YEREL SEÇİMLERE DAİR

Coğrafyamızda son 10 yılda, 10’un üzerinde seçim ya da referandum gerçekleşti. Özellikle son 4 yılda gerçekleşen seçim ve referandumların gerçekleştiği koşullar, temsili sistem içerisindeki meşruluğu ve sonuçları; mart sonunda ve bundan sonra gerçekleştirilecek seçim ya da referandumları öngörmek açısından çok önemli.

Mart sonunda gerçekleşecek seçim her ne kadar yerel bir seçim olsa da seçim propagandaları, seçim sürecinin öne çıkan isim ve söylemleri genel siyasetle ilişkili. Genel seçimlerde oluşturulan koalisyonların sürdürüldüğü; farklı şehirlerdeki belediyeleri kazanmak için stratejilerin oluşturulduğu; OHAL süreciyle başlayan kutuplaştırıcı politizasyonun arttırıldığı bir seçim süreci.

Ve her şeyin ötesinde ekonomik krizin günden güne kendini giderek belirgin kıldığı bir ortamda gelen seçim süreci…

Değişen Seçimler mi, Rejimler mi?

İçinde bulunulan siyasal sürecin, iç politika ve dış politika ayrımlarını ortadan kaldıran bir konjonktür olduğu tespiti sıklıkla yapılıyor. Ancak bu durum, tüm bu süreci iç politikanın dayattığı gözbağından bağımsız görüyor olduğumuz anlamına gelmiyor. Örneğin Venezüela coğrafyasında yaşanan tüm gelişmeler, iç politikadaki tutumlara göre düşünülüyor; iç politik atmosferin yarattığı karşıtlığa göre taraf belirleniyor.

Aslında iç politik durumun da dünyanın genelinde beliren süreçlerden etkilendiğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu seçim sürecinde farklı mecralarda konuşulan/yazılan durumda olduğu gibi, farklı coğrafyalarda benzer siyasi figürler ve işleyişler belirmekte. Bu ortaklık, farklı coğrafyalardaki rejimlerin niteliğinin değişimiyle ilgili.

Seçim kazanmış ve siyasal iktidarı ellerinde barındıran figürler; temsili demokrasinin sınırlarını da zorlayarak kendi mutlak pozisyonlarını temsili demokrasinin seçim gibi araçlarıyla meşrulaştırıyorlar. Liberal demokrasi, seçimli otokrasi, seçilmiş diktatörlük, rekabetçi otoriterlik, temsiliyetsiz seçim ve benzeri bir dizi kavramla nitelenmeye çalışılan bu yeni durum, post-demokrasi denilen çatı bir isimlendirme altında toplanıyor.

Eski dönemin diktatör ve otoriter yöneticileriyle post-demokrat liderlerin arasındaki temel fark; siyasal iktidara darbe, iç savaş vb. yöntemlerle değil de seçimle gelmeleri ve bu iktidarı ellerinde seçimle tutmaları. Burada siyasal iktidar diye kastedilen sadece yasama ya da yürütme gücü değil kendi mutlak pozisyonlarını sürdürebilmek için devletin tüm aygıtlarını elinde tutma durumudur. Önceki dönemin meşru ilke ve kuralları, seçimden alınan güçle ihlal edilebilir ve hatta değiştirilebilir. Ancak yeni rejimin çıkarlarına hizmet ediyorsa demokrasiyle ilişkili kurumlar korunabilir; yeri geldiğinde işletilebilir. Yani post-demokrasi, kağıt üstünde demokrasi, keyfi demokrasi… Muhalif siyasal analizcinin yapmadığını hemen yapalım; altını çizelim. Siyasal iktidarı elinde bulunduranın asıl gücü “seçilmişliği”!

Seçilerek siyasal iktidarı ele geçiren post-demokrat diktatörler, düzenli aralıklarla yenilenen seçimlere ihtiyaç duyarlar. Demokratik görünümü bu seçimler aracılığıyla sürdürürler. Rusya’da Putin, Macaristan’da Orban, ABD’de Trump, Venezüela’da Maduro, Filipinler’de Duterte ve tabi ki Erdoğan… Hiçbiri seçildiği ilk dönem, temsili demokrasinin liberal değerlerine karşı tavır almamıştır. Süreç sonunda gelinen nokta, liberal değerlerin somutlaştığı kurumları bile ortadan kaldırmak olmuştur. Hepsi, medyayı büyük oranda denetim altına almış, yargıyı kontrol altına almış; muhalefeti baskılamak ve susturmak için kullanmıştır.

Mevzu bahis post-demokratların benzer özelliklerinden bir diğeri, ailesel ilişkileri rant dağıtım ağı olarak kullanmaları. İktidarlarını ellerinde tutmalarına yarayan bu rantın dağıtımının nereye kadar gidebileceği, ne kadar açık yapılabileceğini coğrafyamızda deneyimlemiş bulunmaktayız.

Yaratılan iç ve dış düşmanlar, bu düşmanlarla savaş üstünden kurulan söylemler, seçim zamanlarının vazgeçilmezi. Bu yöntem aracılığıyla, iktidarlarının meşruluğunun sağlanacağı seçmen desteğini toplayabiliyorlar.

Belirtildiği gibi tüm bu ortak özellikler, meselenin bir dönemin eğilimi olduğunu ve farklı coğrafyalarda da buna benzer siyasal süreçlerin yaşandığını gösteriyor. Bu tespitlerin hepsi küresel düzeyde yapılıyor yapılmasına ancak şu telkin de elden bırakılmıyor: “Seçimler bu siyasal iktidarın pozisyonunu pekiştiriyor ancak yine de oy kullanmak demokratik bir yükümlülüktür!”

Post-Demokrasilerde Seçimler Tuzak mıdır?

Tüm bunlardan bahsettikten sonra “Temsili demokratik sistemin muhalefet saflarında seçimlere dahil olmak, oy vermek bu durumu meşrulaştırmak mıdır?” sorusu önem kazanmaktadır. Öyle olmadığı kanaatiyle, böyle bir başlık atmaktan imtina etmeyen muhalif siyasal analizciler, bu tarz bir despotluğun “demokratik yollardan iktidarı kaybetmesi” hatta kaybetmese bile seçimlere dahil olma ısrarcılığını nasıl açıklamak gerek?

Daha da ötesi, oy kullanmama durumunu post-demokratik sistemin teslimiyet tuzağı diye tanımlamak, post-demokratik iktidarların pozisyonunu ve bunun seçimle ilişkisini tespit etmenin yeterli olduğunu söylemek, “Demokrasi mücadelesi veren ve vermeye kararlı herhangi bir demokratik mücadele alanını boşlamak gibi bir tavır olamaz!” demek, post-demokratik diye tanımladıkları sisteme özgü bir muhalefet tarzı olsa gerek! Hatta ekonomik kriz koşullarında gerçekleşen seçimlere özgü yaratıcı bir tespiti de vardır bu tarz bir muhalefetin; muhalefet partilerinin seçmenlerine düşen görev sandığa giderek iktidarı daha çok ter dökmeye mecbur bırakmaktır. Aksi takdirde, siyasal iktidarı elinde bulunduranlar daha ayrımcı, daha dışlayıcı politikalar için imkan bulacaktır.

Yerel Yönetimlerin Anlamı

Bu post-öğütleri, güne ayak uydurmanın bir gerekliliği olarak gören “yerel muhalefet” de, 31 Mart Seçimleri’ne başka bir anlam yüklemiyor. Temel mesele AKP öncülüğündeki ittifaka geri adım attırmak!

Yerel yönetimlerin demokrasinin yerelleşmesi için çok önemli olduğu, radikal bir yöntemle birleştirildiği haliyle insanların siyasal iradelerini daha etkili bir şekilde temsil ettirmenin bir aracı olabileceği söylemleri bu seçimlerde çok kullanılmayan vaatlerden.

Oysa genel seçimlerden farklı olarak insanların yaşadıkları yerlerin siyasi, ekonomik ve toplumsal mekanizmalarına müdahil olmasına yardımcı olacak bir süreç diye yerel seçimlerin yükseltildiği dönemlere çok da uzak değiliz. Başta da belirtmiştik, son 10 yılda 10’un üzerinde seçim ve referandum yaşadık!

Ademi merkeziyetçiliği esas alan, merkezin siyasal stratejilerine muhalefet olabilecek bir yerel yönetimin imkanı sorunu işte tam da içinde bulunduğumuz sürecin ana çelişkisidir. Belediyeler aracılığıyla, içinde bulunulan genel politik sürece farklı bir yol bulabilir miyiz sorusuna ilişkin en yakıcı örnek, Kürdistan’daki -yöneticiliğini merkezden atanan kayyumların yaptığı- 82 belediyedir. Post-demokrat tanımları geliştirenlerin söylemekten imtina ettiği durum, bu siyasal iktidarların mütemadiyen şiddet tekeline başvurma durumudur. Kürdistan örneğinde olduğu gibi, temsili demokratik değerlere göre bile insanların siyasal iradeleri yok sayılmıştır. Bu sürecin, hangi sürecin sonunda oluştuğunu belirtmemek, OHAL öncesi bölgesel OHAL’i unutmak anlamına gelir. Yani insanların siyasal iradeleri zaten yok sayılmıştı, kayyumlar bu sürecin devamcısıydı.

AKP’yi geriletmek için farklı koalisyon kombinasyonlarından imtina etmeyenlerin açıkça görmesi gereken, temsili demokratik alternatiflerle işlerin yoluna koyulamayacağıdır. Seçim süreçlerinde, kendi başına AKP karşıtlığını bile “ilerici” tayin edenler, “ilerici” ittifaklarıyla içinde bulunulan genel sömürü ve baskı durumuna kestirme yollardan çözüm aramaktadır. Bu çözümü ararken yaptıkları, yakındıkları sisteme eklemlenmektir.

Seçimleri Boykot Bir Strateji Olabilir mi?

Bir yandan seçim sisteminin ne kadar da yanıltıcı olduğundan ve iktidarın iktidarını pekiştirmesine olanak verdiğinden bahsedeceksiniz, seçimin verdiği olanaklarla iktidarın kendisini nasıl meşrulaştırdığını vurgulayacaksınız ama yine de “Demokrasinin bir sorumluluğu olarak oy vermek lazım.” diyeceksiniz. Demokrasi saplantısı bu olsa gerek!

Seçim boykotu anarşist düşüncenin “Karşı olmak için karşı olalım.” refleksi değil siyasaldan anladığıyla ilişkilidir. Neyin siyasal olup olmadığının devlet tarafından belirlendiği, bu belirlenmiş sınırlar dışında siyasalın olmadığını iddia eden düşünce böylelikle devletli düşüncenin varlık sorununu tartışılmaz hale getirir.

Anarşizmin seçimlere ve temsili demokratik sisteme bakış açısını bir kenara koyarsak, seçim boykotunun dünyanın farklı coğrafyalarında muhalefetin kullandığı araçlardan biri olduğunu belirtelim. Hileli seçim potansiyeliyle karşılaşıldığı, seçimleri organize eden siyasal yapının meşruiyetini yitirdiği, siyasal temsilcilerin temsilci olma durumlarını yitirdikleri noktalarda boykot siyasal bir alternatif olarak belirir.

Yani muhalefetin seçim sistemi savunucularının görmedikleri, görmek istemedikleri bir siyasal davranıştır oy kullanmamak. 1973 Kuzey İrlanda Referandumu’nda, 1983’te Jamaika Genel Seçimleri’nde, 1995 Bangladeş Genel Seçimleri’nde, 1997 Sırbistan Seçimleri’nde, 1999 Cezayir Başkanlık Seçimleri’nde, 2005’te Venezüela Seçimleri’nde, 2017’deki Katalonya Referandumu’nda, 2018 Makedonya Referandumu’nda, 2018 Kamboçya Seçimleri’nde… Boykot siyasi bir seçim olarak tercih edilmiştir. Yani oy kullanmamak siyasal bir tutumdur, seçim sistemi ve oy kullanmanın dışında başka siyasal eylem olamayacağını düşünen “seçim ısrarcı muhalefet” bu durumu ısrarlıca es geçmektedir.

Seçimlerde oy kullanmama tutumu aynı zamanda oldukça günceldir. Darbe ve diktatörlük arasındaki Venezüela coğrafyasında 2018 Mayısı’ndaki son seçimlerde Maduro’nun %50’nin altında oy alarak başkan olması muhalefetin boykot kampanyasıyla ilişkili. Keza muhalefet Maduro’nun başkanlığının meşruluğunun olmadığını bu seçimlere dayandırmaktadır. Bir başka güncel örnek, yine geçtiğimiz yılın mart ayında Mısır’da gerçekleşen başkanlık seçimleri… 7 muhalefet partisi seçimlerin sonuçlarının baştan belli olmasını (yani General Sisi’nin başkanlığını) neden göstererek seçimlerde boykot çağrısı yaptı.

Oy kullanmamanın farklı siyasal kesimler tarafından seçimlerde uygulanabilen bir yöntem olduğunu ve böylelikle bu yöntemin siyasal bir eylem olduğunu gösterdikten sonra, özellikle devlet ve kapitalizm karşıtı mücadelenin bir parçası olarak toplumsal hareketlerin bu yöntemi sıklıkla kullandığı iki coğrafyaya bakmak yerinde olacaktır.

2004’te Güney Afrika’da Topraksız Halk Hareketi (LPM) tarafından “Toprak Yok! Ev Yok! Oy Yok!” kampanyası düzenlendi. İnsanların zorla evlerinden çıkartılması ve bu şekilde yaşamak zorunda bırakılmasını protesto etmek amacıyla başlattıkları boykot kampanyası, 2006’da belediye seçimlerinde de Abahlali baseMjondolo hareketi tarafından sürdürüldü. 2008’deki yerel, 2009’daki genel seçimlerde de benzer bir kampanya başka toplumsal hareketlerin dahil olmasıyla sürdü. 2011’de devletin gecekonduları boşaltma politikası, %42’lik oy kullanmama eylemiyle protesto edildi. Oy kullanmama, kentsel dönüşüm ve zorunlu göçe maruz kalan kesimlerce siyasal bir eylem olarak benimsenmiş oldu.

2009’da Meksika’da “Nulo (0 oy)” Kampanyası örgütlendi. Meksika’daki siyasal sistemin, politikacıların kendi iktidar oyunlarından başka bir şey yansıtmadığının; kurumlara toplumsal güvenin ekonomik krizle her geçen gün azaldığının açık bir göstergesiydi Nulo. Kampanya istediği başarıyı yakalamasa da seçimleri boykot bu coğrafyada EZLN’nin sık uyguladığı yöntemlerden biriydi. 1995, 1998, 2005, 2006… Yerel seçimler, genel seçimler, başkanlık seçimleri… Seçimleri boykotun bu coğrafyada açıkça gösterdiği yegane durum, sol iktidarın da ezilenlerin aleyhine ekonomik, siyasi ve toplumsal politikaların sürdürücü olmasıydı. Keza 2018’deki son seçimlerde, seçimin galibi Lopez Obrador’un ilk projesi Tren Maya oldu. Proje, farklı coğrafyalardaki benzer kapitalist “mega projeler”de olduğu gibi kar odaklı olmasının yanında büyük bir ekolojik yıkımı da beraberinde getiriyor. Ve projenin diğer bir hedefi de Zapatistaların yaşam alanı olan Chiapas.

Siyasal analizi kendi bildiklerini doğrulatmak üzerinden yapanların es geçtiği durumu tüm bu örneklerden sonra yineleyelim. Oy kullanmamak farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda farklı siyasal işleyişlerde kullanılan siyasal bir yöntem!

Seçim Değil Toplumsal Devrim

Post-demokrasi, seçimli otokrasi vb. kavramların havada uçuştuğu; ilerici ittifak, eleştirel destek gibi kavramlarla burjuva demokrasisi içerisindeki hareketlerin anlamlandırılmaya çalışıldığı; yerel yönetimle oluşacak farklı bir siyasal işleyişten değil de yerel yönetimin iktidarını nasıl olursa olsun ele geçirmenin stratejilerinin yapıldığı bir siyasal ortamda, bize “oy”alanma pratiklerinden başka alternatif gösteremeyenlere başka bir kavramı ve onunla ilgili pratikleri hatırlatalım: Toplumsal Devrim.

İhtiyaç duyulan şey, seçimlerden farklı bir siyasallık içerisinde devrimci tutumun toplumsallaştırılması, iktidarların “meşruluğunu” yitirdiği stratejilere odaklanılması ve toplumsal devrim idealinin uzak ve ulaşılamaz bir olgu değil devrimci pratiklerle somutlaştırılabilir bir gerçeklik olduğunun anlatılmasıdır. Sürekli bir şekilde… Birbirimize… Ama öncelikle kendimize…