Lacan’dan Zizek’e Cinsel Olan Politik midir?

 

“Kadın kurtuluş hareketi, kadınların tek tek, kendi hayatlarında yaşadıkları, acısını çekmekle birlikte ‘kişisel sorunlar’ olarak gördükleri ezilmişliği ortaya çıkardı; herhalde hareketin en büyük başarısı bu ‘kişisel’ sorunların gerçekte bir siyasal mücadele konusu olduğunu gösterebilmesiydi. ‘Kişisel olan politiktir’ sloganı, tam da bunu anlatır. Acıyı, korkuyu ve öfkeyi siyasete dönüştürebilmeyi…” Aksu Bora’nın ifade ettiği gibi, ‘kişisel olan politiktir’ kadın mücadelesinin en önemli sloganlarından birisidir.

Bu aynı zamanda, politik olanın sınırlarını anlamak açısından da önemlidir. Yaşam içerisinde “politika”dan bağımsız gibi duran, ama aslında politikayla iç içe olan bireysel (ve dolayısıyla toplumsal) durumları, işleyişleri ortaya koyabilmek adına önemlidir. Özellikle ‘60 dönemi sonrasında, iktidarın doğrudan bireye yönelik hamlelerini anlamak açısından birçok özgürlükçü hareketin mottosudur.

Geçtiğimiz ayın başında çıkan, Slavoj Zİzek’in Cinsel Olan Politik midir? kitabı, mevzubahis sözün farklı bir veçhesiyle ilgili önemli bir tartışmayı bu topraklara kazandırdı. Zizek’in metni, özellikle kadın mücadelesi ve LGBTİ+ mücadelesine eleştirel yaklaşan marksist kesimlerce büyük ilgiyle karşılandı. Nedeni basit; kitabın İngilizcesi zaten vermek niyetinde olduğu mesajı, Türkçe basımında utangaçlıkla verememiş. “The sex is (not) political!” dememiş.

Lacan’ın “Cinsel ilişki yoktur.” ve “Kadın yoktur” önermelerinden yola çıkan Zizek, günümüz cins mücadelelerine yönelik bir politik anlamlandırma yolu seçmiş. Cins mücadeleleri de dahil olmak üzere, “sınıf mücadelesinden ayrı her mücadelenin” liberalizmin belirleyiciliğinden kurtulamayacağının ısrarla belirtmiş, psikanaliz nedenlendirmelerle iddiasını temellendirmeye çalışmış.

Tartışmada çok gündem olmayan önemli bir ayrıntıyı konuşmak, bugün her zamankinden yakıcı bir gerçekliği belirginleştirecek ve “politik olanın sınırlarını” yeniden düşünmemize olanak verecektir.

“Anaakım medyamızda kadınlara karşı şiddetten yaygın bir şekilde söz edilmesi, acaba gerçek hayatta bu şiddetin arttığının bir göstergesi mi, yoksa önceleri normal bir halin parçası olarak düşündüğümüz şeyi, gelişen feminist farkındalıktan ötürü artık şiddet olarak nitelendiren daha yüksek elit standartlara başvurduğumuz için mi bu şiddet daha görünür hale geldi?” meslektaşı Jacqueline Rose’dan alıntıladığı bu sorunun yeri, Zizek’in içinde bulunduğumuz süreci anlamlandırmasında önemli. Kadına yönelik farklı biçimlerdeki şiddetin yeni bir olgu olmadığı aşikar. Ancak bu şiddetin artmadığını söylemek, özellikle bu tespitleri yapanların tüm örnekleri yaşadıkları coğrafyalar üzerinden düşündüğünün göstergesi.

Biraz daha zorluyor Zizek, cinsel saldırı ve şiddetin (hatta ırkçılığın), “azınlıkların, kadınların ve geylerin ikinci sınıf insan olmadığını fark etmemizden önce”, yazılan ve çizilenleri (belki de yapılanları) değerlendirmemizde bir unsur oluşturamayacağına kanaat getiriyor. Çünkü bunların hepsini 1960 sonrasında “icat ettiğimiz postmodern” bakış açılarıyla değerlendiririz. Ancak, bu tarz iktidarlı ilişkiler modern olgular olmaktan öte, daha derin tarihsel köklere sahip, siyaseti, toplumsalı ve ekonomiyi şekillendiren ilişkilerdir.

Sözü uzatmıyor Zizek, “şiddet ve nefret her yerde, hayatın içinde” diyor. Dolayısıyla, bundan uzak durmaya bunları üretmemeye yönelik her çaba, hayatın gerçekliğinden uzak durmaya çalışmaktır diyor, bunun bizi her şeye şiddet, her şeye nefret demeye iteceğini vurguluyor. Bu çaba, liberalizmin çelişkisizliğinin hüküm sürdüğü bir dünyanın çabasıdır diyor.

Cinsel şiddetin, saldırının, erkek egemen kültürün ne olduğunu, hayatın neresinde durduğunu her gün deneyimleyen bir coğrafyanın kadınları olarak, bu “muhteşem söylem” yaşadığımızı anlamlandırmakta çok önemli! Kadına yönelik şiddeti ve nefreti adlandırmak, sadece bir tespit için gerekli değil; bu durumların yeniden üretilmesine engel olmak için de önemlidir. Şiddeti, tahakkümü ve iktidarlı ilişkileri normalleştirmeye yönelik bu tarz bir tutum, liberalizm karşıtı bir tutum değildir. Anti-kapitalist nedenlendirmelerle, başka tahakküm ilişkileri görmezden gelinemez, çünkü iktidar ekonomik biçimiyle de, cinsel biçimiyle de, toplumsal biçimiyle de bütüncül hareket eder. Neyin ne olduğunu anlamlandırmak, karşısında mücadele edilecek şeyi belirginleştirmek için önemlidir.

“Cinsel şiddeti gerçekten kavrayabilmek için kişinin o şiddetten ötürü şok geçirmesi, hatta travmatize olması gerekir. Bizi bir şeye karşı aşılayan şey bizzat o şeyin hissedilmesidir.” derken bir şeyi es geçiyor Zizek. Empati…

Bugün, Zizek’in yaşadığı ve kitabında örneklerle süslediği Batılı özgürlükçü liberalizmin hükmünün sonuna gelinmiştir. Sadece yaşadığımız coğrafyada değil, her yerde otoriter bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Farklı yerlerde, farklı şekillerde maruz kaldığımız erk şiddeti, tahakkümü, yok saymayı anlamak için Zizekvari bir senaryoya ihtiyacımız yok. Erkek siyasetin, erkek ekonominin, erkek kültürün içinde yaşamak en büyük travmadır. Bu travmayı her gün yaşayan kadınlar olarak, politik olanın ne olduğunu iyi biliyoruz. Bu bir varoluş mücadelesi, Zizek’in hocası Lacan’a inat;”Kadın Vardır!”

Melis Sönmez

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.