Maden İşçisi Soma Katliamını Anlattı

 13 Mayıs günü, Soma’da yaşanan katliam, bu toprakların en büyük işçi katliamı oldu. Yüzlerce madenci, toprağın dipsiz karanlıklarında devlet, şirket, sendika, hastane işbirliğiyle katledildi.  Kınık’ta madencilik yapan ve katliamdan sonra arkadaşlarını kurtarmak için yerin yüzlerce metre altında inen ancak yüzlerce cesetle geri dönen  Ö.Ç ile Soma’da yaşanan katliamı, göz göre göre katliama davetiye şirketi, katil şirketle işbirliği yapanları konuştuk.

 Soma’da katledilen işçilerin üzüntüsü hala yüreklerimizdeyken, bu katliamın bir ilk olmadığını hatırlatmak, katillere duyduğumuz öfkeyi daha da büyütmek için röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

 Siz hangi madende çalışıyorsunuz? Katliamdan önce de, bölgedeki madenlerde benzer durumlar yaşanıyor muydu?

 

Soma Holding dışında, aslında üç tane daha holding var o bölgedeki madenlerde. Birisi İmbat, benim de çalıştığım. Bir tanesini Ciner grubu almıştı patlamadan önce. Olaylardan sonra, Ciner almaktan vazgeçti.

Buna benzer ölümler daha önce de yaşandı. Arkadaşlarımızı kaybettik. Bize yaralı diyorlar, baygın diyorlar. Bir gün sonra öldüğünü öğreniyoruz. İşe gelmemek için bahane uyduruyorsun diyorlar ve arkadaşlarımızın cenazesine bile göndermiyorlar bizi. Ölen arkadaşı yer üstüne taşıyoruz. Revirde nabzına bakılıyor, ölmüş. Ancak “yerüstünde ölmüş diyeceksiniz” diyorlar. Böyle yapmayınca bizi ağır işlere veriyorlar, tokmakla taş kırmaya, demir malzeme taşımaya… Bu şekilde caydırmaya çalışıyorlar.

Çalışma koşullarınız nasıldı?

Normalde dört saat çalıştıktan sonra yemek hakkımız var. Ama yemek yiyecek yerimiz yok. Kumanya istiyoruz yukarıdan, ancak kumanya yok diyorlar.

Toz maskelerimiz kötü, normal ameliyat maskesi gibi. Ağzımıza bir maske veriyorlar, hiçbir faydası olmuyor. Normalde toza karşı daha duyarlı, koruyucu bir maske olması gerekiyor. Bir de patlamalar ve yangınlarda kullanabileceğimiz maskeler verdiler. Bir kere nasıl takacağımızı gösterdiler yarımyamalak. Beş seneden beri aynı maske…

Herkesin yapabileceği bir iş kapasitesi var. “O niye yirmi kasa yaptı sen niye yapamadın” diye soruyor. Bazen yer bozuk oluyor. Çalışırsan yıkılabilir, altında kalabilirsin. Ancak amir ben yukarıda bunun hesabını nasıl veririm derdinde. Niye yetiştirmedin diye hesap soruyor, çarpık falan yapsaydın, direğini yamuk yapsaydın diyor. Yapamadım deyince, yevmiye cezası.

Yedi bine çıktı üretilen kömürün tonu. Üç bin beş yüzden, yedi bine. Ama yedi bin de yetmiyor. “400 lira prim yazarız bu mesai için” diyerek sekiz saatten sonra bir de bir saat fazla mesai verdiler. Her vardiyadan 500 kişiyi, ellişer-yüzer kişilik gruplara ayırdılar. İki ay bir sorun çıkmadan işledi, üçüncü ay paralarımızın yatırılmadığını gördük. Gittik sorduk, bize “Kaç çıkardın sen bu ay?” dediler. 25 çıkardım dedim, iki eksik dediler.

Açık başlıyor ondan sonra. Açık başladıkça mecburen sürekli gideceksin. O açığı kapatmak zorundasın. Kapanmıyor da. İşçiye yüklendikçe yüklendiler. Yevmiye cezası korkusundan kimse yemeğe gidemedi. 5 dakika erken çıktın diyelim, o günkü yevmiyen yok.

Katliamın olduğu gün, yaşananlardan nasıl haberiniz oldu?

O gün, aşağı ocakta patlama olduğunu söylediler. “Ana kablo patlamış, duman yapmış, fazla bir şey yok, içeride 20 kişi varmış, onlar da kurtarılmış” dediler. Biz yukarı çıkmıştık ama amirin biri geldi “Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz, insenize aşağıya” diye bağırdı.

Sonra haber geldi; ölüm var diye. Herkes amire yüklendi, bir sürü insan ölmüş orada diye. “Bir şey yok. Öyle bir şey olsa, biz de oraya giderdik” dediler. Patlamayı bizden saklıyorlardı. Bindik servislere. Yolda bir baktık bir sürü ambulans geliyor. Dedik bu işte başka bir şey var.

Ben eve gittim, ama orada ne olduğu belli değildi ve ikinci vardiyada kardeşim vardı. Atladım arabaya gittim. Kardeşim Allahtan madene inmemiş. Patlamayı duyunca inmemeye karar vermiş.

Biz yukarıda beklerken cesetler birikmeye başlamış zaten. Hiç canlı çıkmıyordu. Canlı çıksa, bu saate kadar çıkması lazım diye düşündüm. Gittim sordum, kurtarmaya çalışıyoruz dediler. Çizmeyi, bareti, lambayı aldım, maskemi taktım “Ben aşağıya ineceğim” dedim.

Sonra? Madene indikten sonra karşılaştığınız manzara neydi?

İnmez olsaydım. Böyle bir vahşet, böyle bir katliam olamaz. Bantların üzeri, yerler, revirler… Kurtulan yok. Gittiğimiz yer ceset dolu, kurtulan yok. Seksen kişi sadece bir bantın önünde kalmış üst üste. Sanki paketlemişler gibi, yığılmış kalmışlar. Kimini bant parçalamış… Kimisi tutunup kalmış, lambası açık; herhalde yaşıyor diyorsun, yanına gidiyorsun ölmüş. Duman ileride yoğunlaşınca ileriye geçemedik, hepimizi dışarı çıkarttılar.

Yönetici ve amirler geldi. Bize sadece “İşçiler aşağı girecek, o yüzden işçiler beklemede kalsın. Eğer yaralı olursa işçiler alıp gelecek” dediler. İçeriden bir arkadaş çıktı geldi. Ona sordum, ilerisi nasıl diye. “Hepsinin üstüne basıp geçtim. Sakın gitmeyin, gaz arttı, siz de kalırsınız. Maskelere de güvenmeyin” dedi.

Meydan Gazetesi- Maden İşçisi Soma katliamını anlattı

Yaşamını yitirenlerin sayısıyla ilgili bir yanlış bilgilendirme de oldu katliam sonrasında. Madende yaşamını yitirenlerin gerçek sayısı neydi?

Normalde 780 kişi yeraltına iniyor o gün. 301 kişi öldü diyorlar, hiç inandırıcı değil. Kaç ölü olduğunun üstünü kapattılar. Kimini yolda öldü gösterttiler, kimine yaşıyor dediler… Biz ilk başta 201 kişi çıkardık. Gerisini sonra çıkardılar. Ölen işçiyi çıkarıyorlar. Ağzına maskeyi takıyorlar, sonra da “ölü” yazılı kâğıdı takıyorlar. Dışarı çıkan 201 işçiye de aynısını yaptılar.

Evime geldim. Televizyondaki sayıya baktım, 148’de bekliyor. Ama ben çıkardım onları. Nasıl bu sayı böyle duruyor? Sabah geri gittim. Yeraltına indim. S panosuna ulaşmışlar. 27 kişi daha geldi. Artık cesetler şişmişti, yüzlerinden kim oldukları tanınmıyordu. Yüzlerine maske takmak istediler. Görevliler takıyor, doktor da var, AFAD da var. Maske taktıklarında baktım derileri yüzülmeye başlıyor.

Bu sürede cesetler de gelmeye devam ediyor. Hepsinde farklı ölüm, vücutları harap olanlar, zehirlenenler…

O zaman sadece zehirlenmeden dolayı ölüm yaşanmadı?

Bir sürü şey yaşandı. En son 18 kişi kaldı dediler ya, o 18 kişinin tamamı yanık çıktı. 301 kişi son rakam dediler, 227’den sonrası zaten yanık çıkmaya başlamıştı. Banda yakın olan yerlerde kalan cesetlerin tamamı yanmaya başlamış. En son madene inen 3-4 kişi, “Kalan cesetleri biraz geri çekelim, orada torbaya koyar öyle taşırız” demişler. Ama bir arkadaş cesetlerden birine uzanmış, kolunu tutmuş, kolu kopmuş. O şekilde çürümüş artık cesetler.

Soma Holding’in patronu Alp Gürkan katliam sonrası düzenlenen basın toplantısında, “Denetimlerimiz tamdır, bu konuda bir sıkıntı yok, devlet denetleyicileri de böyle kaydetti” demişti. Ama anlattıklarınızla da görüyoruz ki, durum böyle değil…

Değil. Katliamdan önce madende çalışan arkadaşlar, anayolda demire değdiklerinde, sıcaklıktan dolayı ellerini geri çekiyorlarmış. Kardeşim de orada çalışıyordu, o ocaktaki demire değemediklerini söylüyor. Demirler iyice ısınmaya başlamış, 20 gün öncesinde aslında durum zaten belliymiş. Ama sensörleri kapatmışlar, derecelerini yükseltmişler; normalde 80 derecede patlayacak sensörleri 120-130’a çıkartmışlar. Denetlemeci geliyor, ama tam madenin derinine inmeden geri dönüyor. Şirket açıklamasında da gördük ki, denetlemeciler de zaten patronun akrabasıymış. Bunu da bilmiyorduk, açıklamayla öğrendik, iyi oldu.

O zaman danışıklı dövüş gibi bir şey bu. Şirket-devlet işbirliği var…

Aynen. Hatta sendika da bunun içinde. Sendika şirkete diyor ki; bize üye olursanız, size saha ayarlarız.

Burada devletin, taşeron sisteminin ve sendikanın katliamda birlikte rol oynadığını görüyoruz. Peki, taşeronun katliamın yaşanmasındaki etkisi ne?

Normalde kömürü devlet alıyor. Taşı, toprağı, kömürü çıkar bana diyor. Taş-kömür fark etmiyor. Devlet hafriyatı da parayla alıyor, kömürü de. Bu sefer şirket ne olursa olsun, çıkar diyor.

Madenden çıkanları devlete satan taşeron şirketler, amirlere pirim veriyor. Bu yüzden amir de komple taşerona yükleniyor. Onlara ödül veriliyor yani… Sonra yarış başlıyor. Madene inme saati üç buçuktan üç çeyreğe, oradan da üçe çekiliyor…

Az işçi, çok kömür. Üretim hızlanıyor, yarış başlıyor. Sırtındaki atleti çıkarıyorsun, sıkıyorsun tekrar giyiyorsun; sıkıyorsun, tekrar giyiyorsun. Bu şekilde bir sıcaklık var. Eve varıyorsun, yorgunluktan bitiyorsun. Oranın bütün gazı, pis havası senin içinden geçiyor.

O zaman devletin 1900’lü yılların başından maden örnekleri vermesi de boşuna değil. Devlet hep daha fazlasını istiyor, bunu da bugün taşeronuyla yaptırıyor.

Aslında madende değişen bir şey yok.

Şirket normalde kömürü 100 liraya alıyorsa; devlet ben sana sahayı da vereceğim sen bana kömür çıkar diyor. Ama yalnızca kömür değil, taşı da, toprağı da çıkar diyor. Ben o şekilde alacağım senden diyor. Kömürü durduruyorlar, taşı basıyorlar, daha ağır olsun, üretim fazla görünsün diye. Geride kalan kömür ne olacak? Yanmaya başlıyor. Kül de basmıyorlar, o da zahmetli ve masraflı geliyor.

Oksijen girdikçe madene, geride kalan kömür yanmaya başlıyor. Bir yerde kömür bitmeden başka yere indiğinde, oradan da sıcak kömür çıkmaya başlıyor. Üstün cayır cayır yanıyor yani.

Şirket aç bırakıyor, sıfır masraf istiyor, çok üretim istiyor… Aslında maden patlamış patlamamış o saatten sonra da fark etmiyor, şirket seni bir şekilde öldürüyor…

İş yerinden çıkıyoruz, kurs var diyorlar, daha girişte hiçbir şey okutmadan önümüze bir evrak koyuyorlar, imzala diyorlar. Okumak isteyince de “Seninle mi uğraşacağız” diyorlar. İmzayı at geç, imzayı at geç… Ne imzaladığımı bilmiyorum.

“Ben bu maskenin eğitimini aldım, kullanmasını biliyorum” diye imza attırıyorlar. Ama ben bu maskeyi kullanmayı bilmiyorum. Sözde eğitim veriyorlar ama biri geliyor maske şöyle kullanılır, böyle takılır anlatılıyor; maskeyi işçiye takmıyor bile. Ondan sonra o adam madende ölüyor.

Madende çalışan işçilere verilen maskelerin çalışmadığı ya da zaten böyle bir katliamda işçiyi koruyamayacağı haberleri sonradan geldi. Madencilere verilen maskeler gerçekte nasıldı peki?

Çalışan maskeden de adam ölüyor. Kullanmayı bilmedikten sonra o maskenin hiçbir anlamı yok. Çünkü burnundan nefes almaya başladığın andan itibaren o maske artık bir işe yaramıyor. Havayı çekmeye başladığın takdirde bir uyku çöküyor, halsizlik başlıyor, kalp atışların hızlanıyor, olduğun yere yığılıp kalıyorsun.

Maskenin 45 dakika süresi var deniyor. Ama benim Karaçam’dan çıkardığım bir arkadaşım, maskeyi 15 dakika takmış, daha sonra yürüyememiş. Maskeyi çıkarsa ölecek, ama çıkarmasa da ölecek. Bir bakıyor, önünde ustası düşüyor. Ustası düşününce, bir bakıyor yan tarafta oksijen tüpü. Sonra tüpü çekiyor ustasına da uzatıyor, o şekilde tüpü sürüyerek 80 metre geliyorlar. 80 metreyi geldikten sonra, temiz hava geldiğini fark ediyorlar. Ben madene inerken onu görüyorum ama o bana “Abi hiç gitme. Arkadaşlarımın hepsi komple öldü” diyor. Sen nasıl kurtuldun deyince, anlatıyor oksijen tüpünü, yani maskelerin işçiyi kurtarma ihtimali sıfır.

Aslında maskeler geçici çözüm. Peki, yaşam odaları?

Yaşam odası diye bir yer yok bizim orada. Onların yaşam odası dedikleri yer, sadece revir. Orası anayolun yanında açılmış bir oda, kurtulma şansın yüzde sıfır, çünkü oraya da pis hava giriyor.

Soma’da oraya girmiş işçiler ama biz orada, revirde üst üste 17 kişiyi ölü bulduk. Yaşam odası dedikleri yeri biz de bilmiyorduk, televizyonda gördük. Konteyner gibi bir şeymiş.

Açıklamada anlatıyor şirket yetkileri “Yaşam odamız var, ama onun altında patlama olduğu için oraya geçiş yapılamadı” falan filan. Hep hikaye bunlar.

Şirket işçileri katletmeden önce de aslında her şekilde, anlaştığı hastaneyle, sendikayla… işçileri daha fazla sömürüyor ve aslında olası katliamların da önünü açıyormuş. Madende çalışan işçiler ne tür ihlallerle karşı karşıya?

Haklarımız çok yeniyor. Haberimiz olmadan toplantı yapılıyor, iş güvenliği için bize ceza yazılabileceği kararı alınıyor. Mesela malzeme atmak yasak kararı çıkmış, amir geliyor “Sen bunun yasak olduğunu bilmiyor musun” diyor. Bilmiyorum deyince, “Biz toplantıda aldık karar” diyor. Haberim olmadığını söyleyince, “Haberin olması mı lazım” diyor ve 2 yevmiye ceza veriyor. Bir de hafta tatili gidiyor.

Normalde şirket çocuk yardımı yapmak zorunda. Ama kaç çocuğun olursa olsun, bordroda çocuk sıfır gösteriliyor.

Yıl sonunda, bir maaş ikramiye vermek zorunda. Arkadaşlarımız bankaya bunu araştırmaya gitti, banka “Biz bilgi veremeyiz, siz sendika ile toplu sözleşme yapıyorsunuz, bilgiyi onlardan alın” demiş. Yani sendika kendine alıyormuş parayı. Gitmiş Denizbank’la anlaşmış. 4 TL kalmış ATM’de kalıyor, 15 TL kalıyor, ama çekemiyorum. Eksik evrak var diyorlar, ATM’den maaşımızı çekemiyoruz. Bütün madenciler Soma’ya bankaya gidiyor, evrak imzalıyor. üç gün sonra postacı kredi kartı getiriyor evimize. “Biz başvurmadık” diyoruz, postacı “Siz imzalamışsınız” diyor.

Sonra… Mesela ben şalterci değilim ama beni şaltere yolluyor. Oldu ki orada bir şey oldu da ben öldüm, kendi alanım dışında bir yerde çalıştığım için de yine beni suçluyor.


Katliamdan sonra, yeraltında ve yerüstünde ölmek arasındaki fark konuşulmaya başlandı. Bu durum tam olarak nedir, biraz bahsedebilir misiniz?

Yeraltında ölürsen 350-400 milyar tazminat veriyorlar. Yerüstünde 70-80 milyar lira falan. Dinamit patlıyor yeraltında, etlerin komple duvara yapışıyor. Ama anlaşmalı doktorlarla, ambulanslarla bu arkadaşları yerüstünde ölmüş gösteriyorlar.

Soma’daki katliamda battaniyelerle çıkarılanların hepsi aslında ölüydü. Yeraltında dinamit patladı, adamın gırtlağı koptu, boynu parçalandı… Yeraltında öleni, yerüstünde ölmüş gösteriyorlar. Hastanede götürürken yolda öldü diyorlar. Soma Devlet Hastanesi doktorları da bunlara imza atıyor.

Patrondan kurtulsan sendikaya takılıyorsun, oradan çıkarken doktora, doktordan bankaya takılıyorsun. En son bankadan temiz çıkacağım derken bir patlama, ölüm oluyor… Gene devam ediyor.

Bu adamlar öldürdükçe güçleniyor. Zaten başta en büyük katil devlet, çünkü her şeye izin veren de devlet. Özelleştiren de devlet. Önce devleti yıkmak lazım.

Katliam boyunca ana akım medyadan gelen bilgi, her zaman yanlış bilgi oldu. Yaşamını yitirenlerin sayısı, madende kalanların durumu manipüle edildi. Bu durumu anlatabilir misiniz?

Orada, hepsi bizim önümüzde canlı yayın yaptılar. Ölü sayısını şaşırttılar. Televizyonda 48 ceset çıktı diyor, ama ben aşağıya indim, kendi gözümle gördüm. Düşündüm, acaba rakamı mı yanlış gördüm dedim. Ama her kanal aynı rakamı yazıyordu. Sadece ben, 227 tane cenaze çıkardım.

1 tane canlı çıkıyor, arkasından 10 tane ölü çıkıyor. “Siz bu insanların yaşamasını istemiyor musunuz? Yolu açın!” diye insanları azarlıyorlar. Göstermelik bir şeyler takıyorlar göğsüne kalp masajı yapılmış gibi, yüzüne bir maske takıyorlar ama hortumları açıkta. Ölenlerin kollarını göğsünde birleştirip üzerlerine battaniye örtüyorlar, kolları sağa sola düşmesin diye. Çıkana “Bu yaralı, helikopterle İzmir’e gidiyor” diyorlar. Ama helikopterle götürdüklerinin hepsi ölü.

Peki, katliamın ardından neler oldu?

Ben katliamdan sonra televizyonu izleyince, arkadaşlarla konuştum, biz de bir şeyler yapalım dedim. Önce olmaz dediler, ben de tek başıma gittim. Ama sonra arkamdan gelenler de oldu. Gittim meydana tek başıma oturdum, gücümün yettiği kadar bağırmaya başladım, üç kişi beş kişiye haber verdi, beş kişi on kişiye haber verdi derken 300 kişi olduk orada.

Sonra ertesi gün bir yürüyüş oldu, 500 kişi. Ama hani nerede diğerleri? Onca insanın ölümü bile örgütleyemedi. Orada halk sokağa çıksaydı, Soma’ya giden yolları kapatsaydı böyle olmazdı. TOMA bile gelse, yolu açamazdı. Traktörleri koyardık yola, keserdik yolları…

 

Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.