“Linç Kültürü Devletin Kültürüdür” – Hüseyin Civan

Kobanê dayanışma eylemleri süresince, farklı şehirlerden bir dizi linç haberi geldi. Esenyurt’ta Kabil Okyaytan’ın uğradığı saldırı, bütün saldırıların niteliğini anlamak açısından önemliydi. Okyaytan, önce bıçaklandı, sonra soyuldu ve yine darp edildi. Benzeri olaylara bu kadar sık rastlanıyor olması, “linç” denilen eylemin yaşadığımız coğrafyada sık başvurulan bir devlet hamlesi olduğunu gözler önüne seriyor. Aslında bu durum, sivil bir tepki gibi gösterilmeye çalışlan “linç” eyleminin devletli kökenini ortaya koymak açısından önem taşıyor.

Mr. Lynch ve Yasaları

1911’de, ABD Oklahoma’da Laura ve L.D. Nelson isimli anne-oğul iki siyah, yaşadıkları bölgenin yakınlarında bir köprüde asılı olarak bulunurlar. Asılı haldeyken köprünün üstünde fotoğraf çektiren 58 “insan”la birlikte. Olaya neden olan iddia, beyaz bir çiftlik sahibinin ineğinin çalınmasıydı. Hırsızlık iddiasıyla gözaltına alınan anne-oğul, bir şekilde hücrelerinden çıkarılmış ve “ibret-i alem” olsun diye köprüden sallandırılarak asılmışlardır.

Bu tarihlerde, özellikle ABD’de bu örneklerin çoğaltılabiliyor oluşu, benzer eylemlerin siyahlara yönelik bir linç kampanyasına dönüşmesiyle ilgilidir.

Linç kelimesinin anlamı da bu hikayelerle ilintilidir. Kelimenin kökü herhangi bir anlama sahip değil. Kelime, ABD’de iç savaş sırasında ortaya çıkan bir kişinin isminden türeyerek gelmiş. Charles Lynch gibi Lynch soyadına sahip birkaç isimle ilişkilendirilen bu sözcük, soyadı Lynch olanların sosyo-ekonomik karakteriyle anlam kazanıyor. Bu karakterler, köle sahibi çiftlik ağaları ya da askerdir.

Bu köle sahibi çiftlik ağasının, “asayiş tam anlamıyla sağlanamadığından” mülk sahiplerinin arazilerini ve hayvanlarını korumak için kullandığı “filli yasalar” Lynch Kanunu diye adlandırıldı. Lynch Kanunu’nun mağdurları yoğunluklu olarak siyah ya da yoksul olanlardı. Kanun, suç işlendiği zaman zanlıyı yakalayıp, mülk sahiplerinden oluşanların kararıyla zanlının ağaca asılmasıyla işliyordu. Dolayısıyla kelimenin ilk anlamı, yargısız infazdı.

Linç 1960’ların ortalarına kadar siyahlara karşı uygulandı. Hatta bu devletin, siyahlara yönelik bir politikası haline gelmişti. Devlet politikası ve linç arasındaki bu ilişki “linç”in mahiyetini anlamak açısından önem taşıyor.

linç

1934 Trakya Olayları

1934 yılında, Trakya’da yaşayan Yahudilere yönelik bir dizi linç girişimi yaşandı. Söz konusu TC tarihi olunca, devletin kuruluş aşamasında uyguladığı katliamları bir kenara bıraksak bile, benzer örnekleri çoğaltmak mümkün (6-7 Eylül Olayları, Maraş, Çorum, Sivas Katliamları). 1934 yılında yaşananlar, Nihal Atsız ve Cevat Rıfat Atilhan’ın Yahudilere yönelik ırkçı yazılarıyla beraber başlayan, Yahudilere ait evlerin, dükkanların yağmalandığı, onlarca Yahudi’nin öldürüldüğü ve on binlercesinin de göç etmek zorunda bırakıldığı 2 haftalık bir linç girişimiydi. Linç denildiğinde çok da akla gelmeyen Trakya Olayları ve buna benzer örnekleri çoğaltmak için TC’nin toplumsal tarihine bakmak yeterli olacaktır. Bu yaşananları Dersim benzeri katliamlardan farklı kılan, ortaya çıkan şiddetin doğrudan devlet eliyle değil de bireylerin ya da grupların eliyle yapılıyor olma durumuydu.

Devletin Görünmez Eli

Aslında linç eylemindeki devlet etkisini görünmez kılan da bu durumdur: Linç eyleminde bulunanların, suçu anonimleştirilerek toplumsal bir tepki havası veriliyor oluşu… Linç, meşru şiddet kullanma tekeline tek sahip devletin “yetemediği” yerlerde, bireylerin sözde kendi adalet kavrayışlarına uygun olarak suçluları belirleyip, o an ceza vermeleri gibi görülebilir.

Linç eylemine ilişkin yukarıdakine benzer bir açıklama, eylemin “normalleştirilmeye” çalışılması ile ilgilidir. Zaten medya da bu bakış açısına uygun olarak, lince maruz kalana değil, linç girişiminde bulunanlarla bir duygudaşlık yaratmaya çalışır. Bunun nedeni, bu normalleştirilmeyle ilgilidir. “Toplumsal hassasiyetler” adı altında işletilen aslında devletin normalleriyle ilgilidir.

Bu normaller, devletin varoluş değer ve pratikleriyle ilgilidir. Bu “normal”in dışında kalan her şey, toplumun varlığına tehdittir! O yüzden lince maruz kalan kesimler “marjinal” ilan edilmiştir.

Linç eylemleri genelde değerlendirilirken, ya münferit eylemler olarak gösterilip önemsizleştirilmeye çalışılır ve böylece devlet sorumluluğu üstünden atmış olur ya da konu, devlet iktidarından ayrı bir eylemlik olarak gösterilir. Yani linç eyleminde bulunanlar, devlet otoritesine güvensizlikten kaynaklı, bu normali korumaya çalışmaz. Eylemlerin hedefi zaten devlet otoritesini tehdit edenlere yöneliktir.

İstisnai Haller

Eylemde bulunan bireyler her ne kadar devletten ayrı tutulursa tutulsun, linç eylemi devletle alakalı bir eylemdir. Devletin, hukuk yoluyla oluşturamadığı düzeni sağlamak için şiddete ihtiyaç duyduğu zamanlarda ortaya çıkar.

Linç, devletle ilintilendirilmekten özellikle kaçırılır. Çünkü bu şiddet linç sırasında ortaya çıkan, Carl Schmitt’in deyimiyle “hukuk oluşturucu egemenliğe işaret etmektedir”. Burada mevzu bahis şiddet, devletin varoluş sorunuyla ilgilidir; bir yandan meşruluğunu hukuka dayandırmak, öte yandan düzeni sağlarken dayandığı hukukun dışına çıkmak…

Aslında mesele, siyasal iktidarın mı yoksa hukukun mu üstün olduğu tartışmasıyla doğrudan ilgilidir. Siyasal iktidarın “yasa kurucu” ve “yasa koruyucu” niteliğinin, onu hukuktan daha üstün bir konuma yerleştirmesi hukukun başat ontoloji tartışmalardandır.

Siyasal iktidar, istisnai hallerde hukuku askıya alır. Hukuka rağmen, onu işlevsiz bırakan bu tutum, devletin hukuka dayalı meşruluğunu tehlikeye düşürür. Tehlikeye düşen aynı zaman da, şiddet tekelinin meşruluğudur. Bu durum siyasi iktidarın, hukuku kurduğunun göstergesidir. Bu durumda istisna olmaktan ziyade, “doğal”dır. Siyasal iktidar, yukarıda da belirtildiği gibi hukuka, kurucu ve koruyucu ilişki temelinde yaklaşır. Siyasal iktidarın hukuku belirlediği bu ilişki devletin varlığı sorunsalıyla ilişkilidir.

Giorgio Agamben’in “istisna hali” olarak adlandırdığı ilişki, iktidarın gücünü nereden aldığını analiz etmek adına önem taşır. İstisna haller, gerekçeler gösterilerek hukukun askıya alındığı süreçlerdir. Bu istisnai durumda, siyasal iktidarı hukukun üstüne taşıyan unsur; şiddet aracına olan yakınlıktır.

Carl Schmitt’e göre istisnai hallerde “devletin değerleri” devlet tarafından yok edilebilir. (Carl Schimtt’in Nazi Almanyası’nda, Nasyonal-Sosyalist Hukukçular Birliği’nden olduğunu düşündüğümüzde bu iddia çok şaşırtıcı gelmez.)

Paradoks

Devletin yarattığı değerler, uygulanacağı ortama ihtiyaç duyar. Dolayısıyla, hukuki düzenin anlamlı olabilmesi için düzenin oluşturulması zorunludur. Ancak düzen bozulduğunda, devlet bu değerlerden uzaklaşır. Hukuki düzenin dışına çıkar. Yani otorite, hukuk üretmek için haklı olmak gerekmediğini kanıtlar.

Varsayılan devletin gücünü hukuktan aldığı yanılsaması bir kez daha ortaya çıkmış olur. Devlet iktidarının işleyişi yasaların üstündedir.

Kamu Düzeni Hukukla Değil, İtaatle Sağlanır

Linç eylemi de bu istisnai hallerden biridir. Aslında devlet iktidarını sağlayan durum, bu istisnailiğin bir kültür olarak, egemenliğini tuttuğu sınırlar içerisinde vatandaşları tarafından yaşatılmasıdır.

Her linç, mevcut devletin değerlerinin tekrar ve tekrar üretilmesidir. Toplumsal hassasiyetler olarak kavramlaştırılan, devletin ezilenler üzerindeki baskısını, zorbalığını, yeri geldiğinde yok etme tekelini oluşturan değerlerdir.

İstisnasız bir şekilde, bu değerlerin ezilenlerin lehine olmayan değerler olduğu, hatta doğrudan ezilenleri iktidar ilişkisinde aynı konumda tutmak için yaratılan değerler olduğu açıktır. Linç eyleminin içerisinde bulunanlardan sağlanılan itaatle, devlet kamu düzenini sağladığını varsayar. Bu itaatkar insan grubunun mahiyeti her ne kadar Stockholm Sendromu benzetmesiyle açıklanabilir olsa da, ortada unutulmaması gereken başka bir durum daha vardır.

Linç, ötekinden korkan, ötekiyle başedemeyeceğini anlayanların uyguladığı bir yöntemdir. Linç eylemlerinin artması, itaat etmeyenlerin de arttığının göstergesidir. Serhildan süreciyle beraber yaygınlaşan, devletin bu iktidarlı değerler kümesinin karşısında; birbiriyle dayanışan ve paylaşan; özgürlük ve adalet için başkaldıranların oluşturduğu değerlerdir.

Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.