Röportaj – Anarşist Kadınlar https://kadinlarsokakta.org KADINLAR SOKAKTA Fri, 03 Jul 2020 15:09:50 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.7.2 https://kadinlarsokakta.org/wp-content/uploads/2019/03/cropped-ethel-32x32.jpg Röportaj – Anarşist Kadınlar https://kadinlarsokakta.org 32 32 Hapishanelerde Korona Krizi: Hendek Hapishanesi’ndeki Kadınlarla Konuştuk https://kadinlarsokakta.org/2020/05/18/hapishanelerde-korona-krizi-hendek-hapishanesindeki-kadinlarla-konustuk/ https://kadinlarsokakta.org/2020/05/18/hapishanelerde-korona-krizi-hendek-hapishanesindeki-kadinlarla-konustuk/#respond Mon, 18 May 2020 15:19:00 +0000 http://kadinlarsokakta.org/?p=2698 Duvarların ardından seslerini duyurabilmek için Hendek Açık Hapishanesi’nden gazetemize ulaşan 100 kadın tutsağın korona krizinde yaşadıklarını ve hapishane koşullarını sizlerle paylaşıyoruz.

Sakarya’da bulunan Hendek Açık Hapishanesi korona virüs salgınına yönelik tedbirler kapsamında boşaltılan hapishanelerden birisi. İnfaz yasasındaki düzenlemelerle beraber hapishanede bulunan 700 tutsağın 2 gün içinde tahliye edilmesinin ardından, farklı şehirlerdeki kapalı hapishanelerde bulunan 100 kadın tutsak buraya yerleştirildi.

Hapishanenin fiziki koşulları sebebiyle tedbir için yeterli olmadığı kanısıyla boşaltılmış olduğunu aktaran kadın tutsakların kendilerine ve hapishane yönetimine sorduğu ilk soru şu: “Yetersizlik sebebiyle boşaltılan bir hapishane neden tutsakların sağlığı gözardı edilerek yeniden kullanılmaya başlandı?”

Hapishaneye yerleştirilmelerinin üzerinden 1 ay geçen kadın tutsaklar buraya getirildikleri ilk günden itibaren iş kayıtlarının yapılarak çalıştırılmaya başladıklarını ancak çalışmaya başlamadan önce kendilerine hiçbir sağlık testi uygulanmadığını belirtiyor. Taşan lağımı temizlemekten yemek pişirmeye kadar bazıları zorunlu bazıları keyfi tüm işler tutsaklara yaptırılırken hiçbir tedbir alınmıyor.

Ayrıca hapishaneye yerleştirilmelerinden itibaren, kadın tutsaklara ilk korona virüs testinin 4 gün önce yapıldığı, yapılan testin ise yalnızca 20 kişiye uygulandığı, 20 kişi arasındansa bir kadın ve çocuğunun testinin pozitif çıktığı söyleniyor. Kadınların yaklaşık 25 gün boyunca testi pozitif çıkan arkadaşlarıyla aynı ortamı paylaştığı gerçeği ve sağlık tedbirleri açısından korona virüs testinin birbiriyle temas halinde bulunan herkese uygulanması gerektiği zorunluluğu karşımıza çıkarken, hapishane yönetimi bu gerçeği ve zorunluluğu görmezden geliyor. Testi pozitif çıkan kadın tutsağın şu anda yoğun bakımda olduğu, çocuğun ise tedavisinin sürdüğü biliniyor.

Hapishane yönetiminin maskeyi parayla sattığını, eldivene ulaşma imkanlarının ise ücretini ödeyerek dahi olmadığını belirten kadın tutsaklar, şu anda hasta olduğundan şüphelenilen 20 tutsağın farklı bir blokta karantinaya alındığını ancak yemek yedikleri kaplardan çay içtikleri bardaklara kadar herkesin aynı malzemeleri kullandığını, kademeli bir şekilde olsa da, tüm tutsakların aynı bahçede havalandırmaya çıktığını belirtiyor. Dolayısıyla hapishanenin “tedbir karantinası” nın da tamamen göstermelik olduğunu açıkça ortaya koyuyorlar.

Hapishanede kronik rahatsızlığı olan ve 60 yaş üzeri tutsaklar da risk grubunda oldukları halde toplu halde yaşamaya zorlanıyor. 0-6 yaş arasında 13 çocuğun bulunduğu hapishanede hastalığın hızlı bir şekilde yayılması söz konusu.

Tutsaklar, psikolojilerinin çok fazla tahrip olduğunu, avukatlarıyla dahi görüşemedikleri bu süreçte defalarca durumlarını hapishane yönetimine belirttikleri halde “koronadan dolayı savcılıkta işler yavaş işliyor”, “durumunuzu çok sorgulamayın, sorgularsanız işin içinden çıkamazsınız” gibi bahanelerle karşı karşıya kalıyor. Dilekçelerine cevap verilmediğini açıklayan kadın tutsaklar aileleri aracılığıyla CİMER’e başvuru yaptıklarını ve seslerini duyurarak kendilerine dayatılan hapishane koşullarını aşmak istediklerini söylüyor.

Şeyma Çopur

]]>
https://kadinlarsokakta.org/2020/05/18/hapishanelerde-korona-krizi-hendek-hapishanesindeki-kadinlarla-konustuk/feed/ 0
Flormar Değil Direniş Güzelleştirir https://kadinlarsokakta.org/2019/03/07/flormar-degil-direnis-guzellestirirroportaj/ https://kadinlarsokakta.org/2019/03/07/flormar-degil-direnis-guzellestirirroportaj/#respond Thu, 07 Mar 2019 09:41:56 +0000 http://kadinlarsokakta.org/?p=2312 8 Mart yaklaşırken direnişin en güzelini ziyaret ettik. Sendikalı oldukları için işten çıkarılan ve 283 gündür patrona karşı direnen Flormar işçisi kadınlarla bir araya geldik; işten çıkarılma ve direniş sürecini konuştuk. “Güle güle dostlar, yine bekleriz” sloganıyla uğurlandığımız direniş alanındaki bütün işçilerin mücadelesini bir kez daha selamlıyor ve Flormar’ın değil direnişin güzelleştirdiği kadınlarla konuştuklarımızı sizlerle paylaşıyoruz.

İşten atılmalar nasıl başladı ve direniş süreci nasıl gelişti?

Hatice: İlk başta 12 arkadaşımızı sendikalı oldukları için işten çıkardılar, zannettiler ki onları işten çıkarınca hepimizin gözü korkar. Onların işten çıktığı hafta, onların işten çıkarılmasının da öfkesiyle, sendika üyesi olmayan arkadaşlarımıza hızlıca üyelik yaptık. O zaman daha bakanlıktan onay kağıdı gelmemişti, 1-2 gün içinde gelince hepimiz rahatladık. Sessiz geçen 2-3 haftanın ardından birkaç kişi daha işten çıkarıldık. Böyle olunca içerde kalanlar daha fazla soru sormaya başladı. Çünkü çıkarılanların işten çıkarıldığı yasa maddesi 25/2’ydi; örgüt propagandasından yüz kızartıcı suçlara kadar birçok şeyi kapsıyor bu madde.

Ayşe: Arkadaşların böyle bir maddeden dolayı işten çıkarılınca, hem şaşırıyor hem de rahatsız oluyorsun.Bu bizi kıran bir şey oldu. İçeride biz işten çıkarmalarının sebebini sürekli sorunca bu sefer toplu işten çıkarmalar başladı; 68 kişi tek seferde işten çıkarıldı. Zaten bir hafta geçmeden 132 kişi çıkarıldı.

Sizleri direnişe götüren koşullardan ve direniş sürecinden bahsettiniz. Elbette yaşanan pek çok sıkıntı tüm işçiler için ortak. Ancak işyerlerinde kadın işçiler erkeklerle kıyaslandığında farklı durumlara da maruz kalabiliyor. Flormar’da çalıştığınız süreç içerisinde bu farklılığı yaşadınız mı?

Ayşe: Tabi ki, zaten işe alınırken kadınlara evli/nişanlı mısın, evlenmeyi düşünüyor musun, hamile misin, çocuğun var mı gibi sorular soruyorlardı. Hamile kalmak iki yıl boyunca yasaktı. Sonradan öğrendik ki bu sorular erkek arkadaşlarımıza sorulmuyormuş. Ben 2007’de girdim işe, 2009’da ertesi gün hastaneye gitmek için şefimden izin alacaktım. Bana izin vermedi, sonra molaya çıktığımızda erkek arkadaşlarımızdan birisi elinde izin kağıdını sallaya sallaya geldi, ona üç gün kafa izni vermişler meğer.

Hatice: Özellikle molalarda çok sıkıntı yaşıyorduk. Biz kadınlar güdülen kısımdık. Bunu kendi ağızlarıyla söylediler. Amirlerimiz bize “Siz güdülmek istiyorsunuz” diyordu. Erkeklerin kapısı kilitlenmiyordu mesela, onlar zil çaldıktan beş dakika sonra çıkabiliyordu üretime. Ama biz daha zil çalar çalmaz gitmek zorundaydık. Bir zaman sonra molada telefonla konuşurken bile amir yanıma geldiğinde telefonu kapatma ihtiyacı hissediyordum. Biz güdülen kısımız yani, üretime götüreceksin, molaya çıkaracaksın… Erkeklere aynı muameleyi yapmıyorlar.

Ayşe: Şimdi dışarıda olduğumuzdan bunları rahatlıkla söyleyebiliyoruz ancak içerideyken böyle konuşmak imkansızdı. Ağzımızı açar açmaz “Benim sözümün üstüne söz söyleme!” denilerek kesiliyordu sözümüz. Erkek arkadaşlar telefonla arayıp işe gelmeyeceklerini söyleyebilirken biz izinlerimizi bile kullanamıyorduk.

Hatice: Evet, benim mesela hastane radevum vardı, bir hafta önceden karnım ağrımaya başladı, nasıl izin alacağımı düşünüyordum. Oysa gelmediğimiz gün zaten maaşımızdan kesiliyordu. Onlardan bir iyilik istemiyorduk, ama önce azarlanıyorduk, sonra izin veriyorlardı.

Peki hala içeride çalışan sendikalı arkadaşlarınız var mı? Onlarla bu süreçte iletişiminiz nasıl, sizi destekliyorlar mı?

Ayşe: 100 kişi var şu anda içeride. Ancak onlar sessiz bir şekilde bekliyorlar. Biz direnişe başladığımızdan beri maaşlarında, primlerinde yükselme oldu. Normalde bayramda almaları gereken parayı, şu anda patrona bağlılık payı adıyla veriyorlar işçilere. Direnişi kırmak, içeride kalan arkadaşlarımızla aramızı bozmak istiyorlar. Sürekli toplantılar alıp bizim hakkımızda sorular soruyor, bizi kötülüyorlarmış. Bunları duyuyor, öğreniyoruz. Ancak arkadaşlarımızı ses çıkarmaya ikna etmemiz çok zor. Flormar işçileri memnun ediyor ki direnişe katılmasınlar. İşçiler de memnun, çünkü şimdiye kadar yaşadıkları sıkıntıların çoğunu bu süreçte yaşamıyorlar. Onların düşüncesine göre sendika fabrikaya girerse hepimiz hakkımızı almış olacağız, tabi onlar da… Ama işe geri alınmazsak da mevcut işlerini korumak istiyorlar.

Biz de onlardan bu süreçte çok bir şey beklemiyoruz aslında. Sendikalı olduklarını belli etmesinler, bizi savunmasınlar gerekirse. Bizim için önemli olan sendika üyeliklerini çekmesinler. Üyeliğini çekmeye başlayanlar oldu.

Bu alanda nasıl zorluklar yaşıyorsunuz? Polisler ya da patron nasıl bir tutum içinde?

Hatice: Bu alan öncesinde bu şekilde değildi. Yeşil çitler yoktu, tel örgüler yoktu, patronları sigaraya çıktıklarında görebiliyorduk. Ana kapıyı da sonradan siyah paravanla kapadılar, aynı şekilde güvenlik kulübesini de. İçeriyle bağlantımızı tamamen kestiler. Direnişin soğuk günlerinde ısınmak için çadır kurmuş ve ateş yakmıştık. Polisler önce çadır kurmamızı yasakladı; sobamızı, ateşimizi söndürmek istediler. Kaymakamlık ve valilik kağıt göndermiş yasak diye. Aynı zamanda “Kaldırım patronundur” denildi, kaldırımda beklememiz de yasaklandı. Polisler her gün bizimle buraya geliyor ve biz ayrılıncaya kadar bekliyorlar.

Peki direnişinize gösterilen dayanışma ne boyutta? Burada bir gününüz nasıl geçiyor?

Hatice: Asla yalnız değiliz, hep misafirlerimiz var. Gün içinde mutlaka gelen oluyor; beraber halay çekiyor, sohbet ediyoruz. Gelenler genelde alanda böylesi bir neşeyle karşılaştıklarından hem şaşırıyor hem mutlu oluyor. 8 Mart’ta da bizleri yalnız bırakmayacağını söyleyen bir sürü kadınla şimdiden iletişim halindeyiz.

Önümüzdeki süreçte planladığınız ve yapmayı istediğiniz bir eylem var mı?

Hatice: Aslında biz en başından beri direnişimiz yalnızca fabrika önünde kalmasın istedik. Flormar mağazalarının önüne gitmek, müşterileri boykota çağırmak iyi olur diye düşünüyoruz. Ancak bir yandan da her birimizin davası sürdüğü için bu eylemler dava sürecini olumsuz etkileyebilir mi diye soru işaretleri var. Daha önce bu şekilde katıldığımız eylemler de oldu. Onun dışında röportaj yapmak için, etkinliklerde direnişi anlatmak için aramızdan farklı yerlere giden arkadaşlar oluyor. Hepsini önemsiyoruz ancak burayı da boş bırakmamak gerekiyor. O yüzden etkinliklere topluca katılmıyoruz. Burada her zaman bekleyen birileri oluyor.

8 Mart’a dair kadınlara iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Biz 283 gündür direnen emekçi kadınlar olarak, emeğe ve direnişe saygı duyan bütün kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyoruz.

]]>
https://kadinlarsokakta.org/2019/03/07/flormar-degil-direnis-guzellestirirroportaj/feed/ 0
Kadınların Özgürleştiği Yeni Bir Dünya Kuracağız https://kadinlarsokakta.org/2019/03/03/kadinlarin-ozgurlestigi-yeni-bir-dunya-kuracagiz-roportaj/ https://kadinlarsokakta.org/2019/03/03/kadinlarin-ozgurlestigi-yeni-bir-dunya-kuracagiz-roportaj/#respond Sun, 03 Mar 2019 09:40:27 +0000 http://kadinlarsokakta.org/?p=2308 Yunanistan’daki Anarşist Politik Organizasyon’dan (APO) kadınlar tarafından iki yıl önce kurulan Ataerki Karşıtı Grup Ocak ayında Kadıköy 26A Mor Atölye’nin davetiyle İstanbul’daydı. APO bileşeni beş ayrı örgütlenmeden kadınlarla niçin bir kadın örgütlenmesinin ihtiyacını hissettiklerinden Yunanistan’da kadınların durumuna ve anarşist hareketin pratiklerine kadar pek çok konuya değinen bir röportaj gerçekleştirdik.

Ataerki Karşıtı Grup’un nasıl kurulduğundan biraz bahseder misiniz, özörgütlü bir anarşist kadın mücadelesine neden ihtiyaç var?

Ataerki Karşıtı Grup’u APO’nun içinde kurduk çünkü sömürülen ve baskı altında tutulan bütün ezilenlerin yanında, kadınlar olarak cinsiyet alanındaki baskıyı deneyimlemiştik.

Anarşistler olarak, baskılanmış yaşamların özgürlüğünün “aydınlanmış öncülerin” ellerinde değil ancak kendileri için eyleyecek olan ezilenlerin ellerinde olduğu fikrini savunduk. Biliyoruz ki özgürlük ne bahşedilebilir ne de hediye edilebilir ancak mücadeleyle kazanılabilir. Bu bakış açısıyla, kadınların kendilerini ataerkinin zincirlerinden özgürleştirmek için verdikleri mücadele, devlete ve kapitalist sisteme karşı toplumsal özgürlük için verilen mücadelenin bütünsel bir parçasıdır.

İki yıl önce, başlangıçtan beri öncelikli olarak dikkatli bir şekilde, küçük ama kararlı adımlarla ilerledik. Bu dönemde, Anarşist Kadınlar’la politik bağlar kurduk. Geçtiğimiz yıl İngiltere, Kolombiya, Slovenya, Şili ve New York’un aralarında bulunduğu, dünyanın farklı yerlerinden yoldaşların mesajlarıyla birlikte 8 Mart için özel olarak hazırlanan Meydan’ın kadın dayanışması için mesaj çağrısına cevap verdik. APO’nun yayınladığı “Toprak ve Özgürlük” gazetesinde de onların dayanışma mesajlarını yayınladık.

Bu süreçte karşılaştığınız zorluklar neler oldu? Anarşist mücadele içerisinden eleştirel düşüncelerle karşılaştınız mı?

Ataerki, kapitalist sistemden önce de vardı ve onun kurumsallaşması için kullanıldı. İç içe geçmiş sayısız farklı görünümünü barındırıyordu, tarihsel boyutuyla devlet ve kapitalizmin otoritesiyle olan bağından, modern versiyonu olan “ana akım feminizme” (kadınların taleplerinin otoriter sisteme katılımla denkleştirilerek kadın mücadelesinin deforme edilmesi), bu konunun kısmen ya da hatta tamamen akademik bir alana (ayrıcalıklara sınırlandırılmış bir erişimle) sıkıştırılmasıyla ezilenlerin mücadelesine karşı bir konuma geçti.

Biz anarşistlere göre, ataerki tek boyutlu değildir. Sınıfsal bir boyutu vardır; ırkçılıkla, dünyadaki kuzey-güney ayrımıyla, göç ve göçmenler meselesiyle, cinsellikle, şiddetle, kurumsal ve sosyal adaletsizliklerle vb. farklı görünüşleri vardır.

Amacımız, baskılanan ve sömürülenler için tek gerçekçi çözüm olarak ezilenlerin bu mücadele alanlarını yeniden domine etmesini sağlamak ve direnişi daha geniş bir bakış açısıyla toplumsal devrime kanalize etmek.

Batılı toplumlar kadınlar için daha liberal ya da “özgür” görünüyor olsa da biliyoruz ki kadınlar hala batı “demokrasilerinde” hiyerarşiyle, baskı ve şiddetle karşı karşıya kalıyor. Yunanistan’da kadınların ne gibi sorunlarla karşı karşıya olduğundan bahsedebilir misiniz?

Özellikle şu sıralar devlet ve kapitalizmin saldırısı Yunanistan’da devasa bir baskı ve sömürüyle devam ediyor. Şu anki durum toplumsal ve sınıfsal direnişlerle aynı zamanda süren iflas sisteminin yozlaşması ve uzun zamandır sınıfsal işbirliğini geçerek ulusal işbirliğine dönüşümü olarak özetlenebilir.

Sosyal yamyamlık iktidarlar için arzulanan bir durum. Çünkü toplumun öfkesini manipüle ediyor ve sınıf mücadelesini, dünyanın sefaletinin ve ezilenlerin süregiden yoksulluğunun gerçek sorumlularından uzakta bir yere naklediyor. Bu gerçekliğin içinde ataerki, otoriter dünyanın temel bir parçası olarak toplumu birbirine yabancılaştırıyor ve zayıflatıyor.

Bununla paralel olarak tecavüzcülerin aklanması, tecavüze karşı direnen kadınların tutsak edilmesi, HIV pozitif kadınların aşağılanması ve kapatılması, hamile kadınların işten kovulması, işyerlerinde kadınlara yönelik sömürünün artması, adaletsizliğin ve sömürünün karşısında duran kadın mücadelesine yönelen baskı ve saldırılar, binlerce göçmen kadının konsantrasyon kamplarına -korkunç koşullarda- kapatılması, kadın ve çocukların satıldığı uluslararası köle ticareti vb. sürüyor. Köle ticaretini sürdüren ve aklayanların, LGBTQI+ örgütlenmesinin eylemcisi Zak Kostopoulos/Zackie Oh’yu katledenlerin, güçlünün zayıfa karşı şiddetini yükseltenlerin, toplumsal ve sınıfsal piramitte yukarıda olanların şiddetinin cinsiyete dayalı ötekileştirme ve tacizle devam ettiğini görüyoruz.

Sonuç olarak her güne yayılan bir devrim idealiyle anarşizmi düşünüp kendimizi ve yaşamlarımızı özgürleştirmenin nasıl gerçekleşebileceği hakkındaki düşünceleriniz neler? Okurlarımıza ne söylemek istersiniz?

Mücadele edenler olarak -hem anarşist hem de kadın olarak- yapmamız gereken tek şey birbirimizle dayanışma içerisinde olmaktır; dünyanın her bir köşesinde, bütün ezilenlerle birlikte, ortak düşmanlarımıza karşı örgütlenmektir. 19. yüzyılda Amerika’daki göçmen kadınların kanlı grevlerinden İberya Devrimi’nde Mujeres Libres’li kadınlara, Chipas’taki Zapatist kadınlardan Rojava’nın ve Türkiye’nin militan kadınlarına, Arjantin’in ve Şili’nin Mapuche yerlilerinin topraklarını gasp edip yağmalayanlara karşı mücadele eden kadınlardan Standing Rock ve Black Lives Matter direnişçilerine; mücadele eden kadınlardan aldığımız ilhamla ataerki, devlet ve kapitalizmle kavga ediyoruz. Toplumsal eşitlikle; saygınlık, adalet ve özgürlükle dolu; kadınların özgürleştiği yeni bir dünya kuracağız yani toplumsal özyönetim, anarşizm ve özgürlükçü komünizmi.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Dünyanın her yerinde mücadele eden bütün kadınlarla, dayanışmayla!

]]>
https://kadinlarsokakta.org/2019/03/03/kadinlarin-ozgurlestigi-yeni-bir-dunya-kuracagiz-roportaj/feed/ 0
6 Aylık İkizlere 25 Ay Hapis https://kadinlarsokakta.org/2014/04/29/6-aylik-ikizlere-25-ay-hapis/ Tue, 29 Apr 2014 16:17:56 +0000 http://kadinlarsokakta.org/a/?p=1930 OzgurLorin1

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 17. sayısından alınmıştır.

“xanim dikşine wek dayika min Kurdistan

mêr û zarok xeçel bûne weke kurdan”

“hanımım Kürdistan gibi acı çekmektesin

erkekler ve çocuklarsa Kürtler gibi ‘utanç’ içinde”

Batman’ın Sason Köyü’nde, henüz çocukken köy yakmalarla, köy bo­şaltmalarla, OHAL’lerle, devletle ve devletin adaletiyle tanışmış Mülkiye Demir Kılınç, ailesine deyimiyle Zey­no. Devletin dayattığı koruculuğu reddeden ailesine, “terör”e yardım ediyorlar iddiasıyla başlayan baskı­lar giderek artmış. Bir bayram sa­bahı, kahvaltı sofrasındayken basıl­mış evleri asker tarafında.Teypte çalan “xanima min” bahane olmuş, tüm aileyi gözaltına almış askerler. Abisiyle babasından günlerce haber gelmemiş. Sonrası malum, dayak­tan perişan bir şekilde serbest bıra­kılmışlar…

O gün teypte çalan Kürtçe kaset­ten dava açılan babası, mahkeme­sinin son gününde, Sason’un göbe­ğinde vurulunca; babası hastaneden çıkar çıkmaz, geri dönememişler köylerine, bir daha vururlar da kur­tulamaz diye.

Göç edip geldikleri İstanbul’da, uzun yıllar konfeksiyon atölyelerin­de çalışmış kardeşleriyle birlikte, sonra SES Plak’ta, sonra da Mezopo­tamya Kültür Merkezi’nde… Zaten ne olduysa da, ondan sonra olmuş…

Mülkiye şimdi 6 aylık ikiz bebekle­riyle birlikte, işlemediği bir “suç”tan dolayı aldığı ceza sebebiyle, 19 Mayıs’ta cezaevine girmeyi bekli­yor. Kendinden vazgeçmiş artık, ço­cukluğundan beri yaşadığı adalet­sizliklerden biri daha onu bekliyor şimdi. Ama bebekleri için hayal bile edemiyor.

6 aylık Özgür ve Lorin’i cezaevi­ne yollamakta karar kılmış devle­tin adaleti. Bu iki bebek henüz ko­nuşmayı bile öğrenemeden, şimdi cezaevinin dört duvarıyla, demir parmaklıklarıyla, bezlerine kadar aranmalarıyla, gardiyanlarıyla, “gö­rüş bitti” çığlıklarıyla tanışmaya ha­zırlanıyorlar.

Özgür ve Lorin’in ilk adımlarını “dışarıda” değil, anneleriyle birlikte bir havalandırma esnasında “volta atarken” atmalarına sebep olan­larsa, “hak, hukuk, adalet”ten dem vurmaya devam ediyorlar…

Merhaba. Sizi 6 aylık be­beklerinizle birlikte cezaevi­ne girmek zorunda bırakan “yargılama” süreci nasıl baş­ladı? Kısaca bahsedebilir mi­siniz?

Bir gün, bir müşteri elinde yüklü bir kitap listesiyle MKM’ye geldi ve listedeki kitapları almak istediğini söyledi. Gelen kişi, bir yıl öncesinden de gelen biriydi, onu hatırlamıştım. Gelen kişi, çok fazla sayıda kitap istiyordu, ben de bu kitapları bulabileceği­mi, ama kitapların hepsinin mev­cut olmadığını söyleyerek sipariş veren kişinin telefon numarasını aldım. Kitap listesini tamamladı­ğımda, kendisine haber verece­ğimi söyledim. O tekrar gelme­den önce, kitapların siparişinin tamamlanıp tamamlanmadığına dair bir iki defa telefon görüşme­miz oldu. Tabi bu görüşmelerin hepsinin dinlendiğinden de daha sonra haberimiz oldu.

Siparişi veren kişi bir hafta sonra tekrar geldi, kitapları aldı, ben de faturasını kestim ve o kişi gitti. Aynı gün yemek için MKM’den çıktığımda gözaltına alındım. Ne için olduğunu sor­duğumda, emniyete gittiğimde öğreneceğimi söyleyerek geçiş­tirdiler.

Mezopotamya Kültür Merkezi:

Kürtçe ismi Navenda Çan­da Mezopotamya olan Me­zopotamya Kültür Merkezi, ilk merkezini 1991 yılında İstanbul’da kurmuş bir kül­tür merkezidir. Müzik, tiyat­ro, sinema, dans gibi alanlar­da faaliyet yürütmekte olan kültür merkezinde ayrıca Kürtçe dersleri de verilmek­tedir. Uzun yıllardan bu yana çalışmalarına devam etmek­te olan MKM, Agire Jiyan ve Koma Çiya gibi müzik grup­larının kurulmasına zemin sağlamış; ayrıca Güneşe Yol­culuk ve Bahoz gibi sinema filmlerinin çekilmesine de katkıda bulunmuştur.

MKM, bugün 14 farklı ilde çalışmalar yürütmeye devam yürütmeye devam etmektedir.

Peki, emniyete gittiğinizde hangi suçlama iddiasıyla gö­zaltına alındığınızı öğrenebil­diniz mi?

Tabi ki hayır. Emniyete götü­rüldüğümde, yaklaşık dört gün gözaltında kaldım, hakkımda ek gözaltı süresi istediler. Gö­zaltı süresince ne ile suçlandığı­ma, neden gözaltına alındığıma dair hiçbir açıklama yapmadılar. Bu süre içerisinde “Sen kimsin, nerenin sorumlususun, kimden talimat alıyorsun” şeklinde it­hamlarla beni konuşturmaya ça­lıştılar. Sorularına cevap verme­yeceğimi söyledikten sonra ise, ısrarlı bir şekilde “sohbet” adı al­tında benimle konuşmaya çalış­tılar. Hakkımdaki dosyada gizlilik kararı olduğundan, avukatıma da bilgi vermediler.

Beni gözaltı esnasında sağ­lık muayenesine götürürlerken, koridorda, kitap sattığım kişiyi gördüm. Onun da elleri kelepçe­liydi. O anda, onun neden gözal­tına alındığını düşündüm. Ondan sonra, o kişiye sattığım kitapları düşündüm. Ama sattığım kitap­ların arasında tek bir illegal kitap bile yoktu; Choamsky, Foucault, Mesnevi, Elif Şafak, Şükrü Erbaş gibi yazarların kitaplarını satmış­tım.

Gözaltında tutulduğum dör­düncü günün sonunda, benim “örgüt üyesi”ne yardım ettiğimi, o yüzden gözaltında olduğumu söylediler. Önüme bir tutanak uzattılar ve imzalamamı söyle­diler. Tutanağa bir göz gezdirdi­ğimde, hakkımda yazılı bir sürü asılsız iddia olduğunu gördüm ve imzalamayı reddettim.

Serbest bırakıldıktan sonra neler yaşadığınız? Yaptığınızı iddia ettikleri bir “suç” neti­cesinde başlayan bu yargıla­ma süreci nasıl devam etti?

Aslında, ben gözaltından bı­rakıldıktan yaklaşık iki ay sonra tam olarak neyle “suçlandığımı” öğrendim. Hakkımda hazırlanan iddianameyi okuduğumda, aslın­da bunu nasıl “kurguladıklarını” gördüm. MKM’den tiyatro ile il­gilenen bir arkadaşımla yaptığım bir konuşmayı bile, iddianame­de “delil” olarak kullanmışlardı. Kitap sattığım kişi ile yaptığım konuşmalar da, aynı tutanakta yer alıyordu. Tutanaktaki ko­nuşmalarda, kitap alacak kişi müşteri olduğundan dolayı gö­rüşmelerimiz de siz-biz şeklinde geçiyordu. Fakat polisler bana yapılan konuşmadaki siz-biz hi­taplarının, karşıdaki görüşmeci­nin “çoğul” olduğunu ve benim birilerinden talimat alarak bu işi gerçekleştirdiğimi iddia etti­ler. Yani aslında bu da Türkçenin azizliği, nereye çekersen oraya gidiyor maalesef.

Bu süreçte tek bir somut delil olmamasına rağmen, türlü suç­lamalara maruz kaldım. Ama mahkeme heyeti kanıttan ziya­de, dosyaya ilişkin kanaat ge­tirdi. Dedi ki “Sen Batman’lısın, kökenin şu, Kürtsün, muhalifsin, muhalif bir kurumda çalışıyor­sun. Yani aslında sen potansi­yel bir suçlusun, potansiyel bir ‘terörist’sin”. Bana dediler ki sen şunu da yapmış olabilirsin, bunu da… Bundan dolayı cezalısın de­diler. Yani somut delil yok, kanıt yok; mahkeme kanıtlar üzerin­den değil, olabilirlikler üzerinden kanaat getirdi.

Bu dava ne kadar sürdü, yargılanmanız ne zaman so­nuçlandı? Hakkınızda veri­len cezayı öğrendikten son­ra, bunu nasıl karşıladınız? Böyle bir ceza alacağınızı hiç tahmin etmiş miydiniz?

Gözaltına alındığım tarih 16 Kasım 2011’den sonra, Temmuz 2013’te mahkeme bana ceza verdi ve 2 yıl 1 aylık cezam ke­sinleşti. Cezam kesinleştiğinde, avukatımın şaka yaptığını zan­nettim. Bu süre boyunca avuka­tım da böyle bir sonucu asla tah­min etmiyordu, hatta ben son karar duruşmasına bile katılma­mıştım. O da çok şaşırdığını ama böyle bir cezaya çarptırıldığımı söyledi. Bir taraftan da, görüyo­ruz, olmayan suçlarla yargılanan bir sürü insan, cezaevlerine atılı­yor, tutsak ediliyor.

Bir süre sonra cezanın bozul­ması umuduyla, kararı temyize göndermeye karar verdik. Tabi bu süreçte ben hayatıma devam ettim. Gözaltına alındığım tari­hin bir gün sonrasında nikâhım vardı. Ama tabi ben dört gün boyunca gözaltında tutulduğum için, nikahı gerçekleştirememiş­tik. Mahkeme sürerken de ben hayatıma normal bir şekilde de­vam ettim. Evlendim, hamile kaldım. Bir sıkıntı yaşayacağımı düşünmediğimden, yaşamımda hiçbir şeyi ertelemedim. Bu sı­rada cezam Yargıtay’a gitti, ben cezanın bozulacağı konusunda yüzde yüz emin iken, cezam onandı. Ben beş aylık hamile iken, cezamın onandığını öğren­dim.

Kitap satarak “yardım ve yataklık” ettiğiniz iddia edi­len kişinin davası nasıl so­nuçlandı peki?

Kitap sattığım kişi, “üyelik” ten 6 yıl 4 ay ceza almıştı. Ar­dından onun dosyası da temyi­ze gitti. Yargıtay, “Bu kişi örgüt üyesi değildir, kaçakçıdır. Ve yal­nızca yardım etmiştir. “ diyerek cezasını “yardım ve yataklık” suçlamasına düşürdü. Benim ce­zamsa “örgüt üyesi” olarak yar­gılanan bir kişiye yardım etmek iddiasıyla, “yardım ve yataklık” olarak bırakıldı. Yani sonuçta benim dosyam, “yardım yatak­lık eden kişiye yardım yataklık” pozisyonuna geldi. Türk Ceza Kanunu’nda böyle bir suça denk düşen hiçbir madde yok, anaya­sada bu suçu ifade eden hiçbir tanımlama yok. Onun dosyası bozuluyor, benim dosyam ona­nıyor. O kadar absürt bir durum yani.

Cezanız onaylandıktan sonra ne düşündünüz? Ne­ticede yargılamanız devam ettiği sürede evlendiniz, iki çocuğunuz oldu…

Ben beş aylık hamileyken ce­zam onandı. İkiz bebeklerimin normal doğumunu beklerken, stresten kaynaklı düşük riski ta­şıyordum. Bu süreçte avukatımı­za danıştık, ne yapabiliriz diye. O da savcıya gidip erteleme ta­lep etmemizi söyledi. Savcının normalde iki yıla kadar erteleme yetkisi var. Ama ben beş aylık hamileyken, savcı doğuma ka­dar olan süre ve doğumdan son­ra altı aylık bir süre için ertele­me verdi. Yani cezayı toplamda bir sene erteledi. Bunun ardın­dan ben erken doğum yaptım ve sekizinci ayda bebeklerimi dünyaya getirdim. Yaşadığım yo­ğun stres sebebiyle, çocuklarım prematüre doğdu. Çocuklarımı da yaklaşık bir ay emzirebildim, sonrasında sütüm kesildi.

Şimdi 19 Mayıs tarihi, yani cezaevine gireceğim tarih yak­laşıyor. Bu süre içerisinde eğer bir mucize olmazsa, 19 Mayıs’ta bebeklerimle birlikte cezaevine gireceğim. Çocukları hem birbi­rinden hem de kendimden ayı­ramam. Bu süreçte görüştüğüm doktorlar, cezaevi koşullarının bebeklerim için çok riskli oldu­ğunu, ama bebeklerimin bu süre içerisinde benden ayrı kalmala­rının da en az o kadar riskli ol­duğunu söylediler. Çünkü bu, psikolojik gelişimleri açısından çok önemli. Bebeklerin dördün­cü ayda annelerini kaybetme korkuları başlıyormuş ve eğer ben şimdi cezaevine girerek on­lardan 1.5 yıl boyunca ayrı kalır­sam, bu her iki çocuğum için de geri dönülemez sonuçlar yarata­bilir. Uzun bir tartışma-düşünme sürecinden sonra, eşimle birlik­te aldığımız karar bu oldu, bana çocuklarla birlikte cezaevi yolu göründü.

Ama bu gerçekleşmesin diye yoğun bir çaba gösteriyoruz. Kapı kapı avukat geziyoruz. Be­beklerimizi geçen ay alıp, savcı­nın yanına gittik. Belki bebekleri görünce vicdanı sızlar, insafa ge­lir diye düşündük. Ama hiç öyle olmadı, gayet rahat bir şekilde “Bir şey olmaz, bir şekilde bü­yürler” dedi, geçiştirdi.

Şimdi neler düşünüyorsu­nuz? Bu adaletsizliğe karşı yapabileceğiniz bir şeyler var mı?

Cumhurbaşkanın af yetkisi var aslında. Avukatımız aracılığıyla bu yönlü çabalarımız var ama bu yol neredeyse imkansız. Çünkü cezaevinde ölüm sınırında olan hasta tutsaklar bile yoğun bü­rokratik engeller nedeniyle çok zor durumda. Yani cumhurbaş­kanı durumu öğreniyor ve mü­dahale ediyor gibi düşünmek yanlış. Kamuoyu baskısı şart.

Adalet Bakanlığı’nın davayı iade etme yetkisi var. Bu ihti­mal üzerinden de girişimlerimiz var. Ben eğer adi bir suçtan do­layı 2 sene 1 ay ceza alsaydım hiçbir şekilde cezaevinin yüzünü görmeyecektim. Ama ben siyasi anlamda bir tarafta olduğum için ve dosyamda “terör” geçtiği için, aslında her şey en baştan beri belli. Zaten benim cezam 2 yıl 1 ay değil de yalnızca 2 yıl olsay­dı, cezamın ertelenmesi müm­kün olacaktı. O 1 aylık cezayı da zaten özellikle veriyorlar diye düşünüyorum. 1 ay, benim 1.5 yıl cezaevinde yatmama sebep olacak.

Şimdi internet üzerinden “Öz­gür ve Lorin Cezaevinde Büyü­mesin” sloganıyla başlattığımız bir imza kampanyası var, yak­laşık 38 bin imza toplandı. Belki şimdi o imzalarla birlikte Ada­let Bakanlığı’na gideriz. 6 ay-1 yıl daha erteleme talep ederiz.

Onun dışında, tabi ki kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz. Bel­ki benim durumumda bir şeyler değişir de, bir gün aynı sıkıntıyı yaşayacaklara emsal olur diye düşünüyoruz. İmza kampanya­sından sonra, çok farklı kesim­lerden insanlar benimle iletişi­me geçti. Tam insanlığa karşı umudum kırılmışken, gelen des­tekler, dayanışmalar beni çok mutlu etti. İstanbul’un birçok yerinden, hatta Amerika’dan ve Hollanda’dan beni arayanlar, si­zin için neler yapabilirim diye so­ranlar oldu. Bu dayanışma, bizi çok mutlu ediyor.

2 Yıl 1 Ay Ceza Ne Demektir?

Türk Ceza Kanunu’na göre, ertelemenin mümkün ola­bilmesi “Hükmolunan hapis cezasının iki yıl veya daha az süreli olması” gerekmektedir. Verilen cezanın ertelenmesi, ancak bu koşullarda müm­kündür. Aksi takdirde, Mül­kiye Demir Kılınç’ın yaşadığı örnekte de görüldüğü gibi, ceza 2 yılı 1 ay bile geçse, ce­zaya ilişkin bir erteleme söz konusu değildir.

Sizin yaşadığınız duruma benzer, daha önce yaşanmış herhangi bir örnek var mı? Eğer varsa, o örneklerde hu­kuki süreç nasıl işlemiş, bu konuda bir bilginiz var mı?

Bu duruma benzer bir durum daha önce yaşanmış mı acaba diye ben de eşim de çok uzun bir araştırma yaptık. Birini bulduk, Gazal Dülek, 10 aylık bebeği Şi­nar ile birlikte girmiş cezaevine. O bir röportaj vermişti, okuduk­tan sonra dehşete kapılmıştım. Şinar’ın annesi röportajda, ceza­evine mama almadıklarını, çocuk için en fazla paket süt verdikleri­ni anlatıyor. Neyse ki Gazal o sü­rece kadar, bebeği 10 aylık olana kadar, anne sütü verebilmiş de, o biraz korumuş Şinar’ı. Çocuk ateşlendikçe, gardiyanlar gö­türmüş doktora, annesinin eşlik etmesine izin vermemişler. Buna benzer o kadar çok olumsuz ör­nekler yaşamış ki…

Ben de şimdi düşünüyorum, cezaevine girdikten sonra beşik verirler mi, mama verirler mi… Çünkü benim çocuklarım zaten anne sütü de alamadı. Dolayı­sıyla beslenmeleri, alacakları ek gıdalar çok önemli. Artık çocuk­lara kıyafet alırken bile “şunu alsam kalın olur mu, cezaevinin soğuğundan korur mu” diye dü­şünüyorum. Kafam artık buna çalışmaya başladı. Bir taraftan hazırlanmaya çalışıyorum, bir taraftan da hayal bile edemiyo­rum.

Bu durumu ileride onlara na­sıl anlatacağım, bilmiyorum. İlk adımlarını orada atacaklar… Hat­ta atabilecekler mi, bilmiyorum. Görüştüğüm doktorlar dedi ki; bu durum onların gelişmeleri­ni de olumsuz etkiler, yani geç yürürler, geç konuşurlar. Zaten sütüm kesilince bir kez etkilen­diler ve şimdi cezaevinde daha da etkilenecekler.

Şu anda görünen o ki, dev­letin adaleti sizlere, altı ay­lık ikiz bebeklerinizle birlikte cezaevine girmekten başka bir yol bırakmıyor. Böyle bir olası tutsaklıktan sonra, siz­ce çocuklarınızın yaşamları bu durumdan nasıl etkilene­cek? Büyüdüklerinde, 6 ay­lıkken cezaevine kapatıldık­larını öğrendiklerinde, sizce neler düşünecekler?

Ben ileride bu durumu onlara anlatırım ama onlar bu devlete, bu yargı sistemine nasıl bakar­lar, hiç bilemiyorum… Ben, Kürt olmam sebebiyle, ailemle birlik­te çok uzun yıllar boyunca türlü sıkıntılar yaşasam da, hiçbir za­man bir Türk hakkında olumsuz bir şey düşünmedim. Hatta eşim Adanalı bir Türk. Kimliğinden ötürü kimseyi yargılamadım. Ama şimdi, biz bebeklerimle bir­likte cezaevine girdiğimizde ve onlar yaşadıkları bu adaletsizliği yıllar sonra öğrendiklerinde, öf­kelenecekler.

Tamam, ben artık yapmadığım bir şeyi kabul ettim, ama bu iki bebek ne olacak? Bu bebekler, cezaevinden devlete düşman olarak çıkacak. Öfkelenecekler. Ben bunun önüne geçemem. Bu adalet sistemi de, devlet de aslında kendi elleriyle kendine düşman yaratıyor.

Ben artık kendi suçsuzluğum­dan, haksız yere cezaevine gire­cek olmamdan geçtim. Ama şu iki bebeğin cezaevine girmesi­ne karşı yapılacak şeyler olma­lı. Birileri isterse, tek bir gecede bir sürü yasa değiştirebiliyorlar. Ama bu iki bebek için neler yapı­labilir bilmiyorum… Eğer bebek­ler olmasaydı, ben ağzımı açıp tek kelime etmezdim. Ben zaten bir sürü insanın haksız yere ce­zaevinde olduğunu düşünen biri­yim. Ama şu an, şu bebekler için haksızlık bu…

Benim artık bu devletin ada­letine de, yargısına da, hukuku­na da güvenim kalmadı. Hiçbir yargı sistemi, hiçbir ideoloji iki tane bebeği dört duvar arasına kapatamaz. Gerekçesi ne olursa olsun. Diyelim ki ben gerçekten o kitapları sattım, örgüte yardım ettim. Bunun cezası bu mu ol­malı? İki bebeğin cezaevine ka­patılması mı olmalı?

Eğer bir yolu bulunmazsa, 19 Mayıs’ta ikiz bebekleriniz­le birlikte cezaevine girmek zorunda bırakılırsanız, son­rası için ne düşünüyorsunuz? Bebeklerinizle birlikte yaşa­mak zorunda bırakıldığınız tutsaklığın ardından ne plan­lıyorsunuz?

Şimdi sistem bana şunu söy­lüyor, kitap okuma, kitap satma, düşünme, sorgulama… Karşınız­daki sistem o kadar sert ki; be­ton, esnemez; beton, oynamaz… İşte bu sistemin savunucuları da en az o kadar sert. Çocukların cezaevinde büyüyeceğini söyle­yen savcı kadar sert. Şimdi bu durumda kimden nasıl bir hesap soracağız… Cezaevinde çocuk­ların başına bir şey gelse, has­talansa, havale geçirse, zama­nında yetiştirilemese… Bunun hesabını kim verecek? Kimi kime şikâyet edeceksin?

Cezaevinden çıktıktan son­ra muhtemelen yine muhalif bir kurumda çalışmaya devam ede­ceğim. Kendi yaşadığım adalet­sizliğe ve adaletsizliklere karşı sessiz kalıp, sinmeyeceğim. Bu durumu çocuklara anlatmaya çalışacağım…

Yıllar önce bir kaset yüzünden evimiz basılmış, sürgün edilmişi­miz, köyümüze geri dönememi­şiz… Şimdi ben bir kitap yüzün­den ceza alıyorum… Böyle şeyler yaşarken, iki bebeğin cezaevinin dört duvarı arasına hapsedilece­ğini bilirken, geleceğe ne kadar umutla bakabilirim ki?

Röportaj: Merve Arkun

[email protected]

]]>
Anarşist Kadınlarla Röportaj: “Hayatlarımız Çalınmadan Hayallerimiz Buluşmalı” https://kadinlarsokakta.org/2012/06/26/anarsist-kadinlarla-roportaj-hayatlarimiz-calinmadan-hayallerimiz-bulusmali/ https://kadinlarsokakta.org/2012/06/26/anarsist-kadinlarla-roportaj-hayatlarimiz-calinmadan-hayallerimiz-bulusmali/#respond Tue, 26 Jun 2012 09:23:00 +0000 http://kadinlarsokakta.org/?p=2543 Aylık Anarşist Meydan Gazetesi, sokakları kara mora boyayan Anarşist Kadınlarla mücadeleleri üzerine bir röportaj gerçekleştirdi.

Saliha GündüzÖncelikle merhaba. Anarşist kadınlara aynı gibi görünen farklı iki türlü soracağım, iki türlü de cevabını merak ediyorum. Öncelikle bir kadın olarak neden bir kadın mücadelesi yaratma gereği hissetiniz ve bu mücadeleyi neden anarşist sıfatıyla bezediniz?

Canan: Bizler öncelikle kadınız. Ve kadın olmanın zorluklarını küçük yaşlardan itibaren yaşamaya başladık. Ellerimize verilen oyuncaklarla, okul süreci boyunca, iş hayatında, sokakta her daim susturulmak istenen ve ezilen biz kadınlar olduk. Ve bu sorunları sadece bir iki kadın yaşamıyor, yaşadığımız coğrafyadaki bütün kadınlar sadece kadın olduğu için birçok farklı alanda eziliyorlar. Bizler bunun farkındalığını yaşayan kadınlar olarak bir araya geldik, bizleri baskılayan iktidara ve erkek egemen kültüre karşı bir kadın çalışması örgütledik. Ama sizin de sorduğunuz gibi bu kadın çalışmasını aynı zamanda anarşist sıfatıyla bezedik. Çünkü bizler kadının özgürleşmesinin anarşizm ile mümkün olduğunu düşünüyoruz.

Saliha GündüzBu kısmı biraz daha açar mısın?

Çiğdem: Kadının yaşadığımız toplumda ezilmesi yalnızca erkek ile kadının eşit olmaması sorunuyla alakalı değil, iktidarın varoluşuyla alakalıdır. Her daim iktidarı elinde bulunduran erkek, ne koşulda olursa olsun bunu kadına karşı kullanmıştır. Bu yalnız erkeğin biçimsel iktidarı değildir, erkeğin yaşadığımız toplumdaki ona biçilmiş rollerinin getirisi olarak ortaya çıkar. Kadının ezilmesi toplumsal cinsiyet rollerinin bir görünüşüdür ve iktidar da bu şekilde kendini kadının üstünde gösterir.

Saliha GündüzBiçimsel iktidar tam olarak neye denk düşüyor, biraz anlatabilir misiniz?

Canan: Erkeğin iktidarı sadece biyolojik olarak erkek olması ile alakalı değil aslında. Çünkü erkeğin iktidarını yaratan şey, toplumun içerisinde ona biçilen erkeklik algısıyla gelişiyor. İktidarı elinde bulunduran bir kadın olabilir ve bu iktidarı bir başkası üstünde kullanabilir. Bu şekilde kadın erkeğin iktidarını ele geçirerek erkekleşir. Yani diyebilirim ki eğer ortada bir kadın mücadelesi var ise bu iktidara karşı olmalıdır ve yalnızca erkeği değil tüm iktidarı sorgulamalıdır. Biz sadece ataerkiye değil tüm hiyerarşi biçimlerine karşıyız. Emir vermekten haz duyan kadın en az yönetme arzusuyla tutuşan erkek kadar bizim düşmanımızdır. Derdimiz erkek ve kadın eşitlensin, ya da kadın kurtulsun bu ezilmişlikten gibi kısıtlı bir mücadele değil. Biz kurtulmak değil, özgürleşmek istiyoruz. Bunun için de hayatlarımızdaki tüm iktidar biçimlerini yıkmak ve yerine özgür bir yaşamı yaratmak gerektiğini söylüyoruz. Kadın mücadelemizi anarşist sıfatıyla bezememizin en önemli nedeni bu.

Saliha GündüzSorumun ikinci kısmını sorayım. Peki bir anarşist olarak kadın mücadelesi vermeyi niçin gerekli gördünüz?

Çiğdem: Reflekslere kadar inmiş olan ataerkilliğin toplumda dönüşmesi o kadar kolay değil. Bir devrim mücadelesi içerisinde, ataerkilliğin bir anda yok olacağına inanmıyoruz. Çünkü hiçbir iktidar “erkeklik” kadar kılcallaşmış bir şekilde hayatlara böyle kolayca sızmaz. İktidarın tüm bir yaşamı boyunca reflekslere kadar inmiş biçimidir aslında erkeklik. Bu durumu yıldan yıla kanıksayan kadınlar için iktidarsız bir algının yaratılması için kadınların tahakküme karşı duyarlılığını arttırmak gerekir. Bu alanın kadınlar tarafından ayrıca örgütlenmesi yaşamsal bir gerekliliktir bu yüzden. Bizler de buradan yola çıkarak kadın kadına, kadınlardan doğan ve onların aracı olduğu bir dönüşümü yaratma peşine düştük. Bu bizim ihtiyacımız olan şey.

Canan: Biz anarşist kadınlar örgütlenmesini, hareketin başlangıcından itibaren, içinde kadınların hareket ettiği ama sadece kadınlara ilişkin söz söyleyemeyen bir şekilde tanımladık. Toplumsal olan her şeye dair söz söylüyor ve eyliyoruz.

Saliha GündüzAnarşist olmanızın ataerkil sorunları cevaplamanızda size ne gibi bir katkısı var?

Canan: Anarşist olmak yalnızca soruların cevabını aramaz, aynı zamanda pratiğini bugünden deneyimlemek için devrimi şimdi şu anda başlatır. Yani esasında düşündüklerimizi eylemeye yönelik enerjimizi anarşizmden alıyoruz. Çünkü ataerkil baskının altında ezilen kadının sorunlarının çözülmesi ancak düşünsel ve fiziksel örgütlenmesinin kadınlar tarafından yapıldığı deneyimlerin çoğaltılmasıyla aşılabilir. Anarşist olmamızın bu deneyime katkısı büyük.

Saliha GündüzYani siz düşünüyor siz eyliyorsunuz. Peki bugüne kadar neler düşlediniz, neler eylediniz?

Çiğdem: Öncelikle örgütlü bir kadın mücadelesi her anlamda bizi güçlü kılıyor. Bu güç paylaşma ve dayanışmanın ve yan yana durabilmenin gücü. Kadına yönelik şiddet, toplumsal şiddet, tecavüz, taciz konularında birçok açıklamamız ve sokak eylemlerimiz oldu. İstanbul’un çeşitli semtlerinde kadınların farkındalığını arttırmak adına çok sayıda bildiri dağıttık. Kamusal alanlarda birçok teatral eylem yaptık. Dilinde şiddet barındıranlara karşı sokağa çıktık, anında sözümüzü söyledik. Ayrıca kadınların toplumsal meseleler üzerindeki farkındalıklarını yaratacak konular hakkında toplantılar düzenledik. Bu toplantıların her birinin sonrasında düşündüklerimizi ve eylediklerimizi dökümanlaştırdık, Fevkelade Tehlikeli Fanzin’i çıkardık. Toplumda şiddetin ve militarizmin insan hayatına doğduğu andan itibaren girdiğini vurgulamak gayretinde olan bizler yıllardır kendi coğrafyamızda sürmekte olan savaşın ve militarizmin karşısında vicdani retçi kadınlar olarak bir araya geldik. Devletin Kürt kadınlarına yönelik sürdürdüğü savaşın sona ermesi noktasında bir adım olarak gördüğümüz vicdani ret mücadelesi ile birlikte arkadaşlarımızla olan dayanışmamızı yükselttik. Diyarbakır’dan İstanbul’a savaş karşıtı yürüyüşlerde bir araya geldik. Biz sokakları mümkün olduğu kadar eylem alanlarına çevirmeyi istedik. “Kadınlar Sokakta” adıyla yürüttüğümüz kampanyanın en temel amacı da bu. Kadınları evlerinden, fabrikalarından çıkartıp, sokaklara çağırmak.

Canan: Kadına yönelik sömürüye karşı direnen kadınlarla dayanışma adına orada olmaya çalıştık hep. Mahkeme saraylarında, fabrika önlerinde, cezaevi kapılarında, mağaza önlerinde, meydanlarda elimizin uzandığı her yerde olmaya çalıştık. Olacağız da.

Saliha GündüzAnarşist kadınların birçok farklı kadın sorunsalını gündem ettiğini gördüm. Fakat, gündemleştirdiğiniz bir çok konuda kapitalizm vurgusunun yükseltildiği dikkatimi çekti. Anarşist kadınların kapitalizmle alıp veremediği ne?

Çiğdem: İktidar ve kapitalizm denklemi içerisinde kadın hem ekonomik hem de sosyal olarak sömürülmekte. Bu yüzden bütünlüklü gördüğümüz mücadelemizde bu ikisinin birbirinden ayrılamayacağını düşünüyoruz. Bu sebeple anti kapitalist olmayan bir kadın mücadelesi bireysel farkındalıkların ötesine geçemez, kadınların yaşadığı sorunlara bütünlüklü bir cevap olamaz diyoruz. Kapitalizm bir sömürü sistemidir, bu sömürü sisteminde de en çok ezilen zaten kadınlardır.

Saliha GündüzEn çok sömürülen kadınlardır derken, ne demek istiyorsunuz?

Çiğdem: Şöyle düşünün, bir erkek de işyerine gidip çalışıyor, patrondan azar işitiyor elbet. Ancak kadın emeğini satarken bedensel olarak sömürülmekle birlikte aynı zamanda psikolojik olarak da sömürülüyor. Daha farklı hakaretlere ve uygulamalara maruz kalıyor. Çalıştığı her yerde birer cinsel obje olarak algılanıyor. Tüm bunların yanında emeği dahi erkeklerinkin den çok daha değersiz. Bazen bu düşük ücret, bazen ise görünmeyen emek olarak çıkıyor karşımıza. İşyerinde erkekle eşit derecede ezilse de eve geldiğinde aynı zamanda ev işi yapmak zorunda kalan kadın, patronundan yediği azarın üstüne bir de eve gelen kocasından evi toplamadığı, kötü yemek yaptığı için azar işitiyor. Aslında bu sarmal kadını çevreleyen bir sarmaşık gibi.

Saliha GündüzBugünlerde hükümet ve muhalefet tarafından bir kadın politikası yükseltiliyor. Siz kadına yönelik yapılan bu çalışmaları nasıl buluyorsunuz?

Canan: Devlet zaten şiddetin kendisidir, bunu birçok farklı mecrada afişe ettik. Hükümet ve muhalefet ise birbirleriyle danışıklı dövüş içerisine girmekteler. Kadını sadece bir oy potansiyeli olarak görmekte ve buna uygun çalışmalar yapmaktalar. Toplumdaki kadın muhalefeti ise kadın meselesini çoğu zaman taciz ve tecavüz vakaları üzerinden belirginleştirip, şiddeti sadece burada konumlandırıyor. Aslına bakarsan bu da hastalıklı bir yaklaşım. Halbuki şiddet yalnızca maddi değil, manevi olarak da yaşanıyor.

Çiğdem: Suçluyu devlet olarak gösterseler dahi bu sorunun çözüm yolunu devletin adalet saraylarında arayarak kısır bir döngünün içerisinde sıkışan bir kadın muhalefeti var. Mücadele sadece talepkar bir alana çekilmek isteniyor. 40 yıl ceza almış adam, çıkayım yine öldüreceğim o kadını diyor. Mahkeme saraylarında kadınlara yalnız olmadıklarını söylemek önemli. Ama “ağır cezalar” gibi talepleri dillendirerek bu talepler üzerinden kadın mücadelesini şekillendirmek oldukça sıkıntılı. Bu talepler asıl sorunu ve çözümü örtükleştiren bir anlayışı temsil ediyor.

Canan: Ayrıca hükümetin uygulamakta olduğu kadın sorunuyla mücadeleyi yükseltme manevrası da devletler arasında ki toplantılarda alınan bir karar. Mesela yakın zamanda yapılan Rio +20 zirvesi bu noktada hükümet için önemli bir dönüm noktası olmuştur. Burada alınan kararlar içerisinde kadın mücadelesinin içerisindeki STK’ların yükseltilmesi argümanı da çok dikkat çekici. Mesele sadece AKP hükümetinin uygulamaları değil, küresel manada ortaya çıkan bir algının ürünü birçok gelişme. Buradan da anlıyoruz ki kapitalizm kadını fazlasıyla “önemsiyor”.

Saliha GündüzYaklaşık 5 yıllık bir mücadelenizin olduğundan bahsettiniz. Birçok farklı süreç örgütlemişsiniz. Peki anarşist kadınlar nasıl işliyor?

Çiğdem: Bizler anarşist kadınlar olarak kurduğumuz ilişkilerde iktidarı, mülkiyeti, hiyerarşiyi ilk önce tanımaya çalışarak ardından yok etmek ve yeni bir yaşamı örgütlemek amacıyla yol alıyoruz. Paylaşma ve dayanışmayı önemsiyor ve bunu tüm ilişki ağlarımız içerisinde gerçekleştiriyoruz. Kolektif bir birliktelik yaratmak amacıyla gönüllü olarak bulunduğumuz, aynı zamanda da kolektif olarak kuruculuğunu yaptığımız 26A Sahaf’ta bunları pratiklediğimiz alanlardan biridir. Bizler kolektif birlikteliğimizi içerisinde her kadının bütün kararların ve işleyişin bir parçası olduğu ikna süreciyle işletiyoruz. Gönüllük temelinde zeminler yaratıyoruz. Gönüllüğün getirdiği yaratıcı ve yapıcı sorumluluk anlayışıyla bir aradayız.

Canan: Sözcükler bazen yaşananları anlatmada yetersizleşebiliyor. Gelip, görmek belki de içinde olmak gerekir. Deneyimlerimiz bizlere çok şey öğretti. Özellikle de kadın kadına bir şeyleri deneyimlemek kendimizi yeniden keşfetmemize olanak sağladı. Gördük ki kadınlar iktidarsız alanları yaratmada pek de bir zorluk çekmiyor, işler daha kolay yürüyor.

Saliha GündüzSon olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Canan: Teşekkür ediyoruz. Ve kadınları mücadele etmeye ve örgütlenmeye çağırıyoruz.

Çiğdem: Aynı şekilde düşünmekle birlikte ben de çoğu kez pwordpressrtlarımızda kullandığımız bir sloganla bitireyim o zaman, “ Hayatlarımız çalınmadan, hayallerimiz buluşmalı”.

Saliha GündüzMeydan gazetesi olarak ben de çalışmalarınızda başarılar diliyorum ve yaşasın kadın dayanışması diyerek sizleri dayanışmayla selamlıyorum.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 6. sayısında yayımlanmıştır.

https://meydan.org/2017/04/10/anarsist-kadinlarla-roportaj-hayatlarimiz-calinmadan-hayallerimiz-bulusmali/
]]>
https://kadinlarsokakta.org/2012/06/26/anarsist-kadinlarla-roportaj-hayatlarimiz-calinmadan-hayallerimiz-bulusmali/feed/ 0
Kadınların el emeği göz nuru; Sahaf 26A https://kadinlarsokakta.org/2011/08/23/kadinlarin-el-emegi-goz-nuru-sahaf-26a/ Tue, 23 Aug 2011 09:14:04 +0000 http://kadinlarsokakta.org/a/?p=692 Anarşist Kadınların paylaşma ve dayanışmayı örmek amacıyla açmış oldukları ve Kadıköylü gençlerin buluşma noktası olmaya başlayan 26A Sahaf’ın Kadıköy gazetesindeki haberi aşağıdadır;

Kitap sahaflarının bir bir kapandığı şu günlerde, dostluk ve dayanışmayı kitaplarla örmeyi amaçlayan bir grup genç kadın, Caferağa’da 26A Sahaf’ı açtı.

Semra ÇELEBİ

Kadıköy Caferağa Mahallesi’nde hemen Caferağa Spor Salonu’nun yan sokağında çok yeni bir sahaf açıldı. Kırmızıya boyanmış demirleri, önündeki renk renk çiçekleri ve her geleni kapıda karşılayan köpeği Pati ile farklı bir sahaf görünümünde bu yer. Dış görünümü kadar iç işleyişi de sıra dışı. Taksim’de yıllardır faaliyette olan 26A Kafe’nin devamı niteliğinde olan 26A Sahaf, patron ve işçi ayrımının olmadığı, herkesin gönüllülük temelinde, yapabildiği ölçüde katkı sunduğu kolektif bir paylaşım ve dayanışma alanı.

-Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Çok genç görünüyorsunuz…
Adım Mine Selin Sayarı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyorum. 21 yaşındayım. Mersinliyim. Üniversite için İstanbul’a geldim ve yaşamımı Kadıköy’de sürdürüyorum.
Ben Merve Arkun. Ben de 21 yaşındayım. Ege Üniversitesi Sinema Televizyon bölümü öğrencisiyim ancak İstanbul Üniversitesi’ne yatay geçiş için başvurdum, bundan sonraki yaşamımı İstanbul’da sürdürmeyi planlıyorum.

İNİSİYATİF GENÇ KADINLARDA

-Kaç kişi bu sahafa emek harcadı? Kurulmasında rol aldı?
-Mine S.: Bu bir kolektif birliktelik. 26A Kolektifimizde yaklaşık 30 kişiyiz. Paylaşmak ve dayanışmak amacıyla böyle bir sahaf açmayı 30 kişi düşünmüşse, belki 50 kişinin de buranın açılmasında emeği vardır. Bu sahaf dükkânında her şeyi kendimiz yaptık. O yüzden harcanan emeğin değeri bizim için çok mühim. Burası harabeydi biz girdiğimizde. Uzun yıllar döşemeci olarak kullanılmış. Boş bir odaydı, tuvaleti yoktu, duvarları kötü durumdaydı. Hep birlikte boyadık, tuvalet yaptırdık, tezgâhını yaptık, kitaplıklarını kurduk, çiçeklerini ektik. Yani tam bir kolektif sahaf burası.
-Merve A.: Daha çok kadın arkadaşların inisiyatifi üstlendiği bir yer burası. Kadıköy’de bir buluşma noktası olsun istedik.

-Sahaflar birer birer kapanıyor. Sizse yeni bir sahaf açıyorsunuz, üstelik çok da gençsiniz. Neden kafe değil bar değil de sahaf?
-Mine S.: Bizim aslında amacımız kâr değil. Ticari amaçlı bir yer kurmadık. Amacımız, yaşadığımız toplumda giderek kaybolan paylaşma ve dayanışma duygularını tekrar yeşertebilmek ve bu ilişki biçimini geliştirmek. Sahaf ve kitaplar da insanlarla sohbet etmemizin, bu ilişki biçimini geliştirmemizin bir aracı olacak.
-Merve A.: Bilginin böylesine çok pazarlandığı bir dönemde, biz kitaplarımızı, bilgilerimizi paylaşmak istedik. Asıl amacımız bu kitapları satıp kâr elde etmek değil. İnsanlar gelsinler, burada okusunlar, tartışalım, konuşalım ve paylaşalım istiyoruz.

KİTAPLA DAYANIŞMA

-Tamamen eski kitaplar mı var 26A Sahaf’ta?
-Mine S.: Burada okunmuş kitaplar da var, neredeyse hiç okunmamış yeni kitaplarımız da var. Tabi bunun yanında çok eski baskıları da bulunuyor bazı kitapların. Bildiğimiz manada çok eski kitapların satıldığı bir sahaf değil burası. Kullanılmış kitapların bulunduğu bir sahaf diyelim. Bizimle dayanışma gösterenlerden, arkadaşlarımızdan, ailelerimizden topladığımız kitaplardan oluşuyor. Henüz saymadık ama sanırız 3 bin civarında kitap var şu anda.
-Merve A.: İnsanlar, bizimle dayanışmak ya da burayı kendi mekanı gibi kullanmak istiyorsa, kendiliğinden kitap getiriyor zaten… Buranın da daha çok böyle devam etmesini istiyoruz. İnsanlar gelsinler kitap alsınlar, kitap getirsinler… Bize kitap vermek isteyen Kadıköylüler buraya gelebilirler, ya da getirme şansları yoksa bizi aramaları yeterli, biz gelip alırız.
-Sahaf için Kadıköy’ü tercih etmenizin özel bir anlamı var mı?
-Mine S.: Bizim yaşam alanlarımız Kadıköy civarında. O yüzden Kadıköy’de açtık. Taksim’de de zaten 26A adlı bir kafemiz var. Böyle mekânları çoğaltabildiğimiz sürece, insan ilişkilerinin de değişeceğini, unutulan değerlerin hatırlanacağını düşünüyoruz. 26A kafe ve sahaf gibi yerlerin çoğalmasını istiyoruz.

-İsim nereden geliyor?
-Merve A.: Taksim’deki kafenin adı 26A. Biz bu sahafın da aynı proje dahilinde olduğunu düşünerek 26A adını verdik. Kafede patron-işçi ilişkisi yok, insanlar gönüllülük temelinde, yapabildikleri ölçüde dahil oluyorlar. Aynı ilişki tarzını bu sahafta da sürdürmek istediğimiz için, keza insanlar 26A ismine aşina oldukları içinde bu ismi verdik.

Siz de bu sahafı ziyaret etmek ya da kitap bağışlamak istiyorsanız;

Adres: 26A Sahaf, Caferağa Mah., Sakız Sok., No: 3/1
Tel: 0216 336 37 52

]]>
“Devlet bize dava açsın istiyoruz”Radikal gazetesi röpörtajı https://kadinlarsokakta.org/2011/07/22/devlet-bize-dava-acsin-istiyoruzradikal-gazetesi-roportaji/ Fri, 22 Jul 2011 05:03:13 +0000 http://kadinlarsokakta.org/a/?p=653 Anarşist kadınlar, 15 Mayıs Dünya Vicdani Retçiler Günü’nde Dolmabahçe’de vicdani retlerini Kürtçe, Gürcüce ve Türkçe yaptılar: “Ku derya jiyana me be girtin, dive xeyalen me were ba hev. Tsxovreba udovkargveli şevaxvedrot otsnebi. Hayatlarımız çalınmadan, hayallerimiz buluşmalı.”
Onların da vicdani retlerini açıklamasıyla Türkiye’deki kadın vicdani retçi sayısı 37’ye, toplam sayı ise 134’e çıktı.
Türkiye’de vicdani ret meselesi, askerliği ‘vicdanen reddeden’ ve takiben ‘asker kaçağı’ sayılan erkeklerle anılıyor aslında. Ama ilk kez bir kadının vicdani reddini açıkladığı 2004’ten beri, kadınlar da davanın bir parçası.
Mine Selin Sayarı, 21 yaşında, İstanbul Hukuk’ta öğrenci. Merve Arkun 21 yaşında, Ege Üniversitesi Sinema bölümünden mezun. Reyhan Arslan, 22 yaşında, Sakarya’da Alman dili okuyor. Canan Soylu, havaalanında çalışıyor, 26 yaşında. Canan, Kadıköy’de yeni açtıkları sahafa eskiciden buzdolabı bulmakla uğraşırken, Mine, Merve ve Reyhan’dan dinledik mücadelelerini.

Türkiye’de kadınlar askere gitmiyor. Peki kadınların vicdani reddi ne anlam ifade ediyor?
Merve: Mayısta vicdani retlerimizi açıklamadan önce biz de kendi aramızda çok tartıştık bunu. “Askere gitmiyoruz, kadın olduğumuz için aktif olarak savaşmıyoruz bu topraklarda. Peki neden vicdani reddimizi açıklıyoruz, ne işe yarayacak?” dedik. Biz, askere gitmesek de bu savaşın öznesiyiz. Babalarımız, kardeşlerimiz, sevgililerimiz, eşlerimiz askere alınırken de bire bir öznesiyiz. Savaşı durdurmak istediğimiz için devleti ve orduyu rahatsız edecek bir yöntem seçtik. Barış için bir adım olarak vicdani reddi öne sürdük.

Peki sadece ‘anne, sevgili, eş, çocuk’ olarak mı etkiliyor savaş kadınları?
Mine: Hayır. Yalnızca anne, eş olarak ikincil dereceden değil, birincil dereceden etkiliyor hayatımızı. Biz kadınlar, militarizmin hem görünen, hem de görünmeyen özneleriyiz. Görünen özneleriz, çünkü savaşa karşı varlığını etten kalkan haline getirmiş Kürt kadınlarının aslında nefes aldıkları her an vicdani ret açıkladıklarını görüyoruz. Diğer yandan savaşın görünmeyen özneleriyiz. Beden eğitimi derslerinde nizami olarak sıraya dizilirken, tek tip üniformalar giyerken, kadınlar da hep askeri düzene hazırlandı. Bize yıllarca öğretildiği gibi doğamız itibariyle ‘pasif’ ve ‘barışçıl’ olduğumuz için değil, politik birer özne olduğumuz için reddediyoruz.
Reyhan: Ben Artvin Borçkalı bir Gürcü kadınıyım. Anadilim Gürcüce, reddini ilk Gürcüce açıklayanım. Sınırın arkasında bizimle aynı dili konuşan insanlar var, ama askerler bütün gün kendi topraklarını bekliyorlar. İnsanları düşman eden devletlere ve onların militarist anlayışlarına karşı olduğum için vicdani retçiyim.
Mine: “Taraf değilim” demek, “savaşa hayır” demek değildir. Savaşı durdurmak istiyorsan reddetmek zorundasın.

İlk kez bir kadının vicdani reddini açıkladığı 2004’ten beri aktif olarak mücadelenin içinde kadınlar. Ama çoğu kişi varlıklarından bihaber. Neden?
Merve: Aslında vicdani ret meselesi genel olarak bilinmiyor, çünkü devlet bilinmesini istemiyor. Medya da buna göre tavır alıyor. Kadınları önemsizleştirmeye, görünülmezleştirmeye çalışmak da devletin bilinçli bir politikası.
Mine: Zaten şu an toplumsallaşmaya, sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Bizce en önemli mesele topluma bu bilinci yaymak.

Nedir toplumsallaşma çabası?
Mine: Savaşın öznesi olmasına rağmen bu konularda hiçbir fikri olmayan kişilere hitap etmemiz lazım. Yalnızca tanıdığımız arkadaşlarımıza değil, mahallede alışveriş yaptığımız bakkala, sokaktan geçen kadına, komşumuza, kısacası herkese değmeye çalışıyoruz. Biz vicdani ret meselesinin marjinalleşmesini değil toplumsallaşmasını istiyoruz. Öyle bir şey olsun ki bir ülkenin bütün kadın nüfusu reddedsin savaşı… 2009’da kurulan ‘Barış için Vicdani Ret Platformu’nun Türkiye’deki vicdani ret hareketinde yarattığı kırılma budur. Platform sayesinde vicdani ret hareketi, kısıtlı bir antiotoriter kesimin elinden çıkıp Kürtlerin, Müslümanların, sosyalistlerin ve anarşistlerin beraber hareket ettiği bir mücadele alanı oldu.

Vicdani ret ilan edildikten sonra nasıl devam ediyor mücadele?
Mine: Sadece reddetmek değil, mücadeleye aktif olarak devam etmek gerekli. Örneğin geçen yıl Diyarbakır’da, Mardin’de panel yaptık, savaşı bire bir yaşayanlarla konuştuk.
Merve: Şehit anneleri ve gerilla anneleri bir araya geldiler, oğlunu askerde kaybetmiş babalar mektup yazıp vicdani retlerini açıkladılar o kurultayda. Ceylan Önkol’un annesi de geldi kurultayımıza. Onun bizimle olması çok şey anlatır.

Kürt vicdani ret hareketiyle ilişkiniz nasıl?
Mine: Mücadele alanımız çok yakın olduğu için birlikte çalışıyoruz. 15 Mayıs’taki forumda onlar da vardı.

Dava açılıyor mu vicdani retçi kadınlara?
Merve: Kadın vicdani retçilere şu ana kadar dava açılmadı. Geçen yıl vicdani retçi İnan Süver’e destek veren bir basın açıklaması okuduğu için Ezgi Sarıtaş’a dava açılmıştı ama beraat etti.

‘Halkı askerlikten soğutmak’ suçlamasıyla Türk Ceza Kanunu’nun 318. maddesinden dava açılamaz mı?
Mine: Vicdanı olan herkesin bu savaşı, insan kanı dökmeyi reddetmesi gerektiğini söylüyoruz. Yani evet, halkı askerlikten soğutuyoruz. Eğer ‘Kan dursun’ demek suçsa bize dava açabilirler. Ama devlet şu anda bizi görmek, bizim varlığımızı kabul etmek istemiyor.
Merve: Dava açılmasından korkmuyoruz, çünkü bu devletin artık bizi görmezlikten gelememesi demek olacak.

Nasıl ilgilenmeye başladınız bu meseleyle?
Mine: Dayım 15 yıl askerden kaçtı, ama vicdani retçi falan değildi; bildiğin asker kaçağı. Mersin’deydik, hayal meyal hatırlıyorum, kuzenlerim dayımın asker kıyafetlerini giyip resim çekerlerdi. Dayım lise mezunu bile değildi. Tabii ki okumamış ve alt sınıf olduğu için çok daha ağır koşullarda yapacaktı askerliğini. Bu adam niye kaçıyor diye düşünürdüm. Sonunda deli raporu alındı. Çocuk yaştasın ama yapbozun parçaları yerine oturuyor zamanla. Okulda sıraya girmekten de çok rahatsız olurdum, ant okumaktan da. Zamanla bir sorgulama sürecine girdim ve birçok şeyin cevabını anarşizmde buldum.
Merve: Benim vicdani retçi olmaya karar verişim İnan Süver’le yakından ilişkili. (Vicdani retçi İnan Süver 5 Ağustos 2010’dan beri tutuklu. 2001’den beri askerlik yapmamakta direnen, bu nedenle defalarca ‘firar’ eden, yakalanan ve süreç içinde vicdani ret kavramıyla tanışıp, bu duruşu benimseyen bir isim olarak tanınıyor.) İnan’la o cezaevindeyken tanıştık, her hafta onu görmeye gidiyordum. Maruz kaldığı işkenceler, bize anlattıkları kırılma noktam oldu.
Reyhan: Ben ilk kez HES’lere karşı eyleme gittiğimde tanıştım anarşistlerle ve “Gerçekten böyle insanlar hâlâ var mı?” dedim. Kafe 26A’da kocaman bir masa vardı, 20 kişi aynı anda yemek hazırladık, herkes çok samimiydi. Kimsenin çıkar derdi yoktu.

Peki aileleriniz, yakınlarınız nasıl tepki verdi?
Mine: Kemalist bir aile benimkisi. Dedem sınav sonuçlarıma bakmak için Google’dan aratmış adımı, karşısına vicdani ret çıkmış. Aradı beni, ilk kez duymuş hayatında. “Kızım ben böyle bir şey gördüm, nedir bu sen misin?” dedi. Ben de açıkladım, terimlere hiç bulaşmadan.

Nasıl açıkladın?
Mine: “Doğduğumdan beri bir savaş var bu ülkede, ve bu savaşı ne iktidar bitirmek istiyor ne başka biri. Bunu bitirecek olan bizleriz, tek çarenin de bu savaşı reddetmek olduğunu düşünüyorum” dedim. Dedem de merak ediyor hani, “Kimin tarafında dur diyorsun?” diyor. Hep taraf olmak zorundayız ya. “Biz sadece savaşın karşısındayız” dedim. Hiçbir şey söylemedi. Bu bile çok önemli bir şeydi benim için, çünkü kafasında bir soru işareti bırakabildim.
Merve: Benim de annem ilk başta çok tepki gösterdi, “Bir şey yapma sakın, gitme oralara” dedi. Sonra anlatınca sanırım iyi bir şeylerden bahsettiğimi anladı.
Mine: Bütün aileler “Başına bir iş gelecek, seni alacaklar” diye korkuyor, bu şekilde sindiriliyor. Ama sen bir bireysen kendi hayatın hakkında karar verebilmelisin.

Fanzininizin adı ‘Fevkalade Tehlikeli Kadınlar.’ Nereden çıktı?
Mine: Hayatını anarşizm mücadelesine ve kadının özgürleşmesine adayan, ‘fevkalade tehlikeli bir kadın’ olan Emma Goldman’dan alıyor ismini. Anarşizm, işçilerin, kadınların, göçmenlerin ve LGBTT bireylerin, yani tüm ezilenlerin toplumsal mücadelelerini kapsıyor. Sistemin karşısındaki fevkalade tehlikeli kadınlarız çünkü ‘tüm ezilenlerin’ mücadelesini doğrudan veriyoruz. Sistemin bize dayattığı ne varsa bunu ortaya çıkarıyoruz, sonra buna karşı mücadele ediyoruz.

26A Sahaf “Taksim’de kapitalist yaşama alternatif üretmek için üç yıl önce açtığımız Kafe 26A’nın devamı bu sahaf. İşveren, patron ilişkisi yok. Gönüllü işleyecek, kâr amacı gütmeyecek. Ağırlıklı olarak kadınların inisiyatifinde olacak. Antikapitalist sürecin içinde tüketmemek varsa üretebilmek de vardır. Sahafımızdaki bardan kitaplıklara, fayansına kadar hepsini kendi ellerimizle yaptık, kendimiz boyadık. Su, elektrik tesisatı canımızı çıkardı, ama değdi. Herkes kendi kütüphanesinden bir şeyler getirdi: Foucault’dan ‘Cinselliğin Tarihi’, Butler’dan ‘Cinsiyet Belası’. Bookchin’den ‘Özgürlüğün Ekolojisi’. Kürtçe kitaplar da var, ilk Lazca roman ‘Daçxuri’ de. Kaos GL, Lambda’nın yayınları var. Çok fazla Birikim var!
26A’da Coca Cola satmıyoruz, kendi yaptığımız limonatalar, şerbetler, konserveleri paylaşıyoruz. Pazardan ezilmiş, çöpe atılacak domatesleri meyveleri topluyoruz; komposto, reçel yapıyoruz. Burada da öyle olsun istiyoruz. 1 Ağustos’ta açılıyor sahafımız, herkesi çaya, sohbete bekliyoruz.”
Adres: Sakız Sokak 3/1, Caferağa Spor Salonu’nun yanı, Kadıköy, 0216 336 37 52

Savaşı reddeden kadınlar
Orduya katılmanın kadınlar için zorunlu kılındığı nadir durumlar dışında ‘kadın vicdani retçiler’ tarihte pek yok. İngiliz kadınları ilk kez 2. Dünya Savaşı sırasında askere çağrıldı. Yaklaşık bin kadın vicdani reddini ilan etti, ama savaşın sonunda vicdani retçi kadınların yarısı dava edilmiş, çoğu da cezaevine yollanmıştı. Ünlü İsveçli yazar Barbro Alving, 1956’da ‘sivil savunma eğitimi’ne katılmayı reddedince bir ay cezaevinde yattı. Joan Baez, Vietnam Savaşı’nı protesto etmek için 1964’ten itibaren on yıl boyunca gelir vergisinin büyük bir kısmını ödemeyi reddetti. 1980’lerde ise nükleer silah ve savaş karşıtı kadınlar, İngiltere ve ABD’de ‘kadın barış kampları’ kurdular. 1983’te yaklaşık 70 bin kadın İngiltere’deki Greenham Kampı’nda bir araya geldi.

Hukukta vicdani ret
* Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’yi vicdani ret gerekçesiyle ilk kez askerlik yapmayı reddettiği için hapis cezasına çarptırılan Osman Murat Ülke’nin başvurusu üzerine 2006 yılında mahkum etti. Bu yıl ise AİHM’nin zorunlu askerlik hizmetine karşı vicdani ret hakkını kesin olarak teyid etmesiyle uluslararası insan hakları örgütleri Türkiye’yi vicdani ret hakkını tanımak için adım atmaya çağırdı.

*BM İnsan Hakları Komisyonu vicdani reddi bir hak olarak kabul ediyor. Pek çok ülkede ‘düşünce, vicdan ve din özgürlüğü’ne dayanan ‘vicdani ret hakkı’ var. Fransa, İngiltere, Hollanda, İtalya, Polonya, İzlanda, Sırbistan gibi ülkelerde zorunlu askerlik kalktı, olanlarda da sosyal hizmet seçeneği var.

*Avrupa Konseyi’nin 47 üyesi arasında zorunlu askerliğin olduğu 15 ülkeden biri olan Türkiye, mevzuatında vicdani ret hakkı olmayan tek ülke.

*Vicdani retçiler üzerindeki tutuklama ve hapis baskıları devam ediyor. 5 Ağustos 2010’da tutuklanan İnan Süver, aynı Halil Savda ve Enver Aydemir gibi, ‘askerliğe elverişli değildir’ raporuna rağmen cezaevinde. Birçok insanın yargılanması da devam ediyor.

]]>
“Ne insan hücreye sığabilir, ne hücre o kadar büyüyebilir.” https://kadinlarsokakta.org/2011/07/15/ne-insan-hucreye-sigabilir-ne-hucre-o-kadar-buyuyebilir/ Fri, 15 Jul 2011 17:23:38 +0000 http://kadinlarsokakta.org/a/?p=634 Nevin Berktaş, 12 Eylülden bu yana en uzun süre hapishanede yatan kadın mahkum. Nevin Berktaş 6 yıl fazla yatırılmış ve Avukatı, bu ‘hata’yı fark etmeseymiş bir buçuk sene daha yatacakmış. İnsan öldürme, hırsızlık ve benzeri suçlar işlemediğini az çok tahmin ediyorsunuzdur. Kendisi devrimci, suçu da devrimcilik.
Berktaş’ın, yattığı 22 sene içerisinde 12 Eylül sonrası var, ‘84,’96 ve 2000’lerdeki ölüm oruçları var. 22 sene böyle bir 22 sene yani…

Nevin Berktaş “paşa paşa” yatması icap ederken, tutmuş başına gelenleri, 12 Eylül işkencelerini, direnişlerini aktaran; F tipleri ile devletin ne yapmayı tasarladığını anlatan bir kitap yazmış. ‘İnancın Sınandığı Zor Mekânlar: Hücreler’ isimli kitabını bitirmesinden bir kaç ay sonra 19 Ocak cezaevi operasyonları olmuş. Bir nevi kitabı, kehanetinin içine doğmuş. Hikaye burada bitmediği gibi belki yeni başlıyor. Nevin Berktaş 12 Eylülle hesaplaşmak için koskocaman bir referandum yapan iktidarın döneminde, 12 Eylülün meziyetlerini anlatan kitabı nedeniyle yargılanır. 6 yıl alacaklı olmasına rağmen tekrar cezaevine girer. Allah’tan büyük bir kamuoyu tepkisi ortaya çıkar ki 6 ay sonra alel acele çıkartılır dışarı. Hâlâ kitabın cezasını alacaklı olduğu altı yıldan düşürmeye çalışıyor avukatları.
Dünya Yazarlar Birliği PEN’in Türkiye Merkezi 2011 PEN Duygu Asena Ödülü’nü Nevin Berktaş’a verdi… Güleryüzlü ve kişilikli mücadelesi için.

Hayat Televizyonu-Evrensel Gazetesi
Sevda Karaca- 2011-07-09

En uzun süre cezaevinde kalan kadın mahkumsunuz. Üstelik ‘hesap hatasıyla’ 6 yıl fazladan yatmışsınız, yani alacaklısınız devletten… 6 yıla ‘pardon’ mu dedi devlet?
Valla “Pardon!” dedi. ‘91’de bir yasa çıktı ama o yasayı bana uygulamamışlar.

O yasa tekrar tekrar ceza bindirmeyi engelleyen bir şey miydi?
Yok. Diyelim ki 2000’li yıllara kadar aynı suçu işlememesi gerekiyor. İşte bana o yıllarda işlemişim gibi infaz yakmışlar.

‘Yatarından’ fazla yatmışsınız yani?
Evet, o yatarın dışındaki süreyi de yatırmışlar bana! Sonra 2005’te bir yasa çıktı biliyorsun. O zaman avukatım nerede, niçin, ne kadar yatmışım diye hesaplarken o yasayı uygulamadıklarını ve 6 yıl alacaklı olduğumu fark etti. O yüzden 2007’nin şubat ayında tahliye oldum.

Yoksa daha da yatacaktınız öyle mi?
Mevzuu açığa çıkardıktan sonra bile bir yıl kadar uğraştırdılar. Eğer açığa çıkmasaydı 1.5 yıl daha yatıracaklardı beni.

Kitaptan ceza alınca herhalde avukatınız “6 yıl fazla yatmış onu hatanıza sayın” dedi. Kabul edildi mi?
Hayır daha etmediler! Beni bu oluşan kamuoyu nedeniyle bir şekilde bıraktılar.

Nasıl bıraktılar?
Resmi olarak şöyle açıklıyorlar; “Avukatı başvurmuştur, incelenmektedir. Sanık dışarıda olsa da bu olay incelenebilir.” Normalde beni almadan inceleyebilecekken aldılar. 5.5-6 ay olmuştu, bir gece ansızın bıraktılar.

6 yıl fazla yatırdıkları belli değil mi, neden ona mahsup etmiyorlar kitap cezasını?
Dosyam karışık geldiğinden algılamakta zorluk çekiyorlar, çok da uğraşmak istemiyorlar. Şaka gibi! O kadar kolay yatırıyorlar ki… Umurlarında olmuyor. Çıkar çıkmaz 6 yıl için tazminat davası açtım. Kabullenmek istemiyorlar, Yargıtay da reddediyor. Kabul edilmezse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gideceğim mecburen. Avrupa’ya uyum diye bir şeyler yapıyorlar ama zihniyet değişmedikçe hiçbir şey olmuyor. 12 Eylül yasaları aynen devam ediyor hâlâ.

En çok yatmış kadın mahkum rekoruna sahip olmak nasıl bir duygu?
Çok ağır bedeller ödendi ülkemizde ve ben bunların içerisinde sadece bir parçayım. Evladını yitirmiş analar, babalar; babasını, anasını yitirmiş evlatlar çok acı çekti. Uzun yıllar hapishanede olan annesi, babası sebebiyle çocukluğunu, gençliğini başkalarının yanında geçirmek zorunda kalan insanlar çok acı çekti. Emekçiler birçok şeylerini kaybetti. Bütün bunlar varken “Ben daha fazlasını ödedim” diyemiyorum. Tabii ki herkesin ödediği bedel kendine. Bunlar yaşanacaktı ve ben de bununla karşılaştım.

19 ARALIK BAĞIRA BAĞIRA GELİYORDU

Hücrelerle ilgili kitap yazma fikri nereden çıktı?
2000’li yıllarda burjuvazinin ekonomik ve siyasi programı çok ağır bir şekilde geliyordu. Böyle zamanlarda çok keskin vuruşlar yaparlar, özellikle hapishanelerde… Aklın alamayacağı, şok edici şeyler yapıp bununla da herkese ders vermek isterler. “Sesini çıkarana böyle yaparım” mesajı verirler. 19 Aralık böyle bağıra bağıra geliyordu. Zaten burjuva basını da bunun çığırtkanlığını yapıyordu. Bizlerin saray gibi hapishanelerde yaşadığı, oraları okul haline getirdiğimiz, örgüt elemanı yetiştirdiğimiz yalanları pompalanıyordu. Geniş kitlelere, “Bunlar hak ediyor” dedirtecek söylemlerde bulunuyorlardı. Tam o esnada kitap fikri doğdu.

Hesaplaşmak istedikleri içeridekiler olmamalı sadece, içerideki zaten elinde…
İkili yönü var; içeridekileri hem fiziken hem de fikirsel olarak yok etmek; bunları yaparken de diğerlerinin susmasını sağlamak. İçeridekiler kuşkusuz ki toplumun yetişmiş ve ileri insanları… Onların yok olması başlı başına mücadeleyi eksilten bir şey. İnsanın yetişmesi, belli bir bilince ulaşması öyle kolay olmuyor ve arkadan gelecek neslin yetişmesi de önlenmiş oluyor böylece.

Özel bir hazırlık yaptınız mı kitap için?
O dönem dediğim gibi hapishaneler çok fazla gündemdeydi… Başka ülkelerin hapishanelerinden örnekler veren, dizi yazılar hazırlayan gazeteler vardı… Hepsini didik didik okudum. Hücrede kalmış biri olarak hücreleri anlatmak istedim. Orada söylediğimiz her şey 10 yıl sonra bugün bir bir gerçekleşti.

HÜCRELER YAŞARKEN ÖLDÜRÜYOR

Söylediğiniz şeyler neydi?
“Bizi katletmeye geliyorlar, hazırlıklılar, öldürecekler… Bununla kitleleri susturmaya çalışıyorlar çünkü IMF’nin programını hayata geçirmeye hazırlanıyor burjuvazi. O yüzden de hapishanelere özel bir önem veriyorlar ve bunu bizi katlederek yapacaklar” diyorduk. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz anlayışını yok edeceklerini, ‘Tek başına rahat yaşatacağız’ dedikleri şeyin aslında insanları intihara sürükleyen, ağır hastalıklara yakalanmasına yol açan bir ortam olacağını” anlattık.

Normalde toplu yaşadıklarında birbirlerine hastalık bulaştırma riskleri daha fazla olmaz mı, neden tek başına daha fazla hasta olunur?
Hijyenik olarak bakıyorsak çok korkunç! Hücrede tuvalet ve banyonun hemen yanındaki masada yemek yiyorsunuz. Güneş girmiyor, son derece sıcak, basık, ya bir esinti bile yok ya da çok cereyanlı. Ağaç görmemek, çiçek görmemek… Yedi adımlık havalandırmalarda kendinizi bir kuyunun içerisinde hissediyorsunuz. Gökyüzü azıcık gözüküyor, yıldızları bile göremiyorsunuz. Sohbet edecek; sadece sohbet de değil şarkı söyleyecek, tiyatro yapacak, müzik çalışacak… Bütün bunlardan mahrumsun… Yıllarca tek başına bir odadasın, bu ceza değil yaşarken öldürmek. Hapishane içinde hapishane yani.

Eskiden içeride ‘suç’ işleyene hücre cezası verilirdi, hali hazırda hücrede olana ne cezası veriliyor?
Var olan mahkemelerin dışında hapishanenin içerisinde bir disiplin kurulu var. Müdür, başgardiyan, doktor vs. beş kişilik bir kurul. Sana “Suç işledin” diyor; görüş yasağı veriyor, telefon etmeni yasaklıyor, hiçbir şeysiz hücre cezası veriliyor. Bu da yetmiyor; dışarıdaki mahkeme seni tahliye etti mi, bu disiplin suçlarından sebep 3 ay, 5 ay, 1 sene sonra çıkan arkadaşlar var. Çok keyfi bir şekilde seni yeniden yatırmış oluyor.

Bir mektubunuzda “İnsan hücreye sığar mı?” diyorsunuz.
“Ne insan hücreye sığabilir, ne hücre o kadar büyüyebilir.” Düşünce özgürdür, onu ne kadar yasaklasan da, o kendine kanallar açar. O daracık yere seni istedikleri kadar hapsetsinler, düşünmeyi sürdürdüğünüz sürece de orası daracık bir mekan olmaktan çıkıyor. Cezalandırmak adına sizi oraya koyuyorlar ama bu niyetlerini bertaraf edecek bir hayat kurduğunuzda hücreler yıkılıyor. Bizim üzerimizde o duvarlar ama asıl ülke koca bir hapishane…

Avrupa’nın en büyük ‘adliye sarayları’ falan yapılıyor…
Dünyanın en kalabalık hapishaneleri bizde çünkü… Bütün bunlara; silahlanma ve sözde güvenlik dedikleri şeylere harcanan paralarla sağlığa, eğitime, sanata, şuna, buna katkı sağlanabilir. En belalı katiller, halk düşmanları son derece rahat yaşıyor, parlamentoda milletvekilliği ile ödüllendiriliyorlar genelde. Ben suçlu değilim, gerçekten değilim. Bu kadar yıl yattım ama ben ne yaptım ki? İnsanlık için uğraştım, daha iyi bir dünyada yaşayayım diye uğraştım. Ne adam öldürdüm ne hırsızlık, ne ahlaksızlık yaptım. Bütün bunların bilincinde olmak insanı güçlendiriyor işte.

Altı yılı cezaya sayacaklar mı diye uğraşıp dururken PEN’in Duygu Asena Ödülü geldi. Ne düşündünüz? Bir de şu çok güzel: “Kişilikli ve güler yüzlü mücadelesi için…”
Hapishanede yatanlar çok ağır şeyler yaşadığı için asık suratlı oldukları düşünülüyor genelde ama böyle değil. Aksine bu zorlukları yaşayanlar, hayatı seven, ona güler yüzle bakan insanlardır. Bunları yaşıyor olmak hayatı dışlamıyor aslında. Kuşkusuz PEN’in ödülü çok önemli. Çok büyük sahiplenme oldu kitap nedeniyle tekrar cezaevine girdiğimde…

O kampanya olmasa çıkarmayacaklardı belli ki!
Ödülü alırken: “Ölen ama yenilemeyenler, duvarın arkasında umuttan bir sevda örenler” adına almıştım çünkü onların ödülü aslında. Benim gibi bütün bu zorluklara göğüs gerenler ya da şimdi hayatta olmayanlar, bu kampanyaya sahip çıkanlar aldı ödülü. Onlar böyle ses getirici şeyler yapmasalardı bilmiyorum böyle bir ödül gelir miydi, çok iç içe bunlar.

BİZ KİMSEYE ZORLA ‘ENTERNASYONAL’ OKUTMAYIZ

Özellikle İstiklal Marşı’nın işkenceye dönüştürülmesi çok çarpıcı. Hoş, lig maçları da İstiklal Marşı’yla başlıyor memlekette!
Normalde hapishanelerde böyle uygulamalar yoktu, 12 Eylülden sonra başladı. Amacı ise “Sen tutsak değilsin, askersin ve asker demek üslerinin emirlerine itaat demektir.” Kaç yıl yatıyorsan o kadar askerlik yapacaksın. Önünü ilikleyeceksin, hazır ol da olacaksın, tekmil vereceksin, “komutanım” diyeceksin, her çıkışta aranacaksın, soyulacaksın. Nutuk’u ezberleyeceksin, sık sık “Ne mutlu Türk’üm diyene.” diyeceksin. Sen istediğin ya da onlar senin sağlığını düşündükleri için değil; onların zorunlu, işkence aracına dönüştürülen askeri sporu yapacaksın. Yemekten önce masalara oturup, bekleyeceksin, asker ya da gardiyan gelecek yemek duası yaptıracak. İstiklal Marşı da bu uygulamaların içindeydi. Uygulamaları baştan reddetmiştik. Buna göğüs geremeyenler yapıyordu ama bu korkunç bir kişilik hali getiriyordu insana. Onurun kırık, başın her zaman önde. Kim olursa olsun ona itaat etmeye başlıyorsun. Posası çıkmış, hiçbir şey düşünemeyen bir insan haline geliyorsun. Sen sen olmaktan çıkıyorsun.

Sorun tek başına İstiklal Marşı değil yani, söyletmekten amaçlanan…
Biz mesela Enternasyonal’i söyleriz ama bunu hiçbir faşiste zorla söyletmeyiz. Zorla kendi marşımıza saygısızlık ettirtmeyiz; istiyorsa, seviyorsa, yürekten, gönüllü söylemeli. İçeriği mutlaka bizim için önemliydi ama bizim sevdiğimiz bir marşı da zorla söylettirseler söylemezdik. O yüzden ölsem de söylemeyecektim.

Hiç söylemediniz mi İstiklal Marşı’nı?
Hiç…

DİRENDİKÇE KARAKTERİM GÜÇLENDİ

Kadın olarak bunları yaşamak daha da zor olmalı…
Muhakkak daha zor ama ben tam da onun içinde daha özgürleştim. Kadının mücadele içerisinde özgürleştiğini pratik yaşam bana çok çarpıcı öğretti. Bilinen bir gerçektir; bugün Kürt kadınları mücadele içerisinde çok büyük dönüşümler geçirmişlerdir. “Önce kadınları vurun” diye bir laf vardır ya… Kadınlara farklı davranıyorlar. “Bir kadının başı nasıl dik olabilir! Hele hele bir erkeğin yanında… Erkeğin direncini kırmak lazım ama kadınınkini kesin kırmak lazım. Ayrıca kadın gardiyanların ilgilenmesi gerekirken erkek gardiyanların sizin ihtiyaçlarınızı karşılaması… Bütün bunları kadın olarak yaşamak ağırdı. Direndikçe karakterim daha da güçlendi. Şimdi rahatlıkla söyleyebilirim; hayatın önüme çıkardığı bütün zorlukları yenebilirim, o gücü buluyorum kendimde.

İÇERİDE EN ZOR ŞEY SEVDİĞİNİ KAYBETMEK

Size en ağır gelen iş neydi bu 22 yıl boyunca?
İçeride en zor şey insanın sevdiklerini kaybetmesidir. O anlar bana her zaman ağır gelmiştir. Ölüm orucunda yoldaşım Fatih’in (Öktülmüş) ölmesi… O anı her hatırladığım zaman kötü olurum. En değerli insanlarımız katledildi ve bana içeride en ağır gelen şey bu oldu. O yüzden onların ideallerini hep yaşatmak istiyorum.

İNSANLIK SUÇU YAŞ FALAN DİNLEMEZ

Referandum yaptık, 12 Eylülü mahkum ettik… Neden hala 12 Eylülle hesaplaşan bir kitap ceza alıyor?
Kenan Evren’i, Tahsin Şahinkaya’yı çağırdılar, ‘yaşlılar’ falan diyorlar ama bizim yaşlılarımıza hiç acımadılar. Ayrıca insanlık suçları yaş falan dinlemez. İşkenceci Nazi subayları yaşları ne olursa olsun yargılandılar. 12 Eylül yasalarının bir ürünü olarak çıkmış kesimlerin onu yargılayamayacağı zaten çok açık. Aksine yargılıyor havasında bir aklama halleri var. Hâlâ “Paşam, paşam” diye ifadeleri alınıyor, dalga geçer gibi. 12 Eylül bu şekilde yargılanamaz ve yaşadığım sürece gerçekten yargılanmaları için mücadele edeceğim.

]]>
Bir kadının mücadelesi;Ayşe Tükrükçü https://kadinlarsokakta.org/2011/02/03/erkek-dunyanizda-esitlik-istemiyoruz/ Thu, 03 Feb 2011 15:28:16 +0000 http://kadinlarsokakta.org/a/?p=114

Ahali: Bağımsız Milletvekili adayı olmaya nasıl karar verdin?

Ayşe Tükrükçü: Onbir sene oldu genelevinden çıkalı. Hiç bir yasa değişmemiş, hala insan yerine konmamışız, ev tutarken, iş’e girdiğimizde zorluk çıkıyor.Üzerimize yapışan vesikaların hep göz önünde bulunması bizimle beraber yaşaması, beni hep rahatsız ediyordu. Milletvekili adayı olmayı kendim için kabul etmedim. Halen çalışan yada çalışmayan tüm genelev kadınları için kabül ettim. Benim gibi yüzlerce, binlerce annenin, kızların ciğerlerinde bu acının olduğunu biliyordum. Onların sözcüsü olmak için, Türkiye’de bir ilkin yaşanması için, vesikaların iptal edilmesi için. Bunları Türk halkına göstermek için kabül ettim.
Ahali: Vesikan var değil mi?
Ayşe Tükrükçü: Var. Halen de var benim vesikam.
Ahali: Bağımsız bir milletvekili ve eski bir genelev kadını olarak; aday olma sürecin nasıl gelişti?
Ayşe Tükrükçü: Bütün evrakları tamamlayıp, Yüksek Seçim Kuruluna teslim ettiğimizde, savcılıktan  ” temiz kağıdı” istendi. Şişli’den alıp, Yüksek Seçim Kuruluna evraklarımızı teslim ettik. İsimler asıldığında bana veto geldi. Vetonun gelmesinin sebebi; fuhuş suçundan cezaevinde yatmamdı.
Ahali: Ne kadar süre cezaevinde kaldın?
Ayşe Tükrükçü: Yirmi üç gün kaldım.Hüküm giydim diye bana veto ettiler. Ben sevindim veto edildiğime.Çünkü İç hukuk burada bitti. İnsan Hakları Mahkemesine böyle bir dava olarak gitmeyi çok istiyordum ben.
Ahali: İnsan Hakları Mahkemesine başvurdun mu?
Ayşe Tükrükçü: İnsan Hakları Mahkemesinene başvurmadım. Başvurmayı düşündüm ve çok da istedim. Şefkat Derneği başkanı Hayrettin Bulan’la beraber, bir itiraz dilekçesi yazdık. Yedi sayfalık bir itiraz dilekçesi sunduk, itiraz dilekçesini sunduğumuzda bize on gün sonra bir cevap geldi. Telefon açtılar.” Ayşe Tükrükçü Yüksek seçim kuruluna gelsin” dediler. Sebebini sorduğumuzda ise;  “görüşeceğiz”dediler. Bu yasada, hüküm giymiş fakat  suç işlememiş insanlar seçimde aday olma hakkına sahiplermiş. Tayyip Erdoğan’da hüküm giymişti, dört buçuk ay cezaevinde yatmıştı. 2002 seçimlerinde bu yasanın bir gecede değişen bir yasa olduğu ortaya çıkıyor.Yasa halbuki o zaman değişiyor ama Yüksek Seçim Kurulu bunu göz önüne almamış.
Ahali: 2002 yılında bir gecede değişen bu yasa yüzünden mi seni geri çevirdiler?
Ayşe Tükrükçü: Evet. Bu sebeple beni geri çevirdiler ama zaten yasanın değiştiğinden haberleri yok. Biz itiraz dilekçesinde yasanın değiştiğini yazdık.On gün sonra kabül edildiğimi söylediler.  Eski bir genelev kadını olarak kabül edilmem büyük bir şeydi. T.C kurulalı hiç kimse cesaret edipde aday olmamış.
Ahali: Arkadaşların, çevrendeki kadınlar sana nasıl destek oldular?
Ayşe Tükrükçü: Benden daha çok sevindiler. Bana destek verdiler. Çünkü ben hep demişimdir; “satmak mı suç, satılmak mı suç”  Ben cezaevine girdiğimde; niye cezaevine girdiğimi bilmiyordum. niye cezaevinde 23 gün yattığımı da bilmiyordum. Bunları seneler sonra öğrendim. Et pazarına düştükten bir sene sonra, niye hüküm giymişim, niye cezaevinde yatmışım meğer bunlar hep bir komploya kurban gittiğim içinmiş.Vesika almam için sebeplermiş.Kadınların bu desteğini gördügümde adaylık beni daha da çok heyecanlandırdı.On bir sene önce genelev den çıktığımda benim yanımda sadece Şefkat-der vardı. Ama seçimler sürecinde kadınları etrafımda görmek ne demek  biliyor musun? On bir yıldır benimle beraber Ailemin, çevremde ki herkesin dışlandığını biliyorum. Sebep “bir vesikalıyım” diye. Birden bire 2007 yılında seçimlerde Ayşe Tükrükçü’yü binlerce kadının bağrına bastığını görmek, Ayşe Tükrükçü’nün vesikalığı için mücadele etmelerinin ne demek olduğunu bilmek… bunu ancak “yaşayarak” bilirsin.
Ahali: Seçim çalışmalarından ve kampanyalardan bahsedebilir misin?
Ayşe Tükrükçü: Hayatı çalınmış binlerce kadının beni desteklediğini görüyordum. Telefon açıyorlardı, destek oluyorlardı, tebrik ediyorlardı. Ka-der destek verdi. Ka-der başkanı Hülya Gülbahar geldi yanımıza. Mor Çatı dan arkadaşlar geldi, Film Mor dan arkadaşlar geldi. Feministler benimle ilan dağıtmak istediklerini, standlarda benimle beraber yer almak istediklerini söylediler. “Sen vesikalısın ama biz seni destekliyoruz, senin yanındayız”dediler. Seçimler sürecinde Devletin engellemeleri çok oldu. Yüksek Seçim Kurulunun bize  verdikleri evraklarla stand kurmak istediğimiz de bütün partilerin standları vardı. Bağımsızların, partililerin standları vardı. Onlara izin verildi ama benim o standlara açmama ve  bildirileri dağıtmama izin verilmedi. Çünkü ben Türkiye’nin ayıbını  göz önüne koyuyordum. Rüşvetin, milyonlarca doların fuhuş batağında ki rantını göz önüne sermeye çalıştığım için, Devletin ve  kurumlarının engelleri ile çok karşılaştım. Bu yüzden el ilanları dağıttığım zaman polisler, Devlet kurumundan insanlar, yanımdan geçip bana omuz atan kadınlar-erkekler olmadımı, oldu. Elimden ilanları alıp bana hakaret edenler olmadımı, oldu. Nezarete düştüm, sokakta ilan dağıtırken gözaltına alındım. Gözaltına alınmamın sebebi de “izinsiz gösteri yapmak” Türkiye genelinde bütün adaylar için konuşuyorum; adayların hangisi izin alıp gösteri yaptı? hangisi gidip Yüksek Seçim Kurulundan veya adliyeden, savcıdan, emniyetten izin aldı. Biz şurada yürüyeceğiz dediler. Ben hep bunları yapma mecburiyetinde kaldım. Yapmaya kalktığım zamanda bile stand verilmedi. Seçimin son günü bana stand verildi. Bunlara karşılık tepkimi göstererek basın açıklaması yapmaya çalıştım. Polisler bizi apar topar aldılar.
Ahali: Sana tüm bu haksızlıkları hayat kadını olduğun için mi yaptılar?
Ayşe Tükrükçü: Kadın olduğum için, eski bir hayat kadını olduğum için. Türkiyede ki genelevlere  gidildiği zaman erkekleri kimin karşıladığını soracak olursanız; oraya devletin memuru konulmuş derim. Bizlerin haklarını savunmayan ama oraya giren erkeklere; “hadi gir öğrenirsin, alışırsın” diyen Devlet kurumunda çalışan insanlar var orada.Benim tepkim bunlara. Ben genelevine düştüğümde bana denilen kelime aynen şuydu; omuzuma da vurularak “haydi, haydi alışırsın” Benim tepkim bunlaradır. Ben kimsenin bedenin satmadım. Milletvekilliğine adaylığımı koyduğum zaman bunların olmasını engellemek istediğim için tepki almaya başladım.
Ahali: Gözlatına alındığınızda şiddet, hakaret  gördünüzmü?
Ayşe Tükrükçü: Tabiyki gördüm.Gözaltına alındığımdapolisin bana söyledği şuydu; “geldiğin yeri unutma gideceğin yerde orası” benim geldiğim yer genelevdi. Devlet bana sahip çıkmayacakta kime sahip çıkacak? pollis bana hakaret ettiğinde, ben de ona hakaret ettim. Ben hakaret ettiğimi inkar etmiyorum ama onlar ediyor. Çünkü onlar memur herşeyi söyleme hakları oluyor. Nezarete girdiğimde; “çeneni kapat, konuşma, sürekli bir baskı, lavaboya gitmek istediğimde; 45 dk memurun kapıyı açmasını bekliyorum, memur içerde telefonda muhabbet ediyor. Avukatım geliyor, avukatıma benim burada olmadığım söyleniyor, halbuki ben içerdeyim avukatımı benim yanıma göndermiyorlar.  Bayan memuru istiyorum araçta bayan memur yok. Araba da bayan memur yok ya “korkma biz sana birşey yapmayız” diyorlar ama söyledikler o lafları  gizli kamera olsa da çekseniz.Şu anda bile beni gördükleri yerde bir kaşık suda boğacak vaziyetteler.
Ahali: Milletvekilliği sürecinde medya da sana çok ilgi gösterdi. Medya da bazı programlarda özellikle kadın programlarında konuştun. O ilgiyi şimdi aynı derecede hissediyormusun?
Ayşe Tükrükçü: Yok.Medya ve basın seçimlere kadar benim arkamdaydı. Dünya basınıyla röpörtaj yaptım. Afrika basınına bile çıkmışım. Polonya basını on sayfalık bir yer vermişti. Çünkü Türkiye de bir ilk oldum. “Ensest tecavüze uğramış, geneleve satılmış, Devlet gözü önünde satılan üzerlerinden vergi alınan kadınlar” diye. Seçimler den sonra bu ilgi gittikçe azaldı. Kadın programlarının birkaçına konuk edildim. Devlet tarafından bizler için birşey yapılmadığı söylenerek Nimet Çubukçu’ya müracat edildi. Nimet Çubukçu bugün oldu halen dönecek bu konuya. Aileden sorumlu Devlet bakanı kendisi “kadınsın ama boşuna ordasın”derim. Çünkü kadın için birşey yapılmıyor, en başta bedenleri satılanlar için bir yasa çıkartılmalı.
Ahali: Devlet kurumları genelevinde çalışan yada çalışmayan kadınlara yardım anlamında sadece  görüntü. Bunun dışında yardım konusunda hiç destek vermiyorlar dedin. Sığınma evleri bu konuda ne yapıyor?
Ayşe Tükrükçü: Sığınma evleri, eski genelev kadınlarını, hayattan beklentisi olup da seviyeli bir yaşam kurmuş kadınları bile almıyorlar. Alıyoruz deseler bile maalesef  o kurumlarda çalışan bir kaç arkadaşımla görüştüğümde kendileri söylüyorlar. Sığınma evlerinin zaten sayıları belli. 32 tane sosyal hizmetlerin, 13 tane sığınma evi var. Mor çatı, Ka-der, Konyada ki Sevgi-der  kadın sığınma evinde kışın 385 kişi kalıyordu. Ümraniye de bir yer açıldı. Aşağı yukarı 30 kişi kalabilecek bir kapasitede ama maalesef sığınma evlerinin süreleri zaten belli. 3 ay bilemedin 6 ay yani, 6 ay sonra bu kadınlar yine sokaklara dönüyorlar.
Ahali: İş bulma konusunda kadınların sıkıntıları neler?
Ayşe Tükrükçü:  Genelevinden çıkmış ve iş bulsa bile geçmiş hayatını öğrendiği zaman patronu ya da diğer çalışanlar bu durumdan ötürü kadını ya  sokağa atar, ya da aylığını vermez. Ben bunların hepsini yaşadım. Medya da programlara çıktım yüzümü bile kapadım fakat bir şekilde tanındım. Çalıştığım yerde bu sorun oldu, akşam olunca kapının önündeydim. Başka bir işe girdim. Patron öğrendi “benim orospuyla işim olmaz” dedi. Türkiye’nin kuralları, Devlet’in çıkardığı yasalar… hepsi bunların kadınları harcıyormuş gibi geliyor.
Ahali: Ayşe hiç evlendin mi?
Ayşe Tükrükçü: Evlendim, evlenmez olaydım ama.
Ahali: Sen kendi hayatta ki duruşunu bir mücadele biçimine dönüştürdün…
Ayşe Tükrükçü: Ben 11 yıldır bu mücadeleyi veriyorum ama bu seçimlerde göz önüne çıktı. Karşınızda ki  bu Ayşe hep vardı.
Ahali: Şimdi ve sonrası için neler yapmak istiyorsun?
Ayşe Tükrükçü: 61 yılında çıkartılan bizlere hitap etmeyen bir yasa var. 419. madde diyor ki; zoraki çalışmaları olmayacak, sağlık kurumları olacak, genelev kadınları sağlıklı koşullarda çalışacak. Ben sağlıklı bir ortamda çalışmadım. Benim istediğim şudur; bu kadınlar için yeni bir yasa çıkmalı, emeklilik hakları verilmeli. Devlet aslında onlara devleti verse de azdır. Onlara yeni bir hayat şansı verilmesi için devletin çok şey yapması lazım. Ben genelevin den çıkalı on bir sene bitiyor. Ama maalesef ben hala vesikalı genelev kadınıyım. Vesikaların tamamı ile iptalleri gerekiyor.
Ahali: Genelevinde olan  kadınları temsil eden bir duruşun var. Çok farklı sıkıntılar var değil mi? Sonuçta o mağduriyet, o baskı çok fazla.
Ayşe Tükrükçü: Haddinden fazla bunu biliyorum.
Ahali: Verdiğin bu mücadeleden etkilenen ve genelevinden çıkan arkadaşların var mı?
Ayşe Tükrükçü:  Çıkan arkadaşlar var. Diyarbakır’da bir arkadaşım var, şu an ailesinin yanında ama hayati tehlikesi var. Karaköy’den çıkan arkadaş var.”Namuslu bir hayat yaşamak istiyorum, devletin aldığı namusu ben geri istiyorum” diyor. Bundan üç sene önceye kadar nüfus dairelerinde özel rakamlarla bizim vesikalı olduğumuzu ispat eden bir yazı vardı. Artık bu yok  ama bunun emniyette de kalkmasını istiyoruz. Sicilin tamamı ile silinmesini istiyoruz. Bu insanlara yeni haklar verilsin, yeni yaşamlar düzenlensin. Zaten dışlanıyorsun, eziliyorsun, o köleleşmiş hayat zaten senin üstünde yük ve bu yükü taşıyorsun.
Ahali: Sokakta senin genelevinde çalışmış bir kadın olduğunu bilen, seni hiç tanımayan kadınlar sana nasıl yaklaştılar?
Ayşe Tükrükçü:  Hiç olumsuz bir olayla karşılaşmadım. Seçimler döneminde bir gün ellerimiz zincirli bir eylem  yapmıştık cenneti de (plastik bebek) kucağımda tutuyorum, teyzenin biri eylemde bağırdı; “vicdansız anne” dedi bana, yani cennetin  plastik bebek olduğunu bilmeden. O teyzeyle ben görüştüm. Teyze beni televizyonlarda görmüş, öğrenmiş genelev kadını olduğumu izlerken de demiş ki “çocuğu niye alet ediyor bu işlere” Konuştuktan sonra bana dedi ki; “aferin sana ama ben o bebeği senin kucağında canlı görmek isterdim” Bu beni etkileyen olaylardan sadece biri.
Ahali: Genelevin den çıkmış kadınların vesikalarının kaldırılması sonrası için bir çözüm getirecek mi?
Ayşe Tükrükçü: Evet. Çünkü bu vesikalar kalktıkça ve yeni girişler olmadığı sürece, bütün Türkiye de girişler kapanacak bunu biliyorum. Girişler kapandığı zaman, orada kalmak istemeyen kadınlar çıkar ve on sene içinde genelev kelimesi biter. Ben genelevinde iki buçuk sene çalıştım. 212 gün sigortam var ama benim üzerimden vergiler alındı, paralar kesildi. Benim bir sağlık karnem bile yok. Türkiye genelinde 68 tane bir vesika altında çalışan, 3715 tane genelev kadını  var. Bu dört sene önceki rakamlar. Hayatı çalınmış kadınlarsa yüz binin üzerinde. Bu kadınları hayata kazandırmak yerine daha beter batağa sürekleyen Devlete isyanım benim. Seçimlerden önce maaş alıyordum. Milletvekili adayı olduktan sonra, Devlete lafları saydıktan sonra maaşım da kesildi benim.
Ahali: Devletten ne kadar süre, maaş aldın?
Ayşe Tükrükçü: 2002’nin Mart ayından, 2007’nin Haziran ayına kadar her ay maaş alıyordum. İlk aldığım maaş 150 YTL. Seçimlerde 400 YTL. Alıyordum. Şu anda 450 YTL. olması lazımdı. Asgari ücret gibi. Bu parayla çok şey yapıyordum; kiramı ödüyordum, ihtiyaçlarımı karşılıyordum. Şimdi bu maaş da kesildi.
Ahali: Geçimini nasıl sağlıyorsun?
Ayşe Tükrükçü: Şefkat-der den geliyor. Temizlik işlerine gidiyorum, bulaşıkçılık yapıyorum. 25-30 da olsa günlük ihtiyaçlarımı karşılayabiliyorum. Benim için en önemlisi tek benim için değil genelevinden çıkan bütün kadınlar için bedenini satmak dışında yapabilecekleri iş imkanlarının oluşabilmesi. Bu gerçekten önemli bir sorun çünkü.
Ahali: Seçimler döneminde yaptığın basın açıklamasında polise hakaret ettiğin için açılan davanın 6 Mart ta duruşması var. Değil mi?
Ayşe Tükrükçü: 6 Mart ta duruşmam olacak. Polis bana hakaret etmişti, bende ona hakaret etmiştim. Bunun dışında polisin ara sokaklar da uyguladığı şiddeti görüyoruz, biliyoruz. Mobese kameraları olsa da onların çekmediği yerde şiddet uyguluyorlar. Kadın-erkek hiç fark etmiyor. Ama korktukları için kimse dava açmaya yanaşmıyor. Çünkü bu insanlar sokaktalar çiçek satan, mısır satan, kestane satan, mendil satan insanlar. Sokaktan ekmek parası kazandıkları için korkuyorlar .Ama ben şikayetçi oldum. Çünkü bana bir erkeğin orospu demesini kaldıramıyorum. Bir kadın polis olsa demezdi, karakolda yapılan o işkencelere tahammül gösteremezdi. O zaman raporlar tutulurdu. Çünkü o da bir kadın. Ama erkekler bunu yapıyor. Bir tek Esmeray diyor,o da canım benim,yine de o kelimeyi söyletmek için bir saat dil dökerim. Esmeray’ın demesi hoşuma gidiyor, gülüyorum.
Ahali: Esmeray’ın oyununu izledin mi?
Ayşe Tükrükçü: Bilgi Üniversitesinde izlemiştim. Oyun da beni en çok etkileyen midye tezgahının başında ayakta durduğunda; “işte bende bununla  ekmeğimi kazanıyorum” dediğinde şimdi ki gibi ağladım.”250 kuruşluk midye ile kiramı ödüyorum, ekmeğimi alıyorum, bundan geçiniyorum” demesi benim için en büyük mücadeledir. Ben midyeyi hiç sevmezdim ama Esmeray’ın sayesinde alıyordum, yemiyordum. Ama artık onunla konuşurken yiyorum.
Ahali: Sende Esmeray gibi böyle bir yöntemle kendini anlatmak istiyor musun?
Ayşe Tükrükçü: Oyun değil ama bende kitap yazıyorum. Nisan Ya da  Mayıs ayı gibi çıkacak. Kitaptan sağlanan gelirin hepsini kadın sığınma evine bağışladım. Köyden gelenler, Türkçe’yi bilmeyen konuşamayanlar var. Hayatta hiç evden dışarı çıkmayan kadınlarımız var. Onlar faydalansın, zorluk çekmesinler. Kitabın adı; “kahpede kaldık”. Delta yayıncılıktan çıkacak. Kitabın yazarı Alper Uluş da yüzde 12 lik bir hakkı olanı almayacak. Ne  o alacak, ne ben. Bütün geliri kadınlarımıza harcanacak. Kitap ta genelevinde bir kadının neler çektiği anlatılıyor.
Ahali:  Diline sağlık, teşekkür ederiz.
Ahali gazetesinin 3. sayısından alınmıştır.

Ahali: Bağımsız Milletvekili adayı olmaya nasıl karar verdin?Ayşe Tükrükçü: Onbir sene oldu genelevinden çıkalı. Hiç bir yasa değişmemiş, hala insan yerine konmamışız, ev tutarken, iş’e girdiğimizde zorluk çıkıyor.Üzerimize yapışan vesikaların hep göz önünde bulunması bizimle beraber yaşaması, beni hep rahatsız ediyordu. Milletvekili adayı olmayı kendim için kabul etmedim. Halen çalışan yada çalışmayan tüm genelev kadınları için kabül ettim. Benim gibi yüzlerce, binlerce annenin, kızların ciğerlerinde bu acının olduğunu biliyordum. Onların sözcüsü olmak için, Türkiye’de bir ilkin yaşanması için, vesikaların iptal edilmesi için. Bunları Türk halkına göstermek için kabül ettim.
Ahali: Vesikan var değil mi?Ayşe Tükrükçü: Var. Halen de var benim vesikam.
Ahali: Bağımsız bir milletvekili ve eski bir genelev kadını olarak; aday olma sürecin nasıl gelişti?Ayşe Tükrükçü: Bütün evrakları tamamlayıp, Yüksek Seçim Kuruluna teslim ettiğimizde, savcılıktan  ” temiz kağıdı” istendi. Şişli’den alıp, Yüksek Seçim Kuruluna evraklarımızı teslim ettik. İsimler asıldığında bana veto geldi. Vetonun gelmesinin sebebi; fuhuş suçundan cezaevinde yatmamdı.
Ahali: Ne kadar süre cezaevinde kaldın?Ayşe Tükrükçü: Yirmi üç gün kaldım.Hüküm giydim diye bana veto ettiler. Ben sevindim veto edildiğime.Çünkü İç hukuk burada bitti. İnsan Hakları Mahkemesine böyle bir dava olarak gitmeyi çok istiyordum ben.
Ahali: İnsan Hakları Mahkemesine başvurdun mu?Ayşe Tükrükçü: İnsan Hakları Mahkemesinene başvurmadım. Başvurmayı düşündüm ve çok da istedim. Şefkat Derneği başkanı Hayrettin Bulan’la beraber, bir itiraz dilekçesi yazdık. Yedi sayfalık bir itiraz dilekçesi sunduk, itiraz dilekçesini sunduğumuzda bize on gün sonra bir cevap geldi. Telefon açtılar.” Ayşe Tükrükçü Yüksek seçim kuruluna gelsin” dediler. Sebebini sorduğumuzda ise;  “görüşeceğiz”dediler. Bu yasada, hüküm giymiş fakat  suç işlememiş insanlar seçimde aday olma hakkına sahiplermiş. Tayyip Erdoğan’da hüküm giymişti, dört buçuk ay cezaevinde yatmıştı. 2002 seçimlerinde bu yasanın bir gecede değişen bir yasa olduğu ortaya çıkıyor.Yasa halbuki o zaman değişiyor ama Yüksek Seçim Kurulu bunu göz önüne almamış.
Ahali: 2002 yılında bir gecede değişen bu yasa yüzünden mi seni geri çevirdiler?Ayşe Tükrükçü: Evet. Bu sebeple beni geri çevirdiler ama zaten yasanın değiştiğinden haberleri yok. Biz itiraz dilekçesinde yasanın değiştiğini yazdık.On gün sonra kabül edildiğimi söylediler.  Eski bir genelev kadını olarak kabül edilmem büyük bir şeydi. T.C kurulalı hiç kimse cesaret edipde aday olmamış.
Ahali: Arkadaşların, çevrendeki kadınlar sana nasıl destek oldular?Ayşe Tükrükçü: Benden daha çok sevindiler. Bana destek verdiler. Çünkü ben hep demişimdir; “satmak mı suç, satılmak mı suç”  Ben cezaevine girdiğimde; niye cezaevine girdiğimi bilmiyordum. niye cezaevinde 23 gün yattığımı da bilmiyordum. Bunları seneler sonra öğrendim. Et pazarına düştükten bir sene sonra, niye hüküm giymişim, niye cezaevinde yatmışım meğer bunlar hep bir komploya kurban gittiğim içinmiş.Vesika almam için sebeplermiş.Kadınların bu desteğini gördügümde adaylık beni daha da çok heyecanlandırdı.On bir sene önce genelev den çıktığımda benim yanımda sadece Şefkat-der vardı. Ama seçimler sürecinde kadınları etrafımda görmek ne demek  biliyor musun? On bir yıldır benimle beraber Ailemin, çevremde ki herkesin dışlandığını biliyorum. Sebep “bir vesikalıyım” diye. Birden bire 2007 yılında seçimlerde Ayşe Tükrükçü’yü binlerce kadının bağrına bastığını görmek, Ayşe Tükrükçü’nün vesikalığı için mücadele etmelerinin ne demek olduğunu bilmek… bunu ancak “yaşayarak” bilirsin.
Ahali: Seçim çalışmalarından ve kampanyalardan bahsedebilir misin?Ayşe Tükrükçü: Hayatı çalınmış binlerce kadının beni desteklediğini görüyordum. Telefon açıyorlardı, destek oluyorlardı, tebrik ediyorlardı. Ka-der destek verdi. Ka-der başkanı Hülya Gülbahar geldi yanımıza. Mor Çatı dan arkadaşlar geldi, Film Mor dan arkadaşlar geldi. Feministler benimle ilan dağıtmak istediklerini, standlarda benimle beraber yer almak istediklerini söylediler. “Sen vesikalısın ama biz seni destekliyoruz, senin yanındayız”dediler. Seçimler sürecinde Devletin engellemeleri çok oldu. Yüksek Seçim Kurulunun bize  verdikleri evraklarla stand kurmak istediğimiz de bütün partilerin standları vardı. Bağımsızların, partililerin standları vardı. Onlara izin verildi ama benim o standlara açmama ve  bildirileri dağıtmama izin verilmedi. Çünkü ben Türkiye’nin ayıbını  göz önüne koyuyordum. Rüşvetin, milyonlarca doların fuhuş batağında ki rantını göz önüne sermeye çalıştığım için, Devletin ve  kurumlarının engelleri ile çok karşılaştım. Bu yüzden el ilanları dağıttığım zaman polisler, Devlet kurumundan insanlar, yanımdan geçip bana omuz atan kadınlar-erkekler olmadımı, oldu. Elimden ilanları alıp bana hakaret edenler olmadımı, oldu. Nezarete düştüm, sokakta ilan dağıtırken gözaltına alındım. Gözaltına alınmamın sebebi de “izinsiz gösteri yapmak” Türkiye genelinde bütün adaylar için konuşuyorum; adayların hangisi izin alıp gösteri yaptı? hangisi gidip Yüksek Seçim Kurulundan veya adliyeden, savcıdan, emniyetten izin aldı. Biz şurada yürüyeceğiz dediler. Ben hep bunları yapma mecburiyetinde kaldım. Yapmaya kalktığım zamanda bile stand verilmedi. Seçimin son günü bana stand verildi. Bunlara karşılık tepkimi göstererek basın açıklaması yapmaya çalıştım. Polisler bizi apar topar aldılar.

Ahali: Sana tüm bu haksızlıkları hayat kadını olduğun için mi yaptılar?Ayşe Tükrükçü: Kadın olduğum için, eski bir hayat kadını olduğum için. Türkiyede ki genelevlere  gidildiği zaman erkekleri kimin karşıladığını soracak olursanız; oraya devletin memuru konulmuş derim. Bizlerin haklarını savunmayan ama oraya giren erkeklere; “hadi gir öğrenirsin, alışırsın” diyen Devlet kurumunda çalışan insanlar var orada.Benim tepkim bunlara. Ben genelevine düştüğümde bana denilen kelime aynen şuydu; omuzuma da vurularak “haydi, haydi alışırsın” Benim tepkim bunlaradır. Ben kimsenin bedenin satmadım. Milletvekilliğine adaylığımı koyduğum zaman bunların olmasını engellemek istediğim için tepki almaya başladım.
Ahali: Gözlatına alındığınızda şiddet, hakaret  gördünüzmü?Ayşe Tükrükçü: Tabiyki gördüm.Gözaltına alındığımdapolisin bana söyledği şuydu; “geldiğin yeri unutma gideceğin yerde orası” benim geldiğim yer genelevdi. Devlet bana sahip çıkmayacakta kime sahip çıkacak? pollis bana hakaret ettiğinde, ben de ona hakaret ettim. Ben hakaret ettiğimi inkar etmiyorum ama onlar ediyor. Çünkü onlar memur herşeyi söyleme hakları oluyor. Nezarete girdiğimde; “çeneni kapat, konuşma, sürekli bir baskı, lavaboya gitmek istediğimde; 45 dk memurun kapıyı açmasını bekliyorum, memur içerde telefonda muhabbet ediyor. Avukatım geliyor, avukatıma benim burada olmadığım söyleniyor, halbuki ben içerdeyim avukatımı benim yanıma göndermiyorlar.  Bayan memuru istiyorum araçta bayan memur yok. Araba da bayan memur yok ya “korkma biz sana birşey yapmayız” diyorlar ama söyledikler o lafları  gizli kamera olsa da çekseniz.Şu anda bile beni gördükleri yerde bir kaşık suda boğacak vaziyetteler.
Ahali: Milletvekilliği sürecinde medya da sana çok ilgi gösterdi. Medya da bazı programlarda özellikle kadın programlarında konuştun. O ilgiyi şimdi aynı derecede hissediyormusun?Ayşe Tükrükçü: Yok.Medya ve basın seçimlere kadar benim arkamdaydı. Dünya basınıyla röpörtaj yaptım. Afrika basınına bile çıkmışım. Polonya basını on sayfalık bir yer vermişti. Çünkü Türkiye de bir ilk oldum. “Ensest tecavüze uğramış, geneleve satılmış, Devlet gözü önünde satılan üzerlerinden vergi alınan kadınlar” diye. Seçimler den sonra bu ilgi gittikçe azaldı. Kadın programlarının birkaçına konuk edildim. Devlet tarafından bizler için birşey yapılmadığı söylenerek Nimet Çubukçu’ya müracat edildi. Nimet Çubukçu bugün oldu halen dönecek bu konuya. Aileden sorumlu Devlet bakanı kendisi “kadınsın ama boşuna ordasın”derim. Çünkü kadın için birşey yapılmıyor, en başta bedenleri satılanlar için bir yasa çıkartılmalı.
Ahali: Devlet kurumları genelevinde çalışan yada çalışmayan kadınlara yardım anlamında sadece  görüntü. Bunun dışında yardım konusunda hiç destek vermiyorlar dedin. Sığınma evleri bu konuda ne yapıyor?Ayşe Tükrükçü: Sığınma evleri, eski genelev kadınlarını, hayattan beklentisi olup da seviyeli bir yaşam kurmuş kadınları bile almıyorlar. Alıyoruz deseler bile maalesef  o kurumlarda çalışan bir kaç arkadaşımla görüştüğümde kendileri söylüyorlar. Sığınma evlerinin zaten sayıları belli. 32 tane sosyal hizmetlerin, 13 tane sığınma evi var. Mor çatı, Ka-der, Konyada ki Sevgi-der  kadın sığınma evinde kışın 385 kişi kalıyordu. Ümraniye de bir yer açıldı. Aşağı yukarı 30 kişi kalabilecek bir kapasitede ama maalesef sığınma evlerinin süreleri zaten belli. 3 ay bilemedin 6 ay yani, 6 ay sonra bu kadınlar yine sokaklara dönüyorlar.
Ahali: İş bulma konusunda kadınların sıkıntıları neler?Ayşe Tükrükçü:  Genelevinden çıkmış ve iş bulsa bile geçmiş hayatını öğrendiği zaman patronu ya da diğer çalışanlar bu durumdan ötürü kadını ya  sokağa atar, ya da aylığını vermez. Ben bunların hepsini yaşadım. Medya da programlara çıktım yüzümü bile kapadım fakat bir şekilde tanındım. Çalıştığım yerde bu sorun oldu, akşam olunca kapının önündeydim. Başka bir işe girdim. Patron öğrendi “benim orospuyla işim olmaz” dedi. Türkiye’nin kuralları, Devlet’in çıkardığı yasalar… hepsi bunların kadınları harcıyormuş gibi geliyor.
Ahali: Ayşe hiç evlendin mi?Ayşe Tükrükçü: Evlendim, evlenmez olaydım ama.
Ahali: Sen kendi hayatta ki duruşunu bir mücadele biçimine dönüştürdün…Ayşe Tükrükçü: Ben 11 yıldır bu mücadeleyi veriyorum ama bu seçimlerde göz önüne çıktı. Karşınızda ki  bu Ayşe hep vardı.
Ahali: Şimdi ve sonrası için neler yapmak istiyorsun?Ayşe Tükrükçü: 61 yılında çıkartılan bizlere hitap etmeyen bir yasa var. 419. madde diyor ki; zoraki çalışmaları olmayacak, sağlık kurumları olacak, genelev kadınları sağlıklı koşullarda çalışacak. Ben sağlıklı bir ortamda çalışmadım. Benim istediğim şudur; bu kadınlar için yeni bir yasa çıkmalı, emeklilik hakları verilmeli. Devlet aslında onlara devleti versede azdır. Onlara yeni bir hayat şansı verilmesi için devletin çok şey yapması lazım. Ben genelevin den çıkalı on bir sene bitiyor. Ama maalesef ben hala vesikalı genelev kadınıyım. Vesikaların tamamı ile iptalleri gerekiyor.
Ahali: Genelevinde olan  kadınları temsil eden bir duruşun var. Çok farklı sıkıntılar var değil mi? Sonuçta o mağduriyet, o baskı çok fazla. Ayşe Tükrükçü: Haddinden fazla bunu biliyorum.  Ahali: Verdiğin bu mücadeleden etkilenen ve genelevinden çıkan arkadaşların var mı?Ayşe Tükrükçü:  Çıkan arkadaşlar var. Diyarbakır’da bir arkadaşım var, şu an ailesinin yanında ama hayati tehlikesi var. Karaköy’den çıkan arkadaş var.”Namuslu bir hayat yaşamak istiyorum, devletin aldığı namusu ben geri istiyorum” diyor. Bundan üç sene önceye kadar nüfus dairelerinde özel rakamlarla bizim vesikalı olduğumuzu ispat eden bir yazı vardı. Artık bu yok  ama bunun emniyette de kalkmasını istiyoruz. Sicilin tamamı ile silinmesini istiyoruz. Bu insanlara yeni haklar verilsin, yeni yaşamlar düzenlensin. Zaten dışlanıyorsun, eziliyorsun, o köleleşmiş hayat zaten senin üstünde yük ve bu yükü taşıyorsun.
Ahali: Sokakta senin genelevinde çalışmış bir kadın olduğunu bilen, seni hiç tanımayan kadınlar sana nasıl yaklaştılar? Ayşe Tükrükçü:  Hiç olumsuz bir olayla karşılaşmadım. Seçimler döneminde bir gün ellerimiz zincirli bir eylem  yapmıştık cenneti de (plastik bebek) kucağımda tutuyorum, teyzenin biri eylemde bağırdı; “vicdansız anne” dedi bana, yani cennetin  plastik bebek olduğunu bilmeden. O teyzeyle ben görüştüm. Teyze beni televizyonlarda görmüş, öğrenmiş genelev kadını olduğumu izlerken de demiş ki “çocuğu niye alet ediyor bu işlere” Konuştuktan sonra bana dedi ki; “aferin sana ama ben o bebeği senin kucağında canlı görmek isterdim” Bu beni etkileyen olaylardan sadece biri.
Ahali: Genelevin den çıkmış kadınların vesikalarının kaldırılması sonrası için bir çözüm getirecek mi?Ayşe Tükrükçü: Evet. Çünkü bu vesikalar kalktıkça ve yeni girişler olmadığı sürece, bütün Türkiye de girişler kapanacak bunu biliyorum. Girişler kapandığı zaman, orada kalmak istemeyen kadınlar çıkar ve on sene içinde genelev kelimesi biter. Ben genelevinde iki buçuk sene çalıştım. 212 gün sigortam var ama benim üzerimden vergiler alındı, paralar kesildi. Benim bir sağlık karnem bile yok. Türkiye genelinde 68 tane bir vesika altında çalışan, 3715 tane genelev kadını  var. Bu dört sene önceki rakamlar. Hayatı çalınmış kadınlarsa yüz binin üzerinde. Bu kadınları hayata kazandırmak yerine daha beter batağa sürekleyen Devlete isyanım benim. Seçimlerden önce maaş alıyordum. Milletvekili adayı olduktan sonra, Devlete lafları saydıktan sonra maaşım da kesildi benim.
Ahali: Devletten ne kadar süre, maaş aldın?Ayşe Tükrükçü: 2002’nin Mart ayından, 2007’nin Haziran ayına kadar her ay maaş alıyordum. İlk aldığım maaş 150 YTL. Seçimlerde 400 YTL. Alıyordum. Şu anda 450 YTL. olması lazımdı. Asgari ücret gibi. Bu parayla çok şey yapıyordum; kiramı ödüyordum, ihtiyaçlarımı karşılıyordum. Şimdi bu maaş da kesildi.
Ahali: Geçimini nasıl sağlıyorsun?Ayşe Tükrükçü: Şefkat-der den geliyor. Temizlik işlerine gidiyorum, bulaşıkçılık yapıyorum. 25-30 da olsa günlük ihtiyaçlarımı karşılayabiliyorum. Benim için en önemlisi tek benim için değil genelevinden çıkan bütün kadınlar için bedenini satmak dışında yapabilecekleri iş imkanlarının oluşabilmesi. Bu gerçekten önemli bir sorun çünkü. Ahali: Seçimler döneminde yaptığın basın açıklamasında polise hakaret ettiğin için açılan davanın 6 Mart ta duruşması var. Değil mi?Ayşe Tükrükçü: 6 Mart ta duruşmam olacak. Polis bana hakaret etmişti, bende ona hakaret etmiştim. Bunun dışında polisin ara sokaklar da uyguladığı şiddeti görüyoruz, biliyoruz. Mobese kameraları olsa da onların çekmediği yerde şiddet uyguluyorlar. Kadın-erkek hiç fark etmiyor. Ama korktukları için kimse dava açmaya yanaşmıyor. Çünkü bu insanlar sokaktalar çiçek satan, mısır satan, kestane satan, mendil satan insanlar. Sokaktan ekmek parası kazandıkları için korkuyorlar .Ama ben şikayetçi oldum. Çünkü bana bir erkeğin orospu demesini kaldıramıyorum. Bir kadın polis olsa demezdi, karakolda yapılan o işkencelere tahammül gösteremezdi. O zaman raporlar tutulurdu. Çünkü o da bir kadın. Ama erkekler bunu yapıyor. Bir tek Esmeray diyor,o da canım benim,yine de o kelimeyi söyletmek için bir saat dil dökerim. Esmeray’ın demesi hoşuma gidiyor, gülüyorum.
Ahali: Esmeray’ın oyununu izledin mi?Ayşe Tükrükçü: Bilgi Üniversitesinde izlemiştim. Oyun da beni en çok etkileyen midye tezgahının başında ayakta durduğunda; “işte bende bununla  ekmeğimi kazanıyorum” dediğinde şimdi ki gibi ağladım.”250 kuruşluk midye ile kiramı ödüyorum, ekmeğimi alıyorum, bundan geçiniyorum” demesi benim için en büyük mücadeledir. Ben midyeyi hiç sevmezdim ama Esmeray’ın sayesinde alıyordum, yemiyordum. Ama artık onunla konuşurken yiyorum.
Ahali: Sende Esmeray gibi böyle bir yöntemle kendini anlatmak istiyor musun?Ayşe Tükrükçü: Oyun değil ama bende kitap yazıyorum. Nisan Ya da  Mayıs ayı gibi çıkacak. Kitaptan sağlanan gelirin hepsini kadın sığınma evine bağışladım. Köyden gelenler, Türkçe’yi bilmeyen konuşamayanlar var. Hayatta hiç evden dışarı çıkmayan kadınlarımız var. Onlar faydalansın, zorluk çekmesinler. Kitabın adı; “kahpede kaldık”. Delta yayıncılıktan çıkacak. Kitabın yazarı Alper Uluş da yüzde 12 lik bir hakkı olanı almayacak. Ne  o alacak, ne ben. Bütün geliri kadınlarımıza harcanacak. Kitap ta genelevinde bir kadının neler çektiği anlatılıyor.
Ahali:  Diline sağlık, teşekkür ederiz.
Ahali gazetesinin 3. sayısından alınmıştır.

]]>