“Lazkiye’nin Doğusu Fırat’ın Batısı” – Emrah Tekin

Meydan Gazetesi - Lazkiye'nin Doğusu Fıratın Batıwsı

Rusya’ya ait bir savaş uçağının TC tarafından düşürülmesinin ardından, Suriye’de 2011’den bu yana süren savaş, bölgeye müdahil olan devletlerin aralarındaki gerginliklerle daha da karmaşık bir boyuta evrildi. Geçtiğimiz eylül sonlarında savaşa Esad lehine aktif olarak katılan Rusya, ABD öncülüğünde 2014 yazında oluşturulan IŞİD karşıtı koalisyonun aksine, “ayrım gözetmeksizin” tüm muhaliflere yönelik hava operasyonlarına başlamıştı. Gerçekleştirdiği hava saldırıları ile savaşın dengelerini rejim lehine değiştirmeye başlayan Rusya’nın bu operasyonlarının, özellikle ABD’de yarattığı rahatsızlık ise, “saldırıların IŞİD’e odaklanmaması”ndan kaynaklanıyordu. Rusya’nın, İran ve Hizbullah’ın yanı sıra bölgedeki ezeli müttefiklerinden Şam yönetimiyle elini güçlendiriyor oluşu, bu sonu gelmeyecekmiş gibi görünen “Vekaletler Savaşı”nda TC başta olmak üzere ABD ve bazı batılı devletlerin de tepkisini çekti.

Geçtiğimiz ay içinde düzenlenen devletler arası zirve görüşmelerinde ise (G-20, Viyana Görüşmeleri, TC-AB Zirvesi, İklim Zirvesi) ana gündem maddesi; Suriye Savaşı ve savaşın etkisiyle ortaya çıkan, AB devletlerini “rahatsız eden” Suriyeli göçmenler meselesiydi. Yine kasım ayında gerçekleşen Paris Katliamı sonrası bölgedeki savaşın sonuçlarından biri olarak “Avrupa kapılarına dayanan”, -aslında devletlerce üretilmiş- IŞİD odaklı cihatçı terör eylemleri de, batılı devletleri Suriye savaşı ve göçmenler konusunda acil önlem almaya itiyordu.

Güvenli Bölge’de Kaybeden, Göçmen Tehdidinde Kazanan

TC devletinin bölgedeki “vekillerince” nisan ayında gerçekleşen İdlib işgali sonrası iktidar çevrelerinde oluşan moral üstünlüğü, Tel Abyad/Grê Spî’nin Kürtlerce özgürleştirilmesi ile son buldu. Doğudaki Cizîre ve Kobanê kantonlarının toprak bütünlüğünü sağlayan bu hamle sonrası, TC devleti cenahında “Fırat’ın batısı kırmızı çizgimizdir!” içerikli bir tehdit argümanı gelişti. Fırat nehrinin batısında bulunan ve TC sınırında IŞİD’in kontrolündeki Cerablus’un merkezinde yer aldığı bu bölge için ABD’ye güvenli ve uçuşa yasak bölge oluşturulması çağrısı yaptı. Esasen bölgenin demografik yapısını Kürtler aleyhine değiştirmeyi amaçlayan bu öneri, son olarak G-20 Zirvesi’nde ABD tarafından net bir dille reddedilirken; uçuşa yasak bölge önerisi ise, son Rus hava operasyonları sonucu TC aleyhine de-facto bir uçuşa yasak bölge oluştuğu gerçeğini ortaya çıkardı.

Öte taraftan eylül ayından itibaren başlayan AB sınırlarına yönelik göçmen hareketliliği, TC tarafından devletin çıkarına bir politika olarak kullanılmakta gecikmedi. Erdoğan’ın “Türkiye’deki 2.2 milyon Suriyeli Avrupa’ya yürürse ne olacak?” sorusu, özünde bir sorudan çok AB devletlerine yönelik üstü kapalı bir şantajdı. AB tarafından bu şantaj “görülerek” kısa sürede bir TC-AB zirvesi toplandı. Devlet iktidarının iç politika malzemesi olarak kullanabileceği “yılda 3 milyar euro yardım, vize serbestisi” görünümünde aslında “göçmenlere gardiyanlık” içerikli, TC lehine bir dizi taviz politikası geliştirildi. AB müzakerelerinde uzun zamandır açılmayan fasıllar açılıverdi. Kuzey Kürdistan’da 7 haziran sonrası yoğunlaşan sistematik katliamlar görmezden gelindi. TC devletine AB tarafından yöneltilmekte olan “otoriterlik, demokrasi, insan hakları” eleştirileri de bir tarafa bırakıldı; devletlerin çıkar politikalarına, savaş mağduru göçmenlerin yaşamları malzeme edildi.

Fırat’ın Batısında Ne Var?

Suriye özelinde “Şam birkaç haftaya düşecek” politikası çökeli çok olan TC, bölgedeki müdahilliğini, geçtiğimiz nisan ayından bu yana güçlendirdiği, Suudi Arabistan- Katar ekseninde kurduğu ittifakla sürdürmeye çalışıyor. Bu ittifakın ve TC’nin de desteklediği Ahrar-uş Şam, An-Nusra gibi El-Kaide türevli örgütlerin baskın birer bileşeni olduğu Fetih Ordusu’nun nisan ayında rejimin güçlü merkezlerinden İdlib’i ele geçirmesiyle, TC’nin bölgede elini güçlendirdiği algısı oluşmaya başlamıştı. Devletin resmi haber ajansı AA’da, Fetih Ordusu güçlerinin şehre girişi zafer edasıyla verildi. Yine devlet iktidarına yakın medyada ise Şam rejiminin, hakimiyetini şehrin bir yarısında korumakta olduğu Halep, “müstakbel 82.vilayet” olarak haberleştiriliyordu.

“Düştü düşecek” iştahıyla ellerin ovuşturulduğu Kobanê politikasında yaşanan hezimet sonrası ortaya çıkan bu tablo, TC’nin Suriye politikasının açmazdan kurtulduğu izlenimini verse de; Kürtlerin Tel Abyad/Grê Spî hamlesi TC’nin planlarını alt-üst etti.

Tel Abyad/Grê Spî’nin özgürleştirilmesi sonrası Suriye sınırı hattı boyunca yekpare bir Rojava Kürdistanı görme kabusu yaşayan TC devleti, önce medyası ve karar vericileri aracılığıyla “kırmızı çizgi” olarak belirlediği IŞİD kontrolündeki Cerablus’ta Kürtler tarafından Arap ve Türkmen nüfus için “etnik temizlik yapıldığı” propagandası yaparken, diğer taraftan da Suriyeli göçmenleri iskan edeceği yalanıyla cihatçı çeteleri daha rahat destekleyebileceği bir güvenli bölge kurma politikası yürüttü. Ancak bunların dışında asıl dert, devletsiz bir model olarak “kötü bir örnek olan” Rojava’nın üç kantonunun toprak bütünlüğü sağlama ihtimaliydi.

Diğer devletler bazında Cerablus’un IŞİD’den temizlenme olasılığı karşısında ortaya çıkacak toprak bütünlüğü ise, Kerkük-Afrin-Lazkiye hattında Başur Kürdistanı petrollerini ilgilendiren alternatif petrol sevkiyat hattı olasılığını ortaya çıkarıyor. Bu da, şu anda petrol transfercisi bir devlet olan TC’nin, Kerkük-Ceyhan hattını işlevsizleştirme ihtimalini doğuruyor.

Vekaletler Savaşı’nda Vekilsiz Kalmak

TC devletinin de mezhepçi-milliyetçi politikalarıyla baş aktörlerinden biri olduğu Suriye’deki savaş, 2011 yılı başlarından bu yana bölgede çıkarları bulunan devletlerin Şam rejimine karşı savaşmak için belirledikleri “vekilleri” aracılığıyla sürüyordu. İç savaşın ilk yıllarında ABD’nin kullanmayı sevdiği ılımlı muhalif tanımına uyan ÖSO’nun içinden çıkan irili ufaklı grupların selefi-cihatçı bir çizgiyi benimsemesi, zamanla ABD’yi bu gruba karşı mesafeli bir tutum almaya itti. Dahası, süreç içinde ÖSO “fiilen” savaşta bir özne olmaktan çıktı. TC ile ortak olarak giriştiği 500 milyon dolar bütçeli “eğit-donat” projesinin de ekim ayında bizzat Savunma Bakanlığı’nca “çöktüğünün” ilan edilmesi, ABD’yi bu vekaletler savaşında fiilen vekilsiz bıraktı. Savaşın çeşitli dönemlerinde (Ağustos 2013’te Doğu Guta’daki sarin gazlı katliamda olduğu gibi) TC devletinin de teşvikiyle savaşa müdahil olmasına ramak kalan ABD, bölgedeki varlığını “askerinin postalını yere değdirmeden” hava operasyonlarıyla sürdürmeyi tercih ediyor. 2014 yılı yazında IŞİD’in Irak’taki Musul kentini ele geçirmesiyle oluşturduğu IŞİD karşıtı koalisyon ise hava saldırılarını Suriye’den çok Irak’ta yoğunlaştırıyor.

IŞİD’e karşı hava saldırılarıyla yoğunlaşan bu operasyonlar, IŞİD tarafından ABD başta olmak üzere tüm batılı devletlere karşı, sempatizanlarını bulundukları ülkede cihada çağıran bir tepkiyle karşılandı. Paris katliamı benzeri “merkezden bağımsız” lokal saldırıları içeren bu çağrı, geçtiğimiz günlerde California’daki katliamla bir anlamda karşılığını buldu. Sosyal medya hesaplarında IŞİD yanlısı paylaşımlarda bulunan kişilerce gerçekleştirilen saldırıda, 14 kişi yaşamını yitirdi.

Eski Dostlar Düşman Oldu: Rusya-TC Gerilimi

24 Kasım sabahı Suriye’nin kuzeyindeki sınırda TC F-16’larınca düşürülen Rus uçağı, iki devlet arasındaki ilişkileri belki bir daha düzelmemek üzere bozdu. Yakın bir zamana kadar enerji başta olmak üzere Rusya ile bir çok ticari ortaklığı bulunan TC, yaşanan bu kriz sonrası ekonomik ve siyasi bazı yaptırımlarla karşı karşıya kaldı. Daha da ötesi, Putin’in G-20 zirvesinde sinyallerini verdiği IŞİD’e destek veren devletlere dair belgelerin TC ile ilgili olanları, bizzat Rus Savunma Bakanlığı’nca dünya medyası ile paylaşıldı. IŞİD’in özellikle Irak’ta kontrolü altında bulundurduğu bölgelerden TC topraklarını kullanarak yaptığı sevkiyat rotası, Erdoğan’ın oğluna atıfta bulunarak yayınlandı. Amaçlanan, küresel devletler arasında TC’yi son zamanlarda karşı karşıya kaldığı cihatçı teröre destek veren ülkelerden biri olarak teşhir etmekti.

Ekonomik yaptırımlar ise TC’nin önümüzdeki dönem, zaten kırılgan olan ekonomisini zorda bırakabilecek potansiyel taşıyor. Türk Akımı adı verilen ve 2014 sonlarında Rusya’nın Batı’ya karşı Ukrayna krizi sonrası tehdit olarak sürüme soktuğu proje dahil bir çok ekonomik ortaklık durduruldu. TC’nin ihracat rakamlarında önemli bir yere sahip olan Rus pazarı aynı şekilde kapandı. Rusya’nın bu yaptırımları karşısında ise TC, Rusya’dan gelecek olası bir doğalgaz kesintisi için alternatifler üretmeye çalıştı. Elbette ilk akla gelen devletlerden biri, ilişkilerde “aradan su sızmayan” Katar oldu. TC Cumhurbaşkanı Erdoğan, Paris’teki İklim Zirvesi sonrası rotasını Katar’a çevirerek Botaş ile Katar Petrol arasında yeni bir doğal gaz anlaşması imzaladı. TC’nin alternatif arayışları çerçevesinde Azerbaycan ve Türkmenistan seçenekleri gündeme geldi.

TC devleti cenahında söz konusu kriz iç politikada ise, son dönemlerde devlet eliyle yükseltilen milliyetçi dalgaya paralel olarak Rus uçaklarının muhalif Türkmenleri bombaladığı iddiasıyla hamaset söylemine evriltildi. Bazı muhalif gazetecilerin tutuklanma gerekçesi olan MİT TIR’ları haberleri ile gündeme gelen MİT destekli ve bu coğrafyadan giden ülkücü-faşistlerin de aralarında olduğu muhalif Türkmenlerin bölgedeki varlığının niceliği soru işareti olarak ortada dururken; yine aynı bölgede An-Nusra saflarında Rus pasaportlu çok sayıda Kafkas kökenli cihatçının olduğu biliniyor. Ayrıca yine MİT-TC destekli Ahrar-uş Şam örgütü ile Fas’lı selefilerden oluşan tugaylar da bölgede ağırlıkla bulunuyor.

Devletlerin Çıkar, Halkların Yaşam Savaşı

Bölgeye dair, devletlerin çeşitli çıkarları gereği sürdürdükleri politikaların sonuçları; katliam, göç, yıkım ve yoksulluk olarak ortaya çıkıyor. Bu devletlerden TC, savaşı başından beri, Suriyeli göçmenleri kullanarak iç politika malzemesi yapıp mezhepçi bir kışkırtmaya tabi tuttu. Bu kışkırtmada elbette Katar doğal gazının Suriye toprakları üzerinden transferi konusundaki anlaşmazlıkta, yine mezhepçi saiklerle Katar-Körfez ittifakından yana saf tutmasının da payı var. Son süreçte ise TC devletinin bu söz konusu mezhepçi tutumuna, Rojava Devrimi ve Kürt düşmanlığı üzerinden milliyetçilik eklenmiş durumda. Bu tutuma dair son Rusya gerginliği üzerinden geliştirdiği “Türkmen kardeşlerimiz” söylemi ise, yakın zamanda IŞİD ve An-Nusra çetelerinin gerçekleştirdiği Türkmen katliamlarına karşı takınılan “sus-pus” tutum hatırlandığında, devletlerin samimiyetsizlik gerçeği duvarına çarpıyor.

Bölgeye dair “tasarruf geliştiren” devletlerden Rusya ise, babadan oğula hanedanlık sultası altında 40 yıldan fazla süredir Suriye halklarını baskı altında yöneten rejime desteğini, enerji politikalarına dair çıkarları çerçevesinde veriyor. Bu çıkarlar çerçevesindeki desteğini ise, savaşa fiilen dahil olarak arttırmış durumda. Çeşitli dönemlerde savaşa dair tutumunu ve önceliklerini Esad iktidarının gidişi, son dönemlerde ise “IŞİD’e karşı” olarak belirleyen AB ve batılı devletler ise, göçmen krizi sırasında 180 derecelik bir politika değişikliği ile düne kadar “sert eleştiriler yönelttiği” TC ile ilişkilerini yine “devletsi çıkarlar” temelinde ısıtma çabasına giriyor.

Tüm bu çıkarlar çerçevesinde devletlerin politikaları dönemsel farklılıklar gösterse de, Suriye halkları bu politikalardan payını yoksulluk, göç ve ölüm olarak alıyor. Suriye’de savaş, küresel devletlerin çıkarları ile halkların yaşam mücadelesi arasında sürüyor.

Emrah Tekin

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.