Ya Donakal Ya Kaç Ya da Savaş

Korona krizi ve ardından gelen karantina uygulaması nedeniyle her gün yeni yazılar, tespitler, yapılması gerekenler ve gerekmeyenler listesi ortalığa saçılıyor. Komplo teorilerini, hiçbir fayda sağlamayacak uygulamaları dinlemek ve okumakla günlerimiz geçiyor. Pek çok insan karantinada kaçıncı günde olduğunu saymayı bıraktı. Sahi hangi aydaydık? Mart çok mu uzun geçiyor? Kış bitmiyor mu derken, günler geceler birbirine karışıyorken akıl sağlığını korumaya yönelik öneriler de birbiri ardına dizilmeye başladı.

Hemen hemen herkes, psikiyatrik ve psikolojik olarak içinde bulunduğumuz sürece dair kendince bir söz üretmeye çalışıyor. Bu yazı, tüm bu psikolojik/psikiyatrik gerçekleri göz önünde bulundurarak sistemin argümanlarına farklı bir yerden bakmayı amaçlıyor.

Tehlike ile İlk Karşılaşma; Bundan Kaçabilir Miyim?

Psikolojiye göre en basit tabiriyle travma, bireyin fiziksel ve zihinsel bütünlüğünü tehdit eden olay ya da durum ve bunun çeşitli nedenlerle tetiklenerek devam etmesi, süreklilik haline dönüşmesidir. Toplumsal travma ise yaşayan bir organizma olan toplumun ortak acılar yaşaması olarak tarif edilebilir. Savaş, sürgün, katliam, kaza, afet, salgın hastalık; etnik kimlik, cinsel kimlik ve yönelim temelli zorbalık ve şiddet gibi durumlar toplumsal travma olarak nitelendirilebilir. Yani özellikle bu coğrafyada yaşayan insanlar için toplumsal travma olarak adlandırılan şey, o kadar da yabancı bir duygu değil veya karantina ile ilk kez yaşamımıza girmiş de değil. Ancak aradaki büyük farkı es geçmemek gerek. Bu kez toplumun daha büyük bir kesimi bu travmayı yaşıyor ve toplumsal travmalar birbirlerinin üstüne eklenerek büyüyor.

Doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bu durumun içerisinde olanlar için dehşet, çaresizlik, acı, öfke, donukluk, yalnızlık gibi belki de olumsuz olarak adlandırılabilecek tüm duygular dalga dalga topluma yayılmakta. Kimilerinin yaşantısı pek bir değişikliğe uğramadan devam ederken kimilerinin yaşamı tepetaklak olmuş durumda. Tüm bunlardan daha da olumsuz olan, yaşamlarımızın düzenlenmesini elinde bulundurduğunu iddia eden devletin, varlığı nedeniyle, sürekli olarak, organize bir biçimde bu travmayı tetiklemesi. İki saat kala sokağa çıkma yasağı olacağının duyurulması, sağlık sisteminin “sorunsuz” işliyor gibi gösterilmesi tetikleme için yerinde örneklendirmeler. Diğer taraftan sürekli maruz kalınan -ne yazık ki alışkın olduğumuz- faşist söylemler, eleştiri yöneltenlere yönelik gözaltılar, çeşitli dayanışma kampanyalarının yasaklanması, düşmanlık söyleminin körüklenmesi içinde bulunduğumuz süreci daha da çekilmez kılıyor.

Hiçbir Şey Yapmayabilirsin: Donakalmak

Her birey, kendi travmatize olmuş alanında evdeki yaşantıyı sürdürebilmek adına bir dizi tavsiyeye maruz kalıyor. Özellikle sosyal medyada sürekli dönüp duran “kaliteli zaman geçirmek” bireylere “olması gereken”miş gibi lanse ediliyor. “Hiçbir şey yapmaya vakit bulamıyorum diyenler için işte beklenen an” gibi söylemlerle “krizi fırsata çevirmek”ten bahsediliyor. Güzel yemekler yapmak, müzik dinlemek, resim çizmek, heykel yapmak, çocuklarla doyasıya oyun oynamak, yoga ve meditasyon yapmak, kaç zamandır okunması ertelenen kitapları okumak, filmleri izlemek ve daha niceleri…

“Kaliteli zaman geçirme” kavramı kesinlikle adaletli değil. Öncelikle karantinada bile çalışmak zorunda olan kargo işçileri, market işçileri, belediyelerin temizlik işçileri, inşaat işçileri gibi işçilerin -tabi ki yine işçiler- eskisinden çok daha fazla çalışmasını dolayısıyla bir o kadar daha fazla sömürülmesini beraberinde getiriyor. “Evde kalamayanlar”ın, kapitalist sistemde yaşamlarını sürdürebilecek ekonominin devamlılığını sağlamak adına yaşadıkları sorunlar katlanarak varlığını korurken bunun üzerine bir de hasta olma/taşıyıcı olma tedirginliği ekleniyor. Yetmezmiş gibi evlerinde kalma imkanı olanların “Neden dışarıdasınız?” ya da “Neden gereken önlemleri almıyorsunuz?” diye başlayan yargılayıcı tutumuna maruz kalıyor, dışlanıyorlar. Bu bireylerin kaliteli olarak bahsedilen zamandan geçirmeleri mümkün değil. Öte yandan, karantinadan dolayı iş yeri kapanan dolayısıyla işsiz kalan birey, şüphesiz ki en yaşamsal ihtiyacı olan beslenme ve barınmanın derdine düşecektir. Bu gibi koşullarda zaten yeterince travmatize olmuş bireylere “kaliteli zaman” önerileri travma konusunda daha da tetikleyici olacaktır.

Bir şekilde şanslı olup evde kalabilenler de “kaliteli zaman geçirmek” furyasına dahil olmak durumunda değil. Psikiyatristlerle ortak çalışmaları ile tanınan yazar David Kessler korona krizi ve karantina sürecini bir çeşit yas olarak tanımlamakta. Yani birini kaybetmemizin ardından yaşanan psikolojik süreç ile aynı duygu durumu varlığını gösterebilir. Kessler’e göre bu durum beş basamaktan oluşuyor. Birinci basamak inkar: “Virüs bizi etkilemez.” Ardından öfke geliyor: “Evde kalmama neden oluyor ve aktivitelerimi elimden alıyorsunuz.” Üçüncü basamak ise pazarlık: “Birkaç zaman evde kalırsam her şey eskisi gibi olacak değil mi?” Sonrasında gelen depresyon genellikle bu durumun ne zaman sona ereceğini bilememek ile kendisini gösteriyor. Ve en son kabullenme: “Bu olay gerçekleşiyor ve nasıl devam edeceğimi keşfetmeliyim.”

İşin kabullenme kısmına gelebilmek tabi ki çok uzun bir süreç ve içerisinde pek çok farklı denklemi barındırıyor. Şiddet gören bir kadın, çocuk veya LGBTİ’nin psikolojik olarak var olan durumu kabullenmesinden söz edilemez. İşsiz kalmış, düzenli geliri olmayan ve akşama ne yiyeceğinin derdine düşmüş birey için de aynısı geçerli. Ancak yine de bir şekilde evde kısmi de olsa güvenilir bir ortamda bulunabilenler için kabullenmeye dair çeşitli ipuçları mevcut.

Tüm gün belki televizyon karşısında, belki elde telefonla, bomboş ve hiçbir şey yapmadan donuk biçimde zaman geçiren kişiler de oldukça fazla, kısacası bir şekilde tüm önerileri kulak ardı edebilenler var.

Don-Kaç-Savaş veya Mücadele Et!

Ormanlık alanda otlayan geyik bir anda karşısına çıkan aslan tarafından, tüm kaçma çabalarına rağmen, yakalanır. Aslan geyiği dişlemeye başlar; geyik önce biraz çırpınır, sonra bakışları tamamen donar. Nefes aldığına dair hiçbir belirti yok. Az sonra birkaç sırtlan gelir ve onlarla çatışmaktan çekinen aslan geyiği oracıkta bırakıp uzaklaşır. Geyiğin gözler donuk, bedeninde en ufak bir yaşam ifadesi yok. Aradan on dakika gibi bir süre geçer ve nefes alış verişleri görünür hale gelir. Önce biraz titremeye başlar, beş dakika sonra ayağa kalkar ve son sürat, tüm gücüyle koşmaya başlar. Kameraların onu takip edemeyeceği kadar koşar, koşar… Bu bir sinir sistemi tepkisi: don-kaç-savaş.

Polyvigal teoriye göre yaşamımızı tehdit eden bir saldırı anında sinir sistemimiz üç farklı tepki ile karşılık verir; saldırı karşısında savaşmak, kaçmak veya donmak. Korona krizi başladığından bu yana hissettiğimiz güvensizlik duygusu karşısında şu an ne yapacağını bilemez bir halde donakalmış olmak aslında sinir sistemimizin bir uyarısı. Yani “hiçbir şey yapmamak” -tam da bu sebepten- geyiğin ölü taklidi yapması gibi, yaşamın içinde her daim var olan, çok olağan bir tepki. Kaçmak ise pek gerçekleşebilecek bir tepki değil gibi duruyor. Peki savaşmak veya başka bir deyişle mücadele etmek mümkün mü?

Bireyin en büyük yaşamsal ihtiyaçlarından biri olan toplumsallığın, kendinden başka insanlarla iletişim ve ilişki kurma halinin, bir şekilde tehlikeye dönüştüğü söyleniyorsa bununla nasıl mücadele edilebilir? Şüphesiz ki bunu cevabı dayanışmadadır. Fiziksel olarak mesafelenmek asla sosyal anlamda mesafelenmeyi gerektirmez.

Devletin yetkililerinden kapitalizmin uzmanlarına kadar herkesin kullandığı sosyal mesafe kavramı oldukça yanlıştır çünkü içinde bulunduğumuz süreç, yalnızca fiziksel anlamda mesafelenmeyi gerektirmektedir. Hayatta kalabilmek için gereken sosyal mesafelenme değil toplumsal dayanışmadır. Toplumsal dayanışmaysa devletlerin ve özel şirketlerin sadece gövde gösterisinden ibaret “yardım kampanyaları” değil, bizlerin dayanışmasıdır. Empati, Cola Cola’nın reklam panolarına yazdığı şey değildir; hiçbir ekonomik geliri olmayan komşunun yemek alışverişini karşılamaktır. Bizleri bu tehlikeden(!) kurtaracak olan da zihinsel sağlığımızı korumayı destekleyecek olan da “biz” olmaktır.

Ece Uzun

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.