“İmparatorluktan Cumhuriyete Kimi Kim Seçti ?”- Emrah Tekin

Osmanlı Devleti-Meşrutiyet Dönemi
Yaşadığımız coğrafyada seçimlerin geçmişini Osmanlı Devleti’nin, Tanzimat Fermanı ile ilan ettiği I. Meşrutiyet Dönemi’ne dek tarihlendirmek mümkün. Osmanlı Devleti yöneticileri, yıkılmaya doğru yol alan devletin kurtuluşu için, halkın isteklerini göz önünde bulundurup değerlendiren bir yönetim anlayışına geçilmesi gerektiğini düşünmeye başlamışlardı. Tanzimat Fermanı adı verilen, şimdilerin revaçta tabiriyle “açılım” 3 Kasım 1839’da bu amaçla ilan edilmişti. Yıkılmak üzere olan ve ekonomik olarak da büyük sıkıntıda olan devleti, halktan daha etkin bir şekilde toplanacak vergilerle ayakta tutmayı planlayan devlet yöneticileri bu amaçla taşralarda “Muhassıl Meclisleri” oluşturmaya başladılar. Bu meclislerde üyelerin yarısı atama, yarısı da seçimle işbaşına gelecekti. Üye adaylarında devlet tarafından aranan özellikler ise erkek ve mülk sahibi olmalarıydı. Az da olsa doğrudan demokrasi yöntemlerini anımsatan bu seçimde adaylar, seçmenlerin önüne teker teker çıkıyor, söz konusu adayın seçilmesini isteyenler bir tarafa, istemeyenler diğer bir tarafa geçiyordu. Ancak yöntem olarak seçimler her ne kadar böyle kurgulansa da uygulamada adayların, son söz ve yetki sahibi padişah tarafından atanmasıyla işbaşına getirildiği aşikardır.

Osmanlı Devleti döneminde 1876’da ilan edilen ilk anayasa (Kanun-i Esasi) sonrası ilk seçimler 1877’de yapıldı. Ancak aynı yıl çıkan Osmanlı-Rus savaşı bahane edilerek Padişah II. Abdülhamit tarafından meclis kapatılıp anayasa askıya alındı. Yaklaşık 31 yıl sonra İttihat ve Terakki Partisi’nin faaliyetleri sonucu 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet sonrası aynı yılın Kasım-Aralık aylarında seçimler gerçekleştirildi ve onu 1912, 1914 ve 1919 yıllarında gerçekleşen seçimler izledi. Bu seçimlerde iktidardaki İttihat ve Terakki’nin karşısına muhalefet olarak önce Ahrar, daha sonra da Hürriyet ve İtilaf partileri çıktı. Ancak özellikle 1912 seçimleri, muhalif Hürriyet ve İtilaf partisine oy atmak isteyenlerin İttihat ve Terakki Partililer tarafından sopalarla dövülmesi nedeniyle “Sopalı Seçimler” olarak anıldı.

1923 Sonrası Tek Parti Dönemi
Cumhuriyet dönemi sonrası ilk seçimler, Lozan Antlaşması görüşmeleri sürerken gerçekleşti. İsmet İnönü, Lozan’da görüşmeleri yürüten heyetin başındaydı. Meclis içinde “Birinci Grup” olarak adlandırılan Müdafaa-i Hukuk grubuna muhalif olan “İkinci Grup” Lozan Antlaşması’nın imzalanmasına karşı çıkıyordu. Bu durumda antlaşmanın imzalanması tehlikeye girebileceğinden Mustafa Kemal meclise, seçimlere gidilmesi yönünde karar aldırdı. 28 Haziran 1923’te yapılan seçimleri muhalif “İkinci Grup” boykot etti ve katılmadı. Seçime tek parti olarak katılan Müdafaa-i Hukuk grubu bu seçimde Halk Fırkası adını alarak (Sonra CHF, sonra da CHP) tek parti yönetimini fiilen başlatmış oldu. 1924 yılında CHF’ye alternatif olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulsa da kısa bir süre sonra bu parti Mustafa Kemal’in emriyle, ”dini siyasi çıkarlara alet ettiği” gerekçesiyle kapatıldı. Cumhuriyet döneminin bu ilk muhalif partisi aynı zamanda benzerlerini ilerleyen zamanlarda ve yakın tarihte de sıkça göreceğimiz, devlet tarafından kapatılan partilerin ilki olacaktı. Bundan 6 yıl sonra 1930’da Mustafa Kemal’in emriyle, ikinci defa çok partili sisteme geçiş deneyimi yaşandı. Türkiye o dönemde “1929 Buhranı” denen ekonomik krizden önemli ölçüde etkilenmişti. Krize çözüm bulmakta zorlanan Kemalist devlet, krizin yaratabileceği toplumsal muhalefeti yeni ve “muhalif” bir siyasi parti üzerinden parlamento çatısı altında eritmek istiyordu. Bunun sonucunda 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Partinin kurucuları ve kadrolarının Mustafa Kemal’in güvendiği kişilerden olmasına özen gösterildi – ki zaten birçoğu yakın bir zamanda bu partiye katılmak için CHP’den istifa etmişti. Partinin devlet tarafından kurgulanan bu “muhalif” yapısına karşın, tek parti uygulamalarından ve 1929 Buhranı’nın ekonomik sonuçlarından bunalan kitleler bu partiye büyük ilgi gösterdiler. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın üye sayısı iki hafta içinde 15.000’e yaklaştı. 1930 yılı Ekim’inde yapılan yerel seçimlerde özellikle taşrada CHF’yi geride bırakan SCF, seçim sonuçlarına itiraz etti. Zira genel toplamda CHF seçimi kazanmış görünüyordu. CHF ve SCF yöneticileri birbirlerini seçimlere yolsuzluk ve usulsüzlük yapmakla suçladılar. Bir süre sonra 16 Kasım 1930’da SCF kendini feshetti. Yaklaşık 6 ay sonra 25 Nisan 1931’de yapılan seçimlerde CHF’nin karşısına bağımsız adaylar çıktı.1935 yılında yapılan seçimlere “partinin ebedi ve değişmez genel başkanı” sıfatıyla Mustafa Kemal’in belirlediği adaylarla ve isminde “fırka” ibaresini “parti” olarak değiştiren CHP tek başına katıldı. 1943 yılındaki seçimlere de tek parti olarak giren CHP’de, bir önceki seçimden farklı olarak adayları, 1938’de ölen Mustafa Kemal’in yerine cumhurbaşkanı olan “Milli Şef” İsmet İnönü atandı.

Türkiye’de tek partili dönem boyunca devlet tarafından, seçimlere siyasi kültürün önemli bir figürü olarak ayrı bir değer atfedilmiştir. Bunun göstergesi olarak başarısız çok partili sistem girişimleri de dahil olmak üzere, her seçim sonrası meydanlarda “Sandık Alayı” adı verilen törenler gerçekleştirilmiştir. Bu törenlerde oy sandıkları çiçekler ve bayraklarla meydanlarda dolaştırılırken, seçimlerle yaşanan bu “demokrasi bayramı” halka “kutlatılıyordu”. Ancak devletin tüm bu özendirme çalışmalarına rağmen, örneğin 1927 seçimlerine katılım %20 civarında kalmıştı.

Çok Partili Dönem
1945 yılında İkinci Paylaşım savaşının sona ermesiyle sıcak savaş yerini “Soğuk Savaş” dönemine bıraktı. TC devleti de bu soğuk savaş konjonktüründe çok partili “demokrasilerin” hüküm sürdüğü tarafta yer aldı. Siyasal yaşamını da işte bu çok partili “demokrasilere” uygun şekilde dizayn etmesi gerekiyordu. Bu dönem ilk siyasi parti 1945 yılında kurulan Milli Kalkınma Partisi idi. Bu partiyi daha önce CHP ile görüş ayrılığına düşen Celal Bayar ve Adnan Menderes gibi isimlerin 1946 yılı Ocak ayında kurduğu Demokrat Parti takip etti. Aynı yıl yapılan ve “Hileli Seçim” olarak da adlandırılan seçimleri DP’lilerin tüm itirazlarına karşın CHP’nin kazandığı ilan edildi. Ancak DP sonrasında yapılan üç seçimi üst üste kazandı (1950-54-57). DP’nin bu seçim başarılarında ABD yanlısı politikalarının etkili olduğunu söylemek mümkün. 1945 sonrası ABD’nin NATO üyesi üçüncü dünya ülkelerine SSCB-Doğu Bloku tehdidine karşı dağıttığı “Marshall Yardımı” adındaki ekonomik teşvikler ve fiilen savaşa girmemiş olan TC devletinin hazinesinde biriken altın ve döviz rezervi sonucu oluşan nisbi ve göreceli ekonomik refahı da bu etkenlere ekleyebiliriz. Fakat bu “refah dönemi” uzun sürmedi. Baş gösteren ekonomik sıkıntı nedeniyle DP hükümeti 1958 yılında ilk kez İMF heyetini davet etti, aynı yıl ilk “İstikrar Paketi” hazırlandı. Ekonomik bunalım kısa bir süre sonra siyasal sorunları beraberinde getirdi ve 27 Mayıs 1960 tarihinde Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesi gerçekleşti. Darbe sonrası seçimler 15 Ekim 1961’de yapıldı. Bu seçime Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve CHP katıldı. Bu seçimleri dört yılda bir yapılan 1965, 69, 73 ve 1977 seçimleri izledi. 1965 seçimleri önce ilk siyasi partiler yasası çıkarıldı ve seçim sisteminde yapılan değişiklikle nispeten az oy alana partilerin de parlamentoda temsil edilmesi amaçlandı. Bunun sonucunda Türkiye İşçi Partisi (TİP) meclise 15 milletvekili soktu. Ancak 1969 seçimleri öncesi, iktidardaki AP’nin getirdiği baraj sistemi sonucu TİP, neredeyse 1965 seçimleriyle aynı oyu almasına karşın bu kez sadece 2 milletvekili çıkarabildi.

1960 sonrasının Türkiye siyasi yaşamındaki bir diğer değişiklik ise TBMM ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşan çift meclisli sistemdi. 12 Eylül 1980 darbesine kadar süren bu sistemde Cumhuriyet Senatosu adı verilen meclis üyelerinin seçilme şartlarından birinin “üniversite mezunu olmak” olması nedeniyle halk arasında “Okumuşlar Meclisi” olarak da anılıyordu. TBMM’nin aldığı kararları denetleyen bir üst kurul gibi de işleyen Cumhuriyet Senatosu’nun 15 üyesi de cumhurbaşkanınca atanıyordu.

12 Eylül 1980 Darbesi Sonrası
Askeri darbe yönetiminin işbaşına gelmesiyle birlikte siyasi partiler kapatıldı ve siyasi faaliyetler yasaklandı. 1983 yılı Nisan ayından itibaren ise, ancak darbecilerin sakıncasız bulduğu ve veto etmediği partilerin kurulmasına ve siyaset yapmalarına izin verildi. 1983 Kasım ayında yapılan seçimlere “zararsız ve sakıncasız” partilerden sembolik olarak bir merkez sağ-liberal (Anavatan Partisi-ANAP), bir sosyal demokrat-sol Halkçı Parti(HP), bir de darbecilerin açıktan desteklediği milliyetçi ve devletçi (Milliyetçi Demokrasi Partisi-MDP) olmak üzere üç partinin katılmasına izin verildi. Bu seçimi 1991 yılındaki seçimlere kadar 8 yıl tek başına iktidarda kalacak olan ANAP kazandı. Ancak bu seçimlerden bir yıl sonra 1984 yılında yapılan yerel seçimler, darbecilerin kurguladığı icazetli “siyasal faaliyet alanını” deşifre etti. Çünkü bu seçimde bir önceki seçime veto edilerek alınmayan iki parti Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) ve DYP ikinci ve üçüncü parti oldu. Eğer bu bir genel seçim olsaydı darbecilerin desteklediği HP ve MDP barajı bile geçemeyecekti.

Koalisyon-İttifak-Cephe Dönemleri
1991 yılı Ekim ayında gerçekleşen ve DYP-SHP koalisyon hükümetini iktidara getiren seçimlerle birlikte 2002 Kasım ayında AKP’nin tek başına iktidar olmasına kadar yapılan seçimlerden, ikili ya da üçlü koalisyon hükümetlerinin kurulduğu sonuçlar çıktı. Bu koalisyon iktidarlarından yakın tarihte akılda kalanları 28 Şubat döneminde generallerin müdahalesiyle bozulan Refah-Yol (Refah Partisi-DYP) hükümeti ve bu müdahale sonrası kurulan ANASOL-D(ANAP-DSP, Demokrat Türkiye Partisi) koalisyon hükümetleriydi.

Şu anda iktidarı elinde bulunduran AKP’nin de, geçmişte dört siyasi eğilimi birleştiren ANAP ile benzer olarak ancak ilan edilmemiş bir çıkarlar ittifakı olduğunu söylemek mümkün. 1983 seçimlerine gidilirken ANAP lideri Turgut Özal, partisinde dört farklı siyasal eğilimi (sosyal demokrat-sol, liberal, milliyetçi, İslamcı-sağ) birleştirdiğini söyleyerek bu anlamda bir ittifaklar bütünü olduğunu fiilen ilan etmişti. İçinden geçtiğimiz bu süreçte alenileşen AKP-Cemaat çatışmasıyla ortaya çıkan durum da mevcut AKP iktidarının yekpare ve heterojen bir yapıya sahip olmadığını ortaya koyuyor.

Yaşadığımız topraklarda devleti yönetenler iktidarlarını, ezilenler üzerinde çeşitli koalisyon, ittifak ya da cephe formülasyonlarıyla hayata geçirdi. Toplumsal muhalefetin ve politizasyonun çok yüksek olduğu 1970’li yıların ortalarından itibaren kurulan Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri bu formülasyonun yükselen işçi sınıfı mücadelesi ve sokak muhalefetine karşı kurulmuş olanlarıydı. 1975 yılında AP, MSP, MHP ve CGP (Cumhuriyetçi Güven Partisi)’nin koalisyonuyla kurulan 1.MC hükümeti 1977 Haziran seçimlerine dek iktidarda kaldı. 1977 Haziran seçimlerinde CHP hükümet kuracak yeterlilikte milletvekili sayısına sahip olamadığından, Temmuz 1977’ye dek iktidarda kalacak olan 2.MC hükümeti AP, MSP ve MHP’nin koalisyonuyla kuruldu ve Ocak 1978 tarihine kadar iktidarda kaldı. Aslen tek başına bir AP hükümeti olan ama dışarıdan MSP ve MHP’nin desteklediği 3.MC hükümeti Kasım 1979’dan darbenin gerçekleştiği 12 Eylül 1980’e kadar iktidardaydı.

Söz konusu MC hükümetlerinin işbaşında olduğu tarihsel döneme baktığımızda 34 kişinin öldüğü 1 Mayıs 1977 ve 7 devrimcinin yaşamını yitirdiği 16 Mart 1978 katliamlarını hatırlarsak, adı geçen “cephelerin” kimlere karşı ve ne amaçla kurulmuş olduğunu da anlayabiliriz. MC hükümetleri döneminde sivil-faşistlere askeri eğitimlerin verildiği “Komando Kampları”nın fiilen kurumsallaştığı gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda aynı tarih kesiti içinde gerçekleşen devlet destekli başka katliamları gerçekleştiren devletin gayrı-resmi örgütlenmesi olan “kontr-gerillanın” temellerinin de bu dönemde atıldığı gerçeğini görmek mümkün.

 

Emrah Tekin

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.