Sinemanın Emektarlarına Bakacak 100’ü Yok! – Gürşat Özdamar

Törenler, kutlamalar, açılışlar, sergiler, kokteyller, basın toplantıları, konuşmalar, konuşmalar. Tüm bu saydıklarımız ve daha fazlası, 2014 yılı boyunca bu topraklara sinemanın gelişinin 100. yılı şerefine yapılan etkinliklerden bazıları. Her ne kadar, “Ayastefanos Abidesinin Yıkılışı”ndan önce de sinemanın geldiği konusunda bilgiler mevcut ise de, bu yıkımın çekim görüntüleri, işte bu kutlamaların nedenini oluşturuyor.

Sinema, o zamandan bu yana varlığını sürdürdü. İlk başlarda, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tezlerini ve Türk ulus devlet ideolojisini yayma misyonunu üstlendi, sonraları farklı farklı evreler geçirdi, gelişkin bir pazar haline geldi. Ayastefanos’u biz de milat olarak kabul edecek olursak, tüm bu 100 yıl boyunca sinema çoğunlukla eğlence olarak görüldü. Günümüzde de sinemanın genel olarak, AVM’lere sıkıştırılmış cep salonlarda, alışveriş sonrası tüketilecek bir “patlamış mısır”a dönüştüğünü gözlemliyoruz.

Tüm bu tüketim ortamında, 100. yıl kutlamaları da ayrı bir tüketime dönüşüyor haliyle. Ön planda da yine çok iş yapan filmlerin en meşhur oyuncuları boy gösteriyor. Onlar manşetlere taşınıyor, kameralar onlara doğrultuluyor, mikrofonlar onlara uzatılıyor. Sanki filmler yalnızca bu oyuncularınmış gibi.

Zaten genel olarak birçok sektörde olduğu gibi güvencesiz çalışma koşulları yüzünden, setlerin görünümü de, perdeye ya da ekrana yansıyan parlak yüzünün aksine, hiç de parlak değil. Son zamanlarda daha da gündeme gelen iş cinayetleri, toplu katliamlar, çalışma yaşamının görünmeyen yanını ortaya koysa da, setlerdeki sömürünün görünmezliği hala devam ediyor.

İsimleri çoğunlukla jenerikte bile yer almayan figüranların sete en erken gelip en geç çıkmaları, en düşük maaşı almaları yetmezmiş gibi, bu kişiler sürekli olarak horlanıyorlar da. Çekimleri sürekli olmadığından, her zaman eve ekmek götürme şansları da olmuyor. Sinemanın bu isimsiz çalışanları, yıllar sonra daha derin bir yalnızlık ve sessizlik içinde, çoğu zaman trajik bir biçimde yaşama veda ediyorlar.

Örneğin birçok filmde figüranlık yapan Yadigar Ejder, 1991 yılında henüz 39 yaşındayken, kimi bilgilere göre işsiz kalması yüzünden kirasını ödeyemediği için evden ayrılmak zorunda kaldığı ve karlı bir kış günü Gezi Parkı’nın bir bankında yaşamını kaybetti. Ayrıca, Yadigar Ejder’e sinemada iş verilmemesinin nedeni olarak da sette yaşadığı bir tartışma da aktarılır. Kilyos’ta çok soğuk bir gün, yağlı güreş sahnesi çekilmektedir ve diğer başrol oyuncuları arabanın içinde sıcakta beklerken, Yadigar Ejder “araba kirlenmesin” denilerek dışarda soğukta bekletilmektedir. Yadigar bu nedenle yapımcıyla tartışır ve sete veda eder. Bir daha da dönemez.

Böyle daha çok örnek sayılabilir. Oyuncu Mesut Engin’in İzmir’de Ağaçlı Yol’da otobüs duraklarındaki banklarda uyumaya başlaması; 82 yaşındaki Muazzez Özdemir’in Edirne’deki evinde ölü bulunması; “Bar Kızı”, “Bana Derler Fosforlu”, “Veda Busesi” gibi filmlerde Türkan Şoray’ın okuduğu şarkılara sesini veren Sevim Şengül’ün önce işini, sonra sağlığını yitirip yalnız başına ölmesi bunlardan sadece birkaçı.

Sinema, yalnızca figüranları değil, ismi duyulmuş oyuncuları da dişlileri arasına alıp öğütüyor. Mesela güfte ve beste çalışmaları da olan Sami Hazinses; o da unutulmaz komedi sanatçıları arasına girmeyi başarmıştı ama son yıllarını yoksulluk içinde geçirdi. Bir süre huzurevinde kaldıktan sonra o da yalnızlık içinde hayata gözlerini yumdu.

Deli Yürek, Fahri Baba, Berivan, Yusuf, Ayışığı Neredesin, Kayıt Dışı gibi dizilerde oynayan, Bir Türk’e Gönül Verdim adlı filmdeki rolüyle 2. Adana Altın Koza Film Festivali’nde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü kazanan Bilal İnci de, Beyoğlu’nda kaldığı otel odasında geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda etti.

1969 Adana Altın Koza Film Festivali, 1970 Antalya Altın Portakal Film Festivali, 1991 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü kazanan, 1999 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Yaşam Boyu Onur Ödülü’nün sahibi olan Hayati Hamzaoğlu, bütün bu geçmişine rağmen, bir de Marmara Depremi sonucunda evini de kaybedince, son yıllarını yalnızlık ve yoksulluk içinde geçirdi. Öyle de öldü.

Ömercik olarak bilinen Ömer Dönmez, 4 yaşından beri sinemanın içinde yer aldı. Pek çok filmde rol aldı, ama sonu diğer çocuk oyunculardan farklı olmadı, büyüdükçe unutuldu. 17 yaşında geçirdiği bir kaza sonucu bir gözünü de kaybedince sinema yaşamı bitmiş oldu. Şimdilerde büfecilik, taksicilik gibi işler yaparak yaşama tutunmaya çalışıyor.

Bunun gibi pek çok örnek sayılabilir elbette. Ve şaşırmayacağımız gibi, bunların hiçbirinin sinemanın bu topraklarda 100. yılı kutlama şamatasında da adları geçmiyor. Çünkü sinema sektörü de bağlı olduğu kapitalist sistem gibi, kaybedeni sevmiyor, düşene vuruyor, “bir tekme de sen at” diyor.

100. yılını kutlayan sinemanın, günü geçince unuttuğu, yalnızlığa terk ettiği emekçilerinin yüzüne bakmaya da “yüzü yok” elbette.

Gürşat Özdamar
[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.