”Doğurmak ya da Doğurmamak Politikalaşamaz”

kürtaj

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemleriyle gündeme gelen “doğum kontrolü”, “kürtaj”, “annelik” tartışmaları ve Boşanma Komisyonu’nun yakın zamanda meclise sunduğu yasa değişikliği önerisi, iktidarın oluşturmak istediği yeni toplumun ayak sesleri gibi görünüyor. Yaklaşık iki yıldır gündemde olan “devletin yapısının değiştirilmesi” meselesi, toplumun daha muhafazakar öğelerle şekillendirilmesiyle de yakından ilişkili. İktidar, İslami nüansları daha baskın bir toplum oluşturmak isterken, aynı zamanda liberal politikaların sorunsuzca işlediği, küresel güçlerden bağımsız olabilecek veya bağımsızmış gibi görünebilecek bir devlet yapısı kurmayı hedefliyor.

Yaratılmak istenen bu yeni toplumun propagandasını yaparken, devletin kadın bedenine, kadının kararına yönelmesini şaşırtıcı bulmamak ve böylesi saldırıları sadece kadın düşmanlığı olarak algılamamak gerekir. Örneğin; AKP’nin, 2011 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirmesi; kadını bir özne olmaktan öte, sadece aileyle birlikte var olabilecek bir nesne olarak “dönüştürmek istemesi”yle ilişkilidir. Erdoğan’ın, 2012’de yaşanan Roboski Katliamı sonrasında yaptığı “Her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamasının ardından, bugünlerde gündeme gelen “doğum kontrol ihanettir” ve “eksik, yarım kadın” söylemleriyle benzer saldırılar sürmektedir.

Devletin Nüfus Politikası

Devletin iktidarını güçlendirebilmesi için, bedenleri yönetmesi ve isteğine göre düzenleyebilmesi gerekir. İnsan bedeninin biyolojik niteliklerini düzenleme ve denetleme olarak adlandırılan biyo-iktidarın saldırı alanı -sahip olduğu üretkenliği sebebiyle- kadının bedeni ve kimliği üzerinden şekillenir.

Avrupa’da 14. yüzyılda başlayan ve 16. yüzyılda büyük bir krize dönüşen nüfus azalışının nedeni, savaşlar ve kıtlık sebebiyle ekonominin düşüşü ve henüz gelişmemiş kapitalizmin sancılarıdır. 17. yüzyılda devletin, doğurganlığı düzenleme ve kadınların kendi bedenleri üzerindeki kontrolünü yok etme isteği de bu krize bağlıdır, ancak bununla sınırlı değildir.

Kadınların bedeni ve kararları üzerinde yüzyıllardır var olan erkek egemen tahakküm, 17 ve 18. yüzyıllardan itibaren bir devlet politikası olarak ortaya çıkar. Örneğin; farklı birçok devlet, 20. yüzyıla dek pronatalist (üremeyi destekleyici) politikalar yürütürken; 20 ve 21. yüzyılda ise -kapitalizmin ve modern devletin oluşumunu kısmen tamamlaması sebebiyle- antinatalist (üremeyi kısıtlayıcı) politikalar gütmeye başlamıştır.

Devletin kadın bedenine yönelik denetiminin en yoğun olduğu alansa doğum kontrolüdür. İktidar, kadının kendi bedenini kontrol edebilmesinin önüne geçmek amacıyla doğum kontrol politikaları uygular. Bu politikalar -devletin ekonomik, siyasal ve tomlumsal stratejisiyle ilişkili olarak- kimi zaman çok doğuma, kimi zaman az doğuma yönlendirecek uygulamalar içerir.

Devletin kadın bedenine yönelik bu saldırısındaki tek amaç, sadece nüfusu istediği biçimde oluşturmak istemesi değildir. Saldırı, kadın bedeninin devlet denetimine açılması, aile kavramı ve toplumsal cinsiyet rolleriyle ilintilidir. Anne ve eş statüsüyle toplumsal ve siyasal yaşantının dışında bırakılmak istenen kadın, üretim gücü nedeniyle sadece bir meta olmanın ötesinde, erkek egemen algının yok saydığı bir nesne konumuna getirilmek istenmektedir.

1920’lerde ve 30’larda, yıllardır süren savaş nedeniyle, nüfusta azalma söz konusudur. O dönemde nüfus fazlalığı askeri ve siyasi bir güç olarak kabul edildiğinden, nüfus arttırmaya yönelik politikalar izlenmiştir. 1930’larda Mussolini’den etkilenen TC devleti, “doğumları artırmak, ölümleri azaltmak” gayesinde olduğunu söylemiş; doğum kontrol ilaçlarını ve kürtajı yasaklamıştır. Amaç sadece nüfusun arttırılması değildir, devletin ırkçı-milliyetçi yeni bir nesil yaratma isteğiyle de doğrudan ilgilidir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, devletlerin karşısına büyük bir sorun olarak çıkan “nüfus”, 1960’lı yıllarda TC’de de tartışılmaya başlanmıştır. Ekonomik kalkınmanın da gerçekleştirilmek istenmesiyle aynı tarihlerde Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştur. Devlet Planlama Teşkilatı’nın “I, II ve III. 5 Yıllık Kalkınma Planlarında çeşitli nüfus politikaları uygulamaya konmuştur. TC’nin uluslararası düzeyde “gelişmekte olan ülke” konumunda bulunması nedeniyle nüfusun fazlalığı bir problem olarak görülmüş ve toplumun refah seviyesinin yükseltilebilmesi için doğum kontrol ve kürtaj serbestliğine gidilmiştir.

2012’de ise yapılan fiili değişikliklerle iyice zorlaşan, “neredeyse” yasaklanan kürtajla birlikte, devletin yıllardır uyguladığı nüfus politikasında bir farklılaşma olduğu görülmekte. ABD’nin 1994’te Kahire Nüfus Kalkınma Üzerine Eylem Konferansı’nda “nüfus artışının doğal bir olay olduğu” ve “refah seviyesinin nüfusla değil, özelleştirmeyle sağlanacağı” savunusundan TC yeni etkilenmiş olacak ki; nüfus artışına yönelik politikalarını hızlandırdı. Burada, İslam dininde kürtajın, doğum kontrolünün yasak olmasının ötesinde; yaratılmak istenen “yeni nesil” kavramını değerlendirmek gerekir. Zira 1930’larda doğumların arttırılmasıyla yaratılmak istenen ve eğitim politikalarıyla şekillendirilen milliyetçi-devletçi yeni nesil; bugün muhafazakar, kutsal aileye bağımlı ve devletin daimi destekçisi “yeni nesil bireyler” olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kadınlar Nüfus Politikalarının Karşısında

Nüfus politikalarının uygulanmasında, pek çok tomlumsal ve ekonomik etmen vardır. Kadını toplumsal alandan uzaklaştırarak güçlendirilecek iktidar ve kadının üretim gücünden elde edilecek iş gücü, bu etmenlerin önde gelenleridir.

İlk olarak Aydınlanma’yla başlayan “bedenlerin kontrolü” meselesi, modern nüfus kavramı olarak günümüze dek uzanmıştır. Devletlerin nüfus politikalarında amaçladıkları, toplumun yaşam kalitesini artırmak değil; sahip oldukları iktidarın uluslararası düzeyde bir güce dönüşmesi ve ekonomik olarak güçsüz olan coğrafyalarda ayrıcalıklı konumlarını koruma isteğidir.

19. ve 20. yüzyıllarda Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da yasak olan doğum kontrolü, devletin kadın bedenine yönelik saldırılarının en görüneni olmuştur. Kadınların bu saldırılara olan tepkisiyse, zorunlu bazı uygulamalara neden olmuştur. Emma Goldman’ın Amerika’da verdiği doğum kontrol mücadelesi, Goldman’ın yaptığı konuşmaların defalarca yasaklanmasına, hatta tutuklanmasına neden olmuş; ancak devlet, kadınların mücadelesini durduramamıştır. Emma Goldman’dan hareketle aynı savunuyu yapan Margaret Sanger, 1916’da dünyadaki ilk doğum kontrol kliniğini açmış; ardından tutuklanmış ve açmış olduğu klinik kapatılmıştır. Fakat devlet, farklı bölgelerde açılan pek çok kliniğin ardından doğum kontrolünün yapılmasını engelleyemeyeceğini anlayınca, doğum kontrolünü serbest bırakmak zorunda kalmıştır. 1921’de İngiltere’ye sıçrayan doğum kontrol mücadelesi, İngiltere devletine de benzer uygulama değişiklikleri yaptırmak zorunda kalmıştır.

1960’lı yıllarda dünya üzerinde nüfus politikalarının ivme kazanmasıyla birlikte, kadınların doğum kontrol mücadelesi de yükselmiştir. 1970’lerde kürtajın yasaklanmasına ilişkin Fransa’da düzenlenen eylemler uluslararası niteliğe ulaşmış ve 1967-73 yılları arasında toplam 20 devlet, kürtaj yasasıyla ilgili değişiklikler yapmak zorunda kalmıştır.

Kadına Yönelik Saldırılar Bir Devlet Geleneğidir

Devlet iktidarının kadına yönelen saldırılarını değerlendirmek, uzun soluklu bir politikayı değerlendirmek olacaktır. Diğer devletlerce yapılan yasal düzenlemeler, nüfus politikalarının kadın üzerindeki baskısını azaltmak amacını taşımaz. Örneğin kimi devletler nüfus politikalarıyla, eğitimli, beyaz, burjuva sınıfın nüfusunu artırmayı amaçlar. Bir taraftan nüfus artırılmaya çalışılırken, Doğu Avrupa’da ise Çingeneler kısırlaştırılır. Kadının kapitalizme iş gücü olması nedeniyle, çoğu Avrupa ülkesinde, özellikle Romanya’da iş yerlerinde ayda bir zorunlu muayeneler yapılır ve hamile kadınlar işten çıkartılır.

TC Devleti’nin günümüz politikasıysa, dünya devletlerinin günümüz uygulamalarının dışında olmakla birlikte, nüfus planlaması yapmıyormuş gibi gösterilmek istenen bir nüfus politikasıdır.

Kadının bir üretim aracı olarak görüldüğü, toplumsal ve siyasal yaşamın dışında konumlandırılmak istendiği devlette, doğum kontrolü ve kürtaj, bu bedene saldırının görünen kısmıdır. Devletin şu anki amaçlarının bir kısmı, militarizme hizmet edecek yeni bireyler ve eğitim politikalarıyla muhafazakarlaştıracak bireyler yaratmak, daha çok kontrol olarak sıralanabilir.

Kadın bedeni üzerinden yaratılmak istenen tüm bu “yeni birey”, “yeni nesil”, “yeni toplum” ve yeni devlet anlayışını kıracak olansa, kadının özörgütlü mücadelesi olacaktır. Bu yüzden, bu mücadele hattını salt anayasal bir hak talebi mücadelesi olarak değerlendirmek de sığlık olacaktır.

“Aile kurumunun güçlendirilmesi” amacıyla kadın dayanışmasına engel olmak, hadım uygulamalarıyla bedenleri disipline etme politikalarını ilerletmek, “toplumun huzur ve ahlakı için” çocukları tecavüzcüsüyle evlendirmek… Tüm bunlar, iktidarın kadına yönelik saldırılarının yasa önerileriyle teorize edilmiş halidir. Erkek egemenlik var oldukça kadınların sürdüreceği direniş, devletin bedenlere yönelen saldırılarına cevap olacaktır. İktidarın, otoritenin var olmadığı bir ilişki biçimini yaratan kadınlar, bedenlerinin ve kararlarının savunusunu yapmaya devam edeceklerdir. Emma Goldman’ın söylediği gibi;

“(…) İlk olarak, kendilerini bir seks metası olarak değil, kişilik sahibi bireyler olarak değerlendirerek. İkincisi, kendi bedeni üstünde kimsenin hak iddia etmesini kabul etmeyerek; Tanrı, devlet, toplum, koca, aile vb’nin hizmetkarı olmayı reddederek; kendi yaşamını daha basit, ancak daha derin ve zengin yaparak. Yani, tüm karmaşıklıklarıyla yaşamın anlamı ve içeriğini kavramayı deneyerek, kendini kamusal görüşün ve kamusal dışlamanın korkusundan kurtararak. Kadını seçim sandıkları değil, ancak anarşist devrim özgürleştirecektir; anarşist devrim, onu dünyada daha önce görülmemiş bir güç, özgür erkekler ve kadınların oluşmasını sağlayacak kutsal ateşten bir güç haline getirecektir.”

Nergis Şen – Ece Uzun

 Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayınlanmıştır.