Yalınayak : ” ‘Kadın Başına’ Devlete Başkaldıranlar ” – Seza Mis Horuz

 

Gazetemizin bu sayısının Yalınayak köşesinde, onlarca yılını tutsaklıkla geçirmiş, şimdi de görüşçü olarak hapishanelere gitmeyi sürdüren eski bir kadın tutsağın mektubuna yer verdik. Seza Mis Horuz gazetemize yazdığı mektubunda tutsaklık dönemini, devletin kadın tutsaklara yönelik sistematik saldırılarını ve kadınların tüm bunlara rağmen büyüttükleri direnişlerini yazdı. Horuz’un gazetemize gönderdiği mektubu, siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Ben ilk olarak 12 eylül askeri faşist darbenin hemen sonrasında, 30 Ekim 1980’de Elazığ’da gözaltına alındım ve tutuklandım. 1,5 yıl Mamak ve Erzincan Askeri Cezaevi’nde yattıktan sonra, çıktım. Daha sonra 1984 Mart’ında İstanbul’da gözaltına alındım ve 7 yıl Metris, Çanakkale ve Bartın’da mahpus yattım. 1998’de yeniden tutuklandım; 6 ay Bakırköy ve Kütahya Kadın Cezaevinde kaldım.

Askeri cunta rejiminin ilk yıllarından 85’li yıllara kadar, oldukça kötü koşullarda yaşadık. Gözaltı süreçlerinin 90 gün olduğu, en ağır işkencelerin hem gözaltındayken hem de cezaevindeyken yaşandığı dönemlerdi. İlk tutuklandığımda Elazığ 1800 Evler’de, Ankara DAL’da ve İstanbul Gayrettepe’de toplam 105 gün işkencede gözaltında kaldım. 84’deki tutuklanmamda da 1,5 ay gözaltında kaldım.

Mamak ve Metris cezaevlerinde geçen yıllarım, işkencenin en yoğun olduğu yıllardı.

Devletin devrimci, siyasi, muhaliflere tahammülü yoktur; kadın devrimci siyasi muhaliflere ise hiç yoktur. Gözaltında ve cezaevlerindeki tüm uygulamalarda bunu derinden yaşadık. “Kadın başına devlete baş mı kaldırıyorsun? diye başlayan işkence ve aşağılanmalar hep devam etti. Saldırılar hem siyasal kimliğimize, hem de kadın kimliğimize yönelikti. Yıllarca, mahkemelere her gidişimizde, giysilerimizi tümden soyarak çıplak arama dayattılar. Direnince de kadın gardiyanlar grup olarak saldırılarına ve işkencelerine devam ettiler. Bazen zorla çıkardıkları sutyenlerimizi, ellerimizi kelepçeledikten sonra başımıza bağlayarak askerlerin arasında yürüttüler. Bırakalım hapishane dışına çıkarken yapılan işkenceli aramaları, bir dönem koğuştan havalandırmaya çıkarken de dayattılar. “Arama bahane, amaç işkence” diyerek aylarca soyunmayı kabul etmediğimiz için havalandırmaya çıkamadık. Havasız, kalabalık, nem kokan koğuşlarda ikişer-üçer kişi aynı ranzada yatmak zorunda bırakıldık. Bir maşrapa suyla, banyo yapmaya zorlandık. Regl dönemlerinde pamuk alamadığımız dönemler oldu.

Koğuş aramaları diyerek, yaşadığımız mekanı alt üst ediyorlardı. Giysileri, yiyecekleri birbirine karıştırıyor; üzerine de sıvı yağı döküyorlardı. Kimi aramalarda bizi havalandırmaya çıkarıyorlar, arama süresince de elimizi ve ağzımızı (slogan atmayalım diye) bantla bağlayıp soğukta bekletiyorlardı.

Gazetelerden kesip duvara yapıştırdığımız çocuk ve doğa resimlerini her gün askerler yırtardı; biz de yeniden diş macunu ile yapıştırırdık.

Gözaltında ve cezaevlerinde cinsel küfür ve tacize uğramayan tek bir kadının olduğunu düşünmüyorum. Tecavüze uğrayanlarımızın bazıları da yıllar sonra ancak dillendirebildi. Uzun ve işkenceli sorgular sonunda, yarı ölü bir şekilde, sürüklenerek hücreme götürülürken orta yaşlı, uzatmalı bir asker elle taciz yapıyor, memelerimi sıkmaya çalışıyordu. Ölü seviciydiler. İğrençtiler… Fiziksel gücümün sıfırlandığı bu durum

Kusma ihtiyacı ve öfkemin harmanlandığı anlardı.

Ankara DAL’dayken yaşlı bir anne getirdiler. Zengin bir eve temizliğe gidiyormuş. Evin kadını “altın küpemi çaldı” diye polise teslim etmiş. Onlarda kadına kabul ettirmek için vajinasından elektrik vermişlerdi. Kadın günlerce travmasını yaşadı. “Oğlum yaşındaydılar, ya yakınlarım duyarsa ne yaparım, ben çalmadım” deyip durdu.

İstanbul Gayrettepe’deyken hamile siyasi bir kadın vardı hücremizde. “Bize istediğimiz sayıda isim vermezsen seni bırakmayız. Bebeğin zarar görür” diye işkenceci polisler tehdit etmişti. Kadın bebeğimi düşüreceğim ya da bu koşullarda sakat doğar diye çok büyük korkuya kapıldı. Önceleri isimleri vermek istemedi. Sonra verdi ama buna rağmen gözaltında tuttular. Vicdan azabı ve bebeğini kaybetme korkusuyla sürekli başını duvarlara vurmaya çalışıyor ve çığlık çığlığa bağırıyordu. Kendine zarar vermemesi için sürekli tetikte duruyorduk. Bunlar yaşadığımız binlerce dehşetten sadece ikisi.

İki kişilik hücrede, 10 kadındık. Biraz daha iyi nefes alabilmek için sırayla küçücük mazgalın önüne geliyorduk. Uzanabilecek tek bir sedir vardı. Hijyen koşullarının sıfırlandığı ortamda bitler, vücudumuzda sürüler halinde gezinti yapıyorlardı.

Uzun soluklu direnişler sonucu, 85’lerden sonra koşullar biraz daha düzeldi. Ziyaret koşulları, iletişim hakkı, koğuşlar arası görüşme, vb. haklar daha iyi kullanıldı. Eğitime, üretime, spora daha çok zaman ayırabildik…

Ama 19 Aralık 2000 katliamıyla makara tekrar geri sarıldı. F Tipi (hücre) cezaevleriyle birlikte tecrit, izolasyon ve hak gaspları tavan yaptı. Fiziksel ve psikolojik yıpratmanın bin bir türlüsü dayatıldı; dayatılmaya da devam ediliyor. Görüş saatleri haftada bir saatle sınırlandırıldı, her itiraz, her talep disiplin suçuna sokulup çeşitli yaptırımlar getiriliyordu. Görüş yasağı, iletişim yasağı, ortak alan kullanma yasağı, infaz yakmalar sıradan vakalar oldu. En büyük ve en yaygın sorun da, yaşanan ciddi sağlık sorunlarıdır… 600’ün üzerinde hasta mahpus var, 250’ye yakını ölümün sınırında. Kadın tutsaklar asker yanında muayene olmak istemedikleri için tedavi olamıyorlar.

Koğuş sistemindeyken dışarıdan her türlü yiyecek alınabiliyordu. Giysi çeşitliliği, çarşaf nevresim ya da el işi yapabileceğimiz malzemeler alınabiliyordu. Daha çok insan bir aradaydık. Sevinçlerimizi acılarımızı paylaşabiliyorduk; birbirimizi daha fazla koruyup gözetebiliyorduk; ziyaretlerde diğer arkadaşlarımızın ailelerini görebiliyorduk. Kendimizi, kendi dışımızdaki insanlarla yeniden üretebiliyorduk.

F tipine geçeli beri, koğuş sisteminde yaşadıklarımızın çoğu mümkün değil. Şimdi yalnızlaştırmanın yanı sıra, her şeyi çok fahiş fiyatlarla kantinden alınmaya zorlanıyor tutsaklar. Büyük çoğunluk yetersiz beslenmeden, tecrit koşullarında yaşamalarından dolayı bir dizi sağlık sorunu yaşayabiliyor.

Devlet aklı, taciz, tecavüz ve kadın cinayetleri işleyenleri hasta, psikopat, tahrik olmuş (!!) vb. diyerek salıveriyor. Siyasi tutsaklara da “Hastalar rehabilite edilmeleri gerekir” diyerek, her türlü fiziksel ve psikolojik zorbalığı dayatabiliyor.

Son 12 yıldır bu ülke torba yasalarla yönetiliyor. 12 Eylül askeri faşist cunta döneminde insanlar kedilerle aynı çuvala konulup ağzı bağlanır ve çuvala sopalarla vurulurdu. Her sopada, kedi can havliyle çuvaldaki insani tırmalardı. İşte torba yasalar da içerdeki ve dışarıdaki hayatımızı böyle etkiliyor. Bir tane görece iyi yasa konulsa dahi onlarcasının yaşamı yaşam olmaktan çıkarıyor. Torba yasalar, yaşamı iktidarın çıkarına uygun dizayn etmeye yarıyor. En son örneği de İç Güvenlik Yasa Tasarıları… Onlar her güvenlik dediklerinde biliyoruz ki biz ezilenlerin, biz muhaliflerin güvenliği risk altındadır.

Şu anda cezaevleri ağırlaştırılmış müebbet, müebbet ve uzun yılları bulan cezaları olan kadın tutsaklarla doludur. Ve tecrit insan soyuna dayatılan en büyük zorbalıktır.

Tüm bu zorbalığa rağmen, bu halkın onurlu oğulları ve kızları direniyor. Bu zorbalık koşullarında bile, yaşama gülümseyerek bakmaya çalışıyorlar. Ve yürekleri hep dışarıyla birlikte çarpıyor. Bu çarpıntıya omuz vermek, onların dışarıdaki eli, kulağı, gözü, sesi olabilmek biz dışarıdakilerin görevidir. Onlar için ne yapılabilir diye sorulacak olunursa, çok şeyler yapılabilir diyebilirim. Ağırlaştırılmış müebbet alanların dışındakilere arkadaş görüşçüsü olunabilir; zira her tutsağın aile dışında üç kişilik arkadaş görüş hakkı vardır. Sıklıkla mektup ve kitap yollanabilir, sağlık ve hukuki ihtiyaçları takip edilebilir. Aileleri ziyaret edilebilir. Hapishanelerde yaşananları deşifre etmek ve koşulların düzeltilmesini sağlamak için yapılan demokratik eylemlere omuz verilebilir vb. Yeter ki tüm bunların gerekliliğini yüreğimizde hissedelim.

Geçmişte mahpusta yatarken çoğu zaman dilimize dolanan bir söz vardı; “Çıkacağız, şapkaları yana yıkacağız” diye ya da “Gün Olur Alır Başımı Giderim” melodisini mırıldanırdık. Umut etmek ama aynı zamanda koşullara direnmek; o zaman da bu zaman da mahpusluğun yoldaşıdır. Gün gelir ülkemizin hapishanelerini dolaşma yerine, güzelliklerini dolaşırız neden olmasın?

Madem ki Meydan Gazetesi hapishaneleri dolaşıyor, o zaman ta Metris Cezaevi’nden beri kadim dostum olan, 26 yıldır mahpus yatan ziyaretçisi olduğum Güneş Arduç Eliuygun’a ve ziyaretçisi olduğum ölüm orucu direnişçisi, 15 yıldır mahpus yatan müebbetlik Taylan’ıma sevgi ve selamlarımı yolluyorum. Ayrıca mektuplaştığım ve mektuplaşamadığım tüm kadın ve erkek arkadaşlarıma umut, sevgi ve direnç yüklü hasret ve özlemimi yolluyorum. Tüm hasretliklerin son bulması dileğimle…

 Seza Mis Horuz

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.