Devletin Arkeoloji Politikası: Bilim ve Milliyetçilik

Son yıllarda İzmir’de Katip Çelebi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi’nde açılan Türk-İslam Arkeolojisi ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde açılan Osmanlı Arkeolojisi gibi bölümler pek çok tartışmayı beraberinde getirdi. Arkeoloji ile ilgilenen araştırmacılar arasında da geniş yankı uyandıran bu bölümler ve açılma potansiyeline sahip ardılları, tarihsel çağlara ve arkeoloji ile ilişkili yan dallara bölünmüş disiplin içerisinde olumsuz tepkiler almaya başladı.

Devletin son yıllarda yükselen “her şeyi yerli ve millileştirme” politikasının bir uzantısı gibi görülebilecek olan bu gündem, aslında sanki hiç bu alana yönelik araştırma yapılmıyormuş da bu sayede çalışılabilecekmiş gibi pazarlanıyor. Arkeoloji denildiğinde akla sadece Yunan ve Roma Arkeolojisi geldiğini belirten Türk-İslam Arkeolojisi Bölüm Başkanı Doç. Dr. Harun Ürer, Anadolu’da daha önce varlığı tartışmalı olan ancak yapılan başarılı çalışmalar sayesinde varlığı ve ünik karakteri açığa çıkarılan Neolitik Çağ araştırmaları konusunda Anadolu’nun bir merkez haline gelindiğinden ya da alanla ilgili pek çok Hitit araştırmacısının uzun yıllardır burada neler yaptığından, hangi merkezleri açığa çıkardığından bihaber olsa gerek… Yoksa arkeoloji denildiğinde ilk akla gelenin Yunan-Roma Arkeolojisi olmadığını biliyor olurdu.

Söz konusu durum tarihsel örnekleriyle beraber değerlendirildiğinde, göründüğünden daha absürd bir konuma düşüldüğünü anlamamızı sağlıyor.

Tevrat Arkeolojisi ve Milliyetçi Muhafazakar Arkeolojiler

19. yüzyıl fizikçileri ve biyologları nasıl bir bilimsel sorunun çözümünü aradıklarında yüzlerini Aristoteles’e dönüyorlarsa, bir zamanlar Yakın Doğu Arkeolojisi alanında çalışanlar için de Tevrat böyle bir yönelişe mazhar olmaktaydı. Bu kaynakların izi ise Orta Çağ’a dek sürülebiliyor. Katolik Kilisesi’nin tek elde topladığı “bilimsel çalışmalar” geçmişe ve bilinmeyene yönelik bütün çalışmaların da kilisenin doğrularına göre hareket etmesini öngörüyordu. Bu bağlamda Kitab-ı Mukaddes sadece insanlık için değil bütün bir yaratılış için de yegane rehber olarak görülüyordu.

Kitab-ı Mukaddes’e dayanarak hesaplanmaya çalışılan dünyanın yaşı, MÖ 2500 olduğu iddia edilen Nuh Tufanı’na ilişkin kanıt arayışı, dünyanın merkezi olarak kabul edilen Ortadoğu’nun farklı dillere ayrılmış kavimler aracılığıyla dünyaya yayıldığı gibi inançlar yakın zamana dek varlığını sürdürmüş Biblical yani Tevrat Arkeolojisi’nin çalışma sahasını oluşturuyordu. Ana akım haber kaynaklarında da iki üç senede bir ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülen “Nuh’un gemisi bulundu.” şeklindeki arayışlar da bu çalışmaların kalıntıları olarak yorumlanabilir. İroniktir ki bu oryantalist çalışmalar Avrupa-merkezci bir tarih anlayışının da kurulmasını sağlıyordu. Kitab-ı Mukaddes’te ismi geçen şahsiyetlerin Avrupa kültürünün kökleri olduğu ileri sürülerek Ortadoğu’nun sömürülmesine rasyonel sebepler üretilmeye çalışıldı.

Mezopotamya ve Mısır’ın geçmişine dair ilginin devletli siyasete bu kadar içkin olması bizi şaşırtmamalı. Zira söz konusu coğrafyanın geçmişinin dinler tarihiyle olan organik ilişkisi bu sürecin başlıca devindiricisi belki. Ancak bahsedilen çalışmalar bir şekilde arkeoloji öncesi ve Trigger’a göre “modern arkeolojiyi önceleyen” çalışmalardı. Bütün bu süreç modern arkeolojinin kuruluşuna zemin hazırlayan ilk girişimler olarak arkeoloji tarihinde yer aldı. Zaman içerisinde bu alanda çalışmalar yapan arkeologlar dinsel metinleri kurucu kaynak olarak almayı bırakarak isim değişikliğine gittiler. Kitab-ı Mukaddes Arkeolojisi’nin çözülüşünde Charles Darwin’in büyük bir kırılma yarattığı evrimci bakış açısının gelişimi de anahtar bir rol oynamaktaydı. Bu bağlamda Üç Çağ Sistemi ile dört başı mamur bir kimliğe kavuşmaya başlayan arkeolojik araştırma metodolojisi, Tevrat Arkeolojisi çalışanların da Yakın Doğu Arkeolojisi, Protohistorik Çağ Arkeolojisi, Eskiçağ Araştırmaları gibi başlıklarda çalışılmalarını sürdürmeleriyle değişiklik gösterdi.

Milliyetçi muhafazakar eğilimlerin arkeolojideki etkisi Mezopotamya ile de sınırlı kalmadı tabii ki. Önceki paragraflarda bahsedilen antikacı kuruluş döneminde, Leibniz’in koleksiyonerlere yaptığı çağrıyla başlayan Alman tarihini materyal kültüre dayanarak yazma girişimleri, Kossina ile zirvesine ulaşan ırkçı ideolojiyi besleyen bir resmi tarihe kadar sürdü. Faşist rejimlerin ortadan kalkmasının ardından bilimsel araştırmalardaki popülerliğini yitiren bu görüşler şimdilerde günahları ile beraber anılarak arkeolojik düşünce tarihinin “antikaları” olarak yer yer referans alınmaya devam ediyor. Sürecin ilerleyişinde görece modern bir sorun olarak yeniden devletli siyasete alet edilmeye çalışılan bir diğer faktör Doğu Avrupa ve SSCB’nin yıkılışı ardından kültür tarihçi ve etnisite vurgulu arkeoloji arayışlarının tekrardan palazlanması oldu. Marksist indirgemeci tarih anlayışının hegemonyasından çıkan coğrafyalarda kurulan arkeoloji disiplinleri “yerli ve milli” takıntısının başka coğrafyalardaki yansımaları olarak karşımıza çıktı.

Türkiye Arkeolojisinin Konumu, Tarihsel Çağlara Bölünme

Coğrafyamızda yapılan arkeolojik çalışmalar ise bu konuda haklı eleştirilere uygun, ideal formuyla kurumsallaşmaya başlamasıyla öne çıkmaktadır. Başından beri Prehistorya (Tarih Öncesi) Arkeolojisi, Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi, Klasik Arkeoloji olarak disiplinlere ayrılan Arkeoloji geleneği, bu alanda yapılan Arkeometrik çalışmaların gelişimiyle beraber Arkeobotani, Arkeozooloji gibi ilişkili alanların yanında antropoloji, jeoloji, coğrafya gibi disiplinlerle de ortak çalışmaları güçlendiren bir yapıya kavuşmuştur.

Yerli ve milli savaş ekipmanlarından yerli ve milli içeceğe, yerli ve milli gençliğe kadar her şeyi kendi ideolojisine yamamaya çalışan AKP’nin gözünü bilimsel araştırmalara dikmiş olması bu işe yıllarını vermiş arkeologlar dışında, farklı alanlardan pek çok araştırmacının ve takipçinin de tepkisini almaya yetiyor. Bütün bunlarla birlikte olası bir niyet okumayı da önlemek adına şunları söylemek gerekiyor. Osmanlı ve Türk Tarihi’ne ilişkin yapılacak olan çalışmaların bir başka çalışmaya göre değersiz ve yersiz olduğunu iddia etmek de en az bu yapılan girişimler kadar absürd olurdu.

Geçmişin aydınlatılmasına yönelik yapılan çalışmalar arasında arkeoloji disiplini materyal kültüre dayanmasıyla gerçeklerin açığa çıkması için en değerli araçlardan biri olma özelliği taşıyor. Türk tarihi ve Osmanlı üzerine yapılan çalışmalar ise halihazırda Sanat Tarihçileri ve Eskiçağ Tarihi araştırmacıları tarafında on yıllardır gerçekleştiriliyor. Bu alanların turizm ile olan organik bağı da düşünüldüğünde onca şeye rağmen iç yapısına dokunulmasına hala çekinilen arkeoloji disiplini açısından Türk İslam Arkeolojisi’nin daha itaatkar, devlet ideolojisine amade bir argüman bilimselleştirme aracı olarak disipline entegre edilmeye çalışıldığını söylemek herhalde yanlış olmayacak. Zaman bize tersini göstermediği müddetçe.