının bireylerden çok tarım ve sanayi sektörüne ait olduğuna şahit oluyoruz. Elbette ki bu oran insanların tasarruf etmelerinin yanlış bir tavır olduğunun göstergesi değil. Bu, küresel iklim krizi gerçekliğinin yalnızca bir boyutunu teşkil ediyor. Fakat ne yazık ki bizler bahsini ettiğimiz gerçekliğin apaçık yansıtıldığı ve böylece sorunun köküne inen farkındalık projelerinden ziyade, bilinçli/bilinçsiz olarak gerçeklerin üzerinin örtüldüğü projelerle karşılaşıyoruz. Bu tür projeler sebebiyle problemin esas aktörlerinin önüne bir perde çekilmiş oluyor. Böylece kapitalistler ve merkeziyetçi yönetim unsurları dünyayı tehdit etmekte olan bir gerçeklik üzerindeki sorumluluklarını gizleyip aynı sorundan kâr devşirmeye devam ediyorlar. Yaşamımızı tehdit etmekte olan küresel ekolojik problemlerin bir ticaret kampanyasına dönüştüğünü gördüğümüz her yerde bahsini ettiğimiz durumun ispatlandığını görmekteyiz.

Son zamanlarda yükselen “su krizi” gündeminde de benzer bir hâl görülmektedir. Yakın dönemde özellikle Cape Town, Mexico, Kahire, Gazze, Cakarta, Pekin, Tokyo, Moskova ve Miami gibi kentlerde su sıkıntıları yaşanıyor. Küresel su krizinde insanların sebep olduğu küresel ısınma gerçekliği bir yana, sorumluların hangi insanlar olduğu ve dünyamızın nasıl bu hale geldiği önemli bir konu olarak ortada duruyor. Günümüzde dünyanın gidişatına yönelik tepkiler sadece yetişkinlerden değil çocuklardan da geliyor. Okul boykotları ile geleceğe yönelik endişelerini dile getiren çocuklar, dünyanın bu hale gelmesine karşı yetişkinlerden hesap soruyorlar. Çünkü hayata geldikleri dünya kendilerinden önce bu hale geldi. Artık yaşamsal olarak birincil ihtiyaç niteliğinde olan suyun tükeniyor olduğu bir evreyle karşı karşıyalar.

25 Litre Belgeseli: Gerçeklerin Üzerini Örten Bir Distopya

İnsanlığı tehdit eden su krizine yönelik yapılan farkındalık projelerinden biri de 25 Litre isimli belgesel. National Geographic’in yapımını üstlendiği ve bulaşık deterjanı markası Finish’in sponsor olarak ön planda olduğu belgesel, yakın zamanda Cape Town’da yaşanan su sıkıntısından yola çıkarak İstanbul’u tehdit etmesi beklenen su yetersizliği problemine yönelik distopik bir uyarıda bulunuyor. Belgeselde Athena grubunun solisti Gökhan Özoğuz, oyuncu Özge Özpirinççi ve tarihçi İlber Ortaylı gibi isimlerin yer aldığını görüyoruz. Bu tarz belgesellerde toplum tarafından bilinen isimlerin yer almasının verilen mesajın kanıksanması için güçlü bir yöntem olduğunu bilmekteyiz.

Farkındalık yaratmayı amaçlayan bir distopya olan belgesel iki aşamada çekilmiş. Bir kısımda İstanbul’da yaşanan su sıkıntısının canlandırıldığını görürken, diğer kısmın Gökhan Özoğuz’un 25 Litre’nin ne anlama geldiğini günümüzün içinden insanlara aktarması biçimiyle ilerlediğini görüyoruz. Distopik olan kısım “Gelecekte Bir Gün” diye başlıyor ve İstanbul’da yaşanmakta olan bir olağanüstü hal durumunu gösteriyor. İstanbul “Sıfır Günü”nü yaşıyor. Aslında sıfır günü, Cape Town’da 2017 yılında gerçekleşmiş olan bir olay. Suların azalmasının ardından Güney Afrika yönetimi bu şehirde günlük 25 litrelik su tüketim kotası koyuyor ve su karneye bağlanıyor. Belgeselde de benzer bir tablonun çizildiğini görüyoruz. Devlet suyun kontrolünü eline alıyor ve İstanbul’un çeşitli bölgelerinde su dağıtım merkezleri kurarak insanlara buradan günlük 25 litrelik haklarını veriyor.

Belgeselin giriş kısmında “artan nüfus, hızlı şehirleşme, iklim değişikliği, tekrarlanan kuraklıklar…” gibi bir söylemle güçlü bir etki yaratılıyor ve sonuçta azalmakta olan suya yönelik çözümün tasarruf yapmak olduğu ifade edilerek sorumluluk insanlara yükleniyor.  Elbette ki bahsi edilen problemler su sıkıntısının başlıca sebepleri olarak ifade edilebilir. Fakat sebeplerin bu şekilde yüzeysel aktarımı meselenin özünü kaçırmamıza sebep olmaktadır. Artan nüfusla beraber insanların şehirlere göç etmesinde merkezileşerek kâr odaklı anlayışını sürdürmekte olan kapitalizmin temel bir rolü vardır. Günümüzde nüfusun genellikle istihdam arayışı ekseninde yoğunlaştığını bilmekteyiz. Bilhassa İstanbul’da bu durum en güçlü şekliyle yaşanmaktadır. Dolayısıyla kırdan kente olan göç ilişkisi İstanbul’u derinden etkilemektedir. Ayrıca kentlere göç; su probleminde de olduğu gibi sadece İstanbul’un değil, birçok dünya kentinin problemidir. Elimizdeki verilere göre 1950 yılında dünya nüfusunun %30’u kentlerde yaşıyordu. 1980 yılında bu oran %40’a yükseldi. Şimdilerde %55’lerde olan bu oranın 2030 ile 2040 yılları arasında %65-70 gibi seviyelere çıkacağı ifade ediliyor. İş olanaklarının tek bir merkezde biriktirildiği yerleşim kurgularının sürdürülmekte olduğu bir dünyada bu oranlardaki nüfus artışlarının sebep olabileceği ekolojik sıkıntılara karşı önlem alınmadığı takdirde, şehirlerin içinde bulundukları problemli durumlardan daha da kötü noktalara gelecekleri açık bir şekilde ortada durmaktadır.  

Dünya genelinde insanların kentlerde yoğunlaşması olağan bir durum (!) olarak seyir halindeyken; görüldüğü üzere bu durumun etkileri zincirleme olarak küresel ısınma, iklim değişikliği, su ve besin kıtlığı gibi meselelere sebep olmaktadır. Zira kentlerde toplanan insanlar ulaşım için kullandıkları araçlarla olsun yahut dolaylı yoldan tükettikleri fosil yakıtlarla olsun zararlı gaz salınımını arttırmaktadırlar. Ayrıca eklemlendikleri bölgelerde su tüketimi dengesini de olumsuz yönde etkilemektedirler. Ne yazık ki belgeselde hızlı kentleşmenin merkeziyetçi şehirleşme anlayışının bir tezahürü olmasının aktarıldığı bir kısma rastlamıyoruz. Mesele sadece bir konu başlığı olarak aktarılıyor ve insanlar derinlemesine bir analizden yoksun bırakılıyorlar.  

Bilim insanları sanayi devriminin başladığı 18. yüzyıldan bu yana atmosferdeki karbondioksit oranının %40, metan gazı oranının da %150 arttığını belirtiyorlar. Ayrıca bu süreç içerisinde Güneş’ten gelen ısı miktarının değişmiyor oluşu küresel ısınmada atmosferde biriken sera gazının etkisini ispatlar niteliktedir. Sıcaklık artışının güneşle ilgili olması durumunda atmosferin her katmanında bir sıcaklık artışı görüleceğinden, sıcaklığın sadece atmosferin en alt tabakasında artıyor oluşu bize sera gazlarının etkisini işaret etmektedir. Zira sera gazları atmosferin içindeki sıcaklığın dışarı çıkmasını engellemektedirler. Dolayısıyla burada küresel ısınmanın en büyük aktörünün insanlık olduğunu görmekteyiz. Bugün bizler biliyoruz ki iklim değişikliğinin sebebi olan sera gazlarının salınımının büyük bir bölümü fosil yakıtları kullanmakta olan endüstriler tarafından gerçekleştirilmektedir. Carbon Disclosure Project tarafından hazırlanan 2017 yılı tarihli bir rapora göre 1988 yılından bu yana gerçekleşen karbon gazı salınımının yüzde 71’i sadece 100 şirket tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu oranın 35,7’si aralarında Gazprom, Saudi Aramco, Exxon Mobil, Shell ve BP gibi şirketlerin olduğu on şirket tarafından paylaşılmaktadır. Yine aynı raporda 1988 – 2017 yılları arasındaki sera gazı salınımının aynı şekilde devam etmesi durumunda, 21. yüzyılın sonunda ortalama sıcaklıkların 4 santigrat derece daha artacağı yer almaktadır. Bu artış Paris Anlaşması’nda belirlenen 2 derecelik artış kotasından daha fazladır. Belgeselde sera gazlarının arttırdığı küresel ısınmanın dünyaya etkilerine yönelik net bir eleştirel vurguya da rastlamıyoruz. Çözüm yolları üstü kapalı ve muğlak bir şekilde şahsi tasarrufa yönelik aktarılıyor. Ne yazık ki kapitalizmin ve iktidarlı merkeziyetçi anlayışların dünyaya verdikleri zarar sebebiyle iklim değişikliğinin baş aktörleri olmaları konusunda doğrudan bir vurgu yok.

Dünya nüfusu milyonlarca yıllık tarihinde defalarca azalıp artmıştır. Nüfusun bugünkü seviyeye çıkmasında yağışların düzenli bir halde olmaları önemli bir etkendir. Zira yağış düzenliliği bize, tarımsal üretimler için planlama olanağı vermiştir. Bu sayede insanlar üretim ve dağıtım işini planlı olarak gerçekleştirebilmişlerdir. Bu da düzenli olarak besin dağılımına erişmemizi sağlamıştır. Dünya tarihinde yağış düzensizliklerinin olduğu evrelerde nüfusun oldukça azaldığını bilmekteyiz. Bunun en önemli etkenlerinden biri yağış düzensizliklerinin yarattığı ekolojik problemler ve dolayısıyla besin erişiminin bozulmasıdır. Tüm bu gerçeklerden yola çıkarak bakıldığında gelecek yıllarda yağış ritminin bozulduğu durumlarda dünyada su rezervlerinin azalması, suyunun kirliliğinin artması, besin planlamasının bozulması gibi olayların gerçekleşmesi öngörülmektedir. Zira yağışların fazla/az ve düzensiz olması, hasat edilip dağıtılacak olan tarımsal ürünlerin telef olması, tatlı sularla tuzlu suların karışması ve kirlenmesi gibi olaylara sebebiyet verecektir. Böylece dünyamız az miktarda olan tatlı suları da gitgide tüketecek ve ayrıca besin kıtlığı çekerek ekolojik bir felakete sürüklenmiş olacaktır. Ekoloji mücadelesi veren küreselleşme karşıtı Vandana Shiva’ya göre “Aşırı taşkınlar ve kuraklıklar, sıklaşan ısı dalgaları ve dondurucu kışlar şeklinde kendini gösteren iklim istikrarsızlığı, dünyanın daha zengin bölgelerinin şiddetlendirdiği atmosfer kirliliğinin bir sonucudur”. Bu söylem bize şöyle bir gerçekliği gösteriyor. Toplumsal üretimin gasp yoluyla elde edilip biriktirildiği bölgelerin bakiyesi her zaman felaket oluyor.

25 Litre belgeseli ne yazık ki bahsetmekte olduğumuz su krizine neden olan etkenlere dikkat çekmemiştir. Küresel ısınma sebebiyle insanları açlık ve susuzluğa itecek böylesi girift ilişkilerin es geçilmesi farkındalık yaratmak maksadı ile yapılan bir projenin mühim bir eksikliğini teşkil etmiştir.

Çok Kullanışlı Bir Veri: Dolaylı Su Tüketimi (Sanal Su)

Türkiye’de harcanan suyun %75’i tarımda, yüzde 10’u sanayide, kalan %15’lik kısımsa evlerimizde harcanıyor. Yani sadece %15’lik kısım bize ait. Diğer yüzdeler ise üretim zincirine ait olan su tüketimini ifade ediyorlar. Tek başına bu yüzdeler dahi su tüketiminde hangi alanlara daha çok yoğunlaşılması gerektiği hususunda bir netlik sağlamaktadır. Belgeselde bu veriler aktarıldıktan sonra yeni bir veri türü olarak “sanal su”dan bahsediliyor. Peki, dolaylı su tüketimi olarak da karşımıza çıkabilen sanal su nedir? Sanal su, kullanmakta olduğumuz her şeyin elimize ulaşana dek geçtiği aşamalarda harcanan su miktarının hesaplanmasıyla oluşan bir veridir. Bizler bu durumu her an doğrudan düşünmesek de bugün yediğimiz ya da kullanmakta olduğumuz her şey bir üretim faaliyeti sonucunda elimize ulaşmaktadır. Dolayısıyla yediklerimizde tarım, kullandıklarımızda ise endüstrinin bir payı söz konusudur ve neredeyse elimize geçen her şeyin geri planında bir su tüketimi vardır. Örnek vermek gerekirse giydiğimiz bir tişörtün sanal su miktarı üretim-dağıtım-satış zincirinde bulunan aşamalarda harcanan su miktarının hesaplanması ile bulunmaktadır. Üretimde kullanılan pamuğun yetiştirilmesi için harcanan su, tişörtün satış için mağazalara ulaştırıldığı ana kadar harcanan su gibi miktarların toplanmasıyla oluşan veri sanal su miktarı olarak sabitlenmektedir. Belgeselde bir pamuklu tişörtün üretimi için harcanan sanal su miktarı 2700 litre olarak ifade ediliyor.

Belgeselin bahsini ettiğimiz bölümünde dolaylı su tüketimine dair bolca veriyle karşılaşıyoruz: Aktarılana göre bir bardak kahve 140 litre, bir bardak portakal suyu 170 litre, bir bardak süt 180 litre ve bir hamburger 2400 litreye denk geliyor. Yine aynı kısımda Doğal Hayatı Koruma Vakfı(WWF) Tatlı Su Programı Müdürü Eren Atak, Gökhan Özoğuz’un su ayak izini hesaplıyor. Burada geleceğe dair çizilen ürkütücü tablonun istatistik verileriyle güçlendirildiğine şahit oluyoruz:

Öyle ki İstanbul’da bir günde ortalama 190 litre su tüketmekteyiz. Senedeyse 70 bin litre su tüketiyoruz. Bu da 70 metreküp suya denk düşüyor. Türkiye’de yıllık olarak kişi başına düşen sanal su tüketim miktarıysa 1615 metreküp olarak ifade ediliyor. Ardından 20 yıl öncesine kadar Türkiye’de kişi başına yıllık 4000 metreküp su düşerken yakın zamanda bu sayının 1430 metreküpe düştüğünü ve aslında bu sayıyı aşıyor olduğumuzu öğreniyoruz. Tüm bu ürkütücü tablonun ardından Gökhan Özoğuz bu rakamın neredeyse iki katını harcadığını (Hesaplama sonucunda Gökhan Özoğuz’un su ayak izi 2761 metre küp çıkıyor.) söyleyip Cape Town örneğine atıfta bulunarak sıfır gününe işaret ediyor ve kendi hayatında bir gün boyunca 25 litre su ile yaşamayı deniyor. Buradaki deneme sembolik olsa da es geçilemeyecek bazı absürtlüklerle karşılaşıldığını ifade etmek gerekir. Gökhan Özoğuz’un sınırlı suyu olan bir insan olarak yemek için makarna yapması, makarnanın suyunu süzerken bu suyu lavabodan fütursuzca boşaltması ve bu su boşaltma işleminin bir benzerini bulaşık yıkarken de yapması absürtlüklerden sadece birkaçıdır. Ek olarak yine bu bölümde belgeselin aslında en garip mesajlarından birinin verildiğini görüyoruz. Su ayak izi hesaplanırken diş fırçalamanın 6 litre, el yüz yıkamanın 4 litre ve sifon çekmenin ortalama 15 litre su harcattığı bilgisini edindiğimiz kısımda adeta bir bulaşık makinesi reklamının yapıldığına şahit oluyoruz. Bir makine dolusu bulaşığın elde yıkandığı takdirde 103 litre su harcandığını, bulaşıkların sudan geçirilmesinin dahi 57 litre suyu israf ettiğini dinledikten sonra bir bulaşık makinesinin sadece 9 litre su harcayarak bulaşıkları yıkadığını öğreniyoruz. Ne yazık ki belgeselin en çok veri sunulan bu kısmında bir bulaşık makinesinin üretiminde oluşan dolaylı su tüketimi zincirinin istatistiğine rastlamıyoruz. İşte burada belgeselin ürkütücü istatistik verilerinden münezzeh olan alanların varlığı ortaya çıkıyor. Dolaylı su tüketiminin beslendiği su kıtlığı gibi bir gerçeklik aniden kapitalizmin tüketim zinciri anlayışında dolaylı ürün tüketimine dönüşüyor. İstanbul’un su kıtlığı yaşanacak olan geleceğinde daha az su harcayan bulaşık makinesi almak ve “dolaylı” olarak bulaşık deterjanı kullanmak bir gereklilik gibi sunuluyor. Velhasıl, kapitalizm İstanbul’un ve dünyanın ürkütücü gelecek tablosundan kendine kâr devşirmeye devam ediyor.

Su Krizinde Nicelik ve Mülkiyet İlişkisi

Su krizi yalnızca iklim olaylarına bağlanamayacak kadar komplike bir ağın göbeğinde durmaktadır. Krizin en önemli sebeplerinden biri su rezervlerinin dengesiz dağılıyor oluşudur. Elimizdeki verilere göre dünyamızın nüfus oranı ve su dağılımı şu şekildedir: Nüfus; Kuzey Amerika’da %8, Güney Amerika’da %6, Avrupa’da %13, Afrika’da %13, Asya’da %60, Avusturalya ve Adalarda ise %1 oranındadır. Su dağılımı ise; Kuzey Amerika’da %15, Güney Amerika’da %26, Avrupa’da %8, Afrika’da %11, Asya’da %36, Avusturalya ve Adalarda ise %5 şeklindedir. Dengesiz dağılımın adaletsizliği bir yana, bütün toplumun ihtiyacı olan suyun sömürülmesi hadisesi meseleyi daha çetrefilli bir hale getirmektedir. Kesin olan bir şey vardır ki bu problemi çözmek mülkiyetçi anlayış var olduğu müddetçe mümkün değildir. Günümüzde su rezervleri mülkiyetçi anlayış sebebiyle birçok şirket ve devlet tarafından kendi tasarruflarında kullanılmaktadır. Bu kullanımda suyun bir meta olarak görülmesi zihniyeti hakimdir ve dağıtımın kazanç maksatlı yapılmasının doğurduğu haksızlıklar süregelir. Bu yolla toplumsal olan mülkiyet sahipleri tarafından sömürülmektedir. Tam da burada Pierre Joseph Proudhon’un ünlü deyişi akıllara gelmektedir: Mülkiyet hırsızlıktır! Mülkiyet var olduğu sürece, doğal varlıkların gasp edilmesiyle oluşan adaletsizlikler sürecektir.

Şehirlere Göre Niteliksel Değişiklikler

Su krizi yalnızca geleceğin bir problemi değildir. Gelecekte şiddetlenmesi olağan olan bu problem esasında geçmişte birçok şehirde yaşanmış, keza günümüzdeyse birçok yerleşim bölgesinde yaşanmaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki su problemi yaşayan yahut yaşamakta olan her bölgenin sorunlarının kendilerine ait nitelikleri vardır. Bu nitelikleri iklimsel ve siyasal olarak ayırmak mümkündür. Ekolojik problemlerin etkilediği yerleşim alanları bir yana, politik arena sebebiyle su krizlerinin yaşandığı yerler de mevcuttur. Burada politik manevraların genellikle ilerlemecilik anlayışı, ekonomik kaygılar, savaş siyaseti gibi köklerden oluşturulduğunu görmekteyiz. İklim boyutunda ise sanılanın aksine çok az yağış almak bir yana çok fazla yağış almak gibi bir durum da su krizine sebep olabilmektedir. Zira yoğun yağış su akışının kontrol edilememesi ve tatlı su ile tuzlu suların karıştığı olaylara sebebiyet verebilmektedir. Keza bazı bölgelerde su azlığından ziyade suyun kirliliği gibi meseleler söz konusudur.

Mısır

Kendine özgü su sorunu olan bölgelerden biri Mısır’dır. Nil Nehri gibi bir su havzasına sahip olan Mısır, bir süredir su krizi yaşamaktadır. Esasında Nil Nehri önemli bir su havzasına olsa da tarım ve ev atıklarının ulaştığı bir nokta olarak da varlığını sürdürmektedir. Bilhassa 20 milyona yakın insanın yaşadığı Kahire şehrinin atıkları nehri önemli bir oranda kirletmektedir. Tüm bu etkenlerin akabinde Mısır’da insanlara temiz su sağlanması gittikçe zorlaşmıştır. Ayrıca bu problemde 2011 yılındaki iktidar değişikliği sonrasında değişen toplumsal yapının etkisinden de söz etmek gerekir. Öyle ki kaçak yerleşme yapan insanlar binalarını isale hatlarına bağlayarak su sıkıntısını arttırmışlardır. Artan sıkıntıların ardından Mısır Sosyal ve Ekonomik Haklar Merkezi 2014 yılında bir rapor yayınlamıştır. Rapora göre, kötü durumdaki isale ağı nedeniyle tüm konut suyunun %35’i toprağa sızmaktadır. Yetkililer bu durumun telafi edilmesiyle 11 milyon insana daha temiz su sağlanabileceğini ifade etmişlerdir. Temiz su sağlanamayınca da sağlıksız çözümler bulunmuştur. Su kıtlığının yaşandığı bölgelerde çiftçilerin atık suların biriktirildiği alanlardan su kullandıklarına şahit olunmaktadır. Temiz suyun sağlanamadığı her an bölgede yaşayan insanların sağlık durumu olumsuz yönde etkilenmektedir.

Mısır’ın boğuşmakta olduğu su krizinde tek sorun ekolojik açıdan yükselmiyor. Bölge, aynı zamanda Etiyopya ile olan bir su havzası kriziyle de anılıyor. Bildiğimiz üzere dünyamızdaki sınır aşan su havzaları hem devletler içindeki hem de devletler arasındaki nüfusu birbirine bağlamaktadırlar. Fakat bu gibi durumlarda kendi siyasal ve ekonomik tutumlarını sergilemek isteyen karar vericiler anlaşmazlıklar çıkarabilmektedirler. Bunun en önemli örneklerinden biri Nil Nehri’nde görülmektedir. Etiyopya, enerji üretimini artırma stratejisi doğrultusunda Nil Nehri’ni besleyen iki koldan biri olan Mavi Nil’de baraj yapmak istediğinde Mısır Devleti ile arasında siyasi bir kriz ortaya çıkmıştır. Zira bu baraj Afrika’nın en büyük hidroelektrik santrali ve dünyanın en büyük üçüncü barajı olacaktır. Ek olarak, baraj sayesinde Etiyopya Nil Nehri’nin akışını kontrol edebilir hale gelecektir. Dolayısıyla Mısır yönetimi coğrafyasının bölgedeki siyasal gücünün azalmasından ve ekonomik alandaki manevra kabiliyetini kaybetmesinden endişelendiği için bu girişime tepki göstermiştir. Baraj yapımından doğrudan etkilenecek olan üç kıyıdaş devlet Mısır, Etiyopya ve Sudan birtakım görüşmeler yapıp adımlar atsalar da barajın tamamlanmasının ardından yaşanacak olan pratiklerin bölgedeki siyaseti yönlendireceğinden hiç kuşku yoktur.

Endonezya

Endonezya’nın başkenti Cakarta da kendine özgü nitelikte olan bir su krizi içindedir. Şehir hızla yükselen deniz seviyesi sebebiyle batma tehlikesindedir. Ayrıca nüfusun büyük bir kısmının şehir şebekesine bağlı olmaması kaçak kazılara sebebiyet verirken bu nedenle yer altındaki sular çekilmekte ve toprak çökmeleri yaşanmaktadır. Araştırmacılar şehrin her yıl 10-20 santimetre arasında battığını ortaya koyuyorlar. Aktarılana göre 2030 yılına kadar şehrin kuzey kısmının yüzde doksanı sular altında kalacak. Alınan önlemlerle atık suyu kullanmayı ve çevredeki nehir suyunu bölgeye aktarmak amaçlanıyor. Böylece yeraltı sularının çekilmemesi yönünde bir etkinin sağlanması isteniyor. Fakat devlet, 2019 yılı nisan ayı itibarıyla başkent Cakarta’nın yerini değiştirme kararını vermiş durumda. Endonezya planlama bakanı Bambang Brodjonegoro ön inşa ve altyapı çalışmaları hazırlıklarına 2020’de başlanacağını söyledi. Taşınma işleminin on yıl süreceği ifade ediliyor.

Bolivya

Su krizine dair farklı bir örnek de Bolivya’nın Cochabamba kentinde görülmüştür. Kriz, kentin su dağıtımının 1999 yılında özelleştirilmesiyle patlak veriyor. Özelleştirmenin ardından halk su dağıtımını özel bir şirketten almaya başlıyor. Şirketin bir süre sonra suya yüksek zam yapmasının ardından şiddetli tepkiler ortaya çıkıyor. Bu süreçte halk çözümü yağmur suyu biriktirmekte buluyor. Fakat bu çözümün ardından devletin yağmur suyunun toplanmasını yasaklamasıyla karşılaşıyorlar. Devlet evlerin çatılarında bulunan varilleri toplatıyor. Tüm bu yaşananlara karşı Bolivyalılar sokaklara dökülüyorlar. Eylemlerin kararlılığı neticesinde halka karşı direnemeyen devlet, su dağıtımını şirketten geri alıyor.

Filistin – İsrail

İşgalci İsrail’in Filistin topraklarını aşama aşama ele geçirmesine tüm dünya olarak şahit olduk. İsrail Devleti işgal ettiği topraklarda Filistinlilere abluka ve ambargo politikasını uygulamaya devam etmektedir. Bu politikanın en önemli safhası da su alanlarına yöneliktir. İsrail Devleti bölgenin su yatakları olan akiferleri aşırı kullanarak Filistinlilerin sularını gasp etmektedir. Akiferler yer altındaki suları pınarlara ve kuyulara ileten jeolojik oluşumlardır. Bir nevi yeraltı depolarıdır. Batı Şeria bölgesindeki akifer depolarının %80’lik bir yüzdesi İsrail’in kontrolü altındadır. Filistinliler bunun sadece %20’sinden faydalanabilmektedirler. Ayrıca, İsrail Devleti Filistinlilerin yaşadığı bölgelerdeki akiferleri aşırı şekilde kullanmaktadır. Akiferlerin aşırı kullanımı çıkan suyun kalitesini düşürmekte ve niceliğini azaltmaktadır. Yine aşırı kullanım neticesinde deniz suyu bu sulara bulaşmaktadır. Bunun sonucu olarak su kuyuları tuzlanmaktadır. Yeraltı sularının kirlenmesi sebebiyle ne yazık ki Gazze Şeridi’ndeki suların büyük bir kısmı içilebilir durumda değildir. Ayrıca arıtma ve kanalizasyon sistemlerinin yapılan saldırılar sonucu uğradığı tahribatlar kirli sulara yönelik alınabilecek tedbirleri askıda bırakmaktadır. Tüm bu durumlar Filistinlilerin su çıkarım miktarını azaltmakta, kendi topraklarının altındaki suyu işgalci İsrail Devleti’nden satın almalarına neden olmaktadır.

İsrail ile Filistin arasında 1994 yılında Kahire Anlaşması ve 1995 yılında Oslo II Anlaşması olmak üzere su sorunun irdelendiği iki anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşmalarda su sorununa yönelik iki taraf da birbirlerine taahhütlerde bulunmuşlardır. Lakin hukuki olarak verilen sözler pratikte yerini bulamamıştır. İsrail Devleti bulduğu her fırsatta abluka ve ambargo politikasını sürdürmüştür. Bunun en yakın örneği 2008 yılındaki Dökme Kurşun Operasyonu’dur. Bu operasyon sırasında işgalci İsrail Devleti birçok su kuyusu, sulama kanalı ve su pompasını tahrip etmiştir. Bugün, özellikle Gazzeliler temiz içme suyuna ulaşmakta sıkıntı çekmeleri sebebiyle ciddi sağlık problemleriyle boğuşmaktadırlar.

Aral Gölü

Su sorunu yalnızca kapitalist yapıların ortaya çıkardığı ekolojik bir sorun değildir. Kapitalist olmayan otoriter kurguların ilerlemeci anlayışla yürüttükleri üretim çalışmaları da ekoloji için olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bunun örneklerinin en başında Sovyetler Birliği’nin yanlış politikası sonucunda %90 oranında küçülen Aral Gölü gelmektedir. Bir dönem pamuk üretimini arttırmak için Seyhun ve Ceyhun ırmaklarının akışını değiştiren Sovyetler Birliği gölün kurumasına sebep olmuştur. Bu, sosyalizmin ilerlemeci anlayışının  doğayı ne şekilde yok edebildiğinin en açık örneklerinden biridir. Sovyetler Birliği’nin üretim tutkusunun nihayetinde coğrafya ekolojik bir felakete sürüklenmiştir. Göl kurudukça kalan sudaki tuzluluk oranı artmış, bundan ötürü balık miktarı oldukça azalmıştır. Bölgedeki balıkçılar, kuruyan göldeki balıkların azalması sebebiyle geçinmek amacıyla yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalmışlardır. Zamanında tonlarca balık taşımakta olan balıkçı filoları ne yazık ki çürümeye terk edilmiştir. Şimdileri Aral Gölü’ne gittiğinizde paslanmış balıkçı tekneleriyle karşılaşıyorsunuz. Zamanında dünyanın dördüncü büyük gölü olan Aral Gölü’nün çöl haline getirildiğini görebilirsiniz.

Burdur Gölü

Coğrafyamızda su krizinin yükseldiği en önemli yerlerden biri Burdur şehridir. Bölgedeki göl bir süredir su kaybetmektedir. Bu göl, 25 Litre belgeseline sponsor olan Finish’in de reklam kampanyaları ile farkındalık yaratmaya çalıştığı bir göldür. Finish, Burdur Gölü’nün su kaybına uğradığını hüzün verici bir şekilde ifade ederek “bir şeyler” yapılması gerektiği hususunda yetkilileri ve insanları uyarmakta ve bir şeylerin bulaşıkları bulaşık makinesinde yıkamak olduğu konusunda aktarımlarda bulunmaktadır. Geleceği kurtarmak adına bulaşıkların elde yıkanarak suyun israf edilmemesine yönelik bir reklam kampanyası yapması, Finish markasına epey yeşil dostu (!) bir imaj ve prestij katmaktadır. Peki Burdur Gölü’nün kurumasında esas sebep bulaşık makinelerinin kullanılmıyor oluşu mudur? Elbette hayır. Bu yalnızca bir markanın reklam kampanyası için kullandığı manipüle edici bir hadisedir. Burdur Gölü’nün kurumasındaki en temel sebep tarımsal üretimdir.

Burdur Gölü Havzası, suları denize ulaşmayan bir havzadır. Burdur Gölü’nün kaynağını akarsular, yeraltı suları ve yağmur suları teşkil eder. Göl son 50 yılda su oranının büyük bir kısmını kaybetmiştir. Su kaybı oranı aynı şekilde devam ettiği sürece yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yapılan incelemelere göre su seviyesinin azalmasının sebebi gölü besleyen akarsulardaki akışın azalmasıdır. Bu azalışın sebebi ise akarsulardan alınan suyun tarım alanında kullanılıyor olmasıdır. Tarım üretiminde kullanılan su aşırı bir şekilde kullanıldığı için gölün suyu tükenmektedir. Kullanılan su, gölün beslendiği su miktarını buharlaşma miktarının altına düşürmüştür. Dolayısıyla göl günden güne su kaybetmektedir. Aşırı kullanım plan dahilinde gerçekleştirilip bu oran eski haline getirilmediği takdirde gölün tamamen kuruması işten bile değildir.

Ne yazık ki Burdur Gölü kuruduğunda, gölün kurumasında en büyük payın sahibi olan tarımcılık da yapılamayacak hale gelecektir. Bölge kuraklaşacaktır. Ayrıca kuruyan gölün çölleşen tabakasında kalan tuz ve toz kalıntıları rüzgar yoluyla etrafa dağılacaktır. Tozlu hava solunum yolu hastalıklarına davetiye çıkaracaktır. Benzer bir durum Aral Gölü kuruduktan sonra gerçekleşmiştir. Aral Gölü’ne akarsularla beraber ulaşan kimyasal tarım atıkları göl kuruduktan sonra yer tabakasında kalmıştır ve birçok hastalığa davetiye çıkarmıştır. Göl yakınlarında kanser, kalp hastalığı, ciğer hastalıkları ve büyüme sorunu oranları artmıştır.

Sonuç

Sanayi devriminden bu yana durmaksızın yükselmekte olan sera gazı etkisi, dünyamızın küresel bir ekolojik kriz içerisinde olduğu gerçekliğini gitgide büyütmektedir. Uzmanlar ortalama sıcaklığın en fazla 2 derece daha tolere edilebileceğini söylerken, bugünkü fütursuzluk sürdüğü takdirde bu oranı geçmenin işten bile olmadığı apaçık ortada durmaktadır. Bilhassa Kyoto Protokolü ve Paris Anlaşması gibi uluslararası metinlerin katılım süreçlerinde yaşanan politik krizler ve yükümlülüklerin yerine getirilmiyor oluşu aslında krizin ne derecede ciddiye alındığının bir göstergesi olarak görünmektedir. Anlaşmalara taraf olan devletler fosil yakıt salınımlarını ekonomik ve siyasal gerekçelerle sürüncemede bırakıp ihlal etmeye devam etmektedirler. Şimdimiz ve geleceğimiz merkeziyetçi iktidar yapıları ve kapitalizmin kâr odaklı anlayışı tarafından mahvedilmektedir.

Küresel ekolojik krizin önemli bir boyutu da su krizidir. Günümüzde dünyanın birçok şehri su stresi yaşayan şehir sınıfına dahil edilmiştir. Alınan önlemler ile Cape Town’da sıfır günü uygulaması başarıya ulaşsa da diğer şehirlerin gelecekleri konusunda herhangi bir kanıya varmak mümkün değildir. Ek olarak, Cape Town sıfır gününü atlatmış olsa da su krizini tekrar yaşamayacağının bir garantisi yoktur. Zira yağış ve sıcaklık dengesizliklerinin günden güne artacağı bir gelecekten söz ettiğimiz bu süreçte net ve isabetli olarak izahat yapmamız çok zordur. Ayrıca her şehrin su sıkıntısının farklı nitelikte olduğunu da belirtmek gerekir. Dolayısıyla her şehrin de çözümü kendine özgüdür. Kimi şehirler bir dönem aşırı yağış aldığında su sıkıntısını aşabilirken, kimi şehirler için bu yeterli gelmeyecektir. Zira birçok şehrin temiz su rezervinin azlığından ziyade varolan rezervlerin kirliliği ve dağıtım adaletsizlikleriyle boğuştuğunu bilmekteyiz.

Peki su krizinde çözüm nasıl olmalı? Başta şunu bilmek gerekir ki su krizi yalnızca tüketime dair bir problem değildir. Bu krizde küresel iklim değişikliği, nüfusun hızlı artışı, hızlı kentleşme, göç ve politika gibi birçok meselenin girift ilişkisi söz konusudur. Bundan ötürü bu meselelere karşı topyekun bir mücadele gereklidir. Bunun yolunu elbette yeşil kapitalizmin manipülatif alanlarından ziyade sorunun kökeninden başlayarak kurmak gerekmektedir. Dolayısıyla 25 Litre gibi sorunun kökenini izah etmekten ziyade yüzeysel bir şekilde propaganda yapmakta olan yapımlara itibar etmemek gerekir. Zira bu tür yapımlar yarattıkları yüzeysel hava ile birçok şeyin önünü kapayarak insanları çözümün ana odaklarından uzaklaştırmaktadır. 25 Litre belgeselindeki tasarruf eden insan anlayışı reddedilemeyecek bir gerçeklikken üretimin yarattığı tahribatın es geçilmesi ve su krizinin kökenlerine değinilmemesi de bir başka gerçekliktir. Bu sebeple bu tür yapımların toplumda yanıltıcı etkiler yapması önlenmelidir. Dolayısıyla su krizinin çözümünde hedefe ilk olarak bireysel tüketimi koyup üretimi yok sayan bakış açısından çok tüketimin üretim zinciri dahil olarak bir önlem ve tasarruf paketi ile değerlendirilmesi ve bunun insanlara bu şekilde aktarılması gerekmektedir. Bunu yapmak için öncelikle küresel iklim değişikliğinin ve buna bağlı olarak ortaya çıkması muhtemel ekolojik felaketlerinin sorumlularının kim oldukları kanıksanmalıdır. Ardından alınacak tedbirlerin pratikleri ilk olarak bu aktörlerden başlatılmalıdır.

Çözüm için başlıca mücadele alanı üretim sektörüdür. Sanayi ve tarım sektörlerinin su kullanımında yarattıkları aşırı kayıpların giderilmesi için bu sektörlere yönelik doğru yöntemlerin kullanılması gereklidir.

Endüstrinin sadece aşırı su tüketimiyle değil, ortaya çıkardığı atıklarla varolan suları kirlettiği, keza atmosferde sera gazı etkisi yarattığını bilmekteyiz. Bu alana yönelik tedbirlerin alınmasının da yaygın kapitalist üretim anlayışı içerisinde kuyun tüketilmesinde büyük bir fark yaratmayacaktır.

Suyun herkes için olan faydasını mülkiyete dayalı olarak değiştiren zihniyetin yarattığı tahribata dikkat çekilmelidir. Bilhassa şirketler ve devletler yoluyla gasp edilen suyun kurtarılmasına yönelik mücadele verilmelidir. Adaletsiz bir şekilde dağıtılmaları önlenmelidir. Suların havzalarında özgür bırakılmalarına ve insanların, hayvanların ve tüm canlıların suya erişiminin yolu bulunulmalıdır. Velhasıl mülkiyetçi anlayışın daralttığı toplumsal manevra alanını savunmak şarttır. Dolayısıyla su krizini aşmak için yerinden karar almaya dayalı özgürlükçü özyönetim ilişki ağlarının bir siyasal tepki olarak savunulması gerekir. Zira mülkiyetçi anlayışın gaspçı anlayışından kurtulmak ancak bu şekilde mümkündür.

Selahattin Hantal – Patika Dergisi 3. Sayı