Hannah’lar: Kötülük Üzerine – Mercan Doğan

Hannah Duston: “Amerika’nın Baltalı Kadın Kahramanı”

Bu yazının konusu olan Hannah’ların ilki Hannah Emerson Duston, onuruna heykeller dikilen ilk Amerikalı kadındı. Hannah Emerson 23 Aralık 1657’de, o dönemde yerlilerin yaşam alanlarının talanıyla ele geçirilen Massachusetts Körfez Kolonisi’nde, bugün Massachusetts eyaletinde bulunan Haverhill’de doğmuş; 1677’de Thomas Duston ile evlenmişti.

1689-1697 yılları arasında gerçekleşen Kral William Savaşı’nda Fransızlar -İngilizleri alt etmek için- yerlileri İngilizlerin yerleşim bölgelerine -yerlilerin işgal edilen topraklarına- baskına teşvik ediyordu. 15 Mart 1697’de yerliler Haverhill’e bir baskın gerçekleştirdi. Bu baskında onlarca kişi katledilmişti; kısa zaman önce doğum yapan Hannah ise hemşiresi Mary ve ve yeni doğan kızıyla birlikte yaşadığı çiftlikten kaçırılarak esir alınmıştı. Çiftlik yakılmış, Hannah’ın eşi Thomas, geri kalan çocuklarıyla beraber kaçmayı başarmıştı ancak kadının bundan haberi yoktu, ailesinin öldürüldüğünü sanıyordu. Esir alınan Hannah, Mary ve bebek yerliler tarafından kuzeye kaçırılıyordu. Yaşanan bu olayları günümüze aktaran kaynaklara göre, yerliler, yol boyunca ağlayan bebeği -kafasını yoldaki bir ağaca vurarak- öldürdü. Hannah ve Mary karşı çıkamayacak kadar korkmuş, ağlayamayacak kadar şok olmuşlardı.

15 gün boyunca toplamda 160 km yürütüldüler, yer yer sürüklendiler ve -günümüzde Concord, New Hampshire olarak bilinen- Merrimack ve Contoocook nehirlerinin birleştiği noktadaki adaya getirildiler. Yerli savaşçılar onları, kısa süreliğine, 12 yerli ve bir yıldan uzun zaman önce esir aldıkları Samuel Leonardson ile bu adada bırakarak başka bir köye baskına gittiler. Döndüklerinde kısa bir yolculuk daha yapacak, sonra soyularak kırbaçlanacaklardı. O gece, 30 Mart gecesi, Samuel’le el ele veren Hannah ve Mary yerlileri uykuda yakaladı, onları kendi baltalarıyla öldürdü. Buraya kadar yazıdaki ilk Hannah’nın hikayesinin bir kadın özsavunma hikayesi olduğunu düşündük, değil mi? Devam edelim.

Yerlilerin sadece ikisi kaçabilmişti; kaçanlardan biri yetişkin bir kadın, diğeriyse bir çocuktu. Hannah’nın yerlilere saldırmadan önce düşünürken öldürmek yerine kendisiyle birlikte evine kaçırmayı, öldürülen çocuğunun bedeli olarak almayı planladığı çocuktu.

Hannah, Samuel ve Mary’yle birlikte bulundukları adadan kanolarla kaçmak üzereyken geri döndü, öldürdükleri on yerlinin kafa derisini yüzerek kanıt olarak yanına aldı. Haverhill’e geri döndüler ve mahkemeye kanıtlarını sunarak olanları anlattılar. Ödül olarak 25’i Hannah’a olmak üzere toplam 50 pound ödül aldılar. Hannah “baltalı kadın kahraman” olarak tanındı; pek çok yere heykelleri, anıtları dikildi. Öldürdüğü yerlilerin altısının çocuk, üçünün yaşlı, sadece birinin savaşçı olduğu gerçeği pek dillendirilmedi. (Yerliler iki kadının başına gözcü olarak çok sayıda savaşçı bırakmayı gereksiz bulmuştu.) Hikaye bir yanıyla bir kadının kendini savunma hikayesini barındırsa da meselenin bundan ibaret olup olmadığı oldukça tartışmalıdır. Açık olansa çokça kötülük barındırdığıdır.

Kahraman mı Sömürgeci mi?

1492’de yüzde 100’ü yerlilerden oluşan Kuzey Amerika nüfusunun bugün sadece yüzde ikisinin yerlilerden oluşuyor olması, meselenin bir başka boyutunu tartışmaya açar. Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’nde bahsettikleri, bu hikayenin örgüsüyle oldukça örtüşür: “Sömürgeci, sömürge halkının alanını fiziksel olarak, yani ordu ve polis yardımıyla sınırlamakla tatmin olmaz. Sömürgeci, sömürge talanının totaliter karakterini sanki açıklamak ister gibi sömürge halkını bir tür katmerli kötülüğe dönüştürür… Yerlinin ahlak kurallarına duyarlı olmadığı ilan edilir. Yalnızca değersiz olmakla kalmadığı, aynı zamanda değerleri inkâr ettiği de ilan edilir. Başka deyişle o mutlak kötüdür.”

Hikaye sadece Hannah Duston’ın bakış açısından okunduğunda yerlilerin bir bebeği gözlerini kırpmadan öldürebilecek kötülükte olmaları anlatılmaktadır. Fransızların kışkırtmasıyla çiftlikleri yaktıkları, herkesi katlederken kadınları esir aldıkları, esirlerini soyarak kırbaçladıkları… “Nasıl da insanlık dışı kötü yaratıklar oldukları” anlatılmaktadır. Yerlilerle ilgili anlatılan hikayelerin çoğu böyledir. Sömürülen, katledilen halklardan genelde böyle bahsedilir. Kurtulmak için çocukları ve yaşlıları öldüren Hannah Duston’ın kahraman olma durumu tartışmalıdır ancak sömürgeci olması da oldukça tartışmalıdır. Sömürgeci midir Hannah Duston, o mu sömürmüştür yerlileri? En iyi ihtimalle göz yumarak suça ortak olmuştur, bu sebeple geçtiğimiz yıllarda bazı yerli grupları Hannah’nın heykellerine zarar vermiş ve onun, sömürgeciliğin sembollerinden biri olduğunu söylemişti. Ancak hikayeye dönecek olursak, yerli halkların yaşadıkları zulüm ve katliamlar, onların da çocukları öldürmesini, kadınları kaçırmasını nasıl meşrulaştırabilir? Tartışma çıkmaza girmekteyken yazıdaki ikinci Hannah’nın, kötülük deyince akla gelen ilk isimlerden olan Hannah Arendt’ın söylediklerine bakmakta fayda var.

Hannah Arendt Bize Bu Hikayedeki Kötülüğün Sıradanlığını Anlatır

Hannah Arendt, Hannah Duston’dan 249 yıl sonra, 14 Ekim 1906’da Hannover’de Yahudi bir mühendisin tek çocuğu olarak dünyaya gelmiş, Berlin’de büyümüştür. Hannah Duston’ın hikayesinin aklımıza onu getirmesinin sebebiyse yaşam öyküsü değil kötülüğe ve şiddete dair söyledikleridir.

Nazi Almanyası’nda Hitler’in Gestapo şefi olan Reinhard Heydrich’in emriyle “Yahudi sorununu çözmek” adı altında Yahudi soykırımını gerçekleştirmek konusunda özel olarak görevlendirilen Adolf Eichmann’ın yargılandığı davayı yazdığı “Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te” kitabında bahsettiği kötülüğün sıradanlığıdır. Hannah Arendt’e göre Eichmann “korkunç derecede normal” bir insandır. Ona göre kötülük yapan bir insan, kendisinin kötülük yaptığını düşünmez; sadece belirli bir sistem içinde doğru ve uygun hareket ettiğini düşünür. Hannah Duston’ın hikayesindeki yerliler -tanıdıkları gözlerinin önünde katledilen, yaşam alanları talan edilen diğer halklar gibi- bedel ödetmeye çalışıyordur. Hannah Duston’sa kaçırılan, evi yakılan, çocuğu gözünün önünde parçalanan her kadın gibi bedel ödetmeye çalışıyordur. İki taraf da belirli bir sistem içinde doğru ve uygun hareket etmiş görünüyordur. Hangisi daha ezilendir, teraziler tartamaz. Vuku bulan, onların kötülüğünün yanı sıra nesnel de bir kötülüktür. Bu şiddet sarmalının başlamış olmasıdır Hannah Arendt’e göre:

“İnsan doğası gereği, bir kere baş gösteren ve insanlık tarihine kaydedilen her fiil, gerçekliği tarihe gömülüp gittikten uzun zaman sonra bile hep ileride gerçekleşebilecek bir ihtimal olarak kalır. Gelmiş geçmiş hiçbir cezanın, suç işlenmesini önleyecek kadar caydırıcılığı yoktur. Bilakis, cezası ne olursa olsun, belli bir suç bir kere ortaya çıktı mı, tekrar ortaya çıkması, ilk ortaya çıkışının olup olabileceğinden çok daha olasıdır.”

Hannah Duston’ın hikayesindeki gibi bugün de kötülük yapmak ya da kötülüğe sessiz kalmanın rutine dönüştüğü çoğunlukla kabul ediliyor. Devletler halkları katlederken “temizlik” yaptıklarını söylüyor, yaşam alanlarını talan ederek göç etmek zorunda bırakıyor; tecavüzcü erkekler tecavüz edilen kadınların tecavüzü hak ettiğini söylüyor. Bunları meşrulaştırmaya çalışan düşünce ve inançlar kötülüğün tanımını değiştiriyor, onu bireylerin karşı koyamayacakları bir nesnellik haline dönüştürmeye çabalıyor. Ancak tekrar vurgulanmalıdır ki bu nesnellik, Hannah Duston’ın hikayesinde de bugün yaşadığımız coğrafyada da kötülüğün sürdürülmesini meşrulaştırmaz.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.