Çeviri – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 09 Sep 2021 10:47:40 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Zapatistalardan Dünyaya Mesaj: “Sadece 500 Yıl Sonra…” https://meydan1.org/2021/09/08/zapatisalardan-dunyaya-mesaj-sadece-500-yil-sonra/ https://meydan1.org/2021/09/08/zapatisalardan-dunyaya-mesaj-sadece-500-yil-sonra/#respond Wed, 08 Sep 2021 13:34:54 +0000 http://meydan1.org/?p=74041 Sadece 500 Yıl Sonra… Kardeşler, yoldaşlar,* Zapatista toplulukları bizim aracılığımızla sesleniyor. İlk olarak teşekkürlerimizi iletmek isteriz. Bizi davet ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bizi hoş karşıladığınız için teşekkür ederiz. Bizi evinizde ağırladığınız için teşekkür ederiz. Bizimle yiyeceğinizi paylaştığınız için teşekkür ederiz. Bize iyi baktığınız için teşekkür ederiz. Bütün bunların haricinde, engellere ve bütün farklılıklara rağmen bugün […]

The post Zapatistalardan Dünyaya Mesaj: “Sadece 500 Yıl Sonra…” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Sadece 500 Yıl Sonra…

Kardeşler, yoldaşlar,*

Zapatista toplulukları bizim aracılığımızla sesleniyor.
İlk olarak teşekkürlerimizi iletmek isteriz. Bizi davet ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bizi hoş karşıladığınız için teşekkür ederiz. Bizi evinizde ağırladığınız için teşekkür ederiz. Bizimle yiyeceğinizi paylaştığınız için teşekkür ederiz. Bize iyi baktığınız için teşekkür ederiz.

Bütün bunların haricinde, engellere ve bütün farklılıklara rağmen bugün bizim yaptığımız şeyde ortaklaştığınız için minnettar olduğumuzu söylemek isteriz. Sizin için bu küçük bir şey gibi gözüküyor olabilir ama bizim için, Zapatista toplulukları için bu çok büyük bir şey.


Bizler Mayalardan gelen Zapatistalarız.

Adına Meksika denilen coğrafyadan geldik; sizinle beraber olmak, sizi dinlemek ve sizden öğrenmek, sizinle sözlerimizi paylaşmak için okyanusları aştık.

Bizler Meksikalıyız; sizinle sevgiyi, saygıyı ve değeri bulduk.

Meksika devleti ve onun kurumları bizleri bu coğrafyanın vatandaşları olarak saymıyorlar. Bizler “atalarımızın” yerleştiği bu topraklarda aynı zamanda yabancı, öteki, istenmeyen ve hoş karşılanmayanlarız.

Meksika devleti için biz “geçici”yiz. Devletin ofislerine yaptığımız gereksiz ziyaretlerdeki harcamalar ve yaptığımız geziler sonucunda doğum belgelerimizde yazan budur. Ve biz bunların hepsini sizin olduğunuz yerde olabilmek için yaptık.

Ama bütün bir yolu şikayet etmek ve katlanmak zorunda kaldığımız devleti kınamak için gelmedik. Biz bunları paylaşıyoruz çünkü İspanya devletinin 500 yıl önceki olaydan dolayı özür dilemesini isteyen de yine aynı devlettir. Ek olarak anlaşılmalı ki Meksika devleti, aynı zamanda tarihten bihaber ve utanmadan tarihi kendi isteğine göre çarpıtarak değiştirmekte.

Yaşadığımız coğrafyalarda katlanmakta olduğumuz devletleri bir kenara bırakalım. Onlar sadece birer gözetmen, en büyük suçlunun itaatkar çalışanları.


421. Filo olarak bilinen Zapatista Deniz Filosu’nu yaratanlar, daha kalabalık bir topluluğun ilk dalgası olarak bugün karşınızda. Delege sayısı 501. Devletten önde olduğumuzu gösteren 501 kişiyiz: Onlar 500 yıllık sahte bir kutlamayı simüle ederken, biz önümüzdeki yeni şeye ilerliyoruz; yaşama.

501. yılında bu isyankar toprakların her köşesini keşfetmiş olacağız.

Ama endişelenmeyin. 501 delege bir anda gelmeyecek, dalgalar halinde gelecek. Şimdi Güneydoğu Meksika’nın dağlarında Zapatist kadınlar, erkekler, kız ve oğlan çocukları tarafından yapılan “La Extemporánea”** dediğimiz Zapatista havayolu birliği hazırlanıyor.

Havayolu birliğine, “Ulusal Yerli Kongresi” (National Indigeneous Congress) – “Yerli Yönetim Konseyi” (Indigeneous Governing Council) ve “Toprağı ve Suyu Savunan Halk Cephesi’nden (People’s Front in Defense of the Land and Water) delegasyonlar katılacak.

Hepimiz aşılar ve belgelerle ilgili sıkıntılar yaşadık. Hasta olduk ve iyileştik. Ailelerimizden, topluluğumuzdan, toprağımızdan, dilimizden ve kültürümüzden uzak ve aç kaldık. Çok büyük etkinliklerde değil ama direndiğiniz, isyan ettiğiniz, mücadele ettiğiniz yerlerde sizinle tanışmaya heyecanlı ve istekliyiz.

Bazıları ilgilendiğimiz şeyin büyük etkinlikler ve medyanın ilgisi olduğunu düşünebilir ve başarılarımızı ve başarısızlıklarımızı bu çerçeveden değerlendirebilir. Fakat biz tohumların, sıradan günlerin toprağında ve herkesin kendi bilgisi doğrultusunda ekildiğini, takas edildiğini ve yeşerdiğini biliyoruz.

Gelecek, spot ışıklarının altında büyümüyor. O, gece toprağın üzerinden çekildiğinde, sabahın erken saatlerinde gizlenmiş gölgede beslendiğinde ve ilgi gösterildiğinde doğar.

İnsanlık tarihini sarsan depremler sadece tek bir haykırışla başlar. Neredeyse algılanamayan bir “Yeter!” ( ¡Ya basta!) ; uyumu bozan gürültünün ortasında bir söz; duvardaki bir çatlak.


Bundan dolayı biz size ne tarifler vermeye, ön görülerimizi ve stratejilerimizi paylaşmaya, parlak ve kendiliğinden bir gelecek, kalabalık meydanlar veya hızlı çözümler getirmeye; ne de sizin için fevkalade sayılabilecek ittifaklara çağırıyoruz.

Biz, sizi dinlemek için geldik.

Bu kesinlikle kolay olmayacak; çok farklı, çok ayrı, çok uzak ve tersiz; bütün bunların haricinde çelişkiliyiz. Birçok şey bizi ayırıyor.

Belki de konuşmaya başladığımızda -beğenin ya da beğenmeyin- sadece tarihi paylaşmıyoruz. Bizim olana, değer verdiklerimize ve gerçeğe olan inancımızı da göstermiş oluyoruz.

Geçmişe her baktığımızda geçmiş bizi ayırır ve bu ayrışma temelsiz değildir: Her bakış bizim geçmiş hakkındaki meşru acı ve öfkemizi geri getirir.

Öfke de olsa, kırgınlık da olsa, suçlama veya temize çıkarma da olsa, geçmişe baktığımızda ne arıyorsak onu bulduğumuz doğru. Ciddi ve etkili tarih çalışmaları olsa da bizi haklı gösteren ve hak veren, bizim için en ikna edici olanı bulabilir ve sonra da onları “gerçeğe” dönüştürürüz.

Bu yolla yargılayabilir ve hüküm verebiliriz ama böyle olunca adalet unutulmuş olur. Bizi ayıran ve bizi karşı karşıya getiren birçok şey bulabiliriz.

Ailemizle, topluluğumuzla, kolektif veya örgüt olarak ve kendi mahallemizde, bölge ve coğrafyamızda mücadele ederiz. Her insan kendisini belirleyen acıyı ve harekete geçmesini sağlayan öfkeyi taşır. Bu –hiç de az olmayan – acı ve öfke ordadır.

Bu nedenle, biz Zapatista halkları, yalnızca daha büyük bir tehdidin, daha korkunç bir acının ve daha büyük bir öfkenin, öfkemizi ve acımızı yükseltip ortaklaştırabileceğini söylüyoruz.

Buna rağmen, tıpkı ezilenlerin ezenleri sorumlu tutmaya çalışırken genellikle ezenler tarafından yapılan sahte “birlik” çağrılarında olduğu gibi, aramızdaki farklar ortadan kaybolmuyor.

Hayır, biz Zapatistalar’ın bahsettiği şey bir neden, bir motivasyon ve bir hedef: YAŞAM!

Bu inançlarımızı ve mücadelemizi terk etmekle ilgili değildir, tam tersi: Kadın, otroas***, işçi ve yerli halkların mücadeleleri durmamalı; daha da radikalleşmeli ve derinleşmeli. Her biri Hidra’nın bir veya daha fazla yüzüyle karşı karşıya geliyor.

Sizlerin ve Zapatistalar olarak bizim olan tüm bu mücadeleler sadece ve sadece yaşam için. Ama canavarın kalbini yok edene kadar kafaları filizlenmeye devam edip daha da acımasız biçimde şekil değiştirmeye devam edecek.


Bugün, bu tarihlerde doğayı yok eden -insanlığın neden olduğu- büyük ölçekli yıkımı görüyor ve acısını çekiyoruz.

Bu molozun, küllerin, çamurun, kirli suyun, salgınların, sömürünün, kibrin, yoksulluğun, suçun, ırkçılığın, hoşgörüsüzlüğün altında yaşamı olmayan insanlar var. Ve her hayat bir sayıya veya istatistiğe çevrilip unutulan bir hikaye.

Gelecek -tarih olacak olan-, şu anki gibi tam bir kabus. Ve “daha da kötüsü olamaz” diye düşündüğümüzde gerçek gelip yüzümüze vuruyor.

Bu yüzden insanlar kendileri ve en iyi ihtimalle onlara yakın olanlar ile ilgilenirler: Aileleri, akrabaları ve tanıdıkları insanlar.

Ama bugün bu dünyanın her bir köşesinde, atan her bir kalpte bugünün ve geleceğin trajedisi ve aynı zamanda yaşam için direniş, mücadele ve isyan var.

Ve yaşam tabi ki zıtlaşma, tartışma, düşünme ve yüzleşmeyle dolu.

Özgürlüğümüzü elimizden alan, bizi aldatan, bizi yanlışa düşüren; bizi köşeye sıkıştırıp adım adım, kesiklerle ve yaralarla dünyadan uzaklaştıran; bizi yaşamdan koparan biri veya bir şey var. Buna neden olan tarafı belirleyebilir, suçluyu arayabilir, onlarla yüzleşebilir ve adaleti sağlayabiliriz. Bizi yalnızlaştıran ve tek bırakan, etrafımızı daraltıp sadece her birimizin egosunun sığacağı kadar yer bırakan bu acının bedelini ödeyecek ve cevap verecek birini veya bir şeyi arıyoruz.

Ve orada bile, o küçük ve her şeyden ve herkesten uzaktaki alanda, başka bir şey olmamız gerekiyor ve hala olduğumuz şey olmamıza izin verilmiyor. Orada bile, bir parçası kolektif olan bireysel tarihimizde: Bir oda, bir ev, bir mahalle, bir topluluk, bir coğrafya, başka bir şeyin parçası olmak için değiştirilmesi ve ihanet edilmesi gereken bir dava var. Bir erkeğin hoşuna giden bir kadın, hetero kabul edilen bir otroa, olgun olmaya çalışan bir gençlik, gençlik tarafından tolere edilen bir yaşlılık, gençlikten daha iddialı bir çocukluk, yetişkinler ve yaşlılar: Gözetmenler için yeterli ve uysal bir iş gücü, patronun istediği gibi bir gözetmen.

Ve kendimizi olmadığımız bir şeye dönüştürmeye yönelik bu baskı, yapısal bir şiddet biçimini alır. Bütün sistem normallik kalıbını dayatır.

Eğer kadınsak erkeklerin yarattığı kalıba göre öyle olmalıyız. Eğer otroas isek heteroseksüelliğin yarattığı kalıba göre öyle olmalıyız.

Örnek verirsek cinsel yönelimleri değiştirmek için “klinikler” bile var. Saldıran, yalnızlaştıran, farklı ve öteki olanı yok eden bir makine: Sistemin kendisi gerçekten devasa ve ölümcül, “anormalliği” tedavi eden bir klinik.

Sistem her gün, gün boyu bizi uysallaştırmaya ve evcilleştirmeye çalışıyor. Canlı olan her şey, bütün kuşaklar direniyor ve isyan ediyor, bütün dayatmalara “hayır” ve yaşama “evet” diyor: Ve biz de direniyoruz.

Bunun yeni bir şey olmadığı doğru. Beş yüzyıl geriye gidip aynı hikayeyi görebiliriz. Bütün bunlarda saçma olan şey ise bize baskı yapanların bugün bizim “kurtarıcılarımız” rolünü oynamaya çalışmaları.


Yine de bir şeyler farklı: Dünyanın ve doğanın acısı bizim acımızla birleşti.

Ve yine burdayız, itiraz etsek de etmesek de. Salgınların son bulacağının, afetlerin azalacağının, dünya ve dünyadaki yaşamın acı, yıkım ve adaletsizliklerle dolu olan önceki haline döneceğinin doğru olmadığını söyleyebiliriz.

Biz Zapatistalar, sadece bir şeylerin eski haline dönemeyeceğini söylemiyoruz aslında, daha da kötüye gideceğini söylüyoruz.

Biz Zapatista toplulukları, yanlış olan şeylerin nedenini adlandırıyor ve buna “kapitalizm” diyoruz.

Her insanın kendi yöntemine, planlamasına  ve coğrafyasına göre başka bir şey inşa edebilmesi; bizce ancak bu sistemin tümüyle yıkılmasıyla mümkün olacaktır. Mükemmel olmayacak ama şimdikinden daha iyi olacak.

Bundan sonra ortaya ne çıkarsa insanlar; insanlık, insan ve doğa arasındaki yeni ilişkileri nasıl isterlerse öyle adlandıracaklar.

Kolay olmayacağını biliyoruz, şimdi de kolay değil.

Her bir insanın, mücadele ettiği alanda karşılaştığı Hidra’nın başına karşı savaşırken canavarın kalbi yeniden şekillenip daha da büyür bu yüzden tek başımıza yapamayacağımızı biliyoruz.

Bütün bunlara rağmen biz bütün bunların kötü bir anı olarak kaldığı ve sonunda canavarın kül olup parçalara ayrıldığı günü göremeyeceğimizi biliyoruz.

Ama aynı zamanda biz biliyoruz ki kendimize düşen payı üstleneceğiz, belki de bu küçük bir pay ve yeni kuşaklar bunu hatırlamayabilir.


Zapatista toplulukları olarak biz, bazı işaretler görüyoruz. Ama belki de biz halk olarak yanılıyoruz.

Bizleri nasıl cahil, geri kalmış, muhafazakar, ilkel, modern öncesi, barbarca, uygarlaşmamış, hoşgörüsüz ve rahatsız edici olarak adlandırdıklarını biliyorsunuz.

Belki de bu doğrudur. Belki de geri kalmışızdır çünkü burada kadınlar ve otroas‘lar olarak var olduğumuzda kimsenin bize tecavüz etmesinden, saldırmasından, katletmesinden ve ortadan kaldırmaya çalışmasından korkmadan dışarı çıkabiliyoruz.

Belki de ilerlemeye karşıyızdır çünkü doğayı ve halk olarak bizleri katledip gelecek nesillere ölümü miras bırakan mega projelere karşıyız.

Belki de bir trene, yola, baraja, termoelektrik santrale, alışveriş merkezine, havaalanına, madene veya zehirli atık çöplüğüne, bir ormanın yok edilmesine, nehirlerin ve göllerin kirletilmesine ve fosil yakıta karşı olduğumuz için moderniteye karşıyızdır.

Belki de biz geri kalmışızdır çünkü para yerine toprağa saygı gösteriyoruz.

Belki de biz barbarızdır çünkü kendi yiyeceğimizi yetiştiriyoruz ve para için değil yaşamımız için çalışıyoruz.

Belki de uyumsuz ve rahatsız ediciyizdir çünkü kendimizi kendimiz, yani halklar olarak yönetiyoruz ve yönetme işini topluluk üyeleri olarak yerine getirmemiz gereken birçok sorumluluktan biri olarak görüyoruz.

Belki de biz isyankarızdır çünkü biz ihanet etmiyoruz, pes etmiyoruz veya teslim olmuyoruz.

Belki de biz, onların bizim hakkımızda söylediği her şeyizdir.


Ama biz bir şeyi duyuyor ve görüyoruz: Bir şeylerin gerçekleştiğini ve gerçekleşeceğini biliyoruz.

Bu yüzden bu seyahate çıktık çünkü biz düşünüyor ve biliyoruz ki mücadele edenler sadece biz değiliz ve neyin gerçekleştiğini, gerçekleşeceğini görenler de sadece biz değiliz.

Bizim bu dünyadaki köşemiz yaşam için mücadelenin küçük bir coğrafyası.

Biz başka yerler arıyoruz ve onlardan öğrenmek istiyoruz.

Bu yüzden buraya geldik. Bize edilen hakaretleri ve şikayetleri dillendirmek için veya ödeyemediğimiz borçları tahsil etmek için gelmedik. Moda bu olsa da ve herkes bu şikayetlere hakkımız olduğunu kabul edecek olsa da bunun için gelmedik. Belki de ne yapmamız gerektiğini bilmediğimizi ve bu yüzden kötü hükümetlerin bunu bizim için yapacağını söyleyeceklerdir.

Devletlerin kendilerini sahte milliyetçiliklerin arkasına saklaması şu anda moda. Milliyetçilik kisvesi bizi; bize baskı uygulayan, bizi ezen, bizi katleden ve bizi bölenlerle aynı yere koyuyor.

Hayır. Biz, buraya bunun için gelmedik.

Milliyetçilik kisvesi sadece farklılıkları değil bunun da ötesinde suçları saklamaya yarıyor. Birleşmiş bir milliyetçilik anlayışı altında şiddet uygulayan erkeği ve saldırıya uğrayan kadını, heteroseksüel hoşgörüsüzlüğünü ve eziyet çekmiş otredadı, sömüren uygarlığı ve yok edilmiş yerli halkı, sömürücü sermayeyi ve baş eğdirilmiş işçileri, zengin olanları ve yoksulları barındırırlar.

Ulusal bayraklar gösterdiklerinden daha fazlasını saklar. Bu yüzden yaşam ısrarımız evrenseldir. Sınırları, dili, rengi, ideolojiyi, dini, bölgeyi, cinsiyeti, yaşı, fiziksel farklılıkları ve bayrakları tanımaz.

İşte bu yüzden bizim yolculuğumuz “Yaşam için Yolculuk” tur. Bu bizim sadece birkaç söz edeceğimiz ve daha fazla dinleyeceğimiz etkinliklerden biri.


Bu fırsatı düzgün bir talepte bulunmak için kullanacağız. Ne kadar büyük veya küçük olduğu önemli değil, bize hikayeni anlat. Bize direniş ve isyan hikayeni anlat: Acından, öfkenden ve senin “Hayır!” larından ve “Evet!”lerinden bahset.

Çünkü biz Zapatista toplulukları her odada, evde, mahallede, toplulukta, dilde var olan hikayeyi ve bir şeyleri nasıl yapıp yapmadığınızı dinlemeye ve öğrenmeye geldik.

Yıllar sonra biz anladık ki her bir ayrı fikirde, isyan veya direnişte yaşamın farklı bir sesi var. Zapatistalar olarak bizim bakış açımızdan hayat, her şey ile ilgili olandır.

Bir gün biri size “Zapatistalar neden geldi?” diye sorduğunda hep birlikte, hiçbirimiz utanmadan, “Öğrenmeye geldiler” diye cevap verebiliriz. Beş yüzyıl sonra, Zapatista toplulukları bizi dinlemeye geldi.

Madrid’den, İspanya denilen coğrafyadan, adı değiştirilen göklerin altında ve topraklarda SLUMIL K´AJXEMK´OP**** veya “isyancı topraklar”.

Zapatista toplulukları adına. “421. Filo” olarak bilinen, Zapatista Deniz Filosu.Dünya gezegeni. 13 Ağustos, sadece 500 yıl sonra.


*Metindeki çoğul zamir ve hitaplar İspanyolca dilinde eril,dişil ve cinsiyetsiz olmak üzere 3 ayrı şekilde kullanılmış. Türkçe’de ise sadece tek bir 3.çoğul şahıs zamiri olduğu için çeviride “o” kullanıldı.

**doğaçlama

***öteki, farklı cinsel yönelim ve/veya kimliği olan

****Meksika’nın İspanya Krallığı tarafından 13 Ağustos 1521’de işgal edilmesinin 500’ncü yıl dönümünde, Avrupa’yı “işgal etmek için” yola çıkan Zapatistlerin kıtaya verdikleri yeni isim, teslim olmayan toprak

The post Zapatistalardan Dünyaya Mesaj: “Sadece 500 Yıl Sonra…” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/09/08/zapatisalardan-dunyaya-mesaj-sadece-500-yil-sonra/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (31): Devrimin Savunulması – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/08/01/anarsizm-nedir-31-devrimin-savunulmasi-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/08/01/anarsizm-nedir-31-devrimin-savunulmasi-alexander-berkman/#respond Sun, 01 Aug 2021 15:22:31 +0000 http://meydan1.org/?p=73625 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın son bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. “Sisteminizin denendiğini düşünelim, devrimi savunmak için herhangi bir araç olacak mı?” diye soruyorsun. Kesinlikle. “Silahlı […]

The post Anarşizm Nedir? (31): Devrimin Savunulması – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın son bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

“Sisteminizin denendiğini düşünelim, devrimi savunmak için herhangi bir araç olacak mı?” diye soruyorsun.

Kesinlikle.

“Silahlı güçle bile mi?”

Evet, eğer gerekirse.

“Ancak silahlı güç, örgütlü şiddettir. Anarşizmin buna karşı olduğunu söylememiş miydin?”

Anarşizm, ister güç, ister şiddet, ister başka herhangi bir yolla, özgürlüğe herhangi bir müdahaleye karşıdır. Her türlü işgale ve zorlamaya karşıdır. Ama biri sana saldırırsa sana şiddet uygulayan odur. Kendini savunma hakkın vardır. Bunun da ötesinde, bir anarşist olarak özgürlüğünü korumak, baskı ve zorlamaya direnmek senin görevindir. Aksi halde kölesindir, özgür değilsindir. Başka bir deyişle, toplumsal devrim kimseye saldırmayacak ancak kendisini herhangi bir çevrenin istilasına karşı savunacaktır.

Ayrıca toplumsal devrimi anarşi ile karıştırmamalısın. Devrim, bazı aşamalarında şiddetli bir ayaklanmadır; anarşi ise özgürlük ve barışın toplumsal bir koşuludur. Devrim, anarşiyi getirmenin aracıdır ancak anarşinin kendisi değildir. Anarşinin yolunu açmak, özgür bir yaşamı mümkün kılacak koşulları oluşturmaktır.

Ama amacına ulaşması için devrim, anarşist ruh ve fikirlerle doldurulmalı ve onun tarafından yönlendirilmelidir. Hedefler araçları şekillendirir, tıpkı kullandığın aracın başarmak istediğin işi yapmaya uygun olması gerektiği gibi. Yani, toplumsal devrimin amacı anarşizm ise yöntemi de anarşist olmalıdır.

Devrimci savunma bu ruhla uyumlu olmalıdır. Öz savunma tüm zorlama, zulüm veya intikam eylemlerini dışlar. Sadece saldırıyı püskürtmek ve düşmanı seni istila etme fırsatından mahrum bırakmakla ilgilidir.

“Yabancı istilasını nasıl püskürtürdünüz?”

Devrimin gücüyle. Bu güç nelerden oluşur? Her şeyden önce halkın desteği, sanayi ve tarım işçilerinin bağlılığıyla. Devrimi kendilerinin yaptığını, hayatlarının efendisi olduklarını, özgürlüğü kazandıklarını ve refahlarını artırdıklarını hissediyorlarsa o zaman devrimin en büyük gücü bu duygudadır. Halk bugün kral, kapitalist veya başkan için savaşıyor çünkü onların uğruna savaşmaya değer olduğuna inanıyor. Bırak devrime inansınlar ve onu ölümüne savunsunlar.

Petrograd’ın yarı aç işçi erkekleri, kadınları ve hatta çocukları şehirlerini General Yudeniç’in Beyaz ordusuna karşı neredeyse çıplak elle savundu, onlar da bu insanlar gibi devrim için yürekten ve candan savaşacaklar. Bu inancı ortadan kaldırıp onların üzerlerinde bir otorite kurarak –ister siyasi parti ister askeri teşkilat olsun- halkı yerinden edersen, devrime ölümcül bir darbe vurursun. Onun ana güç kaynağını yok edersin: Halkı. Onu savunmasız bırakırsın.

Silahlı işçiler ve köylüler, devrimin tek etkili savunmasıdır. Birlikleri ve sendikaları aracılığıyla karşı-devrimci saldırılara karşı her zaman tetikte olmalıdırlar. Fabrikada ve değirmende, madende ve tarlada işçi devrimin savunucusudur. İhtiyaca göre kürsü ve saban başında veya muharabe alanındadır. Ama taburunda olduğu gibi fabrikasında da devrimin ruhudur ve devrimin kaderini belirleyen onun iradesidir. Sanayide atölye komiteleri, kışlalarda asker komiteleridir. Bunlar her türlü devrimci gücün ve faaliyetin kaynağıdır.

Rus Devrimi’ni en kritik başlangıç aşamalarında başarıyla savunan, emekçilerden oluşan gönüllü Kızıl Muhafızlar’dı. Beyaz Orduları yenen yine gönüllü köylü alayları oldu. Daha sonra örgütlenen düzenli Kızıl Ordu, gönüllü işçi ve köylü birlikleri olmadan güçsüzdü. Sibirya, bu tür gönüllü köylüler tarafından Kolçak’tan ve ordularından kurtarıldı. Ukrayna’da, yerli gericilerin boyunduruğunu halka dayatmaya gelen yabancı orduları kovanlar da -devrimci generaller ve özellikle Denikin Moskova’nın kapılarındayken- povstantsi olarak bilinenişçi ve köylü müfrezeleriydi. Güney Rusya’yı Almanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan’ın işgalci ordularından kurtaran ve ardından General Wrangel’in Beyaz kuvvetlerini bozguna uğratanlar devrimci povstantsilerdi.

Devrimin askeri savunması üstün bir komuta, faaliyetlerin koordinasyonu, disiplin ve emirlere itaat gerektirebilir. Ancak bunlar, işçilerin ve köylülerin bağlılığından kaynaklanmalı ve kendi yerel, bölgesel ve federal örgütleri aracılığıyla gönüllü işbirliğine dayanmalıdır. Toplumsal devrimin diğer tüm sorunlarında olduğu gibi, dış saldırılara karşı savunma konusunda da halkın aktif çıkarları, özerklikleri ve kendi geleceklerinin kontrolünü ellerine almaları başarının garantisidir.

Şunu iyi anla ki devrimin gerçekten etkili tek savunması, halkın tutumunda yatmaktadır. Halkın hoşnutsuzluğu, devrimin en büyük düşmanı ve en büyük tehlikesidir. Toplumsal devrimin gücünün mekanik değil organik olduğunu her zaman aklımızda tutmalıyız. Gücü mekanik askeri önlemlerde değil sanayi ve yaşamı yeniden inşa etme, özgürlük ve adaleti tesis etme yeteneğinde yatmaktadır. Bırak halk, asıl tehlikede olanın kendi davası olduğunu hissetsin. Ancak o zaman içlerinden sağ kalan sonuncu kişi bile onun uğrunda bir aslan gibi savaşacaktır.

Aynısı dış savunma için olduğu kadar iç savunma için de geçerlidir. Halkı devrime karşı kışkırtmak için baskı ve adaletsizliği kullanamazsa herhangi bir Beyaz generalin veya karşı-devrimcinin ne şansı olabilir? Karşı-devrim sadece halkın hoşnutsuzluğundan beslenebilir. İnsanlar, devrimin ve tüm etkinliklerinin kendi ellerinde olduğunun, işleri kendilerinin yönettiğinin ve gerekli gördüğünde yöntemlerini değiştirmekte özgür olduklarının bilincinde olduğunda karşı devrim destek bulamaz ve zararsızdır.

“Ama karşı-devrimcilerin insanları kışkırtmalarına izin verir miydiniz?”

Hem de her şekilde. İstedikleri gibi konuşsunlar. Onları dizginlemek sadece zulme uğrayan bir sınıf yaratmaya hizmet eder, böylece halkın onlara ve davalarına sempatisini kazandıracaktır. Konuşmayı ve basını bastırmak yalnızca özgürlüğe karşı teorik bir suç değildir. Devrimin temellerine doğrudan bir darbedir. Öncelikle daha önce hiç var olmayan sorunları ortaya çıkaracaktır. Hoşnutsuzluğa ve muhalefete, kin ve çekişmeye; hapishaneye, Çeka’ya ve iç savaşa yol açacak yöntemleri ortaya çıkaracaktır. Korku ve güvensizlik yaratacak, komplolar hazırlayacak ve geçmişte her zaman devrimleri öldüren bir terör saltanatı ile sonuçlanacaktır.

Toplumsal devrim, en başından tamamen farklı ilkelere, yeni bir anlayış ve tutuma dayanmalıdır. Tümden özgürlük, onun varlığının nefesidir. Kötülüğün ve düzensizliğin tedavisinin baskı değil daha fazla özgürlük olduğu asla unutulmamalıdır. Baskı sadece şiddete ve yıkıma yol açar.

“O zaman devrimi savunmayacaksın?” diyor arkadaşın, merak ediyor.

Kesinlikle savunacağız. Ama konuşmaya karşı değil, bir görüşün ifade edilmesine karşı değil. Devrim, en sert eleştiriyi bile kabul edecek kadar büyük olmalı ve haklıysa bundan yararlanmalıdır. Devrim, gerçek karşı-devrime ve tüm aktif düşmanlara karşı, onu zorla işgal ya da şiddetle yenmeye veya sabote etmeye yönelik her türlü girişime karşı kendisini en kararlı biçimde savunacaktır. Bu, devrimin hakkı ve görevidir. Ancak yenilen düşmana zulmetmeyecek ve bireysel üyelerinin hatası nedeniyle tüm bir toplumsal sınıftan intikam almayacaktır. Babaların günahlarının bedelini çocukları ödemeyecektir.

“Peki, karşı devrimcilerle ne yapacaksınız?”

Fiili savaş ve silahlı direniş kayıpları içerir ve bu koşullar altında hayatlarını kaybeden karşı-devrimciler, yaptıklarının kaçınılmaz sonuçlarına katlanırlar. Ama devrimciler barbar değillerdir. Yaralılar katledilmez, esir alınanlar idam edilmez. Bolşeviklerin yaptığı gibi -barbarca- rehineleri vurma sistemi de uygulanmaz.

“Bir çatışma sırasında esir alınan karşı-devrimcilere nasıl davranacaksınız?”

Devrim bunlarla başa çıkmak için yeni yollar, mantıklı yöntemler bulmalıdır. Eski yöntem onları hapsetmek, boş boş durmalarını sağlamak, onları korumak ve cezalandırmak için çok sayıda insan çalıştırmaktır. Suçlu hapiste kalırken tutsaklaştırma ve acımasız muamele onu devrime karşı daha da kışkırtır, muhalefetini güçlendirir, intikam ve yeni komplolar hakkındaki düşüncelerini besler. Devrim, bu tür yöntemleri aptalca ve kendi çıkarları için zararlı olarak görecektir. Bunların yerine yenilmiş düşmanı, karşı çıkışının hata olduğuna ve yararsızlığına insancıl bir muameleyle ikna etmeye çalışacaktır. İntikam almak yerine özgürlük verecektir. Karşı devrimcilerin çoğunu düşman olarak değil de güç ve otorite arayan bireyler tarafından kandırılmış akılsızlar olarak görecektir. Onların cezadan ziyade aydınlanmaya ihtiyaçları olduğunu bilecektir.

Bugün bile bu görüş önem kazanmakta. Bolşevikler, Rusya’daki müttefik ordularının topçu gücünden çok, düşman askerleri arasındaki devrimci propagandayla yendi. Bu yeni yöntemler, şu anda Nikaragua kampanyasında bunlardan yararlanmakta olan Birleşik Devletler Hükümeti tarafından bile pratik olarak kabul edilmiştir. Amerikan uçakları bildiriler dağıtıyor, Nikaragua halkına Sandino’yu ve davasını terk etmeye ikna olmaları için çağrıda bulunuyor. Amerikan ordu liderleri bu taktiklerden en iyi sonuçları bekliyorlar. Ancak Sandino vatanseverleri, yabancı bir işgalciye karşı vatanı ve ülkesi için savaşırken karşı-devrimciler kendi halklarına karşı savaşıyorlar. Karşı-devrimcilerin aydınlanmaları çok daha kolay olacak ve daha iyi sonuç getirecektir.

“Karşı-devrimle başa çıkmanın en iyi yolunun gerçekten bu olacağını mı düşünüyorsunuz?”

Kesinlikle. İnsanca muamele ve nezaket, zulüm ve intikamdan daha etkilidir. Bu konudaki yeni tutum, benzer nitelikte bir dizi başka yöntem de ortaya çıkaracaktır. Yeni yöntemleri uygulamaya başlar başlamaz komplocularla ve devrimin aktif düşmanlarıyla başa çıkmanın çeşitli biçimleri gelişecektir. Örneğin onları tek tek veya küçük gruplar halinde, karşı-devrimci etkilerinden uzak bölgelere, devrimci ruha ve bilince sahip topluluklar arasına dağıtma planı kabul edilebilirdir. En basitinden, karşı-devrimcilerin de yemek yemesi gerektiğini unutma; bu da kendilerini, düşüncelerini ve zamanlarını komplo kurmaktan başka şeyler için yoracak bir durumda bulacakları anlamına gelir. Hapsedilmek yerine özgür bırakılan mağlup karşı-devrimci, varoluş yollarını aramak zorunda kalacaktır. Devrim düşmanlarını bile doyuracak kadar cömert olacağından, elbette geçiminden mahrum bırakılmayacaktır. Ancak söz konusu kişi; dağıtım merkezinin misafirperverliğinin tadını çıkarmak, güvenli konaklama yerlerine kabul edilmek vs. için bir topluluğa katılmak zorunda kalacaktır. Başka bir deyişle, karşı-devrimci “özgürlükteki tutsaklar”, varoluş araçları için topluluğa ve üyelerinin iyi niyetine bağlı olacaktır. Onun atmosferinde yaşayacak ve onun devrimci ortamından etkilenecektir. Hapishaneden daha güvenli ve daha mutlu olacağı kesindir. Yakında devrim için bir tehlike olmaktan çıkacaktır. Bunun örneklerini Rusya’da defalarca kez gördük. Çeka’dan kaçıp herhangi bir köy veya kasabaya yerleşen karşı-devrimciler gördükleri iyi muamele sonucunda çoğunlukla topluluğun işe yarar üyelerine dönüştüler. Toplumun refahını genellikle sıradan bir insandan daha fazla düşündüler. Onlar kadar şanslı olamayan ve hapisten kaçamayan diğer yüzlercesi ise hapishanede intikam ve komplo planları düşünüp durdular.

Kuşkusuz, devrimci halk tarafından bu tür “özgür tutsakları” tedavi etmeye yönelik çeşitli planlar denenecektir. Ancak yöntemler ne olursa olsun başarısızlığı insan deneyimi boyunca tamamen kanıtlanmış olan, mevcut intikam ve ceza sisteminden daha tatmin edici olacaktır. Yeni yollardan biri olarak “özgür yerleştirme” de denenebilir. Devrim, düşmanlarına ülkenin bir kısmına yerleşme fırsatı sunacak ve onlara en uygun toplumsal yaşam biçimini oluşturacaktır. Birçoğunun, devrimci topluluğun kardeşliğini ve özgürlüğünü, sömürgelerinin gerici rejimine tercih etmesinin çok uzun sürmeyeceğini öngörmek uydurma bir tahmin değildir. Ama böyle yapmasalar bile kaybedecek hiç bir şey yok. Aksine, intikam ve zulüm yöntemlerini terk ederek insanlık ve yüce gönüllülüğü uygulayarak devrimin kendisi manevi olarak kazancaktır. Bu tür yöntemlerden ilham alan devrimci öz savunma, düşmanlarına bile garanti edeceği özgürlük nedeniyle daha etkili olacaktır. Halka ve genel olarak dünyaya sunduğu çekiciliği böylece daha da karşı konulmaz ve evrensel olacaktır. Toplumsal devrimin yenilmez gücü adaletinde ve kardeşliğinde yatar.

Henüz hiçbir devrim gerçek özgürlüğü denemedi. Hiçbiri buna yeterince inanamadı. Güç ve baskı; zulüm, intikam ve terör geçmişteki tüm devrimlerin içine işlemiş ve böylece gerçek amaçlarını yok etmiştir. Yeni yöntemler, yeni yollar denemenin zamanı geldi. Toplumsal devrim, insanın özgürlük yoluyla kurtuluşunu sağlamaktır. Eğer özgürlüğe inancımız yoksa devrim bir inkar haline gelir ve kendisine ihanet eder. O halde özgürlük cesaretine sahip olalım. Bırakalım baskı ve terörün yerini o alsın. Özgürlük; inancımız, eylemimiz olsun ve onunla güçlenelim.

Yalnızca özgürlük toplumsal devrimi etkili ve sağlıklı hale getirebilir. Tek başına daha yükseklere giden yolu açabilir, refahın ve neşenin herkesin hakkı olacağı bir toplum hazırlayabilir. İnsanlar hayatlarında ilk defa anarşizmin cömert ve özgür ışığı altında büyüyüp gelişme şansına sahip olduklarında, işte o zaman güneş doğacak.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (31): Devrimin Savunulması – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/08/01/anarsizm-nedir-31-devrimin-savunulmasi-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (30): Üretim – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/07/25/anarsizm-nedir-30-uretim-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/07/25/anarsizm-nedir-30-uretim-alexander-berkman/#respond Sun, 25 Jul 2021 12:25:28 +0000 http://meydan1.org/?p=73487 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 30. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. “Peki ya üretim, nasıl yönetilmesi gerekiyor?” diye soruyorsun. Devrimin toplumsal olması ve amaçlarına ulaşması için, […]

The post Anarşizm Nedir? (30): Üretim – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 30. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Peki ya üretim, nasıl yönetilmesi gerekiyor?” diye soruyorsun.

Devrimin toplumsal olması ve amaçlarına ulaşması için, devrimin faaliyetlerinin altında hangi ilkelerin yatması gerektiğini daha önceden gördük.Özgürlük ve gönüllü işbirliği ilkeleri, endüstrilerin yeniden örgütlenmesini de yönlendirmelidir.

Devrimin ilk etkisi üretimdeki azalmadır. Toplumsal devrimin başlangıç noktası olarak öngördüğüm genel grevin kendisi, sanayinin askıya alınmasına yol açacaktır. İşçiler aletlerini bırakır, sokaklarda gösteri yapar ve böylece üretimi geçici olarak durdururlar.

Ama hayat devam ediyor. İnsanların temel ihtiyaçları karşılanmalıdır. Bu aşamada devrim halihazırda eldeki malzemelerle yaşayacaktır. Ancak bu malzemelerin tükenmesi felaket olur. Durum emeğin elindedir: Endüstrinin derhal yeniden başlatılması zorunludur. Örgütlü tarım ve sanayi proletaryası toprağa, fabrikalara, dükkânlara, madenlere ve değirmenlere sahip olur. Artık en dinamik faaliyet günün örgütlenmesidir.

Açıkça anlaşılmalıdır ki o zamana kadar kıtlık içinde yaşayan halkın ihtiyaçlarını karşılamak için toplumsal devrim, kapitalizmdekinden daha yoğun üretim gerektirir. Bu daha büyük üretim, yalnızca kendilerini daha önceden yeni duruma hazırlamış olan işçiler tarafından gerçekleştirilebilir. Sanayi süreçlerine aşinalık, tedarik kaynakları hakkında bilgi ve başarılı olma kararlılığı bu görevi yerine getirecektir. Yaratıcı kanallar bulmak için devrimin yarattığı coşku, serbest bırakılan enerjiler ve onun teşvik ettiği yaratıcılığa bütünlüklü bir özgürlük ve alan verilmelidir. Devrim her zaman yüksek derecede sorumluluk uyandırır. Yeni özgürlük ve kardeşlik atmosferi, üretimi tüketimin gereksinimlerine yeterli hale getirmek için sıkı çalışmanın ve ciddi öz disiplinin gerekli olduğuna dair farkındalık yaratır.

Yeni durum endüstrinin mevcuttaki çok karmaşık sorunlarını da büyük ölçüde basitleştirecektir. Kapitalizmin rekabetçi karakteri, çelişkili mali ve ticari çıkarları nedeniyle günümüz koşullarının ortadan kaldırılmasıyla tamamen ortadan kaldırılacak birçok karmaşık ve kafa karıştırıcı konuyu içerdiğini de aklında bulundurmalısın. Maaş cetvelleri ve satış fiyatları ile ilgili sorular, mevcut pazarların gereksinimleri ve yeni pazar arayışları, büyük operasyonlar için sermaye kıtlığı ve ödenecek ağır faizler; yeni yatırımlar, spekülasyon ve tekelin etkileri, kapitalisti endişelendiren ve endüstriyi bugün bu kadar zor ve hantal bir ağ haline getiren bir dizi sorun ortadan kalkacaktır. Şu anda bu sorunlar, çeşitli disiplinlerin ve yüksek eğitimli insanların plütokrat çarpışık amaçların karışık yumağını çözmeye devam etmesini, birçok uzmanın gerçekleri; kâr ve zarar olasılıklarını hesaplamasını, endüstriyel gemiyi ulusal ve uluslararası kapitalist rekabetin kaotik seyrini kuşatan tehlikeli kayalar arasındaki iki dünya arasında yönlendirmeye yardımcı olacak büyük gücünü gerektiriyor.

Bütün bunlar, endüstrinin toplumsallaşması ve rekabetçi sistemin sona ermesiyle otomatik olarak ortadan kaldırılacaktır ve böylece üretim sorunları büyük ölçüde hafifletilecektir. Kapitalist endüstrinin yumak haline gelmiş karmaşıklığı bu nedenle gelecek için herhangi bir korkuya yol açmamalıdır. “Modern” sanayiyi yönetmek için emeğin yeterli olmadığından bahsedenler, yukarıda belirtilen faktörleri hesaba katmazlar. Endüstriyel labirent, toplumsal yeniden yapılanma gününde çok daha az ürkütücü olacaktır.

Belirtilen değişikliklerin bir sonucu olarak, yaşamın diğer tüm evrelerinin de çok basitleşeceğinden söz edilebilir: Günümüzün çeşitli alışkanlıkları, gelenekleri, zorunlu ve sağlıksız yaşam biçimleri doğal olarak işlevsiz hale gelecektir.

Ayrıca emeğin işini kolaylaştıracak olan şey, değişen ekonomik koşullarla özgürleşecek çok sayıda işçinin saflarına eklenmesidir.

Son istatistikler, 1920’de Amerika Birleşik Devletleri’nde 105 milyonu aşan toplam nüfus içinde her iki cinsiyetten toplam 41 milyonu aşkın kişinin kazançlı işlerde çalışıyor olduğunu göstermektedir. Bu 41 milyonun sadece 26 milyonu, ulaşım ve tarım da dahil olmak üzere endüstrilerde fiilen istihdam ediliyor; 15 milyonluk kısım ise çoğunlukla ticaretle uğraşan kişilerden, tüccarlardan, reklamcılardan ve mevcut sistemin diğer çeşitli aracılarından oluşuyor. Başka bir deyişle, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir devrimle 15 milyon kişi yararlı işler için serbest kalacaklar. Diğer ülkelerde de nüfusla orantılı olarak benzer bir durum gerçekleşecektir.

Dolayısıyla toplumsal devrimin gerektirdiği daha büyük üretim, milyonlarca kişilik ek bir nüfusa sahip olacaktır. Bu milyonların, modern bilimsel örgütlenme ve üretim yöntemleriyle desteklenen sanayi ve tarıma sistematik olarak dahil edilmesi, arz sorunlarının çözülmesi için büyük bir gelişme olacaktır.

Kapitalist üretim kâr içindir. Bugün bir şeyleri satmak için onları üretmekten daha fazla emek kullanılıyor. Toplumsal devrim, endüstrileri halkın ihtiyaçları temelinde yeniden düzenler. Temel ihtiyaçlar doğal olarak önce gelir. Yiyecek, giyecek, barınak; bunlar her insanın temel ihtiyaçlarıdır. Bu yöndeki ilk adım, mevcut erzak ve diğer emtia arzının tespit edilmesidir. Her şehirdeki ve topluluktaki işçi dernekleri, bu işi adil dağıtım amacıyla ele alırlar. Her sokak ve mahalledeki işçi komiteleri, şehir ve eyaletteki benzer komitelerle işbirliği yaparak üretici ve tüketici genel konseyleri aracılığıyla ülke çapında çabalarını birleştirerek görev üstlenirler.

Büyük olaylar ve çalkantılar, en aktif ve enerjik unsurları ön plana çıkarır. Toplumsal devrim, sınıf bilinçli emek saflarını sıklaştıracak. Her ne adla anılacaklarsa anılsınlar, bunlar -endüstriyel sendikalar, devrimci sendikalist kuruluşlar, kooperatif birlikleri, üretici ve tüketici birlikleri- emeğin en aydınlanmış ve gelişmiş kesimini, amaçlarının ve onlara nasıl ulaşılacağının bilincinde olan örgütlü işçileri temsil edecekler. Devrimin hareketli ruhu onlardır.

Sanayi makinelerinin yardımıyla ve tekelden kurtulmuş toprağın bilimsel yöntemlerle ekilmesiyle devrim, her şeyden önce toplumun temel ihtiyaçlarını sağlamalıdır. Çiftçilik ve bahçecilikte yoğun ekim ve modern yöntemler bizi doğal toprak kalitesinden ve iklimden bağımsız çalışabilir hale getirdi. İnsan -kimyanın kazanımları sayesinde- artık kendi toprağını ve iklimini önemli ölçüde kendisi düzenlemektedir. Fransa örneğindeki gibi, kuzeyde egzotik meyveler yetiştirilebilir ve ılık güneye tedarik edilebilir. Bilim, insanın tüm zorlukların üstesinden gelmesini ve tüm engelleri aşmasını sağlayan bir sihirbazdır. Kâr sisteminin küllerinden kurtulmuş ve bugün üretici olmayan milyonlarca kişinin çalışmalarıyla zenginleştirilmiş gelecek, toplum için en büyük refahı barındırmaktadır. Bu gelecek, toplumsal devrimin nesnel noktası olmalıdır. Sloganı “herkes için ekmek ve refah” olmalıdır. Önce ekmek, sonra refah ve lüks. Lüks de dahil çünkü lüks, insanın derinden hissedilen bir ihtiyacıdır, hem ruhsal hem de fiziksel ihtiyacıdır.

Bu amaca yönelik yoğun bir şekilde uygulama, uzak bir tarihe ertelenecek bir şey değil devrimin doğrudan eylemle sürekli çabası olmalıdır. Devrim, her topluluğun kendini sürdürmesini, maddi olarak özerk olmasını sağlamaya çalışmalıdır. Hiçbir yer, desteği için dış yardıma güvenmek veya kolonileri sömürmek zorunda kalmamalıdır. Bu, kapitalizmin yoludur. Anarşizmin amacı ise tam tersine, yalnızca birey için değil her topluluk için maddi özerkliktir.

Bu, merkezileşme yerine kademeli yerelleşme anlamına gelir. Yerelleşme ve merkezsizleşme eğiliminin, günümüz sanayi sisteminin merkeziyetçi karakterine rağmen kapitalizmde bile kendini gösterdiğini görüyoruz. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Almanya, daha sonra İtalya, Japonya ve şimdi Macaristan, Çekoslovakya gibi önceden tamamen yabancı imalata bağımlı olan ülkeler, yavaş yavaş kendilerini endüstriyel olarak özgürleştiriyor, kendi doğal varlıklarını işletiyor; kendi sanayilerini, fabrikalarını ve değirmenlerini diğer topraklardan bağımsız olabilmek için inşa ediyor. Uluslararası finans ise bu gelişmeyi hoş karşılamıyor ve ilerlemesini geciktirmek için elinden geleni yapıyor çünkü Morganlar ve Rockefellerlar için Meksika, Çin, Hindistan, İrlanda veya Mısır gibi ülkeleri doğal varlıklarını sömürmek için endüstriyel olarak geri tutmak daha kârlıdır. Böylece hem onları sömürebilir hem de kendi topraklarındaki “aşırı üretim” için dış pazarları sağlama alabilirler. Büyük finansörlerin ve sanayi efendilerinin devletleri, bu yabancı doğal kaynakları ve pazarları, süngü zoruyla bile olsa güvence altına almalarına yardımcı olur. Bu sebeple Büyük Britanya, silah zoruyla -ve iyi bir kârla- Çin’i İngiliz afyonunun Çinlileri zehirlemesine izin vermeye zorlar; tekstil ürünlerinin büyük bir kısmını orada elden çıkarmak için her yolu kullanır. Tam da bu sebeple Mısır, Hindistan, İrlanda ve diğer bağımlı ülkelerin ve kolonilerin kendi endüstrilerini geliştirmelerine izin verilmemektedir.

Kısacası kapitalizm merkezileşmenin peşindedir. Ancak özgür bir toprağın yalnızca siyasi değil aynı zamanda endüstriyel olarak yerelleşmeye ve ekonomik özerkliğe ihtiyacı vardır.

Rusya, toplumsal devrim için özellikle ekonomik bağımsızlığın ne kadar zorunlu olduğunu çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Ekim ayaklanmasını takip eden yıllar boyunca Bolşevik Hükümeti, “tanınma” için çabasını burjuva hükümetlerin gözüne girmeye ve yabancı kapitalistleri Rusya’nın kaynaklarını sömürmeye davet etmeye yoğunlaştırdı. Ancak diktatörlüğün güvensiz koşulları altında büyük yatırımlar yapmaktan korkan sermaye, herhangi bir şekilde coşkulu bir yanıt veremedi. Bu arada Rusya ekonomik çöküşe yaklaşıyordu. Durum, sonunda Bolşevikleri ülkenin kendi çabalarına bağlı olması gerektiğini anlamaya zorladı. Rusya kendine yardım etmenin yollarını aramaya başladı ve böylece kendi yeteneklerine daha fazla güven duydu, kendine güvenmeyi ve inisiyatif kullanmayı öğrendi ve kendi endüstrilerini geliştirmeye başladı; yavaş ve sancılı bir süreçti ancak nihayetinde Rusya’yı ekonomik olarak kendi kendine yeten ve bağımsız kılacak sağlıklı bir uğraştı.

Herhangi bir ülkedeki toplumsal devrim, daha ilk andan itibaren kendi kendine yetmek konusunda kararlı olmalıdır. Kendine yardım etmelidir. Bu kendi kendine yardım ilkesi, diğer topraklarla dayanışma eksikliği olarak anlaşılmamalıdır. Aksine, bireyler arasında olduğu gibi ülkeler arasında da karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği, ancak eşitlik temelinde, eşitler arasında var olabilir. Bağımlılık ise bunun tam tersidir.

Toplumsal devrim aynı anda birkaç ülkede -örneğin Fransa ve Almanya’da- gerçekleşseydi, ortak çaba doğal olarak gelişirdi ve devrimci yeniden örgütlenmenin işini çok daha kolay hale getirirdi.

Neyse ki işçiler davalarının uluslararası olduğunu anlamayı öğreniyorlar: Emeğin örgütlenmesi artık ulusal sınırların ötesinde gelişiyor. Avrupa proletaryasının tamamının, toplumsal devrimin başlangıcı olacak bir genel grevde bir araya gelebileceği zamanın çok uzak olmadığını ummak gerekir. Bu, kesinlikle ciddiyetle çaba gösterilmesi gereken bir sonuçtur. Ama aynı zamanda devrimin bir ülkede diğerinden daha erken patlak vermesi olasılığı da göz ardı edilmemelidir -diyelim ki Fransa’da Almanya’dan daha önce- ve böyle bir durumda dışarıdan olası bir yardım için değil tüm enerjisini hemen kendine yardım etmek için harcamak, halkının en temel ihtiyaçlarını kendi çabalarıyla karşılamak için Fransa’nın acele etmesi zorunlu hale gelecektir.

Devrimdeki her ülke tarımsal bağımsızlığı elde etmeye çalışmalıdır. Bu politik ve endüstriyel “kendi kendine yardımdan” daha önemsiz değildir. Kapitalizmde bile bu süreç bir yere kadar devam etmektedir. Toplumsal devrimin ana hedeflerinden biri olmalıdır. Modern yöntemler bunu mümkün kılıyor. Örneğin daha önce İsviçre’nin tekelinde olan saat üretimi artık her ülkede yapılmaktadır. Önceleri Fransa ile sınırlı olan ipek üretimi, günümüzde çeşitli ülkelerin büyük endüstrileri arasında yer almaktadır. İtalya, kömür veya demir kaynakları olmadan çelik kaplı gemiler inşa ediyor. İsviçre, onlardan daha zengin olmamasına rağmen bunları inşa edebiliyor.

Yerelleşme, toplumu merkeziyetçi ilkenin birçok kötülüğünden kurtaracaktır. Politik olarak yerelleşme ve merkezsizleşme özgürlük anlamına gelir. Endüstriyel olarak maddi bağımsızlık; sosyal olarak küçük topluluklar için güvenlik ve esenlik anlamına gelir; bireysel olarak ise kardeşlik ve özgürlükle sonuçlanır.

Toplumsal devrim için yabancı topraklardan özerklik kadar önemli olan, ülkenin kendi içindeki yerelleşmedir. İç yerelleşme, daha geniş bölgelerin hatta her topluluğun mümkün olduğu kadar kendi kendine yetebilmesi anlamına gelir. Peter Kropotkin, son derece aydınlatıcı ve düşündürücü eseri Tarlalar, Fabrikalar ve Atölyeler’de, artık neredeyse tamamen ticari olan Paris gibi bir şehrin bile, nüfusunu beslemek için kendi çevresinde yeterli gıdayı nasıl yetiştirebileceğini ikna edici bir şekilde göstermiştir. Modern tarım makinelerini ve yoğun ekimi kullanarak Londra ve New York, kendi yakın çevrelerinde yetiştirilen ürünlerle geçinebilirler. Her iklimde ve her toprakta, topraktan istediğimizi elde etme imkânlarımızın son zamanlarda fazla hızlı geliştiği bir gerçektir. Birkaç dönümlük bir arazinin verim sınırının ne olduğunu henüz kestiremiyoruz. Bu sınır, konuyu daha iyi incelediğimiz oranda ortadan kalkar ve her yıl gözümüzün önünden ufka doğru giderek daha da uzaklaşır.

Herhangi bir yerde toplumsal devrim başladığında, dış ticaret durur. Hammadde ve bitmiş ürün ithalatı askıya alınır. Ülke, Rusya’da olduğu gibi, burjuva hükümetlerin ambargosuyla bile karşı karşıya kalabilir. Sonuç olarak devrim kendi kendine yetmeye ve kendi ihtiyaçlarını karşılamaya mecbur hale gelir. Aynı toprakların çeşitli bölgeleri bile böyle bir durumla karşı karşıya kalabilir. İhtiyaç duyduklarını, kendi alanlarında kendi çabalarıyla üretmek zorunda kalacaklardır. Sadece yerelleşme ve merkezsizleşme bu sorunu çözebilir. Devrim, faaliyetlerini kendi kendini besleyebilecek şekilde yeniden düzenlemek zorunda kalacaktır. Küçük ölçekte üretime, ev sanayisine, yoğun tarım ve bahçeciliğe geri dönmek zorunda kalacaktır. Devrimin özgürleştirdiği insanın inisiyatifi ve zorunlulukla keskinleşen zekası durumu yönetebilecektir.

Bu nedenle, çeşitli Avrupa ülkelerinde bugün bile büyük ölçüde uygulanmakta olan küçük ölçekli sanayileri bastırmanın veya bunlara müdahale etmenin devrimin çıkarları için felaket olacağı açıkça anlaşılmalıdır. Kıta Avrupası’nın köylüleri tarafından kış aylarında boş vakitlerinde günlük kullanım için çok sayıda eşya üretilir. Bu ev imalatları muazzam rakamlara ulaşıyor ve büyük bir ihtiyacı karşılıyor. Rusya’nın çılgın Bolşevik merkezileşme tutkusuyla aptalca yaptığı gibi, onları yok etmek devrime verilebilecek en büyük zarardır. Devrimdeki bir ülke yabancı hükümetler tarafından saldırıya uğradığında, ambargo uygulandığında ve ithalattan mahrum bırakıldığında, büyük ölçekli sanayileri çökmekle tehdit edildiğinde veya demiryolları fiilen çöktüğünde, o zaman ekonomiyi hayatta tutacak damar, devrimi besleyebilecek ve kurtarabilecek olan hayati önem taşıyan küçük ev sanayileridir.

Ayrıca, bu tür ev sanayileri yalnızca güçlü bir ekonomik faktör değildir; aynı zamanda büyük bir toplumsal değere de sahiptir. Çiftlik ve şehir arasındaki dostane ilişkiyi geliştirmeye hizmet ederek ikisini daha yakın ve daha dayanışmacı bir ilişkiye sokarlar. Aslında ev sanayisinin kendisi; en eski zamanlardan beri köy toplantılarında, ortak çabalarda, halk danslarında ve şarkılarda kendini gösteren toplumsal ruhun en sağlıklı ifadesidir. Çeşitli yönleriyle bu normal ve sağlıklı eğilim, toplumun daha fazla refahı için devrim tarafından teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.

Devrimde endüstriyel yerelleşmenin rolü ne yazık ki çok az takdir edilmektedir. Emek saflarında bile önemini görmezden gelmek veya en aza indirgemek gibi tehlikeli bir eğilim vardır. Çoğu insan hala merkezileşmenin “daha verimli ve ekonomik” olduğu şeklindeki Marksist dogmanın esaretindedir. “Ekonominin” işçinin uzvu ve hayatı pahasına elde edildiğine, “verimlilik”in onu sadece bir sanayi çarkına indirgediğine, ruhunu körelttiğine ve bedenini öldürdüğüne gözlerini kapatırlar. Ayrıca bir merkezileşme sisteminde, sanayi idaresi sürekli olarak daha az kişinin elinde birleşir ve güçlü bir sanayi derebeyleri bürokrasisi üretir. Devrimin böyle bir sonucu amaçlaması gerçekten de en büyük ironi olurdu. Bu, yeni bir üst sınıfın yaratılması anlamına gelir.

Devrim, emeğin kurtuluşunu ancak kademeli yerelleşmeyle, bireysel işçiyi sanayi süreçlerinde daha bilinçli ve belirleyici bir faktör haline getirerek, onu tüm endüstriyel ve toplumsal faaliyetlerin çıkış noktası haline getirerek gerçekleştirebilir. Toplumsal devrimin derin önemi, insanın insan üzerindeki egemenliğinin ortadan kaldırılmasında ve onun yerine “şeylerin yönetimini” koymasında yatar. Endüstriyel ve toplumsal özgürlük ancak bu şekilde elde edilebilir.

“İşe yarayacağından emin misin?” diye soruyorsun.

Şundan eminim: Bu işe yaramazsa, başka hiçbir şey işe yaramaz. Ana hatlarıyla belirttiğim plan özgür bir komünizmdir; gönüllü işbirliği ve eşit paylaşım yaşamıdır. Bırakalım özgürlüğü, ekonomik eşitliği sağlamanın bile başka bir yolu yoktur. Başka herhangi bir sistem kapitalizme geri dönmek zorundadır.

Elbette toplumsal devrim sırasında çeşitli ekonomik deneylerin yapması muhtemeldir. Toprağın bir bölümünde sınırlı bir kapitalizm veya başka bir bölümünde kolektivizm denenebilir. Ancak kolektivizm, ücret sisteminin yalnızca bir başka biçimidir ve hızla günümüzün kapitalizmi olma eğiliminde olacaktır. Çünkü kolektivizm, üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmakla başlar ve yapılan işe göre ücretlendirme sistemine geri dönerek hemen tersine döner; bu da eşitsizliğin yeniden ortaya çıkması anlamına gelir.

İnsan yaparak öğrenir. Farklı ülkelerdeki ve bölgelerdeki toplumsal devrim muhtemelen çeşitli yöntemleri deneyecek ve pratik deneyimle en iyi yolu öğrenecektir. Devrim en iyi yolu bulmak için hem fırsat hem de gerekçedir. Şu ya da bu ülkenin ne yapacağı, hangi yolu izleyeceği konusunda kehanette bulunmaya çalışmıyorum. Söylediklerimi geleceğe dikte edeceğimi, geleceğin davranış biçimlerini tayin edeceğimi de düşünmüyorum. Amacım, devrimi canlandırması gereken ilkeleri, toplumun özgürlük ve eşitlik temelinde yeniden inşası amacını gerçekleştirmek için izlemesi gereken genel eylem çizgilerini ana hatlarıyla önermekten ibaret.

Biliyoruz ki önceki devrimler çoğunlukla amaçlarında başarısız oldular. Diktatörlüğe ve despotizme dönüştüler. Böylece eski baskı ve sömürü kurumlarını yeniden kurdular. Geçmişten ve yakın tarihten biliyoruz. Bu nedenle, eski yolun işe yaramayacağı sonucunu çıkarıyoruz. Yaklaşan toplumsal devrimde yeni bir yol haykırılmalıdır. Bu yeni yol nedir? İnsanlığın şimdiye kadar bildiği tek yol. Özgürlük ve eşitliğin yolu. Özgür komünizmin, anarşizmin yoludur.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (30): Üretim – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/07/25/anarsizm-nedir-30-uretim-alexander-berkman/feed/ 0
Sınıf Mücadelesi mi Sınıf Kini mi? – Errico Malatesta https://meydan1.org/2021/07/17/sinif-mucadelesi-mi-sinif-kini-mi-errico-malatesta/ https://meydan1.org/2021/07/17/sinif-mucadelesi-mi-sinif-kini-mi-errico-malatesta/#respond Sat, 17 Jul 2021 06:50:11 +0000 http://meydan1.org/?p=73404 Errico Malatesta’nın 20 Eylül 1921 tarihli Umanità Nova gazetesinde yayınlanan, “Sınıf Mücadelesi mi Sınıf Kini mi?” başlıklı yazısını sizlerle paylaşıyoruz. Sınıf Mücadelesi mi Sınıf Kini mi?  Milano’daki jüriye sınıf mücadelesi ve proletarya ile ilgili eleştiri ve şaşkınlığı yükselten bazı fikirlerimi anlattım. Bu fikirlerin üstünden tekrar geçsem iyi olur. Kindarlığı kışkırttığıma dair suçlamalara öfkeyle karşı çıktım; […]

The post Sınıf Mücadelesi mi Sınıf Kini mi? – Errico Malatesta appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Errico Malatesta’nın 20 Eylül 1921 tarihli Umanità Nova gazetesinde yayınlanan, “Sınıf Mücadelesi mi Sınıf Kini mi?” başlıklı yazısını sizlerle paylaşıyoruz.

Sınıf Mücadelesi mi Sınıf Kini mi? 

Milano’daki jüriye sınıf mücadelesi ve proletarya ile ilgili eleştiri ve şaşkınlığı yükselten bazı fikirlerimi anlattım. Bu fikirlerin üstünden tekrar geçsem iyi olur.

Kindarlığı kışkırttığıma dair suçlamalara öfkeyle karşı çıktım; propagandamda her zaman toplumsal yanlışların bir efendinin ya da bir başkasının, bir yönetici veya başka bir yöneticinin zayıflığına dayanmadığını, daha ziyade bir kurum olarak efendiler ve hükümetlere dayandığını göstermeye çalıştım. Dahası, çare birey olarak yöneticileri değiştirmekte değildir, insanın insan üzerinde tahakküm kurduğu sistemin kendisini ortadan kaldırmak gereklidir. Ayrıca bir işçinin, hele bir de kazara zenginliğe ve otoriteye sahip olduğu bir konuma gelmişse, tıpkı sıradan bir burjuva gibi davrandığı gerçeğini göz önüne aldığımızda, işçilerin birey olarak burjuvaziden daha iyi olmadığını da her zaman vurguladım.

Bu gibi açıklamalar burjuva basını tarafından karalanmış, bozulmuş, değiştirilmiştir; sebebi de gün gibi ortadadır. Polislerin ve sahtekârların çıkarlarını korumak için para alan basının görevi, anarşizmin gerçek doğasını halktan gizlemek ve anarşistlerin kinle dolu, yakıp yıkan kimseler olduğuna dair hikâyelere inandırmaya çalışmaktır. Bu, basının görevidir fakat kabul etmemiz gerekir ki bunu çoğunlukla iyi niyetle salt cahilliklerinden yapmaktadırlar. Bir zamanlar bir tutku olan gazetecilik çürümüş bir mesleğe dönüştüğünden beri, gazeteciler yalnızca ahlâki algılarını değil bilmedikleri şeyler hakkında konuşmaktan kaçınmanın entelektüel dürüstlüğünü de kaybettiler.

Niteliksiz yazarları şimdilik bir kenara bırakalım ve çoğunlukla yalnızca kendilerini ifade etme biçimlerinden kaynaklı olarak düşünceleri bizimle ters düşen, fakat bizimle samimi bir şekilde aynı şeyi hedeflediği için dostumuz kalan yazarlar hakkında konuşalım.

Bu insanların şaşkınlığı tamamen sebepsizdir, öylesine sebepsizdir ki bu şaşkınlığın yapmacık olduğunu düşünmeye başlayacağım. Benim bunları elli senedir söyleyip yazdığımı ve yüzlerce, binlerce anarşistin de şimdi veya geçmişte aynılarını söylediği gerçeğini görmezden gelemiyorlar.

Biraz bu ayrışmadan bahsedelim.

Nasırlı elleri göze alarak tüm erdemlerle ve dürüstlükle kutsalca dolup taşan “işçi zihinli” insanlar vardır; proletaryanın kutsal ismi üzerine yemin etmeden halkla ve insanoğluyla ilgili konuşmaya cüret edecek olursan sana karşı çıkarlar.

Pekala, tarihin proletaryayı gelecek toplumsal devrimin ana aracı yaptığı bir gerçektir; tüm insanların özgür olduğu ve özgürlüklerini kullanabilecekleri tüm imkânlara sahip olduğu bir toplumun kurulması için mücadele edenler, daha çok işçi sınıfı üzerinde durmalıdır.

Günümüz itibariyle, tüm toplumsal yanlışların ve kitlelerin bağımlılığının ana sebebi, doğal kaynakların biriktirilmesi ve geçmişte olduğu gibi şimdiki jenerasyonların da çalışmasıyla oluşturulmuş sermayedir. Bu, hiçbir şeye sahip olmayan kişiler için normaldir ve zorunlu kamulaştırmanın öznesi olmak için daha doğrudan ve açıkça üretim araçlarının paylaşımıyla ilgilenmektedirler. Propagandamızın özellikle -hayat şartları ayaklanmayı ve nihai bir hedefe ulaşmayı imkânsız kılan- işçilere hitap etmesinin sebebi budur. Yine de yoksulu sırf yoksul olduğu için ne saplantı hâline getirmeye, ne de onu doğası itibariyle üstün olduğuna inandırmaya gerek vardır; bu koşulun erdemden kaynaklanmadığı ve ona kendine yanlış yapanlara yanlış yapma hakkı veren iradesinden gelmediği kesindir. Nasırlı ellerin tiranlığı (pratikte, zamanında olsa bile, artık nasırlı elleri olmayan bir kaç kişinin tiranlığı) diğer tiranlıklardan daha zayıf ya da güçlü olmayacaktır ve eldivenli ellerin tiranlığından daha az kalıcı kötülüklere yönelmeyecektir. Muhtemelen daha az aydınlanmış ve daha vahşi olacaktır, o kadar.

Yoksulluk, nesilden nesile uzadığında, maddi zarar ve fiziksel bozulmanın yanı sıra ahlaki yabanileşme de üretmeseydi, bu kadar korkunç bir şey olmazdı. Yoksulların hataları, onlardan daha iyi olmayan, fakat ayrıcalıklı sınıfta iktidar ve zenginlikle yetişmiş olanlardan farklıdır.

Burjuvazi, büyük fatihlerden açgözlü ve kan emici patronlara, Giolitti ve Graziani’nin ve insanoğlunun diğer işkencecilerinin hoşlandığı şeyleri ürettiği gibi Cafiero’nun, Reclus’nün, Kropotkin’in ve tarihte sınıf üstünlüklerini bir ideal uğruna feda eden herkesin hoşlandığı şeyleri de üretiyor. Proletarya insanlığın kefareti için nice kahramanlar, şehitler verdiği gibi burjuvazinin yokluğunda bir gün bile dayanamayacak katilleri, kendi kardeşlerine ihanet edenleri, beyaz muhafızları da veriyor.

Kötülüğün her yerde olduğu, bireysel iradeyi ve sorumluluğu aşan sebeplere dayandığı ortadayken kin nasıl olur da istek ve ihtiyaçları karşılamanın en iyi yolu olan adaletin bir ilkesi olmaya yükselebilir?

Birisinin sınıf mücadelesinden kastı ezilenlerin ezenlere karşı -ezilmişliğin ortadan kaldırılması için- verdiği mücadeleyse, bırakın istediği kadar sınıf mücadelesi olsun. Bu mücadele ahlâki yükselmenin ve maddi iyileşmenin bir yoludur; güvenilebilecek asıl devrimci güç budur.

Fakat kine geçit vermeyin çünkü sevgi ve adalet kinden yükselemez. Kin, intikama yol açar; yani düşmanından yukarıda olma isteğine, bir tarafın üstünlüğünü pekiştirmeye yol açar. Kin olsa olsa, ezenler kazanırsa yeni hükümetlerin bir kurumu olabilir, ama asla anarşinin bir kurumu olamaz.

Maalesef bedenleri ve düşünceleri toplum tarafından kiralanan ve eziyet edilen zavallıların kinini anlamak kolaydır: Ne de olsa yaşadıkları cehennem bir idealin ateşiyle tutuştuğunda kin kaybolur ve yerini iyi olan için mücadele etmenin ateşli isteği alır.

Bu yüzdendir ki gerçek kindarlar yoldaşlarımız arasında bulunamaz, her ne kadar kinin sözcülüğünü yapan bir çok yoldaş olsa da. Bu yoldaşlar, onlara güzel -belki de kötü- dizeler besteleyebilme fırsatı verdiği için bu kinin şarkısını söyleyen fakat iyi ve barışçıl ozanlar gibidirler. Kinden bahsederler ama onların kini sevgiden yapılmıştır.  Bu yüzden onları severim, her ne kadar benim için yalnızca isimden ibaret olsalar da.

Çeviri: Umut Adnan Aydemir

The post Sınıf Mücadelesi mi Sınıf Kini mi? – Errico Malatesta appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/07/17/sinif-mucadelesi-mi-sinif-kini-mi-errico-malatesta/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (29): Tüketim ve Değiş Tokuş – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/07/16/anarsizm-nedir-29-tuketim-ve-degis-tokus-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/07/16/anarsizm-nedir-29-tuketim-ve-degis-tokus-alexander-berkman/#respond Fri, 16 Jul 2021 14:33:29 +0000 http://meydan1.org/?p=73375 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 29. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Önce tüketimin örgütlenmesini ele alalım çünkü insanların çalışıp üretebilmeleri için önce yemek yemeleri gerekir. Arkadaşın […]

The post Anarşizm Nedir? (29): Tüketim ve Değiş Tokuş – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 29. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Önce tüketimin örgütlenmesini ele alalım çünkü insanların çalışıp üretebilmeleri için önce yemek yemeleri gerekir.

Arkadaşın soruyor: “Tüketimin örgütlenmesi ile neyi kastediyorsunuz?”

“Ölçeklendirerek dağıtmayı kastediyor sanırım.” diyorsun.

Evet. Elbette toplumsal devrim iyice örgütlendiğinde ve üretim normal bir şekilde işlediğinde herkese yetecek kadar yiyecek olacaktır. Ancak devrimin ilk aşamalarındaki yeniden yapılanma sürecinde kaynakları halka elimizden geldiğince eşit olarak dağıtmalıyız. Bu da ölçeklendirmeyle olacaktır.

“Bolşevikler eşit ölçeklendirme sistemine sahip değildi.” diye araya giriyor arkadaşın; “Farklı insanlar için farklı erzak türleri vardı.”

Aynen böyle yaptılar ve bu, en büyük hatalarından biriydi. Halk bunun yanlışlığını anladı. Halkta iğrenmeye ve hoşnutsuzluğa neden oldu. Bolşevikler denizciler için bir menü, askerler için daha düşük kalite ve nicelikte başka bir menü, vasıflı işçi için başka bir menü ve vasıfsız için dördüncü bir menü, ortalama biri için başka ve son olarak burjuva için başka bir menü ayrımı yaptı. En iyi ürünler ise Bolşeviklere, parti üyelerine, komünist memurlara ve komiserlere özel olan yiyeceklerdi. Bir zamanlar on dört kadar farklı yiyecek menüsü hazırladılar. Kendi sağduyun sana bu konuyla ilgili her şeyin yanlış olduğunu söyleyecektir. İnsanlara asker ya da denizci değil de işçi, tamirci ya da entelektüel oldukları için ayrımcılık yapmak adil miydi? Bu tür yöntemler adaletsiz ve zalimceydi: Anında maddi eşitsizlikler yarattılar. Konumun ve fırsatın kötüye kullanılmasına, vurgunculuğa, rüşvet ve dolandırıcılığa kapı açtılar. Aynı zamanda karşı-devrimi teşvik ettiler çünkü devrime kayıtsız ya da düşmanca olmayan insanlar ayrımcılık sebebiyle yaralanmışlardı ve bu nedenle karşı-devrimci etkilere karşı kolay bir hedef haline gelmişlerdi.

Bu ayrımcılık ve devamındaki diğer ayrımcılıklar, durumun ihtiyaçlar tarafından değil de yalnızca siyasi parti çıkarları tarafından dikte edildiğini gösterir. Devletin dizginlerini gasp eden ve halkın muhalefetinden korkan Bolşevikler; denizcilerin, askerlerin ve işçilerin gözüne girerek koltuklarını sağlamlaştırmaya çalıştılar. Ancak bu yollarla yalnızca öfke yaratmayı ve insanları kızdırmayı başardılar çünkü sistemin adaletsizliği aşikârdı. Dahası “kayırılan sınıf” olan proletarya bile askerlere daha iyi yemek verildiği için ayrımcılığa uğradığını hissetti. İşçi, asker kadar iyi değil miydi? İşçi ona cephane sağlamasaydı asker devrim için savaşabilir miydi? Asker de denizcinin daha fazla almasına karşı çıkmıştı. Denizci kadar değerli değil miydi? Herkes, partinin Bolşevik üyelerine bahşedilen özel yemek ve imtiyazları, özellikle de yüksek memurların ve komiserlerin -insanlar mahrumiyet içindeyken- yararlandığı konforu ve lüksleri kınadı.

Bu tür uygulamalara yönelik halk öfkesi, Kronstadt denizcileri tarafından çarpıcı bir şekilde ifade edildi. Mart 1921’de, son derece şiddetli ve açlıkla boğuşulan kışın ortasında denizciler halka açık bir toplantıda, ötelenmiş Kronstadt nüfusu için kendi fazladan yiyeceklerinden vazgeçmeye gönüllü olarak karar verdi. Bu gerçekten etik devrimci eylem, ayrımcılığa ve kayırmacılığa karşı genel duyguyu dile getirdi ve insanlarda var olan derin adalet duygusunu ortaya çıkardı.

Tüm deneyimler adil ve dengeli olan şeyin aynı zamanda uzun vadede en mantıklı ve pratik olan şey olduğunu öğretir. Bu durum, birey için olduğu kadar kolektif yaşam için de aynı derecede geçerlidir. Ayrımcılık ve adaletsizlik devrim için özellikle yıkıcıdır çünkü devrimin ruhu eşitlik ve adalete duyulan açlıktan doğar.

Toplumsal devrimin, herkese yetecek kadar üretebileceği aşamaya ulaştığında, anarşist bir fikir olan “herkese ihtiyacına göre” ilkesini benimseyeceğinden daha önce de bahsetmiştim. Endüstriyel olarak daha gelişmiş ve verimli ülkelerde bu aşamaya -doğal olarak- geri kalmış ülkelere göre daha erken ulaşılacaktır. Ama ulaşılıncaya kadar tek adil yöntem olarak eşit paylaşım, kişi başına eşit dağıtım sistemi zorunludur. Tabii ki, Rus Devrimi’nde de olduğu gibi, hamilelik sırasında ve sonrasında kadınlara ve çocuklara ya da hastalara ve yaşlılara özel önem verilmesi gerektiğini söylemeye gerek yok.

“Şunu anlamak istiyorum.” diyorsun. “Eşit paylaşım var diyorsun. O zaman hiçbir şeyi satın alamayacak mısın?”

Hayır, alım satım olmayacak. Devrim, üretim ve dağıtım araçlarının özel mülkiyetini de onunla birlikte kapitalist işleyişi de ortadan kaldırır. Kişisel mülkiyet sadece kullandığın şeyler için vardır. Yani saatin sana aittir ama saat fabrikası halka aittir. Arazi, makine ve diğer tüm kamu hizmetleri ne satın alınabilecek ne de satılabilecektir; kolektif mülkiyet olacaktır. Mülkiyet anlamında sadece fiili kullanım -sahiplik olarak değil kullanım hakkı olarak- kabul edilecektir. Örneğin kömür madencilerinin örgütü kömür madenlerinden sahip olarak değil işletme kuruluşu olarak sorumlu olacaktır. Benzer şekilde, demiryolu kardeşlikleri de demiryollarını işletecektir. Topluluğun çıkarları doğrultusunda ortaklaşa yönetilen kolektif mülkiyet, kâr amacıyla özel olarak yürütülen kişisel mülkiyetin yerini alacaktır.

“Ama hiçbir şey satın alamıyorsan, o zaman paranın ne anlamı var?” diye soruyorsun.

Hiçbir anlamı yok. Para işe yaramaz hale gelir. Onunla hiçbir şey alamazsın. Arz kaynakları, toprak, fabrikalar ve ürünler toplumun malı olduğunda, kolektifleştiğinde ne satın alabilir ne de satabilirsin. Para sadece bu tür işlemlerde kullanılan bir araç olduğu için bu koşullarda kullanışlılığını kaybeder.

“Ama nasıl değiş tokuş yapacaksın?”

Değiş tokuş ücretsiz olacak. Örneğin kömür madencileri, çıkardıkları kömürü halkın kullanımı için halka açık kömür tersanelerine teslim edecekler. Madenciler, sırayla topluluğun depolarından makine, alet ve ihtiyaç duydukları diğer malları alacaklar. Bu, ihtiyaç ve eldeki arz temelinde, para gibi bir araç olmaksızın ve kâr olmaksızın özgür değiş tokuş anlamına gelir.

“Peki madencilere verilecek makine ya da yiyecek yoksa?”

Eğer hiçbiri yoksa para da bu meselelere yardımcı olamaz. Madenciler para yığınlarını mı yiyecek? Bugün bu tür şeylerin nasıl yönetildiğini düşün. Para için kömür ticareti yaparsın ve yiyeceğini parayla alırsın. Bahsettiğimiz özgür topluluk, kömürü para aracı olmadan doğrudan yiyecekle değiştirecek.

“Ama neye dayanarak? Bugün bir doların aşağı yukarı ne kadar değerli olduğunu biliyorsunuz ama bir çuval un için ne kadar kömür vereceksiniz?”

Yani değer veya fiyat nasıl belirlenecek? Daha önceki bölümlerde gerçek bir değer ölçüsü olmadığını, fiyatın arz ve talebe bağlı olduğunu ve buna göre değiştiğini gördük. Kıtlık varsa kömürün fiyatı yükselir; arz talepten fazla ise ucuzlar. Kömür sahipleri daha büyük karlar elde etmek için üretimi yapay olarak sınırlarlar ve aynı yöntemler kapitalist sistem boyunca kullanılır. Kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla hiç kimse kömürün fiyatını yükseltmek veya arzını sınırlamakla ilgilenmeyecek. İhtiyacı karşılamak için gerekli olacak kadar kömür çıkarılacaktır. Aynı şekilde ülkenin ihtiyacı kadar gıda da yetiştirilecektir. Toplumun gereksinimleri ve üretimi sağlayacak olanlar arasında gerçekleşecek olan bu. Bu durum, insanların diğer tüm ihtiyaçları için olduğu gibi kömür ve gıda için de geçerlidir.

“Fakat yeterli miktarda ürün olmadığını varsayalım. O zaman ne yapacaksın?”

O zaman savaş ve kıtlık zamanlarında kapitalist toplumda bile yapılanı yapacağız: İnsanlar karneye tabi tutulacaktır. Tabi ki şu farkla; özgür toplulukta paylaştırma eşitlik ilkelerine göre yönetilecektir.

“Fakat farz edelim ki çiftçi, para olmadıkça şehre ürünlerini sağlamayı reddediyor. O zaman ne olacak?”

Çiftçi de parayı -herkes gibi- ancak onunla ihtiyacı olan şeyleri satın alabiliyorsa ister. Paranın onun için faydasız olduğunu çabucak anlayacaktır. Rusya’da devrim sırasında bir köylünün size bir çuval para karşılığında bir kilo un satmasını sağlayamazdınız. Ama eski bir çift çizme karşılığında en iyi tahıldan bir fıçı vermeye can atıyorlardı. Çiftçinin istediği pulluklar, kürekler, tırmıklar, tarım makineleri ve giysilerdir. Para değil. Bu yüzden buğdayını, arpasını ve mısırını sana verecektir. Başka bir deyişle, şehir her birinin ihtiyaç duyduğu ürünleri ihtiyaç bazında çiftliklerle takas edecektir.

Bazıları tarafından yeniden yapılanma sırasında değiş tokuşun belirli bir standarda dayanması gerektiği öne sürülmüştür. Örneğin devrim zamanında sıklıkla yapıldığı gibi her topluluğun kendi parasını basması önerilmiştir ya da bir günlük çalışmanın değer birimi olarak kabul edilmesi gerektiği ve sözde emek fişlerinin değişim aracı olarak hizmet etmesi gerektiği. Ancak bu önerilerin hiçbiri pratik yardım sağlamaz. Devrimde topluluklar tarafından basılacak para hızla değer kaybeder çünkü böyle bir paranın arkasında hiçbir güvenli garanti olamaz, bu olmadan da paranın hiçbir değeri yoktur. Benzer şekilde emek fişleri bir değişim aracı olarak belirli ve ölçülebilir herhangi bir değeri temsil etmeyecektir. Örneğin bir madencinin bir saatlik çalışmasının değeri ne olurdu? Doktorla on beş dakikalık görüş alışverişi mi? Tüm çabalar değer olarak eşit görülse ve bir saatlik emek birim haline getirilse bile ev boyacısının çalışma saati veya cerrahın ameliyatı, buğday cinsinden adil bir şekilde ölçülebilir mi?

Sağduyu, bu sorunu insan eşitliği ve herkesin yaşam hakkı temelinde çözecektir.

Arkadaşın “Böyle bir sistem düzgün insanlar arasında işe yarayabilir.” diye itiraz ediyor; “Peki ya tembeller? Bolşevikler ‘çalışmayan yemek de yemez’ ilkesini koymakta haklı değiller miydi?”

Hayır dostum, yanılıyorsun. İlk bakışta bu adil ve mantıklı bir fikirmiş gibi görünebilir. Ama gerçekte pratik değil. Yarattığı adaletsizlikler ve ayrımcılıklardan bahsetmiyorum bile.

“Nasıl yani?”

Pratik değildi çünkü çalışan veya çalışmayan insanları takip etmek için bir memur ordusu gerekiyordu. Suçlama, soruşturma ve resmi kararlar hakkında sonu gelmeyen tartışmalara yol açtı. Öyle ki insanları çalışmaya zorlama -onların kaçmalarından veya kötü iş yapmalarından korunma çabasıyla- kısa sürede çalışmayanların sayısını ikiye hatta üçe katladı. Sebebi ise zorunlu çalışma sistemiydi ve Bolşevikler çok geçmeden böylesi bir başarısızlığı var eden bu sistemden vazgeçmek zorunda kaldılar.

Dahası sistem diğer yönlerde daha da büyük kötülüklere neden oldu. Sistemin adaletsizliği, bir kişinin kalbine veya zihnine girip hangi fiziksel veya zihinsel durumun geçici olarak çalışmasını imkânsız hale getirdiğine karar verememenizde yatmaktadır. Sahte bir ilke getirdiğinde ve bunu uygulamaya çalıştığında iş birliğini baskıcı ve yanlış olduğu gerekçesiyle reddedenlerin muhalefetinin ne kadar büyüyeceğini düşün.

Akılcı bir topluluk hâlihazırda insanları izlemek için işçi olmayan daha fazla insan yaratmak veya onları cezalandırmak için hapishaneler inşa etmek yerine o sırada çalışıyor olsa da olmasa da herkese aynı şekilde davranmayı daha pratik ve faydalı bulacaktır. Çünkü herhangi bir nedenle bir insana yemek vermeyi reddedersen onu hırsızlığa ve diğer suçlara sürüklersin. Böylece suçluları beslemek yerine bakımı eskisinden çok daha külfetli olan mahkemeler, avukatlar, yargıçlar, hapishaneler ve gardiyanlar yaratırsın. Ayrıca onları hapse atsan bile beslemek zorunda kalırsın.

Devrimci topluluk, cezadan çok suçlularının toplumsal bilincini ve dayanışmasını uyandırmaya bağlı olacaktır. Üreten üyeleri tarafından belirlenen örneğe güvenecek ve bunu yapmakta haklı olacaktır. Çünkü çalışkan insanın tembele karşı doğal tavrı öyledir. Tembel insan toplumsal ortamı o kadar tatsız bulur ki tembellik içinde hor görülmektense çalışmayı ve hemcinslerinin saygısını ve iyi niyetini elde etmeyi tercih eder.

Görünüşte ani bir avantaj elde etmektense adil şeyi yapmanın daha önemli, sonuçta daha pratik ve kullanışlı olduğunu unutma. Yani adaleti yerine getirmek cezalandırmaktan daha önemlidir. Çünkü ceza hiçbir zaman adil değildir ve her iki taraf için de -hem cezalandırılan hem de cezalandıran için- zararlıdır; ruhsal olarak fizikselden daha zararlıdır ve bundan daha büyük bir zarar yoktur. Çünkü seni sertleştirir ve yozlaştırır. Bu, bireysel yaşam için koşulsuz olarak doğrudur ve aynı şekilde kolektif toplumsal varoluş için de geçerlidir.

Toplumsal devrimde hayatın her aşamasının yanı sıra anlayış ve sempati de özgürlük, adalet ve eşitlik temelleri üzerine inşa edilmelidir. Sadece bu şekilde var olabilir. Bu, bölgenin veya şehrinin barınma, yiyecek ve güvenlik sorunlarında da devrimin savunulmasında da geçerlidir.

Konut ve yerel güvenlik konusunda Rusya, Ekim Devrimi’nin ilk aylarında yol gösterdi. Kiracılar tarafından seçilen ev komiteleri ve bu tür komitelerin şehir federasyonları bu sorunları ele alıyordu. Belirli bir bölgenin tesislerinin istatistiklerini ve mahalle ihtiyacı olan başvuru sahiplerinin sayısını toplarlardı. Sonrasında eşit haklar temelinde kişisel veya ailevi ihtiyaçlara göre düzenlemeler yapılırdı.

Benzer şekilde ev ve bölge komiteleri şehrin tedarikinden sorumluydu. Dağıtım merkezlerindeki yemekler için bireysel başvuru, muazzam bir zaman ve enerji kaybıydı. Devrimin ilk yıllarında Rusya’da uygulanan ve çalışılan kurumlarda, dükkânlarda, fabrikalarda ve bürolarda erzak dağıtma sistemi de aynı derecede yanlıştır. Aynı zamanda daha adil dağılımı garanti eden, adam kayırma ve görevin kötüye kullanımına kapıyı kapatan daha iyi ve verimli yol ise evler veya sokaklarda gıdanın karneyle dağıtılmasıdır. Yetkili ev veya sokak komitesi, yerel dağıtım merkezinde komite tarafından temsil edilen kiracı sayısına göre erzak, giysi vb. tedarik eder. Eşit dağıtım, eşitsizlik ve ayrıcalık sistemi nedeniyle Rusya’da muazzam oranlara ulaşan gıda vurgunculuğunu ortadan kaldırmanın da avantajına sahiptir. Parti üyeleri veya siyasi gücü olan kişiler arabalar dolusu unu serbestçe şehirlere getirebilirlerken yaşlı bir köylü kadın tek bir somun ekmek sattığı için ağır şekilde cezalandırılıyordu. Vurgunculuğun gelişmesine ve Bolşeviklerin kötülükle başa çıkmak için özel alaylar oluşturmak zorunda kalmasına şaşmamalı. Hapishaneler suçlularla doluydu; idam cezasına başvurulmuştu; ancak devletin en sert önlemleri bile vurgunculuğu durdurmayı başaramadı çünkü vurgunculuk, ayrımcılık ve adam kayırma sisteminin doğrudan sonucuydu. Sadece eşitlik ve değiş tokuş özgürlüğü bu tür kötülükleri önleyebilir veya en azından minimuma indirebilir.

Sokağın ve mahallenin ihtiyaçlarının sokak ve mahalle gönüllü komiteleri tarafından karşılanması, en iyi sonuçları verir. Çünkü söz konusu mahallenin kiracıları olan bu tür organlar, ailelerinin ve arkadaşlarının sağlığı ve güvenliği ile kişisel olarak ilgilenirler. Bu sistem Rusya’da daha sonra kurulan düzenli polis gücünden çok daha iyi çalıştı. Çoğunlukla şehrin en kötü unsurlarından oluşan polis yozlaşmış, acımasız ve baskıcı olduğunu kanıtladı.

Maddi iyileşme umudu, daha önce de belirtildiği gibi, insanlığın gelişim hareketinde güçlü bir faktördür. Ancak bu teşvik tek başına yeni ve daha iyi bir dünya görüşü için ilham vermek, bu uğurda tehlike ve yoksunlukla yüzleşmelerine neden olmak için yeterli değildir. Bunun için sadece mideye değil daha çok kalbe ve hayal gücüne hitap eden, iyiye ve güzele, hayatın manevi ve kültürel değerlerine yönelik uykudaki özlemimizi uyandıran bir ideale ihtiyaç vardır. Kısacası insanın doğasında var olan toplumsal içgüdüleri uyandıran, onun empatisini ve kardeşlik duygularını besleyen, özgürlük ve adalet sevgisini ateşleyen ve en alt düzeydekilere bile -felaketlerde sıklıkla tanık olduğumuz gibi- düşünce ve eylem asaletini aşılayan bir ideal. Nerede yaşanırsa yaşansın felaket olacak şeyleri -deprem, sel, tren kazası- düşünelim. Oradaki kahramanca fedakârlık, cesaret dolu ve sınırsız yardım eylemleri, insanın gerçek doğasını, onun derinden hissedilen kardeşliğini ve birliğini gösterir.

Bu durum tüm zamanlardaki, iklimlerdeki ve toplumsal katmanlardaki insanlık için geçerlidir. Amundsen’in hikâyesi bunun çarpıcı bir örneğidir. Onlarca yıllık zorlu ve tehlikeli çalışmanın ardından ünlü Norveçli kâşif, kalan yıllarını barışçıl edebi arayışlarda geçirmeye karar verir. Kararını onuruna verilen bir ziyafette duyurur ve neredeyse aynı anda Kuzey Kutbu’na yapılan Nobile seferinin felaketle karşılaştığı haberi gelir. Amundsen o anda sakin bir hayata dair tüm planlarından vazgeçer ve böyle bir girişimin tehlikesinin tamamen farkında olan kayıp havacıların yardımına uçmaya hazırlanır. İnsani sempati ve sıkıntı içinde olanlara yardım etme dürtüsü, kişisel güvenlikle ilgili tüm düşüncelerin üstesinden gelir ve Amundsen, Nobile grubunu kurtarmak için hayatını feda eder.

Hepimizin derinliklerinde Amundsen’in ruhu yaşar. Kaç bilim insanı, hemcinslerine fayda sağlayacak bilgiyi aramak için hayatından vazgeçti, kaç doktor ve hemşire bulaşıcı hastalığa yakalanmış insanlara hizmet ederken öldü, kaç erkek ve kadın gönüllü olarak belirli sorunlarla karşı karşıya kaldı. Ülkelerini ve hatta bazı yabancı toprakları kırıp geçiren bir salgını kontrol etme çabası içinde adı sanı duyulmamış kaç kişi -sıradan işçi, maden işçisi, denizci, demiryolu çalışanı- kendisini Amundsen ruhuyla ölüme verdi? Saymakla bitmez.

Bu, toplumsal devrimle birlikte yükselecek olan idealizmdir. İnsanın doğasıdır. Onsuz devrim olamaz, onsuz devrim yaşayamaz. O olmadan insan sonsuza dek bir köle olarak güçsüz kalmaya mahkûmdur.

Bu ruhu örneklendirmek, geliştirmek ve başkalarına aşılamak anarşistin, devrimcinin, sınıf bilinçli proletaryanın işidir. O, kötülüğün ve karanlığın güçlerini yenebilir; özgürlük ve adaletten oluşan yeni bir dünya kurabilir.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (29): Tüketim ve Değiş Tokuş – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/07/16/anarsizm-nedir-29-tuketim-ve-degis-tokus-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (28): İlkeler ve Pratik – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/07/09/anarsizm-nedir-28-ilkeler-ve-pratik-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/07/09/anarsizm-nedir-28-ilkeler-ve-pratik-alexander-berkman/#respond Fri, 09 Jul 2021 18:05:05 +0000 http://meydan1.org/?p=73287 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 28. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Toplumsal devrimin temel amacı insanlar için koşulların acilen iyileştirilmesidir. Devrimin başarısı temelde buna bağlıdır. Bu, […]

The post Anarşizm Nedir? (28): İlkeler ve Pratik – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 28. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Toplumsal devrimin temel amacı insanlar için koşulların acilen iyileştirilmesidir. Devrimin başarısı temelde buna bağlıdır. Bu, ancak tüketim ve üretimi halkın gerçekten yararına olacak şekilde örgütleyerek başarılabilir. Toplumsal devrimin en büyük -aslında tek- güvencesi burada yatmaktadır. Rusya’da karşı-devrimi dize getiren Kızıl Ordu değil ayaklanma sırasında ele geçirdikleri topraklara can veren köylülerdi. Toplumsal devrim eğer yaşamak ve büyümek istiyorsa kitlelere somut kazanım sağlamalıdır. Halkın geneli, çabalarından gerçek bir avantaj elde edeceğinden emin olmalı ya da en azından yakın gelecekte böyle bir avantaj umudunu beslemelidir. Devrim, varlığını ve savunmasını ordu ve savaş gibi mekanik araçlara dayandırıyorsa kaybetmeye mahkûmdur. Devrimin gerçek güvenliği organiktir. Onun güvenliği sanayi ve üretimdir.

Devrimin amacı daha fazla özgürlüğü güvence altına almak, halkın refahını arttırmaktır. Özellikle toplumsal devrimin amacı insanların kendi çabalarıyla ekonomik ve toplumsal refah koşullarını oluşturmalarını, daha yüksek ahlaki ve manevi seviyelere çıkmalarını sağlamaktır.

Başka bir deyişle, toplumsal devrim tarafından kurulacak olan şey özgürlüktür. Çünkü gerçek özgürlük ekonomik fırsatlara dayanır. Onsuz özgürlük tümüyle bir yalandır, sömürü ve baskı uğruna takılan bir maskedir. En derin anlamda özgürlük, ekonomik eşitliğin çocuğudur.

Dolayısıyla toplumsal devrimin temel amacı, eşit fırsat temelinde eşit özgürlük tesis etmektir. Hayatın devrimci bir şekilde yeniden örgütlenmesine ekonomik, politik ve toplumsal olarak herkesin eşitliğini sağlamak için derhal başlanmalıdır.

Bu yeniden örgütlenme her şeyden önce emeğin ülkenin ekonomik durumuna tam olarak aşina olmasına bağlı olacaktır: Arzın eksiksiz envanterine, hammadde kaynaklarının tam bilgisine ve emek güçlerinin verimli bir yönetim için düzgün örgütlenmesine.

Bu, iyi örgütlenmiş ve akıllı işçi birliklerinin -ayaklanmadan sonraki gün- devrim için hayati bir önem taşıdıkları anlamına gelir. Tüm üretim ve dağıtım sorunu -devrimin yaşamı- buna dayanmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi devrimin amaçlarını gerçekleştirebilmesi için bu bilginin devrimden önce işçiler tarafından edinilmesi gerektiği açıktır.

Bu nedenle bir önceki bölümde ele alınan atölye ve fabrika komitesi çok önemlidir. Bunlar, devrimci yeniden yapılanmada belirleyici bir rol oynayacaklardır.

Çünkü yeni bir toplum aniden doğmaz, tıpkı bir çocuk gibidir. Yeni toplumsal yaşam, tıpkı anne karnındaki yeni yaşamın yaptığı gibi, eski bir yaşamın bedeninde gelişir. İşleyebilen eksiksiz bir organizma haline gelene kadar onu geliştirmek için zaman ve belirli süreçler gereklidir. Bu aşamaya gelindiğinde doğum, bireyselde olduğu kadar toplumsal olarak da ızdırap ve acı içinde gerçekleşir. Basmakalıp ama anlamlı bir deyim kullanırsak devrim, yeni toplumsal varlığın ebesidir. Bu, en gerçek anlamıyla doğrudur. Kapitalizm, yeni toplumun ebeveynidir; atölye ve fabrika komitesi, sınıf bilinçli emek ve devrimci amaçların birliği yeni yaşamın tohumudur. Bu işyeri komitesinde ve sendikada işçi, işlerini nasıl yöneteceğinin bilgisini edinmelidir: Bu süreçte toplumsal yaşamın uygun örgütlenme, birleşik emek ve dayanışma meselesi olduğu algısı gelişecektir. İnsanların patronluk taslaması ve yönetmesi değil işleri başaran şeyin özgür örgütlenme ve birlikte uyumlu çalışma olduğunu anlayacaktır; buğdayı büyüten ve çarkları döndüren, üreten ve yaratan devlet ve yasalar değil uyum ve işbirliğidir. Deneyim, ona insanların değil şeylerin yönetimini öğretecektir. İşyeri komitesinin günlük yaşamında ve mücadelelerinde işçi, devrimi nasıl yürüteceğini öğrenmelidir.

Mahalle, bölge ve eyalet bazında örgütlenen ve ulusal düzeyde özerk olan mağaza ve fabrika komiteleri, devrimci üretimi sürdürmek için en uygun organlar olacaktır.

Ulusal düzeyde özerk olan yerel ve bölgesel işçi konseyleri, halkın kooperatifleri aracılığıyla dağıtımı yönetmek için en uygun örgütlenme biçimi olacaktır.

İşçiler tarafından görev başında seçilen bu komiteler, kendi dükkân ve fabrikaları ile aynı sektördeki diğer dükkân ve fabrikalar arası bağlar kuracaktır. Tüm bir endüstrinin ortak konseyi o endüstriyi diğer endüstrilerle ilişkilendirecek ve böylece tüm ülke çapında bir işçi konseyleri federasyonu oluşturulacaktır.

Kooperatif birlikler ülke ve şehir arasındaki değişim aracıdır. Yerelde örgütlenmiş bölgesel ve ulusal olarak özerk olan çiftçiler, kooperatifler aracılığıyla şehirlerin ihtiyaçlarını karşılayacak ve karşılığında şehir sanayilerinin ürünlerini alacaklardır.

Her devrime umut ve özlemle dolu büyük bir halk coşkusu eşlik eder. Devrimin sıçrama tahtası budur. Ansızın ve güçlü olan bu yüksek gelgit, inisiyatif ve faaliyet için insan kaynakları yaratır. Eşitlik duygusu, insanın içindeki en iyiyi özgürleştirir ve onu bilinçli olarak yaratıcı kılar. Bunlar, toplumsal devrimin büyük motorları, hareket ettirici güçleridir. Onların özgür ve engelsiz varlığı, devrimin gelişimini ve derinleşmesini ifade eder. Onların bastırılması ise çürüme ve ölüm anlamına gelir. Devrim; ancak ve ancak insanlar onun doğrudan katılımcıları olduğunda, kendi hayatlarını kendileri tasarladığında, devrimi kendileri yaptığında ve insanlar bizzat devrim olduğunda büyür, güçlenir ve güvende olur. Ama faaliyetleri bir siyasi parti tarafından gasp edildiği veya özel bir örgütte merkezlendiği anda devrimci çaba, halkın pratikte dışlandığı nispeten küçük bir çevreyle sınırlı hale gelir. Bunun doğal sonucu olarak halkın coşkusu söner, ilgisi yavaş yavaş zayıflar. İnisiyatifi ve yaratıcılığı zayıflar ve şimdi olduğu gibi devrimin diktatöre dönüşen bir kliğin tekeli haline gelmesine sebep olur.

Bu devrim için ölümcüldür. Böyle bir felaketin önlenmesi ancak devrimle ilgili tüm konulara her gün katılmaları yoluyla işçilerin sürekli aktif kalmalarında yatmaktadır. Bu ilgi ve faaliyetin kaynağı iş yerleri ve sendikadır.

Halkın ilgisi ve devrime bağlılığı, devrimin adaleti ve eşitliği temsil ettiği hissine de bağlıdır. Bu, devrimlerin neden insanları büyük kahramanlık ve bağlılık eylemlerine teşvik etme gücüne sahip olduğunu açıklar. Daha önce de belirtildiği gibi, halk içgüdüsel olarak devrimde yanlışın ve haksızlığın düşmanını ve adaletin habercisini görür. Bu anlamda devrim, oldukça ahlaki bir unsur ve bir ilham kaynağıdır. Temelde insanları ateşleyebilecek ve onları manevi olarak yükseklere çıkarabilecek olan büyük ahlaki ilkelerdir.

Tüm halk ayaklanmaları bunun doğru olduğunu göstermiştir, özellikle de Rus Devrimi. Rus halkının Şubat ve Ekim günlerinde tüm engelleri bu kadar çarpıcı bir şekilde yenmesi, bu ruh sayesinde oldu. Hiçbir muhalefet, onların büyük ve asil bir davadan ilham alan bağlılıklarını yenemezdi. Ancak devrim yüksek ahlaki değerlerinden; adalet, eşitlik ve özgürlük unsurlarından yoksun kaldığında gerilemeye başladı. Onların kaybı devrimin sonuydu.

Manevi değerlerin toplumsal devrim için ne kadar önemli olduğunu ne kadar güçlü bir şekilde vurgularsak vurgulayalım, eksik kalır. Bu değerler ve devrimin aynı zamanda somut gelişim anlamına geldiği bilinci, yeni toplumun yaşamasında ve büyümesindeki dinamik etkilerdir. İki unsur arasında manevi değerler en başta gelir. Önceki devrimlerin tarihi insanların daha fazla özgürlük ve adalet uğruna maddi refahı feda etmeye istekli olduklarını ve bu uğurda acı çekmeye hazır olduklarını kanıtlıyor. Dolayısıyla Rusya’da ne soğuk ne de açlık köylüleri ve işçileri karşı-devrime yardım etmeye teşvik edemezdi. Büyük davanın çıkarlarına hizmet etmelerine rağmen karşılığında tamamen yoksunluk ve sefalet buldular. Devrimin bir siyasi parti tarafından tekelleştirildiğini, yeni kazanılan özgürlüklerin kısıtlandığını, bir diktatörlüğün kurulduğunu, adaletsizliğin ve eşitsizliğin yeniden egemen olduğunu gördüklerinde devrime kayıtsız hale geldiler. Bu düzmeceye katılmayı reddettiler, işbirliği yapmayı reddettiler, hatta karşı çıktılar.

Ahlaki değerleri unutmak, devrimin yüksek ahlâkî amaçlarına aykırı veya ters düşen uygulama ve yöntemlere girişmek karşı devrime ve felakete davetiye çıkarmaktır.

Bu nedenle toplumsal devrimin başarısının öncelikle özgürlük ve eşitliğe bağlı olduğu açıktır. Onlardan herhangi bir sapma sadece zararlı olabilir; gerçeği söylemek gerekirse bu sapma sonradan yıkıcı da olacaktır. Bu ilkeyi bütün devrim faaliyetlerinin özgürlük ve eşit haklar temelinde olması izler. Bu devasa şeyler için olduğu kadar küçük şeyler için de geçerlidir. Özgürlüğü sınırlamaya, eşitsizlik ve adaletsizlik yaratmaya yönelik herhangi bir eylem veya yöntem, yalnızca halkın devrime ve onun çıkarlarına aykırı tutumuyla sonuçlanabilir.

Devrimci dönemin tüm sorunları bu açıdan ele alınmalı ve çözülmelidir. Bu sorunlar arasında en önemlileri tüketim ve barınma, üretim ve değiş tokuştur.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (28): İlkeler ve Pratik – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/07/09/anarsizm-nedir-28-ilkeler-ve-pratik-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (26): Hazırlık – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/06/13/anarsizm-nedir-26-hazirlik-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/06/13/anarsizm-nedir-26-hazirlik-alexander-berkman/#respond Sun, 13 Jun 2021 15:48:14 +0000 https://meydan1.org/?p=72928 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 26. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Arkadaşın haykırıyor: “Devrime hazırlanın! Bu gerçekten mümkün mü?” Evet. Sadece mümkün değil aynı zamanda kesinlikle gerekli. […]

The post Anarşizm Nedir? (26): Hazırlık – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 26. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Arkadaşın haykırıyor: “Devrime hazırlanın! Bu gerçekten mümkün mü?”

Evet. Sadece mümkün değil aynı zamanda kesinlikle gerekli.

“Gizli hazırlıklardan, silahlı çetelerden ve savaşa liderlik edecek adamlardan mı bahsediyorsun?” diye soruyorsun.

Hayır dostum, bunlardan bahsetmiyorum.

Toplumsal devrim sadece sokak savaşları ve barikatlar demek olsaydı, o zaman mesele gerçekten de aklındaki hazırlıklar olurdu. Ama devrim bu değildir; çatışma aşaması en küçük ve en önemsiz kısmıdır.

Gerçek şu ki modern zamanlarda devrim artık barikatlar anlamına gelmiyor. Bunlar geçmişe ait. Toplumsal devrim çok daha farklı ve daha temel bir meseledir: Tüm toplumsal yaşamın yeniden örgütlenmesini içerir. Bunun kesinlikle sadece savaşarak başarılamayacağını kabul edeceksin.

Elbette toplumsal yeniden yapılanmanın önündeki engellerin kaldırılması gerekiyor. Bu yeniden yapılanmanın araçları halk tarafından güvence altına alınmalıdır. Bu araçlar şu anda devletin ve kapitalizmin elindedir ve bunlar, kendilerini güçlerinden ve mülklerinden yoksun bırakmaya yönelik her türlü çabaya direnecektir. Bu direniş bir çatışmayı içerecektir. Ancak çatışmanın asıl şey olmadığını, amaç olmadığını, devrim olmadığını unutmayın. Bu sadece önsözdür, ön hazırlıktır.

Bunu doğru anlaman çok önemli. Çoğu insanın kafası devrim hakkında çok karışıktır. Onlar için devrim sadece çatışmak, bir şeyleri parçalamak, yok etmek demektir. Bu tıpkı herhangi bir iş için kolları sıvamanın işin kendisini yapmak olduğunu düşünmek gibidir. Devrimin çatışma kısmı sadece kolları sıvamaktır. Gerçek, asıl görev ileridedir.

O görev nedir?

“Mevcut koşulların yok edilmesi” cevabını veriyorsun.

Doğru. Ancak sadece bir şeyleri kırıp parçalamakla o koşullar yok edilemez. Değirmenlerdeki ve fabrikalardaki makineleri harap ederek ücretli köleliği yok edemezsin, değil mi? Beyaz Saray’ı ateşe vererek devleti yok edemezsin.

Devrimi şiddet ve yıkım terimleriyle düşünmek, onun tüm fikrini yanlış yorumlamak ve tahrif etmektir. Pratik uygulamada, böyle bir anlayış feci sonuçlara yol açmaya mahkûmdur.

Ünlü anarşist Bakunin gibi büyük bir düşünür devrimden yıkım olarak bahsettiğinde, aklında yıkılması gereken otorite ve itaat fikirleri vardı. Bu nedenle, yıkımın inşa anlamına geldiğini, yanlış bir inancı yıkmanın gerçekten en yapıcı iş olduğunu söyledi.

Ama ortalama bir insan ve hatta çoğu zaman bir devrimci bile devrimden -kelimenin maddi anlamıyla yalnızca yıkıcı olarak- düşüncesizce söz eder. Bu yanlış ve tehlikeli bir görüş. Ondan ne kadar çabuk kurtulursak o kadar iyi.

Devrim ve özellikle toplumsal devrim yıkım değil inşadır. Bu yeterince vurgulanmaz ve biz bunu açıkça anlamadıkça devrim yalnızca yıkıcı olacak ve dolayısıyla her zaman bir başarısızlık olarak kalacaktır. Şiddet devrime doğal olarak eşlik eder ama bu mantıkla yeni bir ev inşa etmenin de yıkıcı bir eylem olduğu söylenebilir çünkü yenisini inşa etmek için eskisini yıkmanız gerekir. Devrim belirli bir evrim sürecinin doruk noktasıdır: Şiddetli bir ayaklanma ile başlar. O asıl işe başlamanın hazırlayıcısı olan kolları sıvamaktır.

Gerçekten de toplumsal devrimin ne yapacağını, neyi başaracağını bir düşünürsen onun yıkmak için değil inşa etmek için geldiğini anlayacaksın.

Yok edecek ne var?

Zenginliğin varlığı? Hayır, bu tüm toplumun zevk almasını istediğimiz bir şey.

Araziler, tarlalar, kömür madenleri, demiryolları, fabrikalar, değirmenler ve dükkanlar? Bunları yok etmek değil tüm insanlara faydalı kılmak istiyoruz.

Telgraflar, telefonlar, iletişim ve dağıtım araçları; onları yok etmek istiyor muyuz? Hayır, onların herkesin ihtiyaçlarına hizmet etmelerini istiyoruz.

O halde toplumsal devrimin yok edeceği şey nedir? Bu toplum için şeylerin devralınmasıdır, onların yok edilmesi değil. Toplum refahı için koşulları yeniden örgütlemektir.

Devrimin amacı yıkmak değil yeniden inşa etmek ve yeniden kurmaktır.

Bunun için hazırlık gereklidir çünkü toplumsal devrim, misyonunu basit bir ferman ya da emirle yerine getirecek olan İncil’deki Mesih değildir. Devrim, insanların elleri ve beyinleriyle gerçekleşir. Bunların devrimi gerçekleştirebilmeleri için devrimin amaçlarını anlamaları gerekir. Ne istediklerini ve bunu nasıl başaracaklarını bilmek zorundalar. Bunu başarmanın yolu ulaşılacak amaçlar tarafından gösterilecektir. Çünkü amaç, araçları belirler; tıpkı ihtiyacın olan şeyi yetiştirmek için doğru tohumu ekmen gerektiği gibi.

O halde toplumsal devrimin hazırlığı ne olmalıdır?

Amacın özgürlüğü güvence altına almaksa bunu otorite ve zorlama olmadan “yapmayı” öğrenmelisin. Hemcinslerinle barış ve uyum içinde yaşamayı düşünüyorsan sen ve onlar kardeşliği, birbirinize saygıyı geliştirmelisiniz. Onlarla karşılıklı yarar içinde birlikte çalışmak istiyorsan iş birliği yapmalısın. Toplumsal devrim, koşulların yeniden örgütlenmesinden çok daha fazlasını ifade eder: Yeni insani değerlerin ve toplumsal ilişkilerin kurulması, insanın insana karşı tavrının özgürlük ve bağımsızlık temelinde değişmesi anlamına gelir; bireysel ve kolektif yaşamda farklı bir ruh demektir ve o ruh bir gecede doğmaz. O en narin çiçek gibi yetiştirilecek, büyütülecek ve geliştirilecek bir ruhtur çünkü gerçekten de o yeni ve güzel bir varoluşun çiçeğidir.

“Her şey kendiliğinden düzelecek” gibi aptalca fikirlerle kendini kandırma. Hele insan ilişkilerinde hiçbir şey kendini düzenleyemez. Düzenlemeyi yapan insanlardır. Bunu kendi tutum ve anlayışlarına göre yaparlar.

Yeni durumlar ve değişen koşullar farklı bir şekilde hissetmemizi, düşünmemizi ve hareket etmemizi sağlar. Ancak yeni koşulların kendisi ancak yeni duygu ve fikirlerin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Toplumsal devrim böylesine yeni bir koşuldur. Devrim gelmeden önce farklı düşünmeyi öğrenmeliyiz. Devrimi ancak bu getirebilir.

Devlet ve otorite hakkında farklı düşünmeyi öğrenmeliyiz çünkü bugün yaptığımız gibi düşündüğümüz ve hareket ettiğimiz sürece örgütlü devlet kaldırıldığında bile hoşgörüsüzlük, zulüm ve baskı olacaktır. Hemcinsimizin insanlığına saygı duymayı, onu istila etmemeyi ya da zorlamamayı, onun özgürlüğünü bizimki kadar kutsal saymayı; özgürlüğüne ve kişiliğine saygı duymayı, herhangi bir biçimde zorlamadan kaçınmayı: Kötülüklerinin tedavisinin daha fazla özgürlük olduğunu, özgürlüğün düzenin yaratıcısı olduğunu öğrenmeli ve anlamalıyız.

Ayrıca eşitliğin fırsat eşitliği demek olduğunu, tekelin bunu inkâr etmek olduğunu ve eşitliği ancak kardeşliğin güvence altına aldığını öğrenmeliyiz. Bunu ancak kendimizi kapitalizmin dar mülkiyet anlayışının yanlış fikirlerinden kurtararak öğrenebiliriz.

Bunu öğrenerek gerçek özgürlük ve dayanışma ruhuna ulaşacağız; özgür birliğin her kazanımın ruhu olduğunu bileceğiz. Toplumsal devrimin iş birliğinin, dayanışma amacının, karşılıklı çabanın sonucu olduğunu anlayacağız.

Belki de bunun çok yavaş bir süreç, çok uzun sürecek bir iş olduğunu düşünüyorsun. Evet, bunun zor bir iş olduğunu kabul etmeliyim. Ancak kendine -daha uzun ve daha zor bir çalışma gerektirse bile- yeni evini verimli bir şekilde yapmaktansa hızlı ve kötü bir şekilde inşa etmenin ve sonunda başına yıkılmasının daha iyi olup olmadığını sor.

Toplumsal devrimin tüm insanlığın özgürlüğünü ve refahını temsil ettiğini, emeğin tam ve nihai kurtuluşunun buna bağlı olduğunu unutma. Ayrıca iş kötü yapılırsa bunun için harcanan tüm çaba ve ıstırabın bir hiç için olacağını ve belki de eskisinden daha kötü olacağını düşün. Devrimi adi bir iş gibi yapmak, eski tiranlığın yerine yeni bir tiranlık koymak demektir. Bunlar yeni oldukları için yeni bir son kullanma tarihleri vardır. Eskisinden daha güçlü yeni zincirler oluşturulması demektir.

Şunu da göz önünde bulundur. Aklımızda olan toplumsal devrim, birçok insan neslinin başarmak için uğraştığı işi başarmaktır çünkü tüm insanlık tarihi köleliğe karşı özgürlüğün, yoksulluk ve sefalete karşı toplumsal refahın, haksızlığa karşı adaletin mücadelesi olmuştur. Gelişme dediğimiz şey, iktidarın ve devletin gücünün sınırlandırılması; bireyin, halkın hak ve özgürlüklerinin artırılması yönünde sancılı ama sürekli bir yürüyüş olmuştur. Binlerce yıl süren bir mücadeledir. Bu kadar uzun sürmesinin ve henüz bitmemiş olmasının nedeni, insanların asıl belanın ne olduğunu bilmemeleridir: Şuna buna karşı savaştılar, kralları değiştirdiler, yeni devletler kurdular. Bir yöneticiyi sırf başka birini getirmek için indirdiler, “yabancı” işgalciyi sırf yerli olanın cenderesinde acı çekmek için ortadan kaldırdılar, Çarı indirip yerini parti diktatörlüğüne verdiler. Kanlarını ve hayatlarını ve her zaman özgürlük ve refahı güvence altına alma umuduyla kahramanca feda ettiler.

Ancak yalnızca yeni efendiler elde ettiler çünkü ne kadar kahramanca ve asilce savaşsalar da sorunun gerçek kaynağına, otorite ve devlet ilkesine asla dokunmadılar. Kölelik ve baskının kaynağının bu olduğunu bilmiyorlardı ve bu nedenle hiçbir zaman özgürlüğü elde etmeyi başaramadılar.

Ama şimdi gerçek özgürlüğün kralları veya yöneticileri değiştirmek olmadığını anlıyoruz. Efendi ve köle sisteminin tümden gitmesi gerektiğini, tüm toplumsal örgütlenmenin yanlış olduğunu, devlet ve zorlamanın ortadan kaldırılması gerektiğini, otorite ve tekelin temellerinin tümden sökülmesi gerektiğini biliyoruz. Hala böyle büyük bir görev için herhangi bir hazırlığın “fazla zor” olabileceğini düşünüyor musun?

O halde toplumsal devrime hazırlanmanın ve ona doğru şekilde hazırlanmanın ne kadar önemli olduğunu tam olarak anlayalım.

“Ama doğru yol nedir?” diye soruyorsun. “Peki bu hazırlığı kim yapacak?”

Kim hazırlayacak? Herkesten önce sen ve ben yani devrimin başarısıyla ilgilenenler, onu gerçekleştirmeye yardım etmek isteyenler. Ve sen ve ben derken her bir kadın ve erkeği kastediyorum; en azından her bir dürüst kadın ve erkek yani baskıdan nefret eden ve özgürlüğü seven herkes, bugün dünyayı dolduran sefalet ve adaletsizliğe tahammül edemeyen herkes.

Ve hepsinden öte, mevcut koşullardan, ücretli kölelikten, boyun eğmeden ve aşağılanmadan en çok acı çekenleri kastediyorum.

“İşçiler, elbette” diyorsun.

Evet, işçiler. Mevcut kurumların en kötü kurbanları olarak, bu kurumları ortadan kaldırmak onların çıkarınadır. Gerçekten “işçilerin kurtuluşunun işçilerin kendileri tarafından gerçekleştirilmesi gerektiği” söylenmiştir çünkü başka hiçbir toplumsal sınıf bunu onlar için yapmayacaktır. Ayrıca emeğin kurtuluşu aynı zamanda tüm toplumun kurtuluşu anlamına gelir ve bu yüzden bazı insanlar daha iyi bir günü getirmek için emeğin “tarihi ödevinden” söz ederler.

Ama “ödev” yanlış kelime. Birine dışarıdan, bir dış güç tarafından dayatılan bir görev veya amacı akla getirir. Bu yanlış ve yanıltıcı bir anlayıştır; özünde dini, metafizik bir duygudur. Gerçekten de eğer emeğin kurtuluşu “tarihi bir ödev” ise o zaman tarih, onun hakkında ne düşünürsek, ne hissedersek ya da ne yaparsak yapalım bunun yerine getirilmesini sağlayacaktır. Bu tutum, insan çabasını gereksiz, yersiz kılar; çünkü “olması gereken olacaktır”. Böylesi kaderci bir kavram her türlü inisiyatif ve kişinin aklını ve iradesini kullanması açısından yıkıcıdır.

Tehlikeli ve zararlı bir fikirdir. İnsanın dışında onu özgürleştirebilecek, ona herhangi bir “ödev” yükleyebilecek hiçbir güç yoktur. Ne cennet ne de tarih bunu yapamaz. Tarih, yaşananların hikayesidir. Bir ders verebilir ama bir ödev dayatamaz. Proletaryanın kendisini esaretten kurtarması “ödev” değildir, onun çıkarınadır. Emek bilinçli ve aktif olarak bunun için çaba göstermezse asla “olmayacaktır”. Kendimizi aptal ve yanlış “tarihi ödev” kavramından kurtarmamız gerekiyor. Halk ancak mevcut konumlarının gerçek bir kavrayışına ulaşarak, olanaklarını ve güçlerini fark ederek, birlik ve iş birliğini öğrenerek ve bunları uygulayarak özgürlüğe ulaşabilir. Bunu başarmakla, insanlığın geri kalanını da özgürleştirmiş olacaklar.

Bu nedenle proleter mücadele herkesin sorunudur. Bu nedenle bütün samimi kadın ve erkekler, büyük mücadelesinde emeğin hizmetinde olmalıdır. Gerçekten de özgürleşmeyi yalnızca emekçiler başarabilecek olsa da diğer toplumsal grupların yardımına ihtiyaç duyarlar. Çünkü devrimin, dünyayı yeniden düzenleme ve yeni bir uygarlık inşa etme -en büyük devrimci bütünlüğü ve tüm iyi niyetli, özgürlük seven unsurların akıllı iş birliğini gerektirecek bir çalışma- gibi zor bir sorunla karşı karşıya olduğunu hatırlamalısın. Toplumsal devrimin yalnızca kapitalizmi ortadan kaldırmakla ilgili olmadığını zaten biliyoruz. Tıpkı feodalizmden kurtulup köle olarak kaldığımız gibi kapitalizmden kurtulup eskisi gibi köle olarak da kalabiliriz. Özel tekelin köleleri olmak yerine, örneğin Rusya’daki insanların başına geldiği gibi -İtalya ve diğer topraklarda bu koşullar gelişmekte- devlet kapitalizminin hizmetkarları da olabiliriz.

Unutulmamalıdır ki toplumsal devrim bir boyun eğme biçimini bir başkasıyla değiştirmek değil seni köleleştirebilecek ve ezebilecek her şeyi ortadan kaldırmaktır.

Komplocu bir azınlık için bir siyasi devrim, bir yönetici hizibi diğerinin yerine koymakla başarılı sayılabilir. Ancak toplumsal devrim salt siyasi bir değişim değildir: Temelden ekonomik, etik ve kültürel dönüşümdür. Komplocu bir azınlık veya böyle bir işi üstlenen siyasi parti, büyük çoğunluğun aktif ve pasif muhalefetiyle karşılaşmak zorundadır ve bu nedenle bir diktatörlük ve terör sistemine dönüşmek zorundadır.

Düşman bir çoğunluk karşısında toplumsal devrim en başından başarısızlığa mahkûmdur. O halde devrimin ilk hazırlık çalışması insanları devrimin ve onun amaçlarının doğrultusunda kazanmaktan, en azından bu noktada nötrleştirmekten, onları devrim için mücadele etmeseler de devrime karşı savaşmamaları için aktif düşman pozisyonundan pasif sempatizan pozisyonuna çekmekten oluşur.

Toplumsal devrimin faaliyeti, çalışması elbette emekçilerin kendileri tarafından, emekçi halk tarafından yürütülmelidir. Ve burada emeğe ait olanın sadece fabrika işçisi değil aynı zamanda tarım işçisi olduğunu da unutmayalım. Bazı radikaller -tarım işçisinin varlığını neredeyse görmezden gelerek- sanayi proletaryasına çok fazla vurgu yapma eğilimindedir. Ancak fabrika işçisi, çiftçi olmadan ne yapabilir ki? Tarım, yaşamın birincil kaynağıdır ve bırakalım şehri, ülke tarım olmasaydı açlıktan ölürdü. Sanayi işçisini tarım işçisiyle karşılaştırmak ya da onların göreli değerini tartışmak boşunadır. Hiçbiri diğeri olmadan yapamaz; her ikisi de yaşam düzeninde ve devrimde, yeni bir toplumun inşasında eşit derecede önemlidir.

Devrimin tarımdan çok sanayi bölgelerinde patlak verdiği doğrudur. Bu doğal çünkü bunlar daha büyük emekçi nüfus merkezleridir ve dolayısıyla aynı zamanda halk memnuniyetsizliğinin de merkezidir. Eğer sanayi proletaryası devrimin omurgasında sırt omurlarıysa o zaman tarım işçisi de belkemiğidir. Belkemiği zayıfsa veya kırılırsa omurga, devrimin kendisi kaybolur.

Bu nedenle toplumsal devrim süreci hemsanayi işçisinin hem de tarım işçisinin elindedir. Ne yazık ki ikisi arasında çok az anlayış olduğu ve neredeyse hiç dostluk ya da doğrudan iş birliği olmadığı kabul edilmelidir. Bundan da kötüsü -ve şüphesiz bunun sonucu- tarla ve fabrika proleterleri arasında belli bir hoşnutsuzluk ve husumet vardır. Şehir insanı, çiftçinin zorlu ve yorucu çalışmasını çok az takdir ediyor. Çiftçi doğal olarak buna içerliyor; ayrıca fabrikanın yorucu ve çoğu zaman tehlikeli çalışmasına aşina olmayan çiftçi, şehir işçisine bir aylak gözüyle bakma eğilimindedir. İkisi arasında daha yakın bir yaklaşım ve daha iyi bir anlayış kesinlikle hayati önem taşımaktadır. Kapitalizm, iş bölümünden çok işçilerin bölünmesine dayanır. O; ırka karşı ırkı, çiftçiye karşı fabrika işçisini, vasıflıya karşı vasıfsız işçiyi, bir ülkenin işçilerini diğerininkilere karşı kışkırtmayı amaçlar. Sömürücü sınıfın gücü, parçalanmış, bölünmüş emekte yatar. Ama toplumsal devrim, emekçi yığınların birliğini ve her şeyden önce fabrika proleterinin sahadaki kardeşiyle iş birliğini gerektirir.

İkisi arasında daha yakın bir yaklaşım, toplumsal devrime hazırlıkta önemli bir adımdır. Aralarındaki gerçek temas birincil zorunluluktur. Ortak konseyler, delege değişimi, bir kooperatifler sistemi ve diğer benzer yöntemler, işçi ve çiftçi arasında daha yakın bir bağ ve daha iyi bir anlayış oluşturma eğiliminde olacaktır.

Ama devrim için gerekli olan tek şey fabrika proleterinin tarım işçisiyle olan iş birliği değildir. Yapıcı çalışmada kesinlikle ihtiyaç duyulan başka bir unsur daha var.

Dünyanın sadece ellerle kurulduğunu düşünme hatasına düşme. Aynı zamanda beyin gerektirir. Benzer şekilde devrimin de hem ellere hem de beyinlere ihtiyacı var. Birçok insan, tek başına kol işçisinin toplumun tüm işini yapabileceğini hayal eder. Bu yanlış bir fikirdir, sonu gelmez zararlara yol açacak çok ciddi bir hatadır. Aslında bu anlayış önceden büyük kötülüklere yol açtı ve devrimin en güçlü çabalarını bile alt edebileceğinden korkmak için iyi nedenler var.

İşçi sınıfı, sanayideki ücretli çalışanlar ve tarımdaki emekçilerden oluşur. Ancak işçiler; profesyonel unsurların endüstriyel örgütleyicinin, elektrik ve makine mühendisinin, teknik uzmanın, bilim insanının, mucidin, kimyagerin, eğitimcinin, doktorun ve cerrahın hizmetlerine kesinlikle ihtiyaç duyarlar. Kısacası proletarya profesyonel unsurlarla iş birliğine kesinlikle ihtiyaç duyar. Onların iş birliği olmaksızın üretken emek mümkün değildir.

Gerçekte bu profesyonel kişilerin çoğu da proletaryaya aittir. Onlar entelektüel proletaryadır, beynin proletaryası. İnsanın geçimini elleriyle mi yoksa kafasıyla mı kazandığının hiçbir öneminin olmadığı açıktır. Nitekim sadece ellerle ya da sadece beyinle hiçbir iş yapılmaz. Her türlü çabada her ikisinin de uygulanması gerekir. Örneğin marangoz görevi sırasında tahminde bulunmalı, ölçmeli ve hesap yapmalıdır: Hem elini hem de beynini kullanmalıdır. Benzer şekilde mimar, planını kâğıda çizmeden ve pratik kullanıma sokmadan önce düşünmelidir.

“Ama yalnızca emek üretebilir,” diye karşı çıkıyor arkadaşın; “beyin çalışması üretken değildir.”

Yanlış dostum. Ne el emeği ne de beyin çalışması tek başına bir şey üretemez. Bir şeyler yaratmak için her ikisinin birlikte çalışması gereklidir. Duvarcı ve sıvacı, mimarın planları olmadan fabrikayı kuramaz; mimar da demir-çelik işçisi olmadan köprü kuramaz. Hiçbiri tek başına üretemez. Ancak birlikte harikalar yaratabilirler.

Ayrıca, yalnızca üretken emeğin önemli olduğuna inanma yanılgısına düşme. Doğrudan üretken olmayan ancak varlığımız ve rahatlığımız için yararlı ve hatta mutlak olarak gerekli olan, dolayısıyla üretken emek kadar önemli olan pek çok iş vardır.

Örneğin demiryolu mühendisini ele alalım. Üretici değillerdir ancak üretim sistemindeki temel faktörlerdir. Demiryolları ve diğer ulaşım-iletişim araçları olmadan ne üretimi ne de dağıtımı yönetebilirdik.

Üretim ve dağıtım aynı yaşam direğinin iki noktasıdır. Birinin gerektirdiği emek, diğeri için gerekli olan emek kadar önemlidir.

Yukarıda söylediklerim kendileri doğrudan üretken olmasalar da ekonomik ve toplumsal hayatımızın çeşitli süreçlerinde hayati bir rol oynayan insan çabasının sayısız aşaması için geçerlidir. Bilim insanı, eğitimci, hekim ve cerrah, kelimenin endüstriyel anlamıyla üretken değildir. Ancak onların çalışmaları, yaşamımız ve refahımız için kesinlikle gereklidir. Uygar toplum onlarsız var olamazdı.

Bu nedenle ister beyin, ister kas; ister elle, ister zihinsel olsun, faydalı çalışmanın eşit derecede önemli olduğu açıktır. Kişinin aldığı maaş veya ücret, az veya çok maaş alması, siyasi veya diğer görüşlerinin ne olduğu da önemli değildir.

Yeni yaşamın inşası için devrimde, genel refaha faydalı çalışmalara katkıda bulunabilecek tüm unsurlara ihtiyaç vardır. Onların dayanışmacı iş birliği olmadan hiçbir devrim başarılı olamaz ve bunu ne kadar erken anlarsak o kadar iyi olur. Toplumun yeniden inşası; sanayinin yeniden düzenlenmesini, üretimin düzgün işleyişini, dağıtımın yönetimini ve günümüzün ücretli köleliğini özgürlük ve refah yaşamına dönüştürmek için sayısız diğer toplumsal, eğitimsel ve kültürel çabalarını içerir. Kafa ve kol proletaryası ancak el ele çalışarak bu sorunları çözebilecektir.

Kol ve entelektüel işçiler arasında uzaklık, hatta düşmanlık ruhunun var olması çok üzücü. Bu duygu her iki tarafta da anlayış eksikliğinden, ön yargıdan ve dar görüşlülükten kaynaklanmaktadır. Bazı işçi çevrelerinde hatta bazı sosyalistler ve anarşistler arasında bile işçileri entelektüel proletaryanın üyelerine karşı düşmanlaştırma eğilimi olduğunu kabul etmek üzücü. Böyle bir tutum aptalca ve canicedir çünkü toplumsal devrimin büyümesine ve gelişmesine ancak kötülük yapabilir. Bolşeviklerin ölümcül hatalarından biriydi; Rus Devrimi’nin ilk evrelerinde, ücretlileri kasıtlı olarak profesyonel sınıfların karşısına koydular, öyle ki gerçekten de aralarında dostça iş birliği imkânsız hale geldi. Bu politikanın doğrudan bir sonucu olarak endüstrinin akıllı yönlendirme eksikliği nedeniyle çökmesi ve eğitimli bir yönetim olmadığı için demiryolu ulaşımının neredeyse tamamen askıya alınmasıydı. Rusya’nın ekonomik bir batık ile karşı karşıya olduğunu gören Lenin, fabrika işçisinin ve çiftçinin tek başına ülkenin endüstriyel ve tarımsal yaşamını sürdüremeyeceğine ve profesyonel unsurların yardımının gerekli olduğuna karar verdi. Teknik, insanların yeniden yapılanma çalışmalarına yardım etmesini sağlamak için yeni bir sistem getirdi. Ancak değişim çok geç geldi çünkü yıllarca süren karşılıklı nefret ve baskı, kol işçisi ile entelektüel kardeşi arasında öyle bir uçurum yarattı ki ortak anlayış ve iş birliği son derece zorlaştı. Kardeşler arası savaşın etkilerini bir dereceye kadar geri almak için Rusya’nın yıllarca çok büyük ölçüde çaba göstermesi gerekti.

Bu değerli dersi Rus deneyiminden öğrenelim.

“Ama profesyonel unsurlar orta sınıfa aittir ve burjuva zihniyetlidirler.” diye itiraz ediyorsun.

Doğru, bu profesyonellerin olaylara karşı genellikle burjuva bir tavrı vardır ama çoğu işçi aynı zamanda burjuva fikirli değil midir? Bu sadece her ikisinin de otoriter ve kapitalist önyargılara batmış olduğu anlamına gelir. İnsanları -ister el işçisi, ister beyin işçisi olsunlar- aydınlatarak ve eğiterek ortadan kaldırılması gereken bunlardır. Bu, toplumsal devrime hazırlanmanın ilk adımıdır.

Ancak profesyonel insanların zorunlu olarak orta sınıflara ait oldukları doğru değildir.

Sözde entelektüellerin gerçek çıkarları, efendilerden çok işçilerledir. Emin olun çoğu bunun farkında değil. Nispeten yüksek ücretli demiryolu kondüktörü veya lokomotif mühendisi artık kendisini işçi sınıfının bir üyesi olarak hissetmiyor. Geliri ve tutumuyla da burjuvaziye aittir. Ancak bir kişinin hangi toplumsal sınıfa ait olduğunu belirleyen şey gelir veya duygu değildir. Bir dilenci kendini bir milyoner olarak görseydi, öyle mi olurdu? Kişinin kendisini hayal ettiği şey onun gerçek durumunu değiştirmez. Ve fiili durum şudur ki, emeğini satmak zorunda olan kişi bir çalışandır, maaşlı köledir, ücretlidir; bu itibarla onun gerçek çıkarları işçilerin çıkarlarıdır ve o, işçi sınıfına aittir.

Entelektüel proleter, kapitalist efendisine kazma ve kürekle bağlı olan insandan daha fazla bağlıdır. Kol işçisi iş yerini kolayca değiştirebilir. Belli bir patron için çalışmayı istemiyorsa başka bir patron arayabilir. Öte yandan entelektüel proleter kendi işine çok daha fazla bağımlıdır. Onun çalışma alanı daha sınırlıdır. Herhangi bir ticarette yetenekli olmayan ve fiziksel olarak bir gündelikçi olarak hizmet etmekten aciz olan o (kural olarak) nispeten dar bir alan olan mimarlık, mühendislik, gazetecilik veya benzeri iş alanıyla sınırlıdır. Bu onu işvereninin insafına bırakıyor ve bu nedenle onu, yedek kulübesindeki daha bağımsız iş arkadaşı olan kol işçisine karşı işverenin tarafını tutmaya meylettiriyor.

Ama maaşlı ve bağımlı aydının tutumu ne olursa olsun, o proleter sınıfa aittir. Yine de aydınların, işçilere karşı her zaman efendilerin yanında yer aldığını iddia etmek tamamen yanlıştır. “Genellikle öyleler” diye radikal ve fanatik bir söz duydum. Peki ya işçiler? Onlar da genel olarak efendilerini ve kapitalist sistemi desteklemiyor mu? Bu sistem onların desteği olmadan devam edebilir mi? Bununla birlikte, bundan yola çıkarak, işçilerin bilinçli olarak sömürücüleriyle el ele tutuştuğunu ileri sürmek yanlış olur. Entelektüeller için söylenenden daha doğru değil. Entelektüellerin çoğunluğu hâkim sınıfın yanındaysa bunun nedeni toplumsal cehalettir çünkü tüm “entelektüelliklerine” rağmen kendi çıkarlarını anlamazlar. Aynı şekilde gerçek çıkarlarından da benzer şekilde habersiz olan büyük emekçi halk -ulusal ve uluslararası dayanışmadan yoksun olduklarından bahsetmiyorum bile- iş arkadaşlarına karşı, hatta bazen aynı sektör ve fabrikada bile efendilere yardım ederler. Bu yalnızca birinin değil diğerinin de; kol işçisinin de kafa işçisi kadar farkındalığa ihtiyaç duyduğunu kanıtlar.

Entelektüeller için adalet adına, onların en iyi temsilcilerinin her zaman ezilenlerin yanında yer aldığını unutmayalım. Özgürlük ve kurtuluşu savundular. Çoğu zaman emekçilerin en derin özlemlerini dile getiren ilk kişiler oldular. Özgürlük mücadelesinde işçilerle sık sık barikatlarda omuz omuza savaştılar ve davalarını savunurken yaşamlarını yitirdiler.

Bunun kanıtını uzaklarda aramamıza gerek yok. Son yüz yıl içindeki her ilerici, radikal ve devrimci hareketin, entelektüel sınıfların en iyi unsurlarının çabalarından zihinsel ve ruhsal olarak ilham aldığı bilinen bir gerçektir. Örneğin Rusya’daki devrimci hareketin başlatıcıları ve örgütleyicileri; bir yüzyıl öncesine dayanan, proleter olmayan köken ve konumdan aydınlar, kadınlar ve erkeklerdi. Özgürlük aşkları da sadece teorik değildi. Kelimenin tam anlamıyla binlerce kişi bilgilerini, deneyimlerini ve yaşamlarını halkın hizmetine adadı. Böyle soylu kadın ve erkeklerin, kendilerini kendi sınıflarının gazabına ve zulmüne maruz bırakarak ve mazlumlarla el ele vererek, zenginlikten mahrum bırakılanlarla dayanışmalarına tanıklık ettikleri başka bir toprak yoktur. Yakın tarih de geçmiş gibi örneklerle doludur. Garibaldi’ler, Kossuth’lar, Liebknecht’ler, Rosa Luxemburg’lar, Landauer’ler, Lenin’ler ve Troçki’ler, kendilerini proletaryaya adayan orta sınıf aydınlarından başka kimlerdi? Her toprağın ve her devrimin tarihi, onların özgürlüğe ve çalışmaya özverili bağlılıklarıyla parlar.

Bu gerçekleri aklımızda tutalım, fanatik önyargılar ve temelsiz düşmanlıklar nedeniyle kör olmayalım. Entelektüel, geçmişte büyük hizmetlerde bulunmuştur. Toplumsal devrimin hazırlanmasına ve gerçekleştirilmesine katkıda bulunmaya ne kadar istekli ve yetenekli olacağı, işçilerin ona karşı tutumuna bağlı olacaktır.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (26): Hazırlık – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/06/13/anarsizm-nedir-26-hazirlik-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (25): Fikir Her Şeydir – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/06/10/anarsizm-nedir-25-fikir-her-seydir-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/06/10/anarsizm-nedir-25-fikir-her-seydir-alexander-berkman/#respond Thu, 10 Jun 2021 16:28:31 +0000 https://meydan1.org/?p=72856 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 25. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Dünyada yol açtıkları tüm kötülüklere ve sorunlara rağmen, devletin ve kapitalizmin var olmaya devam etmesinin […]

The post Anarşizm Nedir? (25): Fikir Her Şeydir – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 25. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Dünyada yol açtıkları tüm kötülüklere ve sorunlara rağmen, devletin ve kapitalizmin var olmaya devam etmesinin nasıl mümkün olduğunu hiç kendine sordun mu?

Eğer bu soruyu sorduysan cevabın, insanların bu kurumlara inanmaları ve bu sebeple desteklemeleri olabilir.

İşin özü budur: Günümüz toplumu, halkın bunun iyi ve yararlı olduğu inancına sahip olduğu fikrine dayanmaktadır. Bu toplum otorite ve özel mülkiyet fikri üzerine kurulmuştur. Koşulları devam ettiren fikirlerdir. Devlet ve kapitalizm fikirlerin kendilerini ifade ettikleri biçimlerdir. Fikirler temeldir; kurumlar onun üzerine inşa edilmiş evlerdir.

Yeni bir toplumsal yapının yeni fikirler üzerine kurulmuş yeni bir temeli olmalıdır. Bir kurumun şeklini değiştirebilirsin ama karakteri ve anlamı üzerine kurulduğu temel ile aynı kalacaktır. Hayata daha yakından bakarsan bunun doğruluğunu anlayacaksın. Dünyada her türlü yönetim şekli vardır. Ancak özleri aynı olduğu için etkileri de aynıdır: Her zaman otorite ve itaat vardır.

Şimdi, devletleri var eden nedir? Ordular ve donanmalar mı? Evet ama sadece görünüşte. Orduları ve donanmaları kim destekliyor? Devletin gerekli olduğu fikri halkın ve insanların inancı; devletin gerekliliğine dair genel kabul görmüş bir fikirdir. Bu onun gerçek ve sağlam temelidir. Bu fikri veya inancı ortadan kaldırırsanız hiçbir devlet bir gün bile dayanamaz.

Aynı şey özel mülkiyet için de geçerlidir. Onu destekleyen ve ona güvenlik sağlayan temel, onun doğru ve gerekli olduğu fikridir.

Günümüzde var olmasının iyi ve yararlı olduğu fikrine dayanmayan tek bir kurum bile yoktur.

Bir örnek olarak Amerika Birleşik Devletleri’ni ele alalım. Elli yıllık sosyalist ve anarşist çabalara rağmen o ülkede devrimci propagandanın neden bu kadar az etkili olduğunu kendine sor. Amerikalı işçi diğer ülkelerdeki emekçilerden daha yoğun sömürülmüyor mu? Siyasi yozlaşma başka herhangi bir ülkedeki kadar yaygın değil mi? Amerika’daki kapitalist sınıf dünyadaki en keyfi ve despot sınıf değil mi? Doğru, ABD’deki işçi maddi olarak Avrupa’dakinden daha iyi konumdadır ancak aynı zamanda memnuniyetsizliği en ufak bir şekilde gösterdiği anda karşısında en büyük vahşet ve terörizmi bulmuyor mu? Yine de Amerikalı işçi hükümete sadık kalıyor ve eleştirilere karşı onu ilk savunan kişi oluyor. Hala “dünyadaki en büyük ülkenin, onun büyük ve asil kurumlarının” en sadık savunucusu. Neden? Çünkü o, bu kurumların kendisine ait olduğuna inanıyor. Bu kurumları özgür bir vatandaş olarak işlettiğine ve eğer isterse bu kurumları değiştirebileceğine inanıyor. Onun inancı sayesinde bu kurumlar devrime karşı güvenliklerini var ediyor. İnancı aptalca ve temelsiz, bir gün o inancı yıkılacak ve beraberinde Amerikan kapitalizmi ve despotizmi de yıkılacak. Ancak bu inanç devam ettiği sürece, Amerikan plütokrasisi devrime karşı güvendedir.

İnsanların zihinleri genişledikçe ve geliştikçe yeni fikirlere sahip olurlar, eski inançlarına olan inançlarını yitirdikçe kurumlar değişmeye başlar ve nihayetinde ortadan kalkar. İnsanlar eski görüşlerinin yanlış olduğunu, gerçek olmadığını, önyargı ve batıl inanç olduğunu anlamaya başlarlar.

Böylelikle bir zamanlar doğru olduğu kabul edilen birçok fikir, yanlış ve zararlı olarak görülmeye başlandı. Böylece kralların, köleliğin ve serfliğin tanrısal olduğuna dair fikirler yok oldu. Bütün dünyanın bu kurumların doğru, adil ve değiştirilemez olduğuna inandığı bir dönem vardı. Düşünürler tarafından bu batıl ve yanlış inançlara karşı savaşıldıkça bu inançlar itibarsızlaştılar, insanlar üzerindeki hakimiyetlerini kaybettiler ve sonunda bu fikirleri içeren kurumlar kaldırıldı. Aydınlar sana bunların “yararlılıklarını geride bıraktıklarını” ve bu nedenle “öldüklerini” söyleyecektir. Fakat “yararlılıklarını” nasıl “geride bıraktılar”? Kime faydalı oldular ve nasıl “öldüler”?

Sadece efendiler için yararlı olduklarını, halk ayaklanmaları ve devrimler tarafından ortadan kaldırıldıklarını zaten biliyoruz.

Neden eskimiş ve köhnemiş kurumlar barışçıl bir şekilde “ortadan kalkmadılar” ve yok olmadılar?

İki nedenden dolayı. Birincisi, bazı insanlar diğerlerinden daha hızlı düşünüyor. Öyle ki bazen belirli bir yerdeki bir azınlık, görüşlerinde diğerlerinden daha hızlı ilerliyor. Bu azınlık yeni fikirlerle ne kadar çok aşılanırsa kendi hakikatine o kadar çabuk ikna olur ve kendisini ne kadar güçlü hissederse fikirlerini o kadar çabuk gerçekleştirmeye çalışır. Ve bu genellikle çoğunluğun yeni ışığı görmek için gelmesinden önce olur. Hatta azınlık hala eski görüş ve koşullara bağlı kalan çoğunluğa karşı mücadele etmek zorunda kalır.

İkincisi ise iktidarı elinde tutanların direnişidir. Kilise, kral ya da kayzer, demokratik bir hükümet ya da diktatörlük, cumhuriyet ya da otokrasi olması fark etmez; idarede olanlar, en ufak bir başarı şansı umdukları sürece iktidarlarını korumak için çaresizce savaşacaklardır. Yavaş düşünen çoğunluktan ne kadar çok yardım alırlarsa, daha iyi mücadele edebilirler. İşte isyan ve devrimin hiddeti budur.

İnsanların çaresizliği, sefaletlerinin sorumlusu olanlara duydukları nefret ve hayatın efendilerinin ayrıcalıklarına ve yönetime sahip olma kararlılığı, halk ayaklanmalarının ve isyanların şiddetini açığa çıkarır.

Ancak belirli bir amacı ve hedefi olmayan kör isyan, devrim değildir. Devrim isyan hedeflerinin bilincine varmaktır. Devrim, köklü bir değişim için çabaladığında toplumsaldır. Toplumsal devrim ülkenin endüstriyel, ekonomik yaşamının ve dolayısıyla tüm toplum yapısının yeniden düzenlenmesi anlamına gelir.

Ancak toplumsal yapının fikirler üzerine inşa edilmiş olduğunu gördük. Bu da bize yapının değiştirilmesini, değişen fikirleri gerektirdiğini gösteriyor. Bir başka deyişle, yeni bir toplumsal yapı kurulmadan önce toplumsal fikirlerin değişmesi zorunludur.

Dolayısıyla toplumsal devrim bir tesadüf değildir, ani bir olay değildir. Bunda ani bir şey yok, çünkü fikirler birdenbire değişmez. Bitki veya çiçek gibi yavaş yavaş büyürler. Dolayısıyla toplumsal devrim bir sonuçtur, bir gelişmedir. Bu da onun devrimci olduğu anlamına gelir. Önemli sayıda insanın yeni fikirleri benimsediği ve bunları uygulamaya koymaya kararlı olduğu noktaya kadar gelişir. Bunu yapmaya ve muhalefetle karşılaşmaya çalıştıklarında yavaş, sessiz ve barışçıl sosyal evrim hızlı, militan ve şiddetli hale gelir. Evrim, devrim olur.

O zaman bunu aklında tut. Devrim ve evrim birbirinden farklı ve ayrı iki şey değildir. Bazı insanların inandığının aksine zıt şeyler de değildir. Devrim olsa olsa evrimin kaynama noktasıdır.

Devrim, kaynama noktasındaki evrim olduğu için, çaydanlıkta kaynatma işleminden daha hızlı gerçek bir devrim “yapamazsınız”. Onu kaynatan altındaki ateştir: Kaynama noktasına ne kadar çabuk geleceği ise ateşin ne kadar güçlü olduğuna bağlıdır.

Bir ülkenin ekonomik ve politik koşulları, evrim kazanının altındaki ateştir. Baskı ne kadar kötü olursa halkın tatminsizliği o kadar büyük, alev o kadar güçlü olur. Bu, endüstriyel gelişmenin neredeyse en yüksek noktasına ulaştığı Amerika yerine toplumsal devrim ateşlerinin neden en zalim ve geri ülke olan Rusya’yı yaktığını, Karl Marx’ın tüm öğrenilmişliklerine rağmen açıklıyor.

Öyleyse devrimlerin yoktan yapılamamakla birlikte, bazı faktörlerle hızlandırılabileceğini görüyoruz. Yani yukarıdan gelen baskı ile, daha yoğun siyasi ve ekonomik baskı ile. Aşağıdan gelen baskı ile, daha fazla aydınlanma ve heyecan ile… Bunlar fikirleri yayarak evrimin ve dolayısıyla devrimin gelişini daha da hızlandırdılar.

Ancak yukarıdan gelen baskı, devrimi hızlandırsa da başarısızlığına da neden olabilir çünkü böyle bir devrim, evrim süreci yeterince ilerlemeden önce patlak verme eğilimindedir. Vaktinden önce geldiği gibi -yani belirli bir amaç ve hedef olmaksızın- sadece isyanla sönüp gidebilir. En iyi ihtimalle isyan, yalnızca bir miktar geçici hafifletme sağlayabilir. Bununla birlikte, çekişmenin gerçek nedenleri bozulmadan kalır. Daha fazla tatminsizlik ve isyana neden olmak için aynı etkiyi yapmaya devam eder.

Devrim hakkında söylediklerimi özetlersek şu sonuca varırız:

Toplumsal devrim toplumun temelini; politik, ekonomik ve toplumsal karakterini tamamen değiştiren bir devrimdir.

Böyle bir değişim önce insanların fikirlerinde ve düşüncelerinde, insanların zihninde gerçekleşmelidir.

Baskı ve sefalet devrimi hızlandırabilir ancak bu nedenle onu başarısızlığa da dönüştürebilir çünkü evrimsel hazırlık eksikliği gerçek başarıyı imkansız kılacaktır.

Yalnızca bu devrim temel, toplumsal ve başarılı olabilir ki bu da temel bir fikir ve düşünce değişikliğinin ifadesi olacaktır.

Bundan açıkça toplumsal devrime hazırlık yapılması gerektiği sonucu çıkıyor. Evrimsel süreci ilerletmek; insanları günümüz toplumunun kötülükleri hakkında aydınlatmak ve onları özgürlüğü temel alan bir toplumsal yaşamın adaleti ve uygulanabilirliği, arzu edilirliği ve olasılığı konusunda ikna etmek temelinde hazırlanmalı. Dahası insanların tam olarak neye ihtiyaçları olduğunu ve bunu nasıl gerçekleştireceklerini çok net bir şekilde anlamalarını sağlayarak hazırlık yapılmalı.

Böyle bir hazırlık sadece gerekli bir ön adım değildir. Bu hazırlıkta, amaçlarına ulaşmasının tek garantisi olan devrimin güvenliği de yatmaktadır.

Çoğu devrimin kaderi -hazırlık eksikliğinin bir sonucu olarak- ana amaçlarından saptırılmak, kötüye kullanılmak ve çıkmaz sokaklara sürüklenmek olmuştur. Rusya bunun son zamanlardaki en iyi örneğidir. Otokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışan Şubat Devrimi tamamen başarılı oldu. İnsanlar tam olarak ne istediklerini biliyorlardı: Çarlık’ın kaldırılması. Politikacıların tüm entrikaları, Lvov’ların ve Miliukov’ların -o günlerin “liberal” liderleri- tüm o konuşmaları ve komploları halkın net ve farkındalıklı iradesi karşısında Romanov rejimini kurtaramadı. Neredeyse hiç kan dökülmeden Şubat Devrimi’ni tam bir başarı haline getiren, hedeflerin bu kadar net olmasıydı.

Dahası, Geçici Hükümet’in ne itirazları ne de tehditleri, halkın savaşı sona erdirme kararlılığına karşı fayda sağlayamazdı. Ordular cepheyi terk ettiler ve böylece meseleyi kendi doğrudan eylemleriyle sonlandırdılar. Amacının farkında olan bir halkın iradesi daima kazanır.

Köylü için ihtiyaç duyduğu toprağı güvence altına alan yine halkın iradesiydi. Toprağı ele geçirmek konusundaki kararlılıktı. Benzer şekilde, daha önce defalarca bahsedildiği gibi, şehir işçileri de fabrikalara ve üretim makinelerine böylelikle sahip oldular.

Şimdiye kadar Rus Devrimi tam bir başarıydı. Fakat insanların belirli bir amaç farkındalığından yoksun kaldığı noktada yenilgi başladı. Burası her zaman politikacıların ve siyasi partilerin devrimi kendi kullanımları için sömürmek veya teorilerini onun üzerinde denemek için devreye girdikleri andır. Bu, önceki birçok devrimde olduğu gibi Rusya’da da oldu. Halk iyi bir mücadele verdi. Siyasi partiler de ganimetler için devrimin aleyhine ve halkın mahvolması pahasına savaştı.

O halde Rusya’da olan budur. Toprağı güvence altına alan köylü, ihtiyaç duyduğu alet ve makinelere sahip değildi. Makinelere ve fabrikalara sahip olan işçi, amaçlarına ulaşmak için bunları nasıl kullanacağını bilmiyordu. Yani üretimi örgütlemek için gerekli tecrübeye sahip değildi ve ürettiği şeylerin dağıtımını yönetemiyordu.

Kendi çabaları -işçinin, köylünün, askerin- çarlığı ortadan kaldırdı, devleti felç etti, savaşı durdurdu, toprak ve makinelerin özel mülkiyetini kaldırdı. Devrimci çalışma ve propaganda bunun için yıllardır hazırlanıyordu. Bundan daha fazlası için değil. Ve artık -hazır olmadığı için- halkın bilgisinin bittiği ve kesin amacın olmadığı yerde siyasi parti devreye girdi ve devrimi yapan insanların işlerini elinden aldı. Ekonomik yeniden yapılanmanın yerini politika aldı ve böylece toplumsal devrim için ölüm çanı çaldı. Çünkü insanlar ekmekle yaşar, politikayla değil.

Yiyecek ve malzeme, parti veya devlet kararnamesiyle oluşturulmaz. Yasama fermanları toprağa kadar işlemez; kanunlar endüstrinin çarklarını döndüremez. Devlet baskısının ve diktatörlüğünün hemen ardından memnuniyetsizlik, çekişme ve kıtlık geldi. Yine her zaman olduğu gibi, siyaset ve otorite, kendisinin devrimci yangınların söndürüldüğü bir bataklık olduğunu kanıtladı.

Bu en hayati dersi öğrenelim: Devrimin gerçek amaçlarının insanlar tarafından tam olarak anlaşılması başarı demektir. Kendi farkındalıklarını kendi çabalarıyla gerçekleştirmeleri, yeni yaşamın doğru bir şekilde gelişmesinin ön koşuludur. Öte yandan, bu anlayış ve hazırlık eksikliği -ya gericiliğin elinde ya da siyasi partililerin deneysel teorileri tarafından- kesin bir yenilgi anlamına gelir.

Öyleyse hazırlanalım.

Neye ve nasıl?

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (25): Fikir Her Şeydir – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/06/10/anarsizm-nedir-25-fikir-her-seydir-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (24): Neden Devrim? – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/06/06/anarsizm-nedir-24-neden-devrim-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/06/06/anarsizm-nedir-24-neden-devrim-alexander-berkman/#respond Sun, 06 Jun 2021 15:25:18 +0000 https://meydan1.org/?p=72770 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 24. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Soruna dönelim: “Anarşizm nasıl gelecek? Bu konuda yapabileceğim bir şey var mı?” Bu önemli bir […]

The post Anarşizm Nedir? (24): Neden Devrim? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 24. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Soruna dönelim: “Anarşizm nasıl gelecek? Bu konuda yapabileceğim bir şey var mı?”

Bu önemli bir nokta çünkü her sorunda iki hayati şey var. Birincisi ne istenildiğinin tam olarak idrak edilmesi, ikincisi bunun nasıl elde edileceği.

Ne istediğimizi zaten biliyoruz. Herkesin özgür olacağı, herkesin eşit özgürlük temelinde kendi ihtiyaç ve arzularını karşılayabilme fırsatına sahip olacağı toplumsal koşullar istiyoruz. Başka bir deyişle, anarşist komünizmin özgür ve ortaklığa dayanan dayanışmacı refahı için çabalıyoruz.

Bu nasıl gerçekleşecek?

Biz kahin değiliz, zaten hiç kimse bir şeyin nasıl olacağını söyleyemez. Ama dünya dün var olmadı; insan -mantıklı bir varlık olarak- geçmişin deneyimlerinden yararlanmalıdır.

Peki bu deneyim nedir? Tarihe bakarsan, insanlığın tüm yaşamının bir varoluş mücadelesi olduğunu göreceksin. İlkel durumunda insan, ormanın vahşi hayvanlarıyla tek başına mücadele etti; çaresizce açlık, soğuk, karanlık ve fırtınayla yüzleşti. Cehaletinden dolayı doğanın bütün güçleri ona yıkım getirdiler ve o, tek başına onlarla savaşamayacak kadar güçsüzdü. Ama yavaş yavaş kendi türünden diğerleriyle bir araya gelmeyi öğrendi; birlikte güvende olmaya çalıştılar. Doğanın enerjisini ortak çabayla kendi faydalarına çevirmeye başladılar. Karşılıklı yardımlaşma ve ortaklıkla bu enerjiden faydalanmak yıldırımları zincirlemeyi, okyanusları köprülemeyi ve hatta havada ustalaşmayı başarana kadar insanın gücünü ve yeteneğini kademeli olarak artırdı.

Benzer şekilde, ilkel insanın cehaleti ve korkusu hayatı insanın insana, ailenin aileye, kabilenin kabileye karşı olduğu -insan; bir araya gelmenin, güçlerini birleştirmenin ve karşılıklı yardımlaşmanın acımasızlık ve kinden daha fazlasını başarabileceğini anlayıncaya kadar- sonsuz bir mücadeleye dönüştürdü.

Modern bilim, hayvanların da varoluş mücadelesinde bu kadar çok şey öğrendiğini göstermektedir. Bazı türler hayatta kaldı çünkü birbirleriyle savaşmayı bırakıp sürüler halinde yaşadılar ve bu şekilde kendilerini diğer hayvanlardan koruyabildiler. Birbirleriyle savaşmak yerine ortak çaba ve işbirliğiyle ilerlediler, barbarlıktan çıktılar ve uygarlaştılar. Daha önce birbirleriyle ölümüne savaşan aileler birleşti, ortak bir grup oluşturdu; gruplar birleşerek kabileler haline geldi ve kabileler uluslar halinde birleşti. Uluslar hala aptalca birbirleriyle savaşmaya devam ediyorlar ama bazıları yavaş yavaş geçmişten ders almaya, şimdi savaş olarak bilinen uluslararası katliamı durdurmanın bir yolunu aramaya başlıyor.

Maalesef toplumsal yaşamda hala barbar, yıkıcı ve kardeş katili durumundayız: Grup hala başka bir grupla, sınıf başka bir sınıfa karşı savaşıyor. Ama burada insanlar bunun anlamsız ve yıkıcı bir savaş olduğunu, dünyanın -güneş ışığı gibi- herkes tarafından zevk alınacak kadar büyük ve zengin olduğunu ve birleşmiş bir insanlığın, kendisine karşı bölünmüş halinden daha fazlasını başaracağını görmeye başlıyor.

Gelişme denilen şey sadece bunun gerçekleşmesidir, bu yönde bir adımdır.

İnsanın tüm gelişimi daha fazla güvenlik ve refah için, barış için çabalamaya dayanır. İnsanın doğal eğilimi karşılıklı yardımlaşma ve ortak çabaya yöneliktir, en içgüdüsel özlemi özgürlük ve sevinçtir. Bu eğilimler -tüm engellere ve zorluklara rağmen- kendilerini ifade etmeye ve savunmaya çalışırlar. İnsanlığın bütün bir tarihi şunu gösterir: Ne doğal güçler ne de düşman insanlar bu gelişimi engelleyemez. Uygarlığı tek bir cümleyle tanımlamam istense şunu söylerdim: İnsanın -insani ya da doğal- karanlığın güçleri karşısındaki zaferidir. Doğanın güçleriyle pek bir sorunumuz yok ama insanın karanlık güçleriyle savaşmalıyız.

Tarihte, egemen güçlerin -kilise, hükümet ve sermaye- karşı çıkışıyla karşılaşmadan yapılan tek bir önemli toplumsal gelişme yoktur. Gelişme sadece efendilerin karşı koyuşunu paramparça etmekle mümkün olur. Her gelişme acı bir mücadeleye mal oldu. Köleliği yok etmek uzun kavgaların sonunda gerçekleşti; halkın en temel haklarını güvence altına almak için başkaldırı ve ayaklanmalar gerekti; feodalizmi ve köleliği ortadan kaldırmak isyanları ve devrimleri gerekli kıldı. Kralların mutlak gücünü ortadan kaldırmak ve demokrasileri kurmak, kalabalıklar için daha fazla özgürlük ve refah kazanmak için iç savaşa ihtiyaç vardı. Yeryüzünde hiçbir ülke, tarihte hiçbir çağ yoktur ki büyük toplumsal kötülüğün güçleri, acı bir mücadele olmaksızın ortadan kaldırılsın. Geçtiğimiz günlerde Rusya’da Çarlık’tan, Almanya’da Kayzer’den, Türkiye’de Sultan’dan, Çin’de monarşiden vb. kurtulmak için yine çeşitli topraklarda çeşitli devrimler gerekti.

Herhangi bir hükümetin veya otoritenin, iktidardaki herhangi bir grubun veya sınıfın egemenliğini gönüllü olarak bıraktığına dair hiçbir kayıt yoktur. Her durumda güç kullanımı ya da en azından bunun tehdidi gerekir.

Otorite ve servetin ani bir fikir değişikliği yaşayacağını ve gelecekte, geçmişte olduğundan daha farklı davranacaklarını varsaymak mantıklı mıdır?

Sağduyun sana bunun boş ve aptalca bir umut olduğunu söyleyecektir. Hükümet ve sermaye, iktidarı korumak için savaşacaktır. Bunu ayrıcalıkları tehdit altında olduğunda -bugün bile- yapıyorlar. Varlıklarını sürdürmek için ölümüne savaşacaklardır

Bu nedenle, dünyanın efendileri ile mülksüzleştirilmiş sınıflar arasında belirleyici bir mücadelenin gerektiğini öngörmek kehanet değildir.

Aslında bu mücadele tüm zamanlar boyunca var olmuştur.

Sermaye ve emek arasında sürmekte olan bir savaş var. Bu savaş genellikle ‘sözde’ yasal biçimde ilerler. Ancak bunlar bile -grevler ve lokavtlar sırasında olduğu gibi- ara sıra şiddetle patlar. Çünkü hükümetin silahlı yumruğu her zaman efendilerin hizmetindedir ve bu yumruk, sermaye kârının tehdit altında olduğunu hissettiği anda harekete geçer. Sonunda ‘ortak çıkarlar’ ve emekle ‘ortaklık’ maskesini kaldırır ve her efendinin nihai argümanına; baskı ve güce başvurur.

Bu nedenle, hükümetin ve sermayenin, sessizce ortadan kaldırılmalarına izin vermeyecekleri kesindir; -bazı insanların inandığı gibi- mucizevi bir şekilde kendiliklerinden ‘kaybolmayacaklardır’. Onlardan kurtulmak için bir devrim gerekecektir.

Devrimden bahsedilince şaşkınlıkla gülümseyenler var. “İmkansız!” diyorlar kendilerinden emin bir şekilde. Fransa’da 16. Louis ve Marie Antoinette de başlarıyla birlikte tahtlarını kaybetmeden sadece birkaç hafta önce böyle düşünüyordu. Çar 2. Nicholas’ın sarayındaki soylular da onları silip süpüren ayaklanmanın arifesinde buna inanıyordu. “Bu bir devrim gibi görünmüyor.” diyordu üstünkörü gözlemleyenler. Ama devrimlerin ‘öyle görünmediğinde’ de bir çıkış yolu vardır. Daha ileri görüşlü modern kapitalistlerse işi şansa bırakmak istemezler. Ayaklanmaların ve devrimlerin her an mümkün olduğunu bilirler. Bu nedenle, özellikle Amerika’daki devasa şirketler ve büyük işverenler, halkın hoşnutsuzluğuna ve isyanına karşı paratoner görevi görecek şekilde hesaplanan yeni yöntemler uygulamaya başlıyor. İşçileri için ikramiyeler, kar paylaşımı ve işçiyi daha fazla memnun etmenin yanında finansal olarak endüstrisinin refahıyla ilgilenmesini sağlamak için tasarlanmış benzer yöntemler sunuyorlar. Bunlar proletaryanın gerçek çıkarlarına karşı kör olmasına sebep olur ancak işçinin, sonsuza kadar maaş köleliğinden -zaman zaman kafesi biraz genişlese de- memnun kalacağına inanma. Maddi koşulların iyileştirilmesi devrime karşı bir sigorta değildir. Aksine, isteklerimizin tatmini yeni ihtiyaçlar yaratır; yeni arzu ve özlemleri doğurur. İnsanın doğası budur, gelişmeyi mümkün kılan da budur. Emeğin hoşnutsuzluğu -tereyağlı da olsa- bir parça ekmekle bastırılamaz. Avrupa’nın daha iyi konumdaki sanayi merkezlerinde, Asya ve Afrika’dan daha kasıtlı ve aktif isyanların olmasının nedeni budur. İnsanın ruhu daima daha fazla rahatlık ve özgürlük arzular, bunu daha ileriye taşıyacak olanlar her zaman işçilerdir. Modern plütokrasinin, işçiye ara sıra daha kalın bir kemik atarak devrimi önleme umudu hayali ve temelsizdir. Sermayenin yeni politikaları bir süreliğine emeği yatıştırıyor gibi görünebilir ancak emeğin yürüyüşü, bu tür geçici önlemlerle durdurulamaz. Tüm planlara ve karşı koyuşa rağmen rağmen kapitalizmin ortadan kaldırılması kaçınılmazdır ve bu ancak devrimle gerçekleştirilecektir.

Devrim, insanın doğaya karşı mücadelesine benzer. Tek başına güçsüzdür ve başarıya ulaşamaz; yoldaşlarının yardımıyla tüm engellerin üstesinden gelir.

Tek başına bir işçi, büyük şirkete karşı bir şey başarabilir mi? Küçük bir işçi sendikası, büyük bir işvereni taleplerini yerine getirmeye zorlayabilir mi? Kapitalist sınıf, emeğe karşı savaşında örgütlüdür.

Devrim başarılı bir şekilde ancak işçiler örgütlendiğinde, bütün kıtada örgütlendiklerinde; dünyanın bütün ülkelerindeki proletarya emeğini birleştirdiğinde gerçekleşebilir çünkü sermaye uluslararasıdır ve efendiler emeğe karşı her büyük meselede güçlerini birleştirirler. 

Mesela bütün dünya plütokrasisinin Rus Devrimi’ne karşı çıkma sebebi budur. Rusya halkı sadece Çar’ı ortadan kaldırmak isterken uluslararası sermaye müdahale etmedi: Hükümet burjuva ve kapitalist olduğu sürece Rusya’nın hangi siyasi forma sahip olacağı onların umurunda değildi. Ama devrim, kapitalist sistemi ortadan kaldırmaya çalışır çalışmaz, her ülkenin hükümetleri ve burjuvazisi onu ezmek için birleşti. Bunda kendi egemenliklerinin devamı için bir tehdit olduğunu gördüler.

Bunu aklında tut arkadaşım. Çünkü devrimler ve devrimler vardır. Bazı devrimler sadece eskisinin yerine yeni yöneticiler getirerek hükümetin formunu değiştirir. Bunlar politik devrimlerdir ve bu nedenle genellikle çok az dirençle karşılanırlar. Ancak tüm ücretli kölelik sistemini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir devrim, bir sınıfın diğerini ezme gücünü de ortadan kaldırmalıdır. Yani sadece bir yönetici ya da hükümet değişikliği değildir, sadece siyasi bir devrim değildir; toplumun tüm karakterini değiştirmeye çalışan bir devrimdir. Bu toplumsal devrimdir. Bu nedenle, sadece hükümetle ve kapitalizmle savaşmak zorunda kalmayacak, aynı zamanda hükümete ve kapitalizme inanan muhalefetin popüler cehalet ve peşin hükmüyle de karşı karşıya kalacaktır.

Peki bu nasıl gerçekleşecek?

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (24): Neden Devrim? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/06/06/anarsizm-nedir-24-neden-devrim-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (23): Komünist Olmayan Anarşistler – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/06/03/anarsizm-nedir-23-komunist-olmayan-anarsistler-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/06/03/anarsizm-nedir-23-komunist-olmayan-anarsistler-alexander-berkman/#respond Thu, 03 Jun 2021 13:15:51 +0000 https://meydan1.org/?p=72727 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 23. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Devam etmeden önce kısa bir açıklama yapmama izin ver. Bunu komünist olmayan anarşistlere borçluyum. Çünkü […]

The post Anarşizm Nedir? (23): Komünist Olmayan Anarşistler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 23. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Devam etmeden önce kısa bir açıklama yapmama izin ver. Bunu komünist olmayan anarşistlere borçluyum.

Çünkü tüm anarşistlerin komünist olmadığını bilmelisin: Hepsi komünizmin -ortak mülkiyet ve ihtiyaca göre paylaşım- en iyi ve en adil ekonomik düzenleme olacağına inanmıyor.

Size ilk önce anarşist komünizmi açıkladım çünkü benim tahminime göre o, toplumun en arzu edilen ve işlevsel biçimi. Anarşist komünistler yalnızca komünist koşullar altında anarşizmin başarılı olabileceğini ve ayrım gözetmeksizin herkese eşit özgürlük, adalet ve refahın sağlanabileceğini savunuyorlar.

Ama komünizme inanmayan anarşistler var. Genel olarak bireyciler ve karşılıkçılar olarak sınıflandırılabilirler.

Bütün anarşistler şu temel üzerinde hemfikirdir: Devlet adaletsizlik ve baskı anlamına gelir. İstilacı, köleleştiricidir ve insanın gelişmesine, büyümesine en büyük engeldir. Hepsi, özgürlüğün ancak herhangi bir zorunluluğun olmadığı bir toplumda var olabileceğine inanıyor. Bu nedenle tüm anarşistler, devleti ortadan kaldırma temel ilkesi konusunda hemfikirler.

Çoğunlukla aşağıdaki noktalarda fikir ayrılığına düşerler:

Birincisi: Anarşinin ortaya çıkacağı koşullar. Anarşist komünistler yalnızca toplumsal bir devrimin devleti kaldırıp anarşiyi kurabileceğini söylerken bireyci anarşistler ve karşılıkçılar devrime inanmazlar. Mevcut toplumun giderek devletten çıkıp devlet dışı bir duruma dönüşeceğini düşünürler.

İkincisi: Bireyci anarşistler ve karşılıkçılar, özel mülkiyet kurumunu adaletsizliğin ve eşitsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin ana kaynaklarından biri olarak gören anarşist komünistlere karşı oldukları gibi bireysel mülkiyete inanırlar. Bireyciler ve karşılıkçılar, özgürlüğün “herkesin emeğinin ürününü alma hakkı” anlamına geldiğini savunuyorlar; bu tabi ki doğru. Özgürlük bunun karşılığıdır. Ancak soru kişinin ürününde hakkı olup olmadığı değil bireysel ürün diye bir şeyin olup olmadığıdır. Önceki bölümlerde modern endüstride böyle bir şeyin olmadığına işaret etmiştim: Emek ve emeğin tüm ürünleri toplumsaldır. Bu nedenle bireyin ürünü üzerindeki hakkıyla ilgili argümanın pratik bir değeri yoktur.

Kâr sistemi kullanılmadıkça ürün veya meta değiş tokuşunun bireysel veya özel olamayacağını da gösterdim. Bir metanın değeri uygunca belirlenemediğinden, hiçbir değiş tokuş adil değildir. Bu gerçek bence toplumsal mülkiyete ve ortak kullanıma götürür; yani en uygulanabilir ve adil ekonomik sistem olarak komünizme götürür.

Ancak belirtildiği gibi, bireyci anarşistler ve karşılıkçılar bu noktada anarşist komünistlerle aynı fikirde değiller. Ekonomik eşitsizliğin kaynağının tekel olduğunu iddia ediyorlar ve tekelin, devletin ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağını savunuyorlar. Çünkü tekel, devlet tarafından verilen ve korunan bir ayrıcalıktır. Serbest rekabetin, tekeli ve onun kötülüklerini ortadan kaldıracağını iddia ediyorlar.

Stirner ve Tucker’ın takipçileri olan bireyci anarşistler ve direniş göstermemeye inanan Tolstoycu anarşistler, anarşizmde ekonomik yaşam hakkında çok net bir plana sahip değiller. Karşılıkçılar ise bir yeni ekonomik sistem önerirler. Öğretmenleri Fransız filozof Proudhon’un doğrultusunda, karşılıklı bankacılığın ve faizsiz kredinin, devlet dışı bir toplum için en iyi ekonomik sistem olacağına inanıyorlar. Teorilerine göre herkese faizsiz ve ücretsiz kredi imkanı sunulması, gelirleri eşitleme ve kârı en aza indirme eğiliminde olacak. Böylece yoksulluğu olduğu kadar zenginliği de ortadan kaldıracaktır. Açık pazardaki ücretsiz kredi ve özgür rekabet ekonomik eşitlikle sonuçlanırken devletin kaldırılmasının eşit özgürlüğü güvence altına alacağını söylüyorlar. Karşılıkçı toplumun ve bireyci toplumun toplumsal yaşamı, gönüllü anlaşmanın ve özgür sözleşmenin kutsallığına dayanacaktır.

Burada bireyci anarşistlerin ve karşılıkçıların tavrının kısa bir özetini verdim. Pratik olmadığını ve hatalı olduğunu düşündüğüm bu anarşist fikirleri ayrıntılı olarak ele almak bu çalışmamın amaçlarından değildir. Bir anarşist komünist olarak okuyucuya en iyi ve en sağlam olduğunu düşündüğüm görüşleri sunmakla ilgileniyorum. Bununla birlikte seni komünist olmayan anarşist teorilerin varlığı konusunda bilgisiz bırakmamanın adil olacağını düşündüm. Onları daha yakından tanımak için genel olarak anarşizm üzerine kitapların kaynakçadaki listesine başvurabilirsin.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (23): Komünist Olmayan Anarşistler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/06/03/anarsizm-nedir-23-komunist-olmayan-anarsistler-alexander-berkman/feed/ 0
Tigray Soykırımına Karşı Anarşistlerden Uluslararası Dayanışma Çağrısı https://meydan1.org/2021/05/02/tigray-soykirimina-karsi-anarsistlerden-uluslararasi-dayanisma-cagrisi/ https://meydan1.org/2021/05/02/tigray-soykirimina-karsi-anarsistlerden-uluslararasi-dayanisma-cagrisi/#respond Sun, 02 May 2021 15:11:47 +0000 https://meydan1.org/?p=72010 Hazinesinin en önemli geliri kahve olan Etiyopya devletinin yüzyıllardan bu yana Tigray halkına uyguladığı soykırıma ve Starbucks şirketi üzerinden Tigraylıların yaşadığı sömürüye karşı Afrika Boynuzu Bölgesi Anarşistleri’nin yaptığı dayanışma ve doğrudan eylem çağrısını sizlerle paylaşıyoruz. Afrika’nın Boynuz Bölgesi Anarşistleri’nden, Cinsel Saldırı, Katliam, Soykırım… Kasım ayından bu yana, Etiyopya devletinin askerleri ve müttefik güçleri Tigray bölgesinde […]

The post Tigray Soykırımına Karşı Anarşistlerden Uluslararası Dayanışma Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hazinesinin en önemli geliri kahve olan Etiyopya devletinin yüzyıllardan bu yana Tigray halkına uyguladığı soykırıma ve Starbucks şirketi üzerinden Tigraylıların yaşadığı sömürüye karşı Afrika Boynuzu Bölgesi Anarşistleri’nin yaptığı dayanışma ve doğrudan eylem çağrısını sizlerle paylaşıyoruz.

Afrika’nın Boynuz Bölgesi Anarşistleri’nden,

Cinsel Saldırı, Katliam, Soykırım…

Kasım ayından bu yana, Etiyopya devletinin askerleri ve müttefik güçleri Tigray bölgesinde bir soykırıma girişti. Devlet binlerce insanı bombalıyor, katlediyor, askerleri sistematik bir şekilde onlara tecavüz ediyordu. Yiyecek yardımları tahrip edilerek bölgedeki insanlar açlığa mahkum edildi. Mültecilerin kaçması engellendi. Bölgenin dışarıyla iletişimi ve yardımı tamamen kesildi.

Tigraylı bir adam elinde küçük taşınabilir radyo tutuyor, bilgi kirliliğine rağmen haberleri duymaya çalışıyor.

Bölgenin dışarısında Tigray halkı etnik kimliklerinden ötürü şiddete ve ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Pasaportları iptal edildi ve işlerini kaybettiler. Sosyal medya soykırımcı devletler için vazgeçilmez propagandalarla dolu: devletin açıkça yürüttüğü nefret propagandası, bir sürü sorgulamayan destekçi ve sahte bilgi ağlarıyla sağlanıyor.

Tigraylıların ve Etiyopya devletinden baskı ve şiddet gören diğer grupların çağrılarına yanıt olarak, soykırıma karşı merkezsiz ve küresel bir çaba yaratılmaya çalışılıyor. Bu, ulusların ve sınırların ötesinde gerçek bir dayanışma anlamına geliyor.

Aynı zamanda Etiyopya devletinin bu soykırım için kullandığı maddi imkanları da ortadan kaldırmalıyız. Bunun bir yolu, devletin en büyük yabancı döviz ve doğrudan finansman kaynağı olan kahveyi gelirlerini azaltmak. Üretilen bu kahvenin en büyük alıcısı Starbucks. Şirket düzenli olarak ticari marka lisansını ve piyasayı doğrudan kontrol ederek hazinesine milyonları dolduran Etiyopya devletiyle ticaret yapıyor. Soykırıma karşı tüm dünyada dayanışma içerisinde olanlar bu akışı kesmek için harekete geçmeli.

Bir İmparatorluk Tarihi

Tigray halkı Etiyopya İmparatorluğu’ndan ilk şiddet ve baskı görenler değil. Modern Etiyopya devletinin sınırları birçok yerli halkı kapsıyor. İmparatorluğun ezen çoğunluğu kendi kültürlerini daha fazla empoze etmeye çalıştıklarından beri binlerce yıl merkezi devlet oluşumları sorun getirdi. 19 ve 20. yy’da Avrupa devletlerinin sömürgeci saldırılarına en fazla direnen Etiyopya İmparatorluğu, yine etnik Amhar seçkinleri tarafından hükmedilen aynı imparatorluktu.

Son imparator Haile Selassie Amhar kültürüne dayanan bir Etiyopya milliyetçiliğini vahşice empoze etme girişimlerinde bulunmuştu. 1970’lerde tahttan indirildikten sonra bu politikalar devam etti ve askeri darbeyle iktidara gelen Marksist-Leninist Derg yönetiminde daha korkunç boyutlara ulaştı.

Derg hükümet görevlileri resmi üniformalarıyla.

Ulusal Özgürlük Koalisyonu, Tigray, Eritra, Oromia ve diğer bölgelerde bulunan partileri ve askeri yapıları birleşmeye yöneltti, 1991’de Derg hükümetini devirdiler ve bir “etnik federalizm” sistemi kurdular.

Etnik özerklik temelinde dokuz federe devlet kuruldu. Fakat etnik gruplar arasındaki sağlanan bir ölçüde “eşitlik” etnik anlaşmazlıkları gidermedi. Farklı grupların dağınık ve birbiriyle örtüşen coğrafyasının temsil edilememesiyle beraber sayısız grubun kendi bölgelerine sahip olamayacak kadar az sayıda olması yangını körükledi. Etnik anlaşmazlıklar politik tartışmalarla oldukça iç içe girmeye başladı.

Etiyopya’nın en büyük etnik grubu Oromolar yüzyıllarca sistematik ayrımcılığa maruz kaldılar. Derg’i devirmek için diğer parti ve askeri yapılarla bir araya gelen Oromo esaslı bir parti erkenden yeni yönetim koalisyonunun dışına itilmişti. Etnik federalist sistemdeki bazı yeni özerkliklere rağmen ayrımcılık hala yaygın durumda ve geçtiğimiz yıl gibi yakın bir zamanda devasa eylemler vahşi misillemelerle karşılandı. Politize olmuş birçok Oromo birlik olup Etiyopya İmparatorluğu’nu devirmeyi savunuyor.

Geleneksel elbiselerle süslenmiş bir Oromo kadın.

Yakın zamanda, Tigray’daki en büyük siyasi parti olan Tigray Halk Kurtuluş Cephesi’nin (TPLF) hükümetten çekilmesiyle yeni bir yönetim koalisyonu oluştu. Önceki koalisyonun geri kalanı Abiy Ahmed önderliğinde yeni Refah Partisi’ni oluşturmak için birleştiler. Mevcut hükümet “Etiyopyalı” kimliğini yükselten merkezi bir devlet kurmak için “etnik federalizm”i ortadan kaldırmaya çalışıyor. Güçlü etnik temelli politik partiler bu amaç için büyük bir engel. Abriy’in hükümeti politik gündeminde zaferini tutmak için hem TPLF hem de Tigray halkı ile topyekün savaş halinde olan medyanın ve savaş makinesinin gözünde bütün Tigray halkını TPLF partisiyle aynılaştırdı.

Abiy’in yurtiçinde milliyetçi bir dayanak inşası, yurtdışından gelen desteği koruma çabalarıyla tamamlandı. Ne kadar ironiktir ki komşu Eritra’nın totaliter hükümeti ile yüzyıllardır süren anlaşmazlığı bitirdiği için Nobel Barış Ödülü’nü kazanmıştır. Şiddetli direniş Derg’in devrilmesini takip eden süreçte Eritra Etiyopya’dan ayrıldığından beri yatıştı. Tigray’da Eritralı siyasi göçmenlerin varlığı ve önceki savaşın hala devam eden öfkesi Abiy’in barış ortaklarını soykırım için ideal birer işbirlikçi yaptı. Eritra kara kuvvetleri bazı korkunç katliamlardan, köylerin yağmalanmasından, yıkılmasından sorumludur.

Kahve İmparatorluğu Büyütüyor

Günümüzde Etiyopya’da her imparatorluk inşa etme projesi koyu bir milliyetçi dayanağa ihtiyaç duyuyor. Yine de modern küresel sisteminde Etiyopya’nın imparatorluğu küçük ve bazen de sömürülmüş bir oyuncu. Proje kapsamlı yabancı sermaye ve destek gerektiriyor. Şehirleri bombalayan dronelar, kitle mezarları kazdıran mermiler, tüm bunları aklamak için gereken medya altyapısı. Tüm bunlar için para gerekir.

Bu paranın bir kısmı yabancı yardım olarak gelebilir, veya Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi küresel kapitalist kurumların şu anda onaylamaya çalıştığı kredi olarak. Gerçi Etiyopya devleti için paralarının çoğu ihracattan geliyor. Etiyopya kralının ihracatı kendi ürettiği bir ürün: kahve. Bir milyar ABD doları yani ülkenin toplam ihracatının %30’u kahve ihracatı üzerinden dünyadaki seksen farklı ülkeye gönderildi.

Merkezi devletin ticarette ağır, kazançlı bir eli var. Ticaret borsasını yönetiyor. Büyük alıcılarla doğrudan diplomasi ve pazarlık yürütüyor. Etiyopya devleti Etiyopya kahvesinin dikkat çekici adıyla bazı uluslararası markaları bile elinde bulunduruyor. Bu isimleri kullanarak özel kahve satan şirketler hükümete kullanım ücreti ödemek zorunda.

Bu fonlama borusunu korumak Etiyopya devletinin işleyişi için çok önemli.

Harekete Geç

Tigray’da sürmekte olan soykırıma karşı mücadele edenler Abiy Ahmed’in savaş hazinesini azaltmak için Etiyopya kahvesini boykot çağrısı yaptılar. Küresel olarak en büyük ve en görünür alıcı Starbucks. Şirket her yıl milyonlarca ABD doları değerinde Etiyopya kahvesi satın alıyor, yalnızca çok küçük bir miktarı doğrudan çiftçilere gidiyor. Soykırım sürerken, bu para katliamı besliyor.

Tigray’daki askeri işgal sürerken Etiyopya kahvesini satın almasını durdurmak için Starbucks’a karşı küresel bir eylem haftasına çağırıyoruz.

Lise Anarşist Faaliyet (LAF) “Afrika Boynuzu Anarşistleri”nin çağrısıyla hazırlanan videonun Türkçe çevirisini yayınladı.

1 Mayıs’tan 7 Mayıs’a kadar dünyanın her yerindeki yoldaşlarımızdan çeşitli taktikler şeklinde dayanışmayı teşvik ediyoruz.

Starbucks’a karşı doğrudan eyleme geçmek ve soykırımı durdurma çağrısını yaymak için ne yapabilirsin?

  • Afiş, buğday ezmesi (yapıştırıcı), grafiti, ve/veya pankart asmak için arkadaşlarınızı toplayın.
  • Mağazaların grev hattını tutun, belki işçilerle örgütlenebilirsiniz.
  • Büyük yerel bir yürüyüş veya gece Starbucks mağazasına otonom eylemler örgütlemeye çalışın.
  • Yaşadığınız şehirde Etiyopya veya Eritra büyükelçiliği veya konsolosluğu var mı? Eyleminize neyi dahil edebileceğinizi düşünün.

Eğer Tigray, Oromo ve diğer diyaspora topluluklarının olduğu bir bölgede yaşıyorsanız, lütfen iletişime geçin. Birçok büyükşehirde mevcut hükümete karşı eylem düzenleyen yerel bir sosyal merkez vardır. Sıklıkla sosyal medyada bu eylemleri araştırın ve dayanışmaya katılın.

Çeviri: Umut Adnan Aydemir

The post Tigray Soykırımına Karşı Anarşistlerden Uluslararası Dayanışma Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/05/02/tigray-soykirimina-karsi-anarsistlerden-uluslararasi-dayanisma-cagrisi/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (20): Anarşizm nedir? – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/04/23/anarsizm-nedir-20-anarsizm-nedir-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/04/23/anarsizm-nedir-20-anarsizm-nedir-alexander-berkman/#respond Fri, 23 Apr 2021 16:21:10 +0000 https://meydan1.org/?p=71662 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 20. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. “Bize anarşizmin gerçekte ne olduğunu kısaca anlatır mısın?” diye soruyor arkadaşın. Deneyeceğim. En basit haliyle, […]

The post Anarşizm Nedir? (20): Anarşizm nedir? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 20. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Bize anarşizmin gerçekte ne olduğunu kısaca anlatır mısın?” diye soruyor arkadaşın.

Deneyeceğim. En basit haliyle, anarşizm zorlamanın herhangi bir biçiminin olmadığı bir toplumda yaşayabileceğimizi öğretir.

Zorlamanın olmadığı bir yaşam doğal olarak özgürlük anlamına gelir; zorlama ve baskıdan kurtulma, özgürlüğü ve hayatını sana en uygun şekilde sürdürme şansındır.

Özgürlüğünü kısıtlayan, yaşamına müdahale eden kurumları ve seni gerçekten istediğinden farklı davranmaya zorlayan koşulları ortadan kaldırmadıkça böyle bir yaşam süremezsin.

Bu kurumlar ve koşullar nelerdir? Özgür ve uyumlu bir yaşam için ne yapmamız gerektiğine bakalım. Neyin ortadan kaldırılması gerektiğini ve onun yerine neyin geçmesi gerektiğini bildiğimizde, bunu yapmanın yolunu da bulacağız.

Peki özgürlüğü güvence altına almak için ortadan kaldırılması gereken şey nedir?

Her şeyden önce, elbette sana en çok saldıran, özgürce hareket etmeni engelleyen şeyi; özgürlüğüne müdahale eden ve seni kendi seçimin olmayan bir yaşama zorlayan şeyi ortadan kaldırmak gerekir.

Bu devlettir.

İyice bir düşün, devletin en büyük işgalci olduğunu göreceksin; bunun da ötesinde, insanlığın gördüğü en kötü suçlu olduğunu da göreceksin. Dünyayı şiddetle, dolandırıcılıkla, hilekârlıkla, baskı ve sefaletle doldurur. Büyük bir düşünürün dediği gibi “nefesi zehirdir.” Dokunduğu her şeyi yozlaştırır.

Kabul ediyorsun: “Evet, devlet şiddet ve kötülük demektir.” Ve soruyorsun: “Ama onsuz yapabilir miyiz?”

Bu, tam da üstüne konuşmak istediğimiz şey. Şimdi sana devlete ihtiyacın olup olmadığını sorsam, eminim ki senin ihtiyacın olmadığını ama başkalarının ihtiyacı olduğunu söylersin.

Aynı soruyu bahsi geçen “başkaları”ndan birine sorsan, o da senin gibi cevap verecektir; devlete ihtiyacı yoktur ama “başkaları için” gereklidir.

Neden herkes polis olmadan da yeterince dürüst olabileceğini, ancak “başkaları”nın sopaya ihtiyaç duyduğunu düşünür?

Diyorsun ki: “Devlet ve yasa olmasaydı insanlar birbirlerini soyar, öldürürlerdi.”

Gerçekten öyle yapacak olsalardı, bunu neden yaparlardı? Bunu sadece zevk için mi yaparlardı yoksa bazı sebeplerle mi? Belki sebeplerini incelersek onlar için çare bulabiliriz.

Diyelim ki sen, ben ve başkaları gemi kazası geçirdik ve kendimizi türlü meyveyle dolu bir adada bulduk. Tabi ki yiyecek toplamak için çalışmaya başlardık. Aramızdan birinin, her şeyin kendisine ait olduğunu ve hiç kimsenin kendisine haraç ödemedikçe tek bir lokma alamayacağını söylediğini düşünelim. Öfkelenirdik, değil mi? Onun iddiasına gülerdik. Bu konuda sorun çıkarmaya çalışırsa onu denize atabilirdik ve deniz ona adil davranırdı, değil mi?

Bizim -ve bizden öncekilerin- adayı ekip biçtiğimizi, adayı rahat bir yaşam için gereken her şeyle doldurduğumuzu ve birisinin gelip her şeyin sahibi olduğunu iddia ettiğini varsayalım. Ona ne derdik? Onu umursamazdık, değil mi? Ona bizimle paylaşabileceğini, çalışmalarımıza katılabileceğini söyleyebilirdik. Ancak onun yine de her şeyin sahibi olmakta ısrarcı olduğunu, her şeyin ona ait olduğunu iddia eden bir kâğıt parçası çıkardığını düşünelim. Ona deli olduğunu söyleyip kendi işimize bakardık. Ama arkasında bir devlet olsaydı, “haklarının korunması” için ona başvururdu. Devletse bizi oradan zorla çıkarıp alanı “yasal sahibine” verecek olan polis ve askerleri gönderirdi.

Devletin işlevi budur; varoluş sebebi ve her zaman yaptığı şey budur.

Şimdi, bu devlet denen şey olmadan birbirimizi soyup öldüreceğimizi hala düşünüyor musun?

Asıl devlet varken soyduğumuz, öldürdüğümüz doğru değil mi? Çünkü devlet, bizim olanları güvence altına almıyor, tam tersine, önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, hakkı olmayanların çıkarı için onları elimizden alıyor.

Yarın sabah uyandığında devletin artık var olmadığını öğrenseydin, aklına gelen ilk şey sokağa koşup birini öldürmek mi olurdu? Hayır, bunun saçma olduğunu biliyorsun. Aklı başında, normal insanlardan bahsediyoruz. Öldürmek isteyen çıldırmış birisi, devletin olup olmadığına bakmaz. O, doktorların ve akıl sağlığı uzmanlarının alanına girer; hastalığının tedavisi için hastaneye yatırılmalıdır.

Sen ya da herhangi birisi sabah uyanıp devletin olmadığını görseydi, hayatınızı yeni koşullara göre düzenlemekle meşgul olurdunuz.

Sen açken, midesini tıka basa doyuranları görseydin sen de yemek yemeyi talep ederdin ve bunda kesinlikle haklı olurdun. Bu, başkaları için de böyledir; insanların yaşamın tüm varlıklarını elinde tutan birini kabullenmeyeceği anlamına gelir, onun elindekileri paylaşmak isteyeceklerdir. Dahası, başkaları lüks içinde yüzerken yoksulların yoksul kalmayı reddedeceği anlamına gelir. İşçinin, fabrikanın ve o fabrikada üretilen her şeyin “sahibi” olduğunu iddia eden patrona, ürettiklerini vermeyi reddedeceği anlamına gelir. Bu, çiftçinin kendisini ve ailesini geçindirmek için yeterli toprağı olmadığı halde binlerce dönümlük arazinin boşta kalmasına izin vermeyeceği anlamına gelir. Bu, hiç kimsenin toprağı veya üretim araçlarını tekeline almasına izin verilmeyeceği anlamına gelir. Bu, yaşamak için ihtiyacımız olan şeylerin özel mülkiyetine artık müsamaha gösterilmeyeceği anlamına gelir. Komşularının çocukları için yeterli ekmeği bile yokken, birilerinin bir düzine yaşam boyunca kullanabileceklerinden daha fazlasına sahip olmaları en büyük suç olarak kabul edilecektir. Bu, tüm insanların toplumsal zenginliği paylaşacağı ve herkesin bu zenginliği üretmeye yardım edeceği anlamına gelir.

Kısacası bu, tarihte ilk defa hukuk yerine adalet ve eşitliğin kazanacağı anlamına gelir.

Böylece devleti ortadan kaldırmanın aynı zamanda tekelciliğin, üretim ve dağıtım araçlarının mülkiyetinin ortadan kaldırılması anlamına geldiğini görüyorsun.

Bundan şu sonuç çıkar: Devlet ortadan kaldırıldığında ücretli kölelik ve kapitalizm de onunla birlikte gitmek zorundadır. Çünkü onlar, devletin desteği ve koruması olmadan var olamazlar. Tıpkı daha önce bahsettiğim adanın tekelini talep edecek olan kişinin, devletin yardımı olmadan o saçma iddiasını ortaya koyamayacağı gibi.

Böyle bir durumda devletin yerini özgürlük aldığında anarşizm var olacaktır. Ve özel mülkiyetin yerini eşit kullanım hakkı aldığında komünizm var olacaktır.

Anarşist komünizm olacaktır.

Arkadaşın “Komünizm mi?” diyor, “Ama sen Bolşevik olmadığını söyledin!”

Hayır, Bolşevik değilim. Çünkü anarşizm hükümeti ve devleti tamamen ortadan kaldırmak anlamına gelirken Bolşevikler güçlü bir hükümet ve devlet istiyor.

Soruyorsun: “Ama Bolşevikler komünist değil mi?”

Evet, Bolşevikler komünisttir ama diktatörlüklerinin, devletlerinin, insanları komünizm içinde yaşamaya zorlamasını isterler. Anarşist komünizm ise tam tersine gönüllü komünizm yani özgür seçimden doğan komünizm anlamına gelir.

Farkı anlıyorum. Elbette iyi olurdu.” diye itiraf ediyor arkadaşın. “Ama gerçekten mümkün olduğunu düşünüyor musun?”

Çeviren: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (20): Anarşizm nedir? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/04/23/anarsizm-nedir-20-anarsizm-nedir-alexander-berkman/feed/ 0