“Çernobil İşçileri İki Kez Öldürür”

Bugünlerde bir başka 26 Nisan’ı, Çernobil’in yıldönümünü karşılamaya hazırlanıyoruz. Çernobil’in o ağır yükü; sorumluluğu sayfa sayfa önümüze dökülüyor. Binlerce akıl almaz yaşam hikayesi ve deneyim internet aleminin bilgi denizinde kağıttan bir gemi gibi bata çıka seyrediyor. Her 26 Nisan’da bu hikayeler; ucu sivri, tırtıklı bir bıçak gibi vicdanımızı ve “insanlığımızı” biçiyor.

Biz bu hikayelerden bahsetmeyeceğiz. Fakat, merak edenlerin, bir nükleer katliamın sayılarla değil de ancak ve ancak buna maruz kalanların aktardığı deneyimlerle anlaşılabileceğini görmeleri için Svetlana Aleksiyeviç’in Çernobil’den Sesler kitabına bir bakmalarını öneriyor; hatta onları kitabı okurken dünyaya her gün bir yenisi eklenen santrallerin açığa çıkardığı ve çıkaracağı felaketler üzerine düşünmeye, dahası bu santrallere karşı eylemeye davet ediyoruz.

Evet, biz bu hikayelerden bahsetmeyeceğiz dedik ama yine de hikayelerden gideceğiz. Daha doğrusu, “Evet nükleer öldürür, ama nükleer yoksulları ve ezilenleri daha mı çok öldürür?” sorusunun peşine düşeceğiz. Bizlere doğal afet diye yutturulmaya çalışılan sellerin varoşlardaki evleri basması gibi, depremlerin bilmem kaç şiddetindeki yer sarsıntılarına dayanıklı lüks siteleri es geçip, kağıttan kuleler gibi dizilmiş yoksul apartmanları yerle bir etmesi gibi… Acaba radyasyon da, herkesi öldürdüğünden daha fazla mı öldürmüştür ezilenleri?

Radyasyon, kapitalizmin ve devletin üzerlerine zırh olduğu insanları es geçmese de, günlük hayatını baldırı çıplak geçiren biz ezilenleri, efendilerden daha mı çok öldürmüştür? Yine bu katliamlarda efendiler birer birer ölürken biz yine yüzlerle, binlerle, milyonlarla mı ölmüşüzdür?

Pripyat’ta işçiler patlama sonrasında şehri temizliyor. – 1986

Çernobil Katliamı ve “Kahraman Yoksullar”

Bir çoğumuzun bildiği üzere, 26 Nisan 1986 akşamı, Sovyetler Birliği’ndeki Pripyat kasabasının yakınlarındaki Çernobil nükleer santralinde büyük bir patlama meydana geldi. Patlama esnasında 31 kişi öldü. Fakat patlamanın etkisi dalga dalga yayıldı. Sovyetler Birliği devletinin katliamı gizleme çabası, radyasyonun etkisini katmerledi. 26 Nisan 1986’da Çernobil’de patlayan nükleer, o günden bugüne Rusya’dan yaşadığımız topraklara kadar ölüm ve kanser olarak yağdı üzerimize.

Patlamanın hemen ardından Sovyet yetkililer, bölgenin temizliği için robotlar gönderdiler Çernobil’e. Fakat robotlar bile maruz kaldıkları radyasyon yüzünden bozulunca, onların insan versiyonları gönderildi. İtfaiye erleri, düşük rütbeli askerler, inşaat işçileri ve maden işçileri basit birer gaz maskesi ve radyasyon karşısında hiç bir koruyuculuğu olmayan kıyafetlerle enkazı temizlemeye koyuldular. Çernobil Katliamı’nın izlerinin silinmesi için çalışan yüzbinlerce insanın büyük bir kısmı öldü. Tarihe isimleri kahraman olarak kazındı. Fakat Sovyet bürokrasinin üst tabakasından kimsenin adı bu binlerce mezar taşının üstünde görülmedi. Hatta bu bürokratlar; işçiler teker teker ölüyorken, radyasyona maruz kalmış hayvanları ucuz fiyatlara satıp coğrafyanın bütününe dağıtmakla uğraşıyorlardı.

Evet, hikaye oldukça tanıdık gibi; hatırlarsanız Soma’da katledilen maden işçileri de, kendilerini katledenler tarafından “şehit” unvanıyla “taçlandırılmışlardı”.

Fukuşima Katliamı ve “Başını Sokacak Bir Saçak Altı” Uğruna

11 Mart 2011’de, Honşu Adası açıklarında meydana gelen tsunami ve deprem sonrasında, Fukuşima Nükleer Santrali’nde büyük bir patlama meydana geldi. Patlama sonrasında, 160 bin kişi evlerini terk etti. Radyoaktif maddeler binlerce ton su ile denize aktı; toprağa ve havaya karıştı. Balıkların normal seviyenin iki bin beş yüz katı radyasyona maruz kaldığı ortaya çıktı. Üstelik, nükleer sızıntının etkilerinin 24 bin yıl daha süreceği öngörüldü.

Nasıl Çernobil’i yapan akılla, Fukuşima’yı yapan akıl paralel düşündüyse; pisliğin temizlenmesi konusunda da aynı yöntemi izledi efendiler. Önce robotlar denendi, olmayınca ülkede ki evsizler devreye sokuldu. Buyurun kendi ağızlarından dinleyelim: “Bizi işe almak isteyenler için kolay bir hedefiz. Buraya çantalarımızla geliyoruz, tren garları yakınlarında dolaşmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Yani bizi bulmak kolay oluyor. Onlar da gelip “Aç mısınız?”, “İş ister misiniz?” diye soruyor. Eğer yiyecek hiçbir şeyiniz yoksa size iş öneriyorlar.”

Evsizler günde tahmini 90 dolara çalıştırıldılar, aldıkları paranın büyük bir kısmını kaldıkları yere ve yemeğe ödediler. Şimdi onların hangi köşede kıvrılıp öldüğünü ya da ölümü beklediğini kimse bilmiyor.

Goiania Katliamı ve “Nükleerin Hurdasına Denk Gelmek”

Yıl 1987, aylardan eylül, Brezilya’nın Goinai şehrinde iki yoksul hurdacı olan Roberto Dos Santos Alves ve Wagner Mota Pereira terk edilmiş bir radyoterapi kliniğinde, yüksek miktarda radyoaktif sezyum klorid içeren bir radyoterapi makinası bulurlar ve bunu dükkanlarına taşırlar. Makinenin içerisinde mavi ışıklar saçan küre biçimindeki küçük nesne dikkatlerini çeker. Bunu makinenin içerisinden çıkarıp, bir kaç gün içerisinde başka birine satarlar. Küreyi alan Devair Ferreira bu nesneyi evine götürür. Kürenin eve girmesinden sonra, evde yaşayanların sağlık durumunun kötüye gittiğini fark eden kız kardeş bu durumdan şüphelenerek küreyi inceletmek için onu otobüsle bir hastaneye taşır. Böylece küreyi bulan iki hurdacıdan otobüste bulunan insanlara kadar toplamda 250 kişi yoğun derecede radyasyona maruz kalır; bunlardan en az dördü hayatını kaybederken, diğerleri istisnasız biçimde ağır hastalıklara yakalanırlar.

Şurası açıktır ki; hiç bir zengin, hiç bir devlet adamı yaşamını hurda satarak sağlamaz. Ve aynı zenginler hurdacıdan aldıkları ışık saçan mavi toplarla ailesini sevindirmeye çalışmaz. O zenginler ki, ne yoksulların bindiği otobüslere binerler ne de onların gittiği hastanelere giderler!

Çelyabinsky ve “Uranyumu Halının Altına Süpürmek”

1957 yılında, Çelyabinsky yakınlarındaki Mayak Nükleer Santrali’nde büyük bir patlama meydana geldi. Her ne kadar dünyanın ilk nükleer katliamı olsa da, Sovyet yönetimi tarafından 90’lı yıllara kadar gizlendi. Tabi bu sırada, radyasyon yaklaşık 1.000 kilometrelik bir alana yayıldı. Onlarca yıl boyunca, nükleer sızıntı devam etti, radyasyonlu atık su bölgedeki nehre bırakıldı. Faciadan en çok etkilenen Müslümova Köyü, Nükleerci devlet şirketi Rosatom tarafından ancak 2006 yılında, Yeni Müslümova Köyü kurularak oraya taşındı.

Faciadan en çok etkilenen, nehir boyunca uzanan köylerde yaşayan ve hayatını tarım ve hayvancılıkla sürdüren köylüler oldu. Katliamdan günümüze kadar doğan çocukların hemen hemen hepsi beraberinde bir hastalıkla dünyaya geldiler. Kanser olmak şaşılmayacak bir şeye dönüştü.

Rusya devleti kimi mağdurlara tazminat ödemeyi kabul etti. Fakat verilen tazminat, radyasyondan uzak bir yerde ev almaya bile yetmiyordu!

Pek tabi, nükleerin dilsiz kurbanları da vardı. Ağaçlar, ormanlar sokak hayvanları su varlıkları ve diğerleri. Pripyat’ta, Çelyabinsky’de Fukuşima’da ve daha bir çok başka yerde büyük bir sessizlik içerisinde katledildiler. Çoğu kimse onları anmadı. Bir daha yeşillenemeyecek bir ağaç, sakat doğan bir buzağı ve soluduğu hava zehirlenen bir balık bilançolara dahil edilmedi.

Şuna emin olabilirsiniz ki, tarih yukarıda andığımız hikayelerin benzerleri ile doludur. Kimisi halen gizli kapaklı, kimisi aşikar. Fakat, en nihayetinde aşikar olan şey ise nükleer herkesi öldürse de ezilenleri daha çok öldürdü, öldürüyor ve biz ezilenler bizlerin hayatı üzerinden hesaplar yapanların karşısına dikilmedikçe öldürmeye devam edecek!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nde yayımlanmıştır.