21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Kapitalizmin Düşünce Depoları; TESEV

TESEV projelerine başladığı ilk günden bu yana amacı olan kamuoyunu oluşturabilmiş gibi gözükmektedir.   Ama esas mesele küresel siyasi ve ekonomik yapılardan bağımsız olmayan TESEV, bu yapıların küresel stratejilerini Türkiye’de uygulamaya geçirebilmiştir. Kapitalistlerin bu “başarısı”, arkasında küresel iktidarların niyetlerini gizleyen  “sivil toplum”un işlemesi olarak gözükmektedir.

Kapitalizm, toplum içerisinde kendisini sadece üretim ve tüketim ilişkileriyle var edemeyeceğini anladığından beri, halkın gündelik yaşamına kendi kültürel değerlerini farklı biçimlerde sokmaya ve bu değerlerin içselleştirilmesine çalışmaktadır. Çalışmaktadır, çünkü bu süreç kendini tamamlamıştır denemez. Bu değerler bütününü toplumsallaştırmaya yönelik çabaların, liberalizmin farklı birçok yaklaşımında görmek mümkün. Bu çabaların önemli bir bölümü “sivil toplum” denilen kavramla şekillendirilmeye çalışılıyor.
Aslında, sivil toplum kavramı sadece liberal teorisyenlerin, devlete karşı liberal toplumu (ya da devlete karşı iktidar barındıran devletsi kurumsal yapılanmaları) savunurken kullandıkları bir kavram olmamakla beraber; sivil toplum kavramının liberalizmle özdeşleşmiş bir kavram olması, kapitalizmin topluma yerleşmesinde “sivil toplum”un ne kadar önemli bir kavram olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor.

Kökenine inildiğinde Eski Yunan’a kadar varan bu kavram, 1980’le beraber yeni Marksist, yeni sol çevreler tarafından tartışılmaya; bürokratikleşmeye yüzünü dönmüş sosyalist yapıları eleştirmekte kullanılan bir argüman olmaya başlamış. Yaşadığımız coğrafyada da bu teorik tartışmalar benzer tarihlerde yaşanıyor olsa da “sivil toplum”un gündelik hayata yansıması çok gündem edilmemiş ya da ettirilmemiştir. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren somut anlamıyla kendini bu coğrafyada gösteren “sivil toplum”unsa, bu tarihlerde kendini pratiğe geçirmesi rastlantı değil. Bahsi geçen yıllar, bu toprakların kapitalist sermayenin “serbest piyasası”na açıldığı dönemlerdir.
1980’li yıllarla beraber devletin hantallığı ve kurumlarının işlemez hale gelmesi sadece bu coğrafyaya ait üretilmiş bir söylem değildi elbet. Liberalizmin yeni tezahürleri, bu durumu her coğrafyada belirgin kılmaya çalıştı. Ancak özellikle toplumsal alanda yaşanan problemlere, “toplum” içerisinden çözüm çabalarının gelmesi gerektiği söylemi, beraberinde “sivil toplumun” somutlaştığı kurumları doğurdu. Toplumun genel problemlerini düşünen, bunlara objektif çözümler aradığını söyleyen düşünce kurumları, 1960’lı yıllardan itibaren kapitalizmin merkezi konumundaki Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dan bütün dünyaya yayılmaya başladı. Batı’da “think-tank” diye ifade edilen bu kurumlar, uygulamaya dönük araştırmalar yaparak uluslararası organizasyonlar, devletler ve hükümetler için politika üretiyor.

Think-tank’lerin devletten ve partilerden bağımsız kuruluşlar olması, sivil toplumun bu coğrafyada gelişmesini destekleyenlerin sıkça üzerinde durduğu bir özellik. Partilerden ve devletten (dolayısıyla onların ideolojilerinden) bağımsız kuruluşlar olarak think-tank’ler, uluslararası toplumda “doğru, bilimsel ve nesnel” olanı kendilerine ölçüt olarak aldıklarını iddia ediyor.
Bu “düşünce üretim kurumlar”nın kar amacı gütmeyen vakıflar şeklinde toplumda organize olabiliyor olması, benzeri alanda faaliyet gösteren araştırma şirketlerinden onları ayırıyor. Bu kurumlarda yapılan araştırmalar konunun uzmanları tarafından ortaya konurken, araştırmalar sonucu ortaya çıkan veriler, kamuoyuna açık konferanslar, seminerler, dergiler ya da kitaplar yoluyla açıklanıyor. Bu yolla öngörüler doğrultusunda bir siyasi bilinç toplumsallaştırılmaya çalışılıyor.

Düşünce Üretim Merkezleri Türkiye’de
Think-tank diye anılan düşünce üretim merkezleri, 80 darbesi sonrası, Özal dönemi politikalarının bir sonucu olarak belirmeye başladı. Bu dönemin liberal politikaları, 90’lı yıllarla beraber düşünce üretim merkezlerinin kurumsal kimlik kazanmasına yol açtı. Başarısız Politik Psikoloji Merkezi deneyiminden sonra, think-tank’ler Türkiye’de her geçen gün gelişti. Think-tank gruplarının içine zengin iş adamları, politikacılar ve akademisyenler girmeye başladı.
6 Ekim 1994’e girildiğinde, Bülent Eczacıbaşı Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın kuruluşunu kamuoyuna duyurdu.

TESEV
Türkiye’nin ilk think-tank’lerin olan TESEV, bilimsel araştırmalarla politik kararlar arası bağ kurmayı kendine amaç edinmiş. Bunu yaparken devletten bağımsız fonların desteğini almayı bir ilke olarak belirlemiş. TESEV’in kurulmasında akademisyenlerden bürokratlara, zengin işadamlarına varıncaya 200’ü aşkın kişi etkin olmuş. Bu 200 kişi arasında hemen göze çarpan birkaç isim, TESEV’in bilimsel araştırmaları, politik kararlarla ne kadar bağlayabildiği gerçekliğini görmemiz açısından önemli.

TESEV’in Siyasetçileri
Kuruculuğunu Bülent Eczacıbaşı gibi Türkiye’nin büyük kapitalistlerinden birinin üstlendiği TESEV, yönetim kurulunda ve kurucu üyeleri arasında başka büyük kapitalistleri de barındırıyor. TESEV’in yönetim kurulu başkan yardımcılığını, Alarko Holding’in sahiplerinden İshak Alaton yapıyor. Yönetim kurulu başkanı ise Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Danışma Kurulu’ndan Nafiz Can Paker. Birkaç dönem Deniz Baykal’ın danışmanlığını yapan Can Paker, hala Sabancı Üniversitesi’nde mütevelli heyet üyesi. Adını Sosyaldemokrat Halkçı Parti ile sıkça duyduğumuz, TÜSİAD üyesi, Bilgi Üniversitesi Rektörü Asaf Savaş Akat da TESEV’in yönetim kurulu üyelerinden. Kurucu üyeler arasında göze çarpan başka bir isim de Kemal Kılıçdaroğlu. Kılıçdaroğlu’nun TESEV üyeliği, yakın zamanda ulusalcı medyada büyük tartışmalara neden olarak gündem olmuştu.
Sadece belirtilen isimlerin TC siyasetindeki konumları ve etkileri düşünüldüğünde, TESEV’in ilgi alanındaki konuların ya da önerdiği politik stratejilerin sadece kamuoyu yoluyla, TC siyasetini etkilemeyeceği açık. Liberal politikaların toplumda kamuoyu yaratma diye tariflediği bu olsa gerek; siyasi karar mercilerinde kararın niteliğine yön verecek önemli kişilerle kamuoyu etkisi yaratma.

TESEV, vizyonunu “toplumu karşı karşıya bulunduğu sorunlara çözüm seçenekleri oluşturmak, araştırmalarıyla siyaset yapıcılara etki etmek, Türkiye’nin demokratikleşmesine katkıda bulunmak” olarak beyan etmiş. Bu vizyon doğrultusunda TESEV, üç ana program işleterek amacını gerçekleştirmeye çalışıyor: Demokratikleşme programı, dış politika programı, iyi yönetişim programı.
TESEV üzerine araştırmalar yaptığı, konferans ve yayınlarla kamuoyu oluşturmaya çalıştığı tahlil ve önerileriyle TC’yi kuran ve onun omurgasını oluşturan “tepeden inmeci, merkeziyetçi otoriter” zihniyeti ve statik kurumlarını hedef alıyor. TESEV, Türkiye’de bu tarz baskıcı bir modernleşmenin yerine katılımcı demokrasiyi ön planda tutan, sivil anayasası olan, eşit vatandaşlık ve insan hakları temelli bir reform hareketinin gelişmesini öngörüyor.
Tüm bu vizyon, amaç ve çalışma yöntemiyle yola çıkan TESEV, sunduğu politik önerilerin hayata geçirilmesi için karşısına aldığı devletten bağımsız nasıl hareket edebiliyor? 

TESEV’in Değirmenini Kimler Döndürüyor?
TC siyasetiyle TESEV’in birçok üyesinin doğrudan ilişkisi dışında, TESEV’in bünyesindeki birçok kapitalist bu hareketin maddi ve manevi motivasyonunu oluşturuyor. Artık sadece ekonomik bir kuruluş olmayan TÜSİAD, bu motivasyonun kaynaklarından biri. TESEV’in ekonomik destekçilerinin küresel siyaset üzerindeki belirleyicilikleri düşünüldüğüne bu durum biraz daha netlik kazanıyor.

Yıllık bütçesi 2 milyon ABD doları olan TESEV, Soros Vakfı’nın yüklü hibesi dışında BM Kalkınma Programı, Dünya Bankası Ödeneği, Freedom House, National Endowment Democracy, DCAF, European Institute, UNDP, Centre For International Private Ent. ve Açık Toplu Enstitü’sünden fon sağlıyor.
Küresel fonlarla stratejik düşünceler üreten TESEV’in, bağımsızlık ilkesini neden küresel kapitalist bu kurumlarla işletmediği açık. TESEV’de üretilen stratejik düşüncelerin “doğruluğu, nesnelliği ve bilimselliği”nde küresel kapitalizmin değerleri saklı.

TC Politikalarında TESEV Etkisi
TC’nin küresel dünyaya eklemlenme politikası, 1980’den bu yana hiç bu kadar hızlı işlememişti. Tabi ki bu eklemlenme, TC’nin klasik yapısında birçok önemli değişikliğe neden oldu, olmaya devam ediyor. Eski yapısını terk eden devlet anlayışı, yeni değerler ölçüsünde kendi yeni biçimini var etmeye uğraşıyor. Bu uğraşı kendini iç politikadan dış politikaya, ekonomiye kadar birçok alanda kendini gösteriyor.

Bu değişikliklerde TESEV’in etkisini, TESEV’in her sene yayınladığı faaliyet raporlarında gözlemlemek mümkün. TESEV’in 2004 yılında yayınladığı faaliyet raporunda “İmam Hatip Liseleri” başlıklı araştırma ve muhafazakârlık-laiklik tartışmaları ile önerilen politikalar, bu sene imam hatiplerle ilgili yapılan yasa değişikliğiyle aynı içeriğe sahip. Demokratikleşme Programı bünyesinde türban yasağına ilişkin önerilen değişiklikler, yakın zamanda kamusal alanlarda geçerli olan türban kullanımı değişiklikleriyle aynı. Yine aynı program çerçevesinde “Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Denetimi” başlıklı çalışmayla TSK’nın sivilleşmesi ve demokratik gözetime açılması planlanan faaliyetler arasındaydı. Özellikle 2012 itibariyle TSK’ya ve bir dizi üst düzey komutana uygulanan hukuki yaptırım, 2004 TESEV Faaliyet Raporu’ndaki demokratik ve sivil denetimin tesis edilmesine ilişkin öneri ile tutarlılık gösteriyor. 2004 Faaliyet Raporu’nda göze çarpan bir başka TESEV önerisi, Türkiye-Ortadoğu politikalarıyla ilgili. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da son iki yıl içerisinde kendini gösteren siyasi ve ekonomik değişiklikleri, 2004 Faaliyet Raporu’nda “Demokratik Reformlar” başlığı altında okumak mümkün. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da uygulanacak Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ve Türkiye’nin rolü aynı başlık altında incelenmiş. TESEV’in faaliyet raporlarının, yakın çağ siyasi gelişmelerini düşündüğümüzde, ne kadar öngörülü olduğu açık! 2006 raporunda yine Demokratikleşme Programı içinde, Kürt Sorunu başlığı altında ele alınan konular 2009 Faaliyet Raporu’nda çözüme kavuşturuluyor. Geçtiğimiz birkaç ay içerisinde bu meseleye ilişkin yapılacak hukuki düzenlemeler, 2010 için hukuki öneriler olarak kendini gösteriyor. Yaklaşık bir senedir konuştuğumuz sivil anayasa meselesi, TESEV’in 2010 Faaliyet Raporu’nda Yargı Reformu başlığı altında yayımlanmış.

2011’in Eylül ayında medyada Oslo Görüşmeleri tartışılıyorken TESEV Haziran 2011’de yayınladığı Faaliyet Raporu’nda benzer bir görüşmenin gerçekleşmesinin, demokratikleşme adına önem taşıdığını açıklıyordu. Son iki aydır yerel yönetimlerle ilgili gündemimizden düşmeyen belediyelerin niteliği, seçilmiş vali tartışmaları, Ekim 2011 itibariyle TESEV tarafından yapılmış, “Yerelleşme” başlığı altında il, ilçe ve belediye yönetimlerinin yeniden kurgulanması gerektiği, seçimle iş başına gelmiş vali ve il meclisleri 2012 için öneri olarak sunulmuştur.

Yıllar öncesi önerilen politikaların günümüzde gerçekleşiyor olması TESEV’in öngörülü oluşundan çok önerdiği politikaların, politika yapıcılar tarafından uygulanmasıyla açıklanabilir. Yani TESEV projelerine başladığı ilk günden bu yana amacı olan kamuoyunu oluşturabilmiş gibi gözükmektedir. Ama esas mesele küresel siyasi ve ekonomik yapılardan bağımsız olmayan (belki onların yerel bir uzantısı olan) TESEV, bu yapıların küresel stratejilerini Türkiye’de uygulamaya geçirebilmiştir. Kapitalistlerin bu “başarısı”, arkasında küresel iktidarların niyetlerini gizleyen “sivil toplum”un işlemesi olarak gözükmektedir. Böylelikle Türkiye’de klasik devlet kurumlarından uzak kuruluşlar, siyasi ve ekonomik gidişata yön verebilmişlerdir. Gizlenen küresel niyetlerle TESEV uygulamaları ideolojisiz bir görünüm kazanmıştır. TESEV gibi sivil toplum kuruluşlarıyla bu STK’ların uygulamalarının ideolojisiz görünümü, toplumda yaygınlaştırılıyor. Nesnel, bilimsel bir gidişat görünümü altında kapitalizme varoluşsal bir iyilik atfediliyor. TESEV gibi kuruluşlarla kapitalizm hakim olmak istediği coğrafyalarda kendi değerlerini toplumsallaştırıyor.