6 Aylık İkizlere 25 Ay Hapis

“xanim dikşine wek dayika min Kurdistan

mêr û zarok xeçel bûne weke kurdan”

“hanımım Kürdistan gibi acı çekmektesin

erkekler ve çocuklarsa Kürtler gibi ‘utanç’ içinde”

Batman’ın Sason Köyü’nde, henüz çocukken köy yakmalarla, köy bo­şaltmalarla, OHAL’lerle, devletle ve devletin adaletiyle tanışmış Mülkiye Demir Kılınç, ailesine deyimiyle Zey­no. Devletin dayattığı koruculuğu reddeden ailesine, “terör”e yardım ediyorlar iddiasıyla başlayan baskı­lar giderek artmış. Bir bayram sa­bahı, kahvaltı sofrasındayken basıl­mış evleri asker tarafında.Teypte çalan “xanima min” bahane olmuş, tüm aileyi gözaltına almış askerler. Abisiyle babasından günlerce haber gelmemiş. Sonrası malum, dayak­tan perişan bir şekilde serbest bıra­kılmışlar…

O gün teypte çalan Kürtçe kaset­ten dava açılan babası, mahkeme­sinin son gününde, Sason’un göbe­ğinde vurulunca; babası hastaneden çıkar çıkmaz, geri dönememişler köylerine, bir daha vururlar da kur­tulamaz diye.

Göç edip geldikleri İstanbul’da, uzun yıllar konfeksiyon atölyelerin­de çalışmış kardeşleriyle birlikte, sonra SES Plak’ta, sonra da Mezopo­tamya Kültür Merkezi’nde… Zaten ne olduysa da, ondan sonra olmuş…

Mülkiye şimdi 6 aylık ikiz bebekle­riyle birlikte, işlemediği bir “suç”tan dolayı aldığı ceza sebebiyle, 19 Mayıs’ta cezaevine girmeyi bekli­yor. Kendinden vazgeçmiş artık, ço­cukluğundan beri yaşadığı adalet­sizliklerden biri daha onu bekliyor şimdi. Ama bebekleri için hayal bile edemiyor.

6 aylık Özgür ve Lorin’i cezaevi­ne yollamakta karar kılmış devle­tin adaleti. Bu iki bebek henüz ko­nuşmayı bile öğrenemeden, şimdi cezaevinin dört duvarıyla, demir parmaklıklarıyla, bezlerine kadar aranmalarıyla, gardiyanlarıyla, “gö­rüş bitti” çığlıklarıyla tanışmaya ha­zırlanıyorlar.

Özgür ve Lorin’in ilk adımlarını “dışarıda” değil, anneleriyle birlikte bir havalandırma esnasında “volta atarken” atmalarına sebep olan­larsa, “hak, hukuk, adalet”ten dem vurmaya devam ediyorlar…

Merhaba. Sizi 6 aylık be­beklerinizle birlikte cezaevi­ne girmek zorunda bırakan “yargılama” süreci nasıl baş­ladı? Kısaca bahsedebilir mi­siniz?

Bir gün, bir müşteri elinde yüklü bir kitap listesiyle MKM’ye geldi ve listedeki kitapları almak istediğini söyledi. Gelen kişi, bir yıl öncesinden de gelen biriydi, onu hatırlamıştım. Gelen kişi, çok fazla sayıda kitap istiyordu, ben de bu kitapları bulabileceği­mi, ama kitapların hepsinin mev­cut olmadığını söyleyerek sipariş veren kişinin telefon numarasını aldım. Kitap listesini tamamladı­ğımda, kendisine haber verece­ğimi söyledim. O tekrar gelme­den önce, kitapların siparişinin tamamlanıp tamamlanmadığına dair bir iki defa telefon görüşme­miz oldu. Tabi bu görüşmelerin hepsinin dinlendiğinden de daha sonra haberimiz oldu.

Siparişi veren kişi bir hafta sonra tekrar geldi, kitapları aldı, ben de faturasını kestim ve o kişi gitti. Aynı gün yemek için MKM’den çıktığımda gözaltına alındım. Ne için olduğunu sor­duğumda, emniyete gittiğimde öğreneceğimi söyleyerek geçiş­tirdiler.

Mezopotamya Kültür Merkezi:

Kürtçe ismi Navenda Çan­da Mezopotamya olan Me­zopotamya Kültür Merkezi, ilk merkezini 1991 yılında İstanbul’da kurmuş bir kül­tür merkezidir. Müzik, tiyat­ro, sinema, dans gibi alanlar­da faaliyet yürütmekte olan kültür merkezinde ayrıca Kürtçe dersleri de verilmek­tedir. Uzun yıllardan bu yana çalışmalarına devam etmek­te olan MKM, Agire Jiyan ve Koma Çiya gibi müzik grup­larının kurulmasına zemin sağlamış; ayrıca Güneşe Yol­culuk ve Bahoz gibi sinema filmlerinin çekilmesine de katkıda bulunmuştur.

MKM, bugün 14 farklı ilde çalışmalar yürütmeye devam yürütmeye devam etmektedir. 

Peki, emniyete gittiğinizde hangi suçlama iddiasıyla gö­zaltına alındığınızı öğrenebil­diniz mi?

Tabi ki hayır. Emniyete götü­rüldüğümde, yaklaşık dört gün gözaltında kaldım, hakkımda ek gözaltı süresi istediler. Gö­zaltı süresince ne ile suçlandığı­ma, neden gözaltına alındığıma dair hiçbir açıklama yapmadılar. Bu süre içerisinde “Sen kimsin, nerenin sorumlususun, kimden talimat alıyorsun” şeklinde it­hamlarla beni konuşturmaya ça­lıştılar. Sorularına cevap verme­yeceğimi söyledikten sonra ise, ısrarlı bir şekilde “sohbet” adı al­tında benimle konuşmaya çalış­tılar. Hakkımdaki dosyada gizlilik kararı olduğundan, avukatıma da bilgi vermediler.

Beni gözaltı esnasında sağ­lık muayenesine götürürlerken, koridorda, kitap sattığım kişiyi gördüm. Onun da elleri kelepçe­liydi. O anda, onun neden gözal­tına alındığını düşündüm. Ondan sonra, o kişiye sattığım kitapları düşündüm. Ama sattığım kitap­ların arasında tek bir illegal kitap bile yoktu; Choamsky, Foucault, Mesnevi, Elif Şafak, Şükrü Erbaş gibi yazarların kitaplarını satmış­tım.

Gözaltında tutulduğum dör­düncü günün sonunda, benim “örgüt üyesi”ne yardım ettiğimi, o yüzden gözaltında olduğumu söylediler. Önüme bir tutanak uzattılar ve imzalamamı söyle­diler. Tutanağa bir göz gezdirdi­ğimde, hakkımda yazılı bir sürü asılsız iddia olduğunu gördüm ve imzalamayı reddettim.

Serbest bırakıldıktan sonra neler yaşadığınız? Yaptığınızı iddia ettikleri bir “suç” neti­cesinde başlayan bu yargıla­ma süreci nasıl devam etti?

Aslında, ben gözaltından bı­rakıldıktan yaklaşık iki ay sonra tam olarak neyle “suçlandığımı” öğrendim. Hakkımda hazırlanan iddianameyi okuduğumda, aslın­da bunu nasıl “kurguladıklarını” gördüm. MKM’den tiyatro ile il­gilenen bir arkadaşımla yaptığım bir konuşmayı bile, iddianame­de “delil” olarak kullanmışlardı. Kitap sattığım kişi ile yaptığım konuşmalar da, aynı tutanakta yer alıyordu. Tutanaktaki ko­nuşmalarda, kitap alacak kişi müşteri olduğundan dolayı gö­rüşmelerimiz de siz-biz şeklinde geçiyordu. Fakat polisler bana yapılan konuşmadaki siz-biz hi­taplarının, karşıdaki görüşmeci­nin “çoğul” olduğunu ve benim birilerinden talimat alarak bu işi gerçekleştirdiğimi iddia etti­ler. Yani aslında bu da Türkçenin azizliği, nereye çekersen oraya gidiyor maalesef.

Bu süreçte tek bir somut delil olmamasına rağmen, türlü suç­lamalara maruz kaldım. Ama mahkeme heyeti kanıttan ziya­de, dosyaya ilişkin kanaat ge­tirdi. Dedi ki “Sen Batman’lısın, kökenin şu, Kürtsün, muhalifsin, muhalif bir kurumda çalışıyor­sun. Yani aslında sen potansi­yel bir suçlusun, potansiyel bir ‘terörist’sin”. Bana dediler ki sen şunu da yapmış olabilirsin, bunu da… Bundan dolayı cezalısın de­diler. Yani somut delil yok, kanıt yok; mahkeme kanıtlar üzerin­den değil, olabilirlikler üzerinden kanaat getirdi.

Bu dava ne kadar sürdü, yargılanmanız ne zaman so­nuçlandı? Hakkınızda veri­len cezayı öğrendikten son­ra, bunu nasıl karşıladınız? Böyle bir ceza alacağınızı hiç tahmin etmiş miydiniz?

Gözaltına alındığım tarih 16 Kasım 2011’den sonra, Temmuz 2013’te mahkeme bana ceza verdi ve 2 yıl 1 aylık cezam ke­sinleşti. Cezam kesinleştiğinde, avukatımın şaka yaptığını zan­nettim. Bu süre boyunca avuka­tım da böyle bir sonucu asla tah­min etmiyordu, hatta ben son karar duruşmasına bile katılma­mıştım. O da çok şaşırdığını ama böyle bir cezaya çarptırıldığımı söyledi. Bir taraftan da, görüyo­ruz, olmayan suçlarla yargılanan bir sürü insan, cezaevlerine atılı­yor, tutsak ediliyor.

Bir süre sonra cezanın bozul­ması umuduyla, kararı temyize göndermeye karar verdik. Tabi bu süreçte ben hayatıma devam ettim. Gözaltına alındığım tari­hin bir gün sonrasında nikâhım vardı. Ama tabi ben dört gün boyunca gözaltında tutulduğum için, nikahı gerçekleştirememiş­tik. Mahkeme sürerken de ben hayatıma normal bir şekilde de­vam ettim. Evlendim, hamile kaldım. Bir sıkıntı yaşayacağımı düşünmediğimden, yaşamımda hiçbir şeyi ertelemedim. Bu sı­rada cezam Yargıtay’a gitti, ben cezanın bozulacağı konusunda yüzde yüz emin iken, cezam onandı. Ben beş aylık hamile iken, cezamın onandığını öğren­dim.

Kitap satarak “yardım ve yataklık” ettiğiniz iddia edi­len kişinin davası nasıl so­nuçlandı peki?

Kitap sattığım kişi, “üyelik” ten 6 yıl 4 ay ceza almıştı. Ar­dından onun dosyası da temyi­ze gitti. Yargıtay, “Bu kişi örgüt üyesi değildir, kaçakçıdır. Ve yal­nızca yardım etmiştir. “ diyerek cezasını “yardım ve yataklık” suçlamasına düşürdü. Benim ce­zamsa “örgüt üyesi” olarak yar­gılanan bir kişiye yardım etmek iddiasıyla, “yardım ve yataklık” olarak bırakıldı. Yani sonuçta benim dosyam, “yardım yatak­lık eden kişiye yardım yataklık” pozisyonuna geldi. Türk Ceza Kanunu’nda böyle bir suça denk düşen hiçbir madde yok, anaya­sada bu suçu ifade eden hiçbir tanımlama yok. Onun dosyası bozuluyor, benim dosyam ona­nıyor. O kadar absürt bir durum yani.

Cezanız onaylandıktan sonra ne düşündünüz? Ne­ticede yargılamanız devam ettiği sürede evlendiniz, iki çocuğunuz oldu…

Ben beş aylık hamileyken ce­zam onandı. İkiz bebeklerimin normal doğumunu beklerken, stresten kaynaklı düşük riski ta­şıyordum. Bu süreçte avukatımı­za danıştık, ne yapabiliriz diye. O da savcıya gidip erteleme ta­lep etmemizi söyledi. Savcının normalde iki yıla kadar erteleme yetkisi var. Ama ben beş aylık hamileyken, savcı doğuma ka­dar olan süre ve doğumdan son­ra altı aylık bir süre için ertele­me verdi. Yani cezayı toplamda bir sene erteledi. Bunun ardın­dan ben erken doğum yaptım ve sekizinci ayda bebeklerimi dünyaya getirdim. Yaşadığım yo­ğun stres sebebiyle, çocuklarım prematüre doğdu. Çocuklarımı da yaklaşık bir ay emzirebildim, sonrasında sütüm kesildi.

Şimdi 19 Mayıs tarihi, yani cezaevine gireceğim tarih yak­laşıyor. Bu süre içerisinde eğer bir mucize olmazsa, 19 Mayıs’ta bebeklerimle birlikte cezaevine gireceğim. Çocukları hem birbi­rinden hem de kendimden ayı­ramam. Bu süreçte görüştüğüm doktorlar, cezaevi koşullarının bebeklerim için çok riskli oldu­ğunu, ama bebeklerimin bu süre içerisinde benden ayrı kalmala­rının da en az o kadar riskli ol­duğunu söylediler. Çünkü bu, psikolojik gelişimleri açısından çok önemli. Bebeklerin dördün­cü ayda annelerini kaybetme korkuları başlıyormuş ve eğer ben şimdi cezaevine girerek on­lardan 1.5 yıl boyunca ayrı kalır­sam, bu her iki çocuğum için de geri dönülemez sonuçlar yarata­bilir. Uzun bir tartışma-düşünme sürecinden sonra, eşimle birlik­te aldığımız karar bu oldu, bana çocuklarla birlikte cezaevi yolu göründü.

Ama bu gerçekleşmesin diye yoğun bir çaba gösteriyoruz. Kapı kapı avukat geziyoruz. Be­beklerimizi geçen ay alıp, savcı­nın yanına gittik. Belki bebekleri görünce vicdanı sızlar, insafa ge­lir diye düşündük. Ama hiç öyle olmadı, gayet rahat bir şekilde “Bir şey olmaz, bir şekilde bü­yürler” dedi, geçiştirdi.

Şimdi neler düşünüyorsu­nuz? Bu adaletsizliğe karşı yapabileceğiniz bir şeyler var mı?

Cumhurbaşkanın af yetkisi var aslında. Avukatımız aracılığıyla bu yönlü çabalarımız var ama bu yol neredeyse imkansız. Çünkü cezaevinde ölüm sınırında olan hasta tutsaklar bile yoğun bü­rokratik engeller nedeniyle çok zor durumda. Yani cumhurbaş­kanı durumu öğreniyor ve mü­dahale ediyor gibi düşünmek yanlış. Kamuoyu baskısı şart.

Adalet Bakanlığı’nın davayı iade etme yetkisi var. Bu ihti­mal üzerinden de girişimlerimiz var. Ben eğer adi bir suçtan do­layı 2 sene 1 ay ceza alsaydım hiçbir şekilde cezaevinin yüzünü görmeyecektim. Ama ben siyasi anlamda bir tarafta olduğum için ve dosyamda “terör” geçtiği için, aslında her şey en baştan beri belli. Zaten benim cezam 2 yıl 1 ay değil de yalnızca 2 yıl olsay­dı, cezamın ertelenmesi müm­kün olacaktı. O 1 aylık cezayı da zaten özellikle veriyorlar diye düşünüyorum. 1 ay, benim 1.5 yıl cezaevinde yatmama sebep olacak.

Şimdi internet üzerinden “Öz­gür ve Lorin Cezaevinde Büyü­mesin” sloganıyla başlattığımız bir imza kampanyası var, yak­laşık 38 bin imza toplandı. Belki şimdi o imzalarla birlikte Ada­let Bakanlığı’na gideriz. 6 ay-1 yıl daha erteleme talep ederiz.

Onun dışında, tabi ki kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz. Bel­ki benim durumumda bir şeyler değişir de, bir gün aynı sıkıntıyı yaşayacaklara emsal olur diye düşünüyoruz. İmza kampanya­sından sonra, çok farklı kesim­lerden insanlar benimle iletişi­me geçti. Tam insanlığa karşı umudum kırılmışken, gelen des­tekler, dayanışmalar beni çok mutlu etti. İstanbul’un birçok yerinden, hatta Amerika’dan ve Hollanda’dan beni arayanlar, si­zin için neler yapabilirim diye so­ranlar oldu. Bu dayanışma, bizi çok mutlu ediyor.

  2 Yıl 1 Ay Ceza Ne Demektir?

Türk Ceza Kanunu’na göre, ertelemenin mümkün ola­bilmesi “Hükmolunan hapis cezasının iki yıl veya daha az süreli olması” gerekmektedir. Verilen cezanın ertelenmesi, ancak bu koşullarda müm­kündür. Aksi takdirde, Mül­kiye Demir Kılınç’ın yaşadığı örnekte de görüldüğü gibi, ceza 2 yılı 1 ay bile geçse, ce­zaya ilişkin bir erteleme söz konusu değildir. 

Sizin yaşadığınız duruma benzer, daha önce yaşanmış herhangi bir örnek var mı? Eğer varsa, o örneklerde hu­kuki süreç nasıl işlemiş, bu konuda bir bilginiz var mı?

Bu duruma benzer bir durum daha önce yaşanmış mı acaba diye ben de eşim de çok uzun bir araştırma yaptık. Birini bulduk, Gazal Dülek, 10 aylık bebeği Şi­nar ile birlikte girmiş cezaevine. O bir röportaj vermişti, okuduk­tan sonra dehşete kapılmıştım. Şinar’ın annesi röportajda, ceza­evine mama almadıklarını, çocuk için en fazla paket süt verdikleri­ni anlatıyor. Neyse ki Gazal o sü­rece kadar, bebeği 10 aylık olana kadar, anne sütü verebilmiş de, o biraz korumuş Şinar’ı. Çocuk ateşlendikçe, gardiyanlar gö­türmüş doktora, annesinin eşlik etmesine izin vermemişler. Buna benzer o kadar çok olumsuz ör­nekler yaşamış ki…

Ben de şimdi düşünüyorum, cezaevine girdikten sonra beşik verirler mi, mama verirler mi… Çünkü benim çocuklarım zaten anne sütü de alamadı. Dolayı­sıyla beslenmeleri, alacakları ek gıdalar çok önemli. Artık çocuk­lara kıyafet alırken bile “şunu alsam kalın olur mu, cezaevinin soğuğundan korur mu” diye dü­şünüyorum. Kafam artık buna çalışmaya başladı. Bir taraftan hazırlanmaya çalışıyorum, bir taraftan da hayal bile edemiyo­rum.

Bu durumu ileride onlara na­sıl anlatacağım, bilmiyorum. İlk adımlarını orada atacaklar… Hat­ta atabilecekler mi, bilmiyorum. Görüştüğüm doktorlar dedi ki; bu durum onların gelişmeleri­ni de olumsuz etkiler, yani geç yürürler, geç konuşurlar. Zaten sütüm kesilince bir kez etkilen­diler ve şimdi cezaevinde daha da etkilenecekler.

Şu anda görünen o ki, dev­letin adaleti sizlere, altı ay­lık ikiz bebeklerinizle birlikte cezaevine girmekten başka bir yol bırakmıyor. Böyle bir olası tutsaklıktan sonra, siz­ce çocuklarınızın yaşamları bu durumdan nasıl etkilene­cek? Büyüdüklerinde, 6 ay­lıkken cezaevine kapatıldık­larını öğrendiklerinde, sizce neler düşünecekler?

Ben ileride bu durumu onlara anlatırım ama onlar bu devlete, bu yargı sistemine nasıl bakar­lar, hiç bilemiyorum… Ben, Kürt olmam sebebiyle, ailemle birlik­te çok uzun yıllar boyunca türlü sıkıntılar yaşasam da, hiçbir za­man bir Türk hakkında olumsuz bir şey düşünmedim. Hatta eşim Adanalı bir Türk. Kimliğinden ötürü kimseyi yargılamadım. Ama şimdi, biz bebeklerimle bir­likte cezaevine girdiğimizde ve onlar yaşadıkları bu adaletsizliği yıllar sonra öğrendiklerinde, öf­kelenecekler.

Tamam, ben artık yapmadığım bir şeyi kabul ettim, ama bu iki bebek ne olacak? Bu bebekler, cezaevinden devlete düşman olarak çıkacak. Öfkelenecekler. Ben bunun önüne geçemem. Bu adalet sistemi de, devlet de aslında kendi elleriyle kendine düşman yaratıyor.

Ben artık kendi suçsuzluğum­dan, haksız yere cezaevine gire­cek olmamdan geçtim. Ama şu iki bebeğin cezaevine girmesi­ne karşı yapılacak şeyler olma­lı. Birileri isterse, tek bir gecede bir sürü yasa değiştirebiliyorlar. Ama bu iki bebek için neler yapı­labilir bilmiyorum… Eğer bebek­ler olmasaydı, ben ağzımı açıp tek kelime etmezdim. Ben zaten bir sürü insanın haksız yere ce­zaevinde olduğunu düşünen biri­yim. Ama şu an, şu bebekler için haksızlık bu…

Benim artık bu devletin ada­letine de, yargısına da, hukuku­na da güvenim kalmadı. Hiçbir yargı sistemi, hiçbir ideoloji iki tane bebeği dört duvar arasına kapatamaz. Gerekçesi ne olursa olsun. Diyelim ki ben gerçekten o kitapları sattım, örgüte yardım ettim. Bunun cezası bu mu ol­malı? İki bebeğin cezaevine ka­patılması mı olmalı?

Eğer bir yolu bulunmazsa, 19 Mayıs’ta ikiz bebekleriniz­le birlikte cezaevine girmek zorunda bırakılırsanız, son­rası için ne düşünüyorsunuz? Bebeklerinizle birlikte yaşa­mak zorunda bırakıldığınız tutsaklığın ardından ne plan­lıyorsunuz?

Şimdi sistem bana şunu söy­lüyor, kitap okuma, kitap satma, düşünme, sorgulama… Karşınız­daki sistem o kadar sert ki; be­ton, esnemez; beton, oynamaz… İşte bu sistemin savunucuları da en az o kadar sert. Çocukların cezaevinde büyüyeceğini söyle­yen savcı kadar sert. Şimdi bu durumda kimden nasıl bir hesap soracağız… Cezaevinde çocuk­ların başına bir şey gelse, has­talansa, havale geçirse, zama­nında yetiştirilemese… Bunun hesabını kim verecek? Kimi kime şikâyet edeceksin?

Cezaevinden çıktıktan son­ra muhtemelen yine muhalif bir kurumda çalışmaya devam ede­ceğim. Kendi yaşadığım adalet­sizliğe ve adaletsizliklere karşı sessiz kalıp, sinmeyeceğim. Bu durumu çocuklara anlatmaya çalışacağım…

Yıllar önce bir kaset yüzünden evimiz basılmış, sürgün edilmişi­miz, köyümüze geri dönememi­şiz… Şimdi ben bir kitap yüzün­den ceza alıyorum… Böyle şeyler yaşarken, iki bebeğin cezaevinin dört duvarı arasına hapsedilece­ğini bilirken, geleceğe ne kadar umutla bakabilirim ki?

Röportaj: Merve Arkun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.