“Gazete Kupüründen Sinema Filmine Babamın Kanatları” – Gürşat Özdamar

babamin-kanatlari-insanlik-onuru-hakkinda-bir-film-1480759761

Hemen her gün işçilerin iş cinayetlerinde yaşamını yitirirken, bu yılın en dikkat çeken filmlerinden biri “Babamın Kanatları”. Gerçek bir haberden yola çıkılarak oluşturulan senaryosu ve özellikle Menderes Samancılar’ın oyunculuğuyla adından söz ettirdiği film üzerine konuşmak içi, filmin senaristi ve yönetmeni Kıvanç Sezer’le bir söyleşi gerçekleştirdik.

Meydan: Merhaba. Babamın Kanatları’nın senaryosunun, “inşaattan düşerek yaşamını yitiren bir üniversite öğrencisi” haberinden esinlenerek yazıldığını biliyoruz. Peki, senaryonun gelişimi sürecinde işin öznesi olan inşaat işçileriyle bir etkileşiminiz oldu mu?

Kıvanç Sezer: O gazete haberini okuduktan sonra, iş cinayetleriyle ilgili araştırmalara başladım. Şantiyelere gittim, pek çok işçiyle tanıştım. Röportajlar gerçekleştirdim, onları dinledim. Bana bazı videolarını izlettiler. Bir işçi, arkadaşlarıyla beraber bir direniş süreci yaşamış. Direniş öncesi koğuşlarda işçilerin diğer işçilerle “mevcut sorunlar” üzerine yaptığı tartışmalar vardı. Dolayısıyla o cep telefonu görüntüsü, bir sahne olarak filmin içerisine girdi.

Bu arada zihnimdeki inşaat işçisi oluşmaya başlamıştı. İnşaat İşçileri Sendikası’nın Başkanı Mustafa Akyol ile de uzun süredir iletişimimiz vardı. Senaryo yazım aşamasında da bir araya geldik, bilgilerinden yararlandım. Hatta bir buluşmamızda, 10 Ekim’de yaşamını yitiren Serdar Ben de vardı. Mustafa Abi işçi karakterini, mücadeleci olmadığı için, beğenmemişti. Serdar ise bunun bir sinema filmi olduğunu, sinema için oldukça uygun bir senaryo olduğunu söylemişti.

Filmin konusu itibariyle, izleyicilerde böylesi bir mücadele beklentisi şaşırtıcı değil. Bu eksik gibi görünse de, “Babamın Kanatları”nı, şantiyelerdeki çalışma koşullarını tüm çıplaklığıyla anlatan bir filme dönüştürmeyi başarmışsınız. Peki, çekim için girdiğiniz şantiyelerde engellemelerle karşılaştınız mı?

Çekim öncesinde araştırma için 10 tane şantiyeye gittiysek, yalnızca 2 tanesinden olumlu sonuç aldık. Bir engelleme denilemez, ama istemediler. Başlarına bela almak istemediler.

Bizim çekim yaptığımız ana mekan boş bir şantiyeydi. Görüştüğümüz yetkililer şantiyenin devredilmekte olduğunu söylediler. Dolayısıyla bir yetki boşluğu vardı. Nihayetinde patronlarla değil de belediyeyle temas kurduk. Belediye izin verince, istediğimiz gibi çekim yaptık.

Gittiğimiz yerlerde karşılaştığımız kişiler, hikayedeki kişilere benziyordu; onlarla konuştuğumuzda da benzer sıkıntılar yaşadıklarını gördük. Kimisi “abi bende de vardır oyunculuk”, “benim hikayem de güzeldir” diyerek bizimle yakınlık kurdu.

Biraz da filmden söz edelim. Şantiye sahnelerinde neredeyse zifiri karanlığa yakın bir aydınlatma kullanmışsınız. Bunun, filmdeki karakterlerin, özellikle İbrahim’in iç dünyasını yansıtabilmek için yapıldığını söyleyebilir miyiz?

Karanlık, ilk olarak, İbrahim’in hikayesinden ve bir şekilde ölüme yazgılı oluşundan kaynaklı. İkincisi de o mekanlar, gerçekten kapkaranlık mekanlar. Küçük ve karanlık konteynerlerde yaşıyorlar. Bu atmosferi İbrahim’in iç dünyasına katmak istediğim için, yer yer siluetimsi yer yer oldukça karanlık sahneleri tercih ettim.

Bir de Yusuf var. İbrahim bedensel ve zihinsel bir düşüşteyken; Yusuf yükselme arzusu içindeydi. Bu, senaryoda nasıl gelişti; zıtlık sonradan mı belirginleşti?

Başından beri vardı. Bu benim açımdan gündüzle gece gibi. Karakterlerden biri geleceğe bakıyor, umut dolu. Diğeri ise geçmişte. Bu tezatlıkların birbirini tamamladığını düşündüm. Oyuncular da bu tezatlığı çok iyi kavrasınlar istedim. Menderes Abi zaten çok iyi bir oyuncu, neredeyse prova yapmadık; daha çok alt metin ve gözlemler üzerine konuştuk; kendinden çok şey kattı. Filme ruhunu kattı bence. Musap’tan da bolca doğaçlama yapmasını istedim, olmadığı sahnelerde bile! O doğaçlamalarda yavaş yavaş karakteri yoklamaya, onla ilgili şeyler keşfetmeye başladı. Oyuncuların bu özverileri, filmin yararına oldu tabi ki.

Biz filmin son sahnesini, kadının imzayı atmamaktaki iradesi olarak düşünmüştük; sanki film orada bitmişti. Ancak film devam etti. Bu durumla Yusuf karakterinin dönüştüğünü mü düşündürmek istediniz?

Evet, Yusuf’un bir duvara çarpmasını istemiştim. Sistemin verdiği sahte yükselme umutlardan sıyrılmasıydı mesele. Evet, bazıları gerçekten yükseliyor; ama bedeller ödeyerek. O bedel, Yusuf’un amcasıydı. Son sahnede Yusuf’un dönüşümünün başlaması görülüyor aslında.

İnsanlarda bir eksik kalma duygusu yaratıyor final. Aslında şunu istemiştim: İnsanlar şahit oldukları şeyin katarsisini yaşamadan çıksınlar. Mesela, Yusuf patrona yumruk atsaydı, seyircilerin içi rahatlayacaktı. Ama bu, ne Yusuf’un gerçekliğinde ne de pazarlık masasının gerçekliğinde var. Dolayısıyla ucunu açık bıraktım.

Filmin bir üçlemenin ilk parçası olduğunu biliyoruz. Diğer iki filmden de söz eder misin?

“Babamın Kanatları”, bir konut üçlemesi olarak tasarladığım üç filmden ilki. Üç öykü de İstanbul’un uzak bir semtinde dev blokların olduğu bir semtte, “Billur Köşk Konutları” adını verdiğimiz yerde geçiyor. İlk film buradaki inşatta çalışan işçileri anlatıyor. İkinci filmde, o inşaattaki bir daireyi bankadan kredi çekerek alan bir çiftin; üçüncüsünde ise, en büyük patron olan Şefik Abi’nin hikayesini göreceğiz. Amacım, konutu bir rant alanı ve bunu da bir çark olarak düşünürsek; bu çarkın içinde yer alan alt, orta ve üst sınıfın 2010’lardaki durumlarına bakabilmek.

Son olarak, filmin gösterimleriyle ilgili bilgi verebilir misiniz?

Ne yazık ki kısıtlı sayıda salonda ve belli seanslarda izleyiciyle buluşabiliyoruz. Bu dağıtım koşullarına rağmen izleyici sayımız fena değil. Özel gösterimlerle ve söyleşilerle de filmi yaymaya çalışıyoruz. Bundan sonraki süreçlerde de, fabrikalarda, üniversitelerde vb. yerlerde filmimizi izleyiciyle buluşturmaya çalışacağız.

Kültür Bakanlığı bilet gelirlerinin önemli bir kısmını merkeze aktarıyor; muhtemelen o paralarla yol ya da inşaat yapılıyor. Film gelirlerinin tümü gene film yapımı için kullanılsa, bizler de yeni filmleri daha rahat yapabiliriz.

Söyleşi için teşekkür ederiz.


Gürşat Özdamar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.