Anarşizm Nedir? (18): Diktatörlük İş Başında – Alexander Berkman

Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 18. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Bolşevikler 140 milyon nüfuslu bir ülke üzerinde tam bir hakimiyet kurdu. Siyasi bir örgüt olan Komünist Parti “Proletarya diktatörlüğü” adı altında Rusya’nın mutlak hükümdarı oldu. Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın diktatörlüğü değildi. Milyonlarca insanın tamamı diktatör olamaz. Binlerce parti üyesi de diktatör olamaz. Doğası gereği bir diktatörlük az sayıda kişiyle sınırlıdır. Ne kadar az kişiden oluşursa o kadar güçlü ve tek sesli olur. Fiili uygulamada ise diktatörlük, sözde ortak küçük diktatörlerin rızasını dayatan tek bir güçlü adamın elindedir. Aksi mümkün değildir. Bolşevikler’de de durum böyleydi.

Gerçek diktatör ne proletarya ne de Komünist Parti idi. Teorik olarak iktidar, Parti Merkez Komitesi’ne aitti, ancak gerçekte bu Komitenin siyasi büro veya “Politbüro” adı verilen iç çeperi tarafından kullanılıyordu. Ancak Politbüro bile gerçek diktatör değildi, ancak üye olmak önemliydi. Çünkü siyasi büroda her önemli sorunla ilgili farklı görüş vardı, çok sayıda kişi olduğunda böyle olur. Gerçek diktatör, nüfuzu Politbüro çoğunluğunun desteğini güvence altına alan adamdı. O adam Lenin’di ve gerçek “proleterya diktatörlüğü” oydu, tıpkı İtalya’da diktatörün Faşist Parti değil Mussolini olması gibi. Bolşevik Parti’nin başlangıcından Lenin’in hayatının son gününe kadar hep Lenin’in görüşleri ve fikirleri gerçekleştirildi; tüm Parti onun görüşüne karşı çıktığında ve hatta Merkez Komitesi onun önerilerine karşı en baştan şiddetle mücadele ettiğinde bile… Her zaman kazanan Lenin’di, iradesi galip geldi. Bolşevik tarihinin her kritik döneminde bu böyleydi. Başka türlüsü düşünülemezdi, çünkü diktatörlük her zaman en güçlü kişiliğin egemenliği, tek bir iradenin üstünlüğü anlamına gelir.

Her diktatörlüğünki gibi Komünist Parti’nin tüm tarihi de tartışmasız bir şekilde bunu göstermektedir. Bolşevik yazılar bunu kanıtlıyor. Buradaki iddiamı doğrulamak için en hayati olaylardan birkaçına değinmek yeterlidir.

Lenin İsviçre’deki sürgünden yurda döndüğünde -Mart 1917’de- Rusya’daki partisinin Merkez Komitesi, Çarlık rejiminin kaldırılmasından sonra kurulan Koalisyon Hükümeti’ne girmeye karar vermişti. Lenin, hükümette bulunan burjuva ve Menşevikler ile işbirliğine karşıydı. Yine de, parti zaten karar vermiş olmasına ve Lenin’in muhalefette neredeyse yalnız olmasına rağmen Lenin etkili oldu. Merkez Komitesi kendi kendisine sırt çevirdi ve Lenin’in yanında konumlandı.

Daha sonra Temmuz 1917’de Lenin, Kerensky Hükümeti’ne karşı acil bir devrimi savundu. Önerisi, en yakın yoldaşları ve arkadaşları tarafından bile aptallıkla ve yanlış olmakla suçlandı. Fakat yine Lenin kazandı. Bu planın bir parçası olmayı reddeden Zinoviev, Kamenev ve diğer nüfuzlu Bolşeviklerin Merkez Komite’den istifa etmesi pahasına kazandı. Bu arada, Putsch (Kerensky’yi indirme girişimi) bir başarısızlıktı ve birçok işçinin hayatına mal oldu.

Ekim Devrimi’nden sonra iktidara gelir gelmez Lenin tarafından başlatılan kızıl terör, yoldaşları tarafından -devrime karşı doğrudan bir ihanet olarak- şiddetle kınandı. Ancak partinin en aktif ve nüfuzlu üyelerinin resmi karşı çıkışlarına rağmen Lenin kendi bildiğini okudu.

Brest-Litovsk müzakereleri sırasında Troçki, Radek ve diğer önemli Bolşevik liderler Kayzer’in koşullarını aşağılayıcı ve yıkıcı olarak tanımlayıp karşı çıkarken Almanya ile “her koşulda barış” yapılmasında ısrar eden yine Lenin oldu. Kazanan yine Lenin’di.

Kronstadt olayları sırasında Lenin tarafından partisine sunulan “yeni ekonomi politikası”na (“NEP”), Merkez Komite tarafından tüm devrimci başarıları geçersiz kıldığı ve komünizme ölümcül bir darbe olduğu gerekçesiyle karşı çıkıldı. Gerçekte bu, devrimin savunduğu her şeyin tamamen tersine çevrilmesi ve büyük Ekim değişikliğinin ortadan kaldırdığı koşullara tam olarak geri dönüştü. Ancak Lenin’in iradesi yine galip geldi ve onun kararı Mart 1921’de Moskova’da düzenlenen IX. Komünist Kongresi’nde sunuldu.

Gördüğün gibi, proletarya diktatörlüğü yalnızca Lenin’in diktatörlüğüydü. Lenin Politbüro’ya, Politbüro Merkez Komitesi’ne, Merkez Komitesi Parti’ye, Parti proletaryaya ve halkın geri kalanına kendini dayattı. Rusya’da yüz milyonları aşan bir nüfus vardı, Komünist Parti’nin elli binden az üyesi vardı, Merkez Komite birkaç birimden oluşuyordu, Politbüro ise yaklaşık bir düzine kişiden ibaretti. Lenin’se tekti. Ama bu tek kişi proleterya diktatörlüğünün bizzat kendisiydi.

Rusya, Avrupa’nın yarısına ve Asya’nın önemli bir kısmına yayılmış, çok geniş bir ülkedir. Farklı dilleri konuşan; çeşitlendirilmiş psikoloji, çeşitli ilgi alanları ve hayata bakış açısı ile çok sayıda ırk ve milletten insanlarla doludur. Çarların diktatörlüğünün ülkeye ne yaptığını biliyoruz. Şimdi “proleterya” diktatörlüğünün neler başardığına bakalım.

Bugün, Rusya’da on yıldan uzun süren Bolşevik iktidarının ardından, bu iktidarın etkileri hakkında adil bir tahmin oluşturabilir ve elde ettiğimiz sonuçları inceleyebiliriz. Bunları özetleyelim.

Devrimin siyasi olarak amacı devletin zulmünü ve baskısını ortadan kaldırmak, insanları özgür kılmaktı. Bolşevik Hükümeti -İtalya’daki faşist yönetimi saymazsak- kuşkusuz Avrupa’nın en kötü despotizmidir. Vatandaşın -devletin saygı duyması gerektiğini düşündüğü- hiçbir hakkı yoktur. Komünist Parti, diğer tüm parti ve hareketlerin yasadışı ilan edildiği siyasi bir tekeldir. Kişi ve mekan güvenliği tanınmamaktadır. İfade ve basın özgürlüğü yoktur. Troçki’nin ve onun muhalefet taraftarlarının kaderine bak; parti içinde bile en ufak fikir ayrılığı hapis ve sürgünle bastırılır, cezalandırılır. Bağımsız görüş hoş görülmez. Eskiden Çeka olarak adlandırılan gizli servis olan GPU, insanların özgürlüğü ve yaşamları üzerinde sınırsız keyfi yetkilere sahip bir aşırı-devlettir. Yalnızca tamamen egemen parti kliğinin tarafında olanlar özgürlük ve ayrıcalıkların tadını çıkarır. Ama böyle bir “özgürlük”, en kötü despotizm altında bile vardır: Söyleyecek hiçbir şeyin yoksa, bunu Mussolini’nin ülkesinde bile söylemekte tamamen özgürsün. Yakın tarihli bir Komünist Kongre’nin önde gelen bir üyesinin belirttiği gibi: “Rusya’da tüm siyasi partilere yer var: Komünist Parti hükümette, diğerleri hapiste.”

Ekonomik olarak ise kapitalizmi ortadan kaldırmak, komünizmi ve eşitliği tesis etmek devrimin temel amacıydı.

Bolşevik diktatörlüğü eşitsiz tazminat ve ayrımcı ödüller sistemi kurarak başladı, sanayi ve tarım proletaryasının doğrudan eylemiyle kaldırılan kapitalist mülkiyeti daha sonra yeniden getirerek sona erdi. Bugün Rusya kısmen devletli kapitalist, kısmen özel kapitalist bir ülkedir.

Diktatörlük ve ülkenin ekonomik hayatını felce uğratan ana faktörler üzerinden varlığı sürdürülen kızıl terör bunları yeniden üretti. Başkalarını düşünmeden otorite kuran Bolşevik yönetimi halkı kutuplaştırdı, despotizm kitleleri kızdırdı. Her bağımsız çabanın bastırılması, en iyi unsurları devrimden uzaklaştırdı ve onlara, bu meselelerin iktidardaki siyasi partinin özel meselesi haline geldiğini hissettirdi. Özlem duyulan özgürlük yerine yeni bir tiranlıkla karşı karşıya kalan işçilerin cesareti kırıldı. Devrimci başarılarının kendilerinden alındığını, kendilerine ve özlemlerine karşı bir silah olarak kullanıldığını hissettiler. Proleter, Fabrika Komitesi’nin Komünist Parti’nin emirlerine tabi olduğunu gördü ve bir emekçi olarak çıkarlarını korumak için çaresiz kaldı. İşçi sendikası Bolşevik emirlerin sözcüsü ve ileticisi haline geldi, kendisini yalnızca endüstrinin yönetiminde değil en düşük maaşla uzun saatler boyunca işte tutulduğu kendi fabrikasında bile sesini duyurmaktan mahrum bir halde buldu. Emekçiler çok geçmeden devrimin ellerinden alındığını, sovyetlerinin tüm gücünün aşağılandığını ve ülkenin Kremlin’de, tıpkı eski günlerdeki Çarlar gibi uzaklardaki bazı insanlar tarafından yönetildiğini anladılar. Devrimci ve yaratıcı faaliyetten uzaklaşan, yalnızca yeni efendilere itaat etmek için yaşayan, Bolşevikler ve Çekistler tarafından sürekli taciz edilen, en ufak bir başkaldırı ibaresi için hapis veya infaz korkusu içinde olan işçi; devrime kızdı. Fabrikayı terk etti ve korkunç yöneticilerden en uzaktaki yeri, en azından günlük ekmeğini güvence altına alabileceği köyünü aradı. Böylelikle ülkenin endüstrisi bozuldu.

Köylü, deri kaplı ve silahlı komünistlerin sessizce köyüne indiğini, onun ağır emeğinin meyvesini yağmaladığını, ona eski Çarlık memurlarının vahşeti ve küstahlığı ile muamele ettiğini gördü. Sovyetinin, kendisine Bolşevik diyen ve Moskova’daki iktidarı elinde tutan tembel, işe yaramaz bir takımın hakimiyetinde olduğunu gördü. İşçileri ve askerleri beslemek için isteyerek, hatta cömert bir şekilde buğday ve mısırını vermişti ama erzaklarının demiryolu istasyonlarında ve depolarda çürümekte olduğunu gördü. Çünkü Bolşevikler işleri kendi başlarına idare edemezdi ve kimsenin de bunu yapmasına izin vermezlerdi. Fabrikadaki ve ordudaki kardeşlerinin komünist verimsizlik, bürokrasi ve yozlaşma nedeniyle yiyecek sıkıntısı çektiğini biliyordu. Neden ondan hep daha fazlasının talep edildiğini anladı. Zaten az olan mallarına, ailesinin mallarına Çekistler tarafından el konulduğunu gördü; hatta o olmadan ne çalışabileceği ne de yaşayabileceği atlarına bile el koydular. Bu zulümlere isyan eden komşu köylerinin, eski günlerde olduğu gibi yerle bir edildiğini ve köylülerin kırbaçlanıp onlara ateş edildiğini gördü. Devrime sırtını döndü, çaresizliği içinde kendisi ve ailesi için ihtiyaç duyduğundan fazlasını ekmeye ve bunu bile ormanda saklamaya karar verdi.

Diktatörlüğün, Lenin’in askeri komünizminin ve Bolşevik yöntemlerin sonuçları bunlardı. Sanayi durdu ve kıtlık ülkeyi sarstı. Toplumun acıları, işçilerin acısı ve köylü ayaklanmaları Bolşevik rejimin varlığını tehdit etmeye başladı. Diktatörlüğü kurtarmak için Lenin, “NEP” olarak bilinen yeni bir ekonomi politikası uygulamaya karar verdi.

“NEP”in amacı, ülkenin ekonomik hayatını canlandırmaktı. Köylülerin artıklarını hükümetin zorla el koyması yerine satmalarına izin vererek daha fazla üretimi teşvik etmekti. Aynı zamanda ticareti yasallaştırarak ve daha önce karşı-devrimci olarak tanımlanıp bastırılan kooperatifleri yeniden canlandırarak ürün alışverişini mümkün kılmaktı. Ancak Komünist Parti’nin kendi diktatörlüğünü sürdürme kararlılığı tüm bu ekonomik reformları etkisiz hale getirdi çünkü sanayi despotik bir rejim altında gelişemez. Ekonomik büyüme, ticaret ve alışverişin yanı sıra işleyebilmek için kişi ve mal güvenliğini, belirli bir miktar özgürlüğü ve müdahale etmemeyi gerektirir. Ancak diktatörlük bu özgürlüğe izin vermiyordu, “sözleri” güven uyandırmıyordu. Dolayısıyla yeni ekonomi politikası istenen sonuçları vermedi ve Rusya ekonomik felaketin eşiğindeki yoksulluk sancıları içinde kalmaya devam etti.

Diktatörlük, üretimi proletaryanın eline teslim etmek ve işçiyi ekonomik efendilerden bağımsız kılmak şeklindeki devrimin temel endüstriyel amacını sakatladı. Diktatörlük yalnızca efendileri değiştirdi: Devlet, bireysel kapitalistin boşalttığı patron koltuğuna oturdu ve devletin yöneticileri de şimdi Rusya’da yeni bir sınıf olarak gelişiyor. Emekçi eskisi gibi bağımlı kaldı. Aslında daha da çok bağımlı oldu. İşçi örgütleri tüm güçlerinden mahrum bırakıldı ve işvereni olan devlete karşı grev hakkını bile kaybetti. Komünistler, “İşçiler, bir sınıf olarak diktatörlüğü ellerinde tuttukları için, kendilerine karşı grev yapamazlar.” diyorlar. Bu mantığa göre Rusya’daki proleterler, yaşamlarını idame ettirmek için yeterli olmayan ücretleri kendi kendilerine ödüyorlar, hijyenik olmayan mahallelerde kalabalık olarak bilerek yaşıyorlar, en sağlıksız koşullarda çalışıyorlar, endüstriyel önlem ve güvenlik eksikliğinden sağlıklarını ve hayatlarını tehlikeye atıyorlar ve kendi kendilerini ifade için gözaltına alıp hapse atıyorlar.

Bolşevik rejim kültürel olarak egemen kliğin görüşlerinden farklı fikirlere erişimi olmayan, komünizm ve parti fanatizmi üzerine eğitim veren bir okuldur. Egemen sınıfın müsaade ettiği fikir çemberinin dışında zihni genişletme ve geliştirme fırsatı olmadan, bütün bir halkın politik bir hedefin dogmalarıyla yetiştirilmesidir. Rusya’da resmi komünist yayınlar ve Bolşevik sansürcülerin onayladıkları dışında basın organları yok. Devlet konuşma, basın ve meclis tekeline sahip olduğu için burada hiçbir düşünce kamuoyunda ifade edilemez.

Bolşevik diktatörlüğünde Çarların diktatörlüğüne göre düşünce özgürlüğü oldukça sınırlıydı, bunu dile getirme fırsatı da oldukça azdı. Rusya Romanovlar tarafından yönetilirken en azından gizlice broşür ve kitap basabiliyordunuz çünkü o zamanlar hükümetin kağıt tedariki ve matbaalar üzerinde tekeli yoktu. Bunlar şahısların ellerindeydi ve devrimciler onları propagandaları için kullanmanın yolunu bulabiliyordu.

Bugün Rusya’da tüm yayın ve dağıtım araçları tamamen devletin mülkiyetindedir ve Bolşeviklerin iznini almadan hiç kimse görüşlerini kamuoyuna açıklayamaz. Otokratik Romanov rejimi sırasındaysa devrimci partiler tarafından binlerce yasadışı yayın yapılmaktaydı. Troçki’nin başını çektiği parti içi muhalefetin “Platform”u yayınlamayı başarmasının çok istisnai bir olay olduğunu Bolşeviklerin öfkeli şaşkınlığından anlayabiliriz.

Devrimden on yıl sonraki Bolşevik Rusya, hiç kimsenin siyasi güvenlikten veya ekonomik bağımsızlıktan yararlanamayacağı ve GPU’nun gizli elinin her zaman iş başında olduğu, ani gece baskınlarıyla insanların terörize edildiği, bilinmeyen sebeplerden tutuklanmaların olduğu; kişisel intikamdan ötürü karşı-devrim iddiasıyla karşılaşılan, Sibirya’nın donmuş kuzeyine veya Batı Asya’nın atıklarına bir yıl sürecek sürgün için gizli soruşturmanın yettiği bir ülkedir. “Eşitliğin” herkesin korkusu anlamına geldiği ve aynı şekilde “özgürlüğün” var olan güçlere sorgusuz sualsiz teslimiyet anlamına geldiği büyük bir hapishanedir.

Ahlaki açıdan Rusya, baskı ve sindirme üzerine inşa edilmiş bir sistemin aşağılayıcı ve yozlaştırıcı etkilerine karşı insanın daha ince niteliklerinin mücadelesini temsil etmektedir. Devrim, insanın en iyi içgüdülerini ön plana çıkardı: İnsani değer bilincini, özgürlük ve adalet sevgisini. Devrimci atmosfer özellikle baskıya karşı başta özgürlük açlığı, karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği ruhu olmak üzere, insanlarda uykuda yatan eğilimlere ilham verdi ve onları geliştirdi. Ancak diktatörlük, bu özelliklere karşı koyma ve bunun yerine korkuyla nefret, hoşgörüsüzlük ve zalimlik uyandırma etkisine sahipti. Bolşevik yöntemler, sistematik olarak halkın ahlakını zayıflattı, köleliği ve ikiyüzlülüğü teşvik etti, hayal kırıklığı ve güvensizlik yarattı; şu anda Rusya’da fırsatçı bir atmosfer hakim.

O mutsuz topraklarda bugünkü durum böyledir, Bolşevik fikrin bir halkı zorla özgürleştirebilme düşüncesi, diktatörlüğün özgürlüğe götürebileceği dogmasıdır.

“Demek devrimin diktatörlük yüzünden başarısız olduğunu düşünüyorsun?” diye soruyorsun. “Rusya başarılı olmak için çok geri kalmış değil miydi?”

Bolşevik fikirler ve yöntemler yüzünden başarısız oldu. Rus halkı; Çar’ı ortadan kaldırmak, Geçici Hükümet’i yenilgiye uğratmak, kapitalizmi ve ücret sistemini yıkmak; toprağı köylüye, fabrikaları işçilere vermek için çok “geri” değildi. Şimdiye kadarki en büyük başarı devrimdi. İnsanlar yeni yaşamlarını özgürlük ve adalet temeli üzerine kurmaya başlıyorlardı. Ancak bir siyasi parti, devletin dizginlerini ele geçirip diktatörlüğünü ilan ettiği anda artık feci sonuçlar kaçınılmazdı.

Devrim zamanı geldiğinde, koşulları kendi öznelliğinde değerlendirmelidir. Hayati olan; kullanılan araçlar ve yöntemler ile bunların kullanılma amacıdır. Devrimin gidişatı ve kaderi onlara bağlıdır.

Belli bir ülkenin toplumsal, politik veya ekonomik durumu ne olursa olsun -‘geri’ Rusya veya ‘ileri’ Amerika olsun- en önemli sorun neyi başarmak istediğindir ve bunun kendisi hedefini en iyi şekilde güvence altına alacaktır.

Ancak Rus Devrimi’nin amacı zulmü ve köleliği ortadan kaldırmaksa Bolşevikler ve politikaları başarısızlığın en büyük kanıtıdır.

Her şey -gördüğün gibi- amacının ne olduğuna, neyi başarmak istediğine bağlıdır. Amaçların araçları belirlemelidir. Araçlar ve amaçlar gerçekte aynıdır: Onları ayıramazsın. Amaçlarını şekillendiren araçlardır. Araç, çiçek açan ve meyve veren tohumlardır. Meyveler her zaman ektiğin tohumun mahiyetinde olacaktır. Kaktüs tohumundan gül yetiştiremezsin. Zorla ve diktatörlükle adalet, kardeşlik ve özgürlük elde edemezsin.

Bu dersi iyi öğrenelim çünkü devrimin kaderi buna bağlı. “Ne ekersen onu biçeceksin” sözü tüm insan bilgeliğinin ve deneyiminin zirvesidir.

Kanını çekerek hasta bir adamı iyileştiremezsin. İnsanların özgür faaliyeti, devrimin can damarıdır. Onu ortadan kaldırırsan ya da bastırırsan devrim kansızlaşır ve ölür.

Devrimin amaçları yöntemlerini şekillendirmelidir. Baskı ve diktatörlük değil yalnızca özgürlük ve insanların özgür ifadesi devrimin amaçlarına hizmet edebilir. Devrimde -tıpkı sıradan hayatta olduğu gibi- orta yol yoktur: ya zorlama ya da özgürlük vardır.

Rusya’da diktatörlük ve terör masaya yatırıldı. Bu deneyden çıkan ders açık ve ikna edicidir: Bu yöntemler, devrimin yıkılması anlamına gelir. Yeni bir yol bulunmalıdır.

Başka bir yolu var mı?” diye soruyorsun.

Sadece özgürlüğün yolu var ve bu yol henüz hiç denenmedi.

Denemek isteyip istemediğini bilmiyorum: Çoğu insan özgürlükten korkar. Ama şunu biliyorum ki eğer özgürlüğün adaletin ve aklın yolu denenmezse devrim diktatörlüğe, başarısızlığa ve ölüme dönüşecektir.

İster beyaz ister kırmızı olsun, diktatörlük her zaman aynı anlama gelir: Zorlama, baskı ve sefalet demektir. Bu onun karakteri ve özüdür. Başka bir şey olamaz. Diktatörlük, devletin en çok devletleştiği yönetimdir. Ancak Thomas Jefferson’un akıllıca söylediği gibi, “En az yöneten hükümet en iyisidir.”

Anarşistlerin iddiası budur ve öyleyse dikkatimizi sosyalizm ve Bolşevizm’den, Marks ve Lenin’den çekip anarşizmin bize sunabileceği şeyleri düşünmeye verelim.

Çeviren: Burak Aktaş