Kent – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 12 Jan 2020 17:28:20 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Kanal İstanbul’a Karşı İnsan Zinciri https://meydan1.org/2020/01/12/kanal-istanbula-karsi-insan-zinciri/ https://meydan1.org/2020/01/12/kanal-istanbula-karsi-insan-zinciri/#respond Sun, 12 Jan 2020 17:28:19 +0000 https://meydan.org/?p=53274 Kanal İstanbul’u protesto eden halk “ya Kanal ya İstanbul” diyerek Küçükçekmece-Avcılar arasında insan zinciri oluşturdu.

The post Kanal İstanbul’a Karşı İnsan Zinciri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Kanal İstanbul’u protesto eden halk “ya Kanal ya İstanbul” diyerek Küçükçekmece-Avcılar arasında insan zinciri oluşturdu.

The post Kanal İstanbul’a Karşı İnsan Zinciri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/01/12/kanal-istanbula-karsi-insan-zinciri/feed/ 0
Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Felaket Yenemez – Gizem Şahin https://meydan1.org/2019/11/08/orgutlu-bir-halki-hicbir-felaket-yenemez-gizem-sahin/ https://meydan1.org/2019/11/08/orgutlu-bir-halki-hicbir-felaket-yenemez-gizem-sahin/#respond Fri, 08 Nov 2019 06:35:20 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/08/orgutlu-bir-halki-hicbir-felaket-yenemez-gizem-sahin/ Geçtiğimiz ay İstanbul’da 5.7 şiddetinde yaşadığımız deprem saniyeler sürmüş olsa da üzerimizdeki etkisi hala sürmekte. Art arda gerçekleşen küçük depremler ve ardından gelen 5.7 şiddetindeki deprem, “Büyük İstanbul Depremi”ni tekrar konuşulur hale getirdi. Depremin ardından hepimizin düşüncesi aynıydı: “Büyük İstanbul Depremi olduğunda ne yapacağız?” Bu soruyu sorarken herkes oldukça endişeli. Çünkü beklenen büyük depremi bırakalım […]

The post Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Felaket Yenemez – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Geçtiğimiz ay İstanbul’da 5.7 şiddetinde yaşadığımız deprem saniyeler sürmüş olsa da üzerimizdeki etkisi hala sürmekte. Art arda gerçekleşen küçük depremler ve ardından gelen 5.7 şiddetindeki deprem, “Büyük İstanbul Depremi”ni tekrar konuşulur hale getirdi. Depremin ardından hepimizin düşüncesi aynıydı: “Büyük İstanbul Depremi olduğunda ne yapacağız?”

Bu soruyu sorarken herkes oldukça endişeli. Çünkü beklenen büyük depremi bırakalım bir kenara, bu küçük depremlerde bile birçok konuda sıkıntıların olduğunu gördük. Cep telefonlarının saatlerce şebekeye bağlanmaması, bazı binalarda görülen çatlaklar, deprem anında ve sonrasında toplanabilecek alanların olmaması gibi birçok konu var olan endişelerimizi arttırdı.

Deprem Değil Kapitalizm Öldürür

Günlerdir 15 milyon nüfuslu bir şehirde gerçekleşecek olan, en az 7 şiddetinde bir depremden söz ediyoruz. Bu olası depremin gerçekleştiği anda yaratacağı tahribatı tahmin etmeye uğraşıyoruz: Hangi binalar yıkılır? Hangi semtler daha güvenilir? Deprem anında nerede toplanacağız, toplanma alanları nerede?

17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi hepimizin hafızasındaki yerini tazeledi bu günlerde. 7.6 şiddetinde yaşadığımız bu depremde 17.480 kişi yaşamını yitirmişti. Bu rakam bir yıl sonra 18.373 olarak düzeltildi.

Bir doğa olayı olan depremlerde, bu kadar yüksek tahribatın, kaybedilen binlerce yaşamın sebebi doğal afet denilip geçilemez. Üzerimizdeki bu tahribatın sebebi gerçekten deprem mi, yoksa rant hırsıyla gözü dönmüş, kentsel dönüşümlerle, devlet projeleriyle 15 milyonun yaşadığı bir şehri bina yığınına çevirmiş, olası bir felakette toplanma alanı ve yollar dahi bırakmamış olan kapitalist sistem mi?

Doğa Verdiğini Alır

Hepimizin bildiği bir gerçek var ki: Doğa verdiğini alır. Neredeyse akan bütün nehirlerin üzerine barajların yapıldığı; “başı boş akan” suların kurutulduğu; yeşilin kalmadığı; ormanların, ağaçların kesilip yerine gökdelenlerin inşa edildiği; yoksul mahallelerimizde yaşayanlarımızın evlerinin yıkılarak yerine 2+1 konutların yapıldığı; yol çalışmalarıyla imkansızı “başarıp” en olmadık yerlerden yeni yolların açıldığı bir şehirde, İstanbul’da bizi öldürecek olan şey deprem değil kapitalizmdir.

Çünkü beklenen “Büyük İstanbul Depremi” gerçekleştiğinde yaşamlarımızı ne 2+1 konutlara ne her yanımızı kaplayan AVM’lere ne de başka bir yere sığdıramayacağız. Ve kuşkusuz böylesi bir depremden sonra, ilk olarak yaşadığımız binalar yıkılmış olacak. Köprüler, yollar, viyadükler enkaza dönüşecek. Yollar çökecek, kalanlarda ise hareket etmek mümkün olmayacak. Patlayan su boruları, çalışmayan doğalgaz vanaları ve daha birçok şeyle baş etmek zorunda kalacağız. Bu anda ne devleti ne de devletin herhangi bir kurumunu yanımızda göremeyeceğiz.

Deprem En Çok Ezilenleri Sarsar

Yaşadığımız deprem, sel ya da başka bir afette sanki ezilenler ile ezenler denkmiş gibi açıklamalar duyarız. Yöneticiler ve patronlar depremin etkisini arttıranlar kendileri değilmiş gibi davranırlar. “Biz de bu felaketten etkilendik, ama takdiri ilahi işte” ya da “kader” derler. Gölcük depreminde dediler, Trabzon’da HES borusu patlayınca dediler, SOMA’da dedier. Ama biz ezilenler, ezenlerle denk değiliz. Çünkü deprem en çok ezilenleri sarsar.

Deprem sonrası başlayan arama-kurtarma çalışmalarının nereden başlayacağı en başından bellidir. 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminde, depremzedeler ilk yardımların 3 gün sonra geldiğini söylemişti. Enkaz altında kalanlarımız hayatta kalabilmek için dakikalarla yarıştı. Bu yüzden her türlü dayanışmanın, her çabanın değeri büyük. Fakat akıllarda bazı soruların oluşmasına sebep oluyor böylesi “gecikmeler”. Büyük İstanbul Depremi olduğunda arama-kurtarma ekipleri (ilk) kimleri kurtaracak?

Ezilenleri Dayanışma Yaşatır

Bu sorunun cevabı, geçmişte yaşanan olaylarda saklı. “Bizi kim kurtaracak” diye sorsak da ancak biz, birbirimizin hayatlarını kurtaracak, kendi özörgütlülüğümüzle hayatta kalacağız. Yıkılan evlerimizi beraber inşa edeceğiz, çünkü ilk kurtarılacak bölgeler bizim mahallelerimize çok uzak olacak, biliyoruz. Sadece deprem değil herhangi bir felakette “umursanmayan”lardan olacağız, bunu da biliyoruz.

Depremin etkisini azaltabilmek için kendi irademizle kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda sağlam, sağlıklı, doğayla uyumlu yaşam alanlarını oluşturmamız gerekiyor. Bunun için şimdi nasıl mücadele ediyorsak, bugün içinde yaşadığımız dönemde depremin etkisini en aza indirgeyecek yöntemleri de düşünmemiz ve yaratmamız gerekiyor. Biz yardım etmeyecek, dayanışmayı büyüterek birbirimize el uzatacağız. Çünkü ihtiyacımız olan şey yardım değil, dayanışmadır. Aslında bunun örneğini 2005 yılında ABD’nin New Orleans eyaletinde meydana gelen Katrina Kasırgası’nda deneyimledik.

Katrina Kasırgası, 2000’e yakın insanın yaşamını yitirmesine yol açmış, 1 milyondan fazla insanın evini yıkmıştı. Afetten birkaç gün sonra eski Kara Panter üyesi Robert Hillary King ve Anarşist Scott Crow, Ortak Taban Kolektifi’ni (Common Ground Collective) kurarak, devletin umursamadığı yoksul mahallelere temel destek götürmüştü. Kolektif, otonomi ve yerel faaliyet ilkeleri ile öz-örgütlü bir yapıda kurulmuştu. Kurulmasının başında sadece yemek ve su gibi ihtiyaçların dağıtımını yapan kolektif, gelen 4 sıhhıyeci ile birlikte Algiers’de bir acil ve ilk yardım kliniği kurdu.

1 Mart’a gelindiğinde kıtanın birçok yerinden gelen 23 bin kişi kolektifte gönüllüydü. Kolektifin felsefesi en başından beri “yardım değil dayanışma” oldu. “Ortak Taban Kolektifi” zamanla internet erişimi sağlayan “Ortak Taban Teknoloji Kolektifi”, “New Orleans Kadın Sığınma Evi” ve “Ortak Taban Kliniği” gibi birçok bağımsız kolektife bölünerek çoğaldı. Bir yıl içinde 7 klinik ve 100 mahalle bahçesi yapıldı. Enkaz temizleme, çatı onarma gibi hizmetleri ücretsiz sunan kolektif, yeri geldiğinde kentsel dönüşüm gibi sosyal, ekonomik ve ırkçı saldırıları da önledi.

2012’de Sandy Kasırgası’ndan etkilenenler için kurulan Occupy Sandy ise Occupy hareketinin bir yan çalışması olup, Ortak Taban Kolektifi’nden insanların da katıldığı ve aynı ilkeler etrafında ve özörgütlü yapıya sahip. Öncekine göre daha hazırlıklı ve örgütlü oldukları için daha da başarılı çalışmalar yapmışlardır.

Yardım Değil Dayanışma Yaşatır

Bu felaketler sonrasında devlet, nüfusun çoğu siyah olan afet bölgelerine destek götürmekten çok kanun düzenini sağlamakla uğraşmıştır. Felaketten 10 yıl sonra bile yıkılan evlerin ancak %10’u yeniden yapılmıştır. Tek bir merkezden yönetilen ve bürokratik bir kurum olarak devlet, bu tür durumlarda aciz ve hantal kalmaktadır. Gönüllülük ve dayanışma üzerine kurulu ve özörgütlü işleyen yapıların başardıkları kamuoyunun dikkatini çekmiş, hatta ABD’nin AFAD’ı FETA bile, daha sonradan bu inisiyatiflerle görüşmeler yapmaya çalışmıştır.

Amerika’daki bu deneyim ve esas aldıkları “yardım değil dayanışma” ilkesi, bizlere bunun mümkün olabileceğini göstermiş oldu. Doğal olarak bu deneyimleri, paylaşma ve dayanışmayı bizler kendi sokağımızda, yan komşumuzda ve mahallelerimizde yıllardır “iyi günde, kötü günde” belirli sorunlar ve konular üzerinden deneyimlemekteyiz. Ancak daha geniş deneyimi yaratmak için afeti beklememek gerekir. Şimdi şu anda özörgütlü deneyimi yaratmak, önceki örneklerin gösterdiği gibi afet zamanında daha hazırlıklı olmamızı sağlayacaktır. Katrina Kasırgası’nın ardından kazanılan deneyimle kendi deneyimlerimizi yaratabiliriz.

Yardımla değil, dayanışmayla…

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51.sayısında yayınlanmıştır.

The post Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Felaket Yenemez – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/08/orgutlu-bir-halki-hicbir-felaket-yenemez-gizem-sahin/feed/ 0
Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” https://meydan1.org/2019/06/14/roportaj-alexander-khost-egitmeyen-okullarda-oyunla-ogrenmek/ https://meydan1.org/2019/06/14/roportaj-alexander-khost-egitmeyen-okullarda-oyunla-ogrenmek/#respond Fri, 14 Jun 2019 12:12:51 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/14/roportaj-alexander-khost-egitmeyen-okullarda-oyunla-ogrenmek/ Alternatif eğitim modelleri hakkında gerçekleştirdiğimiz araştırmalar, tartışmalar, yazılar ve röportajlara devam ediyoruz. Gazetemizin 47. sayısında öz yönelimli öğrenme hakkında röportaj yaptığımız Alexander Khost ile bu kez, Kadıköy’de gerçekleştirilen, alternatif eğitim üzerine farklı yaklaşımlardan pratiklerin aktarıldığı ve kendisinin de katıldığı sempozyum ve 26A Atölye’de yaptığı etkinlik üzerinden bir sohbet gerçekleştirdik. Merhaba Alex, bazı okuyucularımızın bildiği gibi […]

The post Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Alternatif eğitim modelleri hakkında gerçekleştirdiğimiz araştırmalar, tartışmalar, yazılar ve röportajlara devam ediyoruz. Gazetemizin 47. sayısında öz yönelimli öğrenme hakkında röportaj yaptığımız Alexander Khost ile bu kez, Kadıköy’de gerçekleştirilen, alternatif eğitim üzerine farklı yaklaşımlardan pratiklerin aktarıldığı ve kendisinin de katıldığı sempozyum ve 26A Atölye’de yaptığı etkinlik üzerinden bir sohbet gerçekleştirdik.

Merhaba Alex, bazı okuyucularımızın bildiği gibi birkaç hafta önce bir sempozyum için Türkiye’deydin ve 26A Atölye’de öz yönelimli eğitim üzerine bir etkinlik gerçekleştirdin… Öncelikle çocuk hakları konusundaki perspektifini ve dünyanın birçok yerinde edindiğin deneyimleri öğrenmek bizim için çok ilham vericiydi. Buradaki deneyimin nasıldı ve Türkiye’deki durum hakkında izlenimlerin neler?

Her şeyden önce, Kolektif 26A’da tanıştığım harika insanlar beni o kadar nezaket ve içtenlikle karşıladı ki ne kadar teşekkür etsem azdır. Hepinize çok teşekkür ederim. Bana derinden ilham verdiniz. Alternatif Eğitim Sempozyumu da güzel bir buluşmaydı ama sempozyumun asıl ilgi alanı daha çok yukarıdan aşağı, yetişkin güdümlü eğitim modelleri gibi gözüküyordu ki bence bunlar hala çocuk haklarını ihlal ediyor.

Türkiye’de çocuk hakları mücadelesinin bir çok açıdan ABD’de olduğundan çok daha zorlu olduğunu görüyorum. ABD eğitim kanunları o kadar katı değil ve bu yüzden istersek Öz Yönelimli Eğitim yapıp “cezasız” kurtulabiliyoruz. Ancak baskıyla birlikte daha fazla tutku geliyor. Ve Türkiye’de çocuk haklarıyla ilgilenen insanların gerekli değişiklikleri yapmak için çok daha motive ve kararlı olduklarına şahit oldum. ABD, çoğu zaman topluma sahte “seçenek” sunarak, kapitalizmi gerçekten protesto etmemizin önünü tıkıyor.

Sonuçta çocuk haklarına inananlar her iki ülkede aynı mücadeleyi yürütüyor; çocuklar duygusal ve hatta bazen fiziksel şiddetle eziliyor. İnsanların büyük çoğunluğu bu durumun zalimliğini ve çocukluktaki ezilmenin topluma getirdiği korkunç etkileri anlamıyor gözüküyorlar.

Bir hayvan yaşamının erken döneminde travma yaşadığı zaman o hayvanın yetişkin olduğunda nasıl zorluklar çektiğini açıkça kabul ediyoruz. Fakat aynısının insanlar için geçerli olduğunu reddediyoruz. Devletin zorunlu müfredatını dayatmak travmadır, çocukları sıralara oturtup onlardan itaat istemek şiddettir. Bunu çocuklara yıllarca ve yıllarca ve yıllarca yapıyoruz ve onların kendi iyiliği için olduğunu söylüyoruz. Bu onların kendi iyiliği için değil, devletin çıkarı için. Bu durum en iyi ihtimalle şevki kırılmış yetişkinler yaratıyor, en kötüsü depresyon, endişe ve hatta intihar. Bu Türkiye’de, ABD’de ve dünyanın neredeyse her yerinde oluyor. Bunun durması gerek.

Kesinlikle. Sen kendini tanıtırken, genç hakları savunucusu olarak tanıtıyorsun. 26A’daki etkinliğe başlarken kurduğun bir cümle dikkatimi çekmişti: “Toplumun hiçbir kesimi, tarihin hiç bir döneminde çocuklardan daha çok ezilmiyor.” demiştin. Bu çok çarpıcı bir ifade. Bunu biraz açabilir misin – çocuk hakları konusunda ne sorunlar var?

İnsan haklarının tarihine bakarsak zulüm ve ayrımcılık, tarım ve zenginliğin bulunmasıyla başlıyor. Zamanın bu noktasında birçok insan grubu zenginlerin daha zengin olması için zorla idare ediliyordu. Bu sistem devam etti ve endüstri çağında genişledi ve tabii bugün halihazırda her yere yayılmış durumda. Açıkçası zulüm zulümdür; tahakkümün altında acı çeken her birey, bu işkenceci sistemin kurbanıdır ve bireylerin ya da grupların acılarını karşılaştırmaya gerek yok. Böyle demekle birlikte bu süreç boyunca çocuklar hemen her zaman haklarından mahrum bırakıldılar ve bu gün bile insandan aşağı görülüyorlar. Bana inanmıyorsanız herhangi bir kıtada herhangi bir çocuğun tuvalete gitmek için izin istemek zorunda olması, kendi varlıklarını biriktirmesine izin verilmemesi ya da onu etkileyen konularda karar verememesi gibi durumlara bakabilirsiniz. Ve tabii ki çocukluk herkesin yaşamının bir parçası olduğu için bugüne kadar sürmüş olan en kapsayıcı ve en uzun tahakküm biçimi.

Çocuklara ne yapacaklarını söylemeye başladığımızda onlara disiplini ve otoriteye itaat etmeyi öğrettiğimizi kabul etmeye başlamalıyız. Çocukların kendileri için önemli olan şeyler konusunda her gün kendi kararlarını verebilmeleri gerektiğini kabul etmeye başlamalıyız. Bunun anlamı ebeveynlerin, çocukların suda ve çamurda oynamak istediklerinde kirlenmelerine izin vermesidir. Bunun anlamı kendi yatma zamanlarını belirlemelerine izin vermek ve oyuncaklarını kimlerle paylaşmak istediklerini seçebilmeleri ya da mülkiyetlerini (mülkiyetimiz olacaksa tabi, ama bu başka bir gün yapılacak başka bir tartışma!). Bunun anlamı çocukların bir okul dersine gidip gitmemeyi seçmesine izin vermektir.

Aslında çocuk haklarının “eğitim”den çok daha fazlası olduğu açık. Çocukların katılımı sorunu hiç tartışılmıyor. Bu konuda ne yapabiliriz?

Eğitim çocukların yaşamının sadece bir parçası ve bu yüzden onların hak mücadelelerinin sadece bir parçası. Yaşamlarının büyük bir parçası oluyor çünkü toplum her gün çocukları okullara kapatıyor (“eğitiyor” yerine “okullara kapatıyor” demek istiyorum). Ve tabii çocukların özgürlüklerini kazanmalarına yardım etmenin önemli bir parçası. Ama başlayabileceğimiz tek yol bu değil. İlla eğitim reformuyla başlamak zorunda değiliz, ama bir noktada kesinlikle ele alınması gerekiyor.

Türkiye’deki eğitim kanunlarından anladığım kadarıyla buradan işe başlamak iyi bir seçim değil çünkü sistemi değiştirmek için gereken kavga şu an için çok büyük. Bunun yerine, çok daha az denetleme ve çok daha fazla etki alanı olan, çocukların okul dışı zamanlarıyla başlamayı öneriyorum. Kısaca açıklayayım:

Kendi çocuklarım tüm yaşamları boyunca Öz Yönelimli Eğitim ortamında bulundular. O zaman boyunca birçok insanın çocuklarıma ve bir ebeveyn olarak bana çok eleştirel baktıklarını gözlemledim. Sonra öz yönelimle aynı yöntemleri kullanan bir yaz kampı açtım ve aynı eleştirel ebeveynlerin çocuklarını benim programıma yazdırdığını görünce şaşırdım. Neden böyle olduğunu merak ettim ve hemen anladım ki ebeveynler (ve genel olarak toplum) öz yönelimli eğitimin çocuğun gelişimi için sağlıklı olduğunu ancak okul zamanı değil oyun zamanı olarak algıladığında kabul etmeye razı oluyor.

Bu yüzden yıllarca kendimi özgür oyun düşüncesi etrafında oluşan bir oyun alanı açmaya verdim. Bu oyun alanın adı “Bahçe” ve kurucu ortağı olduğum play:groundNYC (https://play-ground.nyc/) projesi tarafından işletiliyor. Geleneksel olarak okullanan binlerce çocuk her yıl bu oyun alanına akın ediyor ve daha önce fırsatını bulamadıkları öz yönelimi deneyimliyor.

Bu “hurda” ya da “macera” oyun alanlarının uzun bir geçmişi var (2. Dünya Savaşı sırasında başladılar) ve bazen “riskli oyun” denilen şeyin içinde çocuklara kendi kararlarını verebilecekleri zamanı ve mekanı sunuyor. Özetle bir araziyi çitliyorsunuz, her şeye karışan yetişkinleri uzak tutuyor ama çocukların haklarına saygı duyan “oyunişçileri”nden oluşan bir kadroyu hazır tutuyorsunuz, sonra da çocuklara oynayabilecekleri malzemeler veriyorsunuz. Hurda kullanılmasının nedeni, tanım gereği yetişkinler için hiçbir değerleri yok ve bu yüzden çocuklar hemen bu malzemeleri sahiplenebiliyor. Onlar kırabilir, yakabilir, boyayabilir, yağmurda 1 hafta bırakabilirler. Bunların hepsi bir yetişkinden izin isteme ihtiyacı duymadan yapılıyor.

Hurda oyun alanlarının arkasındaki ana kural (ve bütün ebeveynlere ve genç insanlarla çalışan yetişkinlere önerdiğim alıştırma) çocukların risk almalarını istiyoruz ve kazaları önlemek istiyoruz. İkisi de tehlikeli. Ama kazalar, çiviye basmak ya da sıcak sobaya dokunmak gibi çocuğun farkında olmadığı tehlikeler önlenmeli. Bir ağacın dalına tırmanmak ya da arkadaşıyla kılıç dövüşü yapmak gibi riskler kendi ilgilerini geliştirmek için bilinçli olarak aldıkları tehlikeler. Çocukların sağlıklı büyümesi için almak istedikleri bütün riskleri almalarına izin vermeliyiz.

Hurda oyun alanlarında çalıştıktan sonra farklı bir şeye geçtim, onlara Uçan Kadro diyorum. Temelde hurda oyun alanı ile aynı fikir ama bunda çitlenmiş bir arazi yok. Halk kütüphanesinde genç insanlarla buluşuyorum ve beraber nasıl zaman geçireceğimize karar veriyoruz. Tasarlanırken genç insanlara hiç önem verilmeyen ve dayatılan kanunlarında onları yok sayan bir şehirde kendimize bir mekan oluşturmaya çalışıyoruz. Ve her gün genelde “şaka” olarak tanımlanan şeyleri yaparak genç insanların sivil itaatsizliklerini çalışıyoruz.

İnanıyorum ki Türkiye’deki çocuk hakları hareketine yardım etmek istiyorsanız, başlamak için en iyi yer bu hurda oyun alanları ve benzeri kavramlar (basitçe çocuklarınızın evde özgürce oyun zamanı olmasına izin vermek dahil!). Ebeveynler, eğitimciler ve kanun yapıcılar böyle ortamların faydalarını görüp böyle bir atmosferde çocuklara güvenebileceklerini anladıkları zaman, yavaş yavaş bu kavramlar benimsenecek. O zaman bir güvenli ebeveynlik hareketi başlayabilir ve eğitim reformu kaçınılmaz olur. Bu yüzden hepinize İstanbul’da bir hurda oyun alanı açmak için uğraşmayı öneriyorum…

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

The post Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/14/roportaj-alexander-khost-egitmeyen-okullarda-oyunla-ogrenmek/feed/ 0
AVM’ler Yükseliyor Semtler Dönüşüyor – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2019/04/15/avmler-yukseliyor-semtler-donusuyor-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2019/04/15/avmler-yukseliyor-semtler-donusuyor-ilyas-seyrek/#respond Mon, 15 Apr 2019 13:10:45 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/15/avmler-yukseliyor-semtler-donusuyor-ilyas-seyrek/ Asıl olarak devletin iç/dış politikalarının konuşulduğu genel seçimlerin aksine yerel seçimlerde -her ne kadar şimdilerde devletin bir “beka sorunu” olduğu gündem edilmiş olsa da- adaylar yerel, “mahalli” konular üzerinden yarışmaktadır. Bundan dolayı da geçtiğimiz seçim sürecinde “Beyoğlu’nda zaman geçiren/yaşayan profil değişti, Kadıköy doldu taştı, Bakırköy ve Kartal boşaldı” şeklindeki sorunlar, adaylara duyurulması için daha çok […]

The post AVM’ler Yükseliyor Semtler Dönüşüyor – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Asıl olarak devletin iç/dış politikalarının konuşulduğu genel seçimlerin aksine yerel seçimlerde -her ne kadar şimdilerde devletin bir “beka sorunu” olduğu gündem edilmiş olsa da- adaylar yerel, “mahalli” konular üzerinden yarışmaktadır. Bundan dolayı da geçtiğimiz seçim sürecinde “Beyoğlu’nda zaman geçiren/yaşayan profil değişti, Kadıköy doldu taştı, Bakırköy ve Kartal boşaldı” şeklindeki sorunlar, adaylara duyurulması için daha çok gündem edilmiştir. Kısacası İstanbul’un bu ilçelerinin “o eski halinden eser yok şimdi”. Bunların yanı sıra gerek tüketime ve inşaata odaklı neoliberal ekonomik politikaların gerekse muhafazakar milliyetçi politikaların ilçelere ve İstanbul’un tamamına yönelik büyük etkilerini yaşıyoruz. Kentsel dönüşümlerle değişen yaşamlar, inşaatı tamamlanmamış binalar ve yıkılmayı bekleyen yıkık dökük yapılarla hayalet mahallelere dönüşen mekanlar ve diğer pek çok kentsel sorun… Seçim döneminde adayların vaatleri de ilçelerin yaşadığı sorunlara konu olmuştu. Örneğin CHP’nin Kadıköy adayı Şerdil Dara Odabaşı’nın, Beyoğlu adayı Alper Taş’a “Beyoğlu’nda seçimi kazan da Kadıköy’ü kurtar. AKP belediyesi İstanbul’un vitrini Beyoğlu’nda eğlence, kültür, sanat hayatını bitirdiği için herkes Kadıköy’e geliyor, seçmenler aşırı yoğunluktan şikayetçi” söylemleri de bu yönde bir açıklamadır.

Peki gerçekten ilçelerde yaşanan bu değişikliklerin nedenleri nelerdir? Beşiktaş’ın/Kadıköy’ün dolup taşmasının, belirli ilçelerin boşalmasının ve nitelik değiştirmesinin nedenleri nedir?

Kadıköy/Beşiktaş Doldu Taştı!

Beşiktaş’ın ve Kadıköy’ün ziyaretçilerle dolup taşmasıyla ilişkili olarak insanların, ekonomik ve daha çok siyasi baskılar sonucunda büyük bir dönüşüm geçiren Beyoğlu’ndan veya “çevre” diye nitelendirilecek mahalle ve ilçelerden vakit geçirmek, eğlenmek, alışveriş yapmak amaçlı buralara gelmelerine odaklanmak eksiklik olacaktır.

Evet, Kadıköy’ün “Kadıköylülük” kimliği üzerinden belirli bir nüfus grubunun ekonomik, sosyal, politik ve/veya kültürel gelişimlerini korumak ve sürdürmek için mekânsal olarak kümelendiği yerlere yönelik tanımlanan bir tür “enklav” (enclave) gibi lanse edilmeye/düşünülmeye başlandığı ve bu haliyle -Louis Wirth’in tanımıyla- bir tür “gönüllü getto” havasına bürünmeye başladığını söyleyebiliriz. İşte bu algıyla ilişkili olarak gelişimin neden ve nasıl olduğuna da bakmak gerekmektedir. Bu gelişimin temelinde Kadıköy’e metrosundan metrobüsüne, treninden vapuruna pek çok farklı yolla ulaşımın kolaylaşmasının etkisi olduğu gibi Kadıköy’ün çizdiği “muhalif ve özgür bir ortam” betimlemesinin de etkisi bulunmaktadır. Ama bunlar resmin tamamı değil; işin tuzu biberi, cilasıdır.

Genetiği Değiştirilmiş Beyoğlu

Her ne kadar bugün, siyasi iktidarın karşısında bir mücadele alanı olarak kullanılan ve toplumsal muhalefet için değerli olan pek çok siyasi değeri yitirmeye başlasa da Beyoğlu, özellikle Gezi Parkı Direnişi ile önemli bir simgesel mekandı. Direnişin sonucunda Topçu Kışlası yapılamamış olsa da AKM’nin yıkılması, Taksim Meydan Camii ve Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi mekanın fizikselliğinde, hafızasında ve kültürel kodlarında önemli değişiklikler meydana getirdi, getirmeye devam ediyor. Tarlabaşı gibi mahallelerde devam etmekte olan soylulaştırma ve yerinden etme uygulamaları, İstiklal Caddesi üzerindeki restorasyon çalışmaları ve kültür sanat merkezlerine yönelik politikalar da dönüşümün sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik ayaklarından birkaçıydı. Ayrıca Arap nüfus ağırlıklı turistlere göre ekonomisinin yeniden düzenlenmesinin önünün açılması yoluyla da Beyoğlu’nun  hızla cazibe merkezi olmaktan çıkarılmaya çalışıldığını; başta üniversiteliler olmak üzere kentli orta sınıfın mekânla arasına mesafe koymasına yönelik hamleler yapıldığını görmek gerekmektedir.

Bakırköy ve Kartal’da Yaşanan Dönüşüm

Neoliberal ekonomi politikalarının getirdiği rant gelirinin değişimi, ulaşım yatırımları, ekonomik ve siyasi etkenler nedeniyle bazı alanların yükselişe geçip belirli mahalle ve semtlerin eski değerini yitirmesi neticesinde geniş boyutlarda dönüşümler yaşanmaktadır. Tüketim odaklı ekonomi ve rant gelirinin önemli bir kaynak olarak görüldüğü ekonomik yaklaşımın bazı ilçelerde kentsel dönüşümü ve yerinden edilmeyi etkilediği gibi zaman geçirmek, eğlenmek veya alışveriş yapmak için orada yaşayanları da başka merkezlere yönelttiğini de görmek gerekmektedir. Bakırköy ve Kartal’da yaşanacak geniş çaplı bir dönüşüm öncesinde “kuzuların sessizliği”  boyutunda artan boş, kiralık/satılık daire ve işyerleri de bu durumu kanıtlamaktadır.

AVM’ler Yükseliyor Semtler Düşüyor

1988 yılında Bakırköy’de, Türkiye’nin ilk AVM’si (Galleria) açılmıştı. O günden bugüne artan AVM’ler modern ve farklı ihtiyaçların giderilmesini sağlamalarının yanı sıra alışverişin ötesinde bir olgu haline gelmiştir. Teknolojinin internet üzerinden alışverişe birçok olanak sağlaması, insanların telefonları ile alışveriş yapabilme durumu, AVM’lerin giderek daha çok sosyal ve eğlence amaçlı vakit geçirebileceği rekreasyonel açık ve kapalı mekânlar haline dönüşmesinde bir etken olmuştur. Ayrıca son 20 yıl içinde kapalı, kontrollü ve içe dönük bir tipoloji de sunan alışveriş merkezleri, 1993’ten sonra karma kullanımlı ofis, konut vb. işlevleri de barındırmıştır. Alışveriş mekanı kentten kopuk fakat kendi içinde kent parçalarını barındıran yapılara dönüşmüştür. Bu değişim ile birlikte büyük alışveriş merkezlerinde alışveriş, tüketici için kolay, rahat, çeşitli, zevkli ve daha ekonomik hale gelmiştir. Bu AVM’ler, en yüksek gelir seviyesinden en düşük gelir seviyesine kadar toplumun her kesimine hitap ettiği için geniş bir kesimin ilgisini çekmektedir.

Bu durumda hem alışveriş hem rekreasyon alanı olarak AVM’ler, küçük/çevre semtler üzerinde ciddi sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve yerleşimsel etkilere sahiptir. Bu etkilerin en başında  insanların bulunduğu ve bulunmak istediği mekanları değiştirmek istemesi ve eğlence, giyim ve yemek alışkanlıklarındaki değişim gelmektedir. Kent mekanı, alışveriş merkezi içinde yeniden yapılanmakta ve AVM’ler de kent merkezine alternatif oluşturmaktadırlar. Kısacası yaşam alanı ve toplumsal mekan olmaları nedeniyle AVM’ler çekici özelliğe sahiptir. AVM’lerin sayısında artış yaşandığı gibi AVM’lerde zaman geçiren insanların sayısında da artış söz konusudur. 2019’un ilk aylarında açıklanan sayısal verilere bakarsak da İstanbul’da toplam 123 aktif, 15 inşaat halinde olmak üzere toplam 138 AVM bulunmaktadır.

AVM’ler halihazırda düşüşte olan semtlerdeki/ilçelerdeki insanları çekse de doğal yeşil alanlara, sahillere sahip olmamaları ve genellikle alkol kullanımına uygun olmamaları nedeniyle belirli bir kesimin de alternatif merkezlere doğru gitmesinin önüne geçememiştir. İşte tam da bu noktada, gittikçe artan tüketim mekanları ve muhalif havası nedeniyle Beşiktaş ve özellikle Kadıköy bu alternatifi oluşturmaktadır.

Çare ?

Kentsel problemler temel olarak mekansal problemlerdir. En başta belirtmek gerekir ki mekan sadece bir konum belirtmemektedir. Toplumsal ilişkilerin gerçekleştiği alan olması nedeniyle toplumsal dönüşüme de zemin hazırlamaktadır ve mekana en ufak müdahale büyük toplumsal sonuçları beraberinde getirmektedir. Bu ilişkisellik hali geniş pek çok yapı ile iç içe geçmiş olduğu için de bu tür kentsel sorunların birden çok “çare”si bulunmaktadır. Bu sorunların merkezi yerleşim anlayışıyla/yöntemiyle ilişkisi olduğu gibi rant ve tüketime dayalı ekonomi anlayışıyla da ilişkisi bulunmaktadır. Bu sorunlardan kurtulmanın çaresi de burada yatmaktadır!

İlyas Seyrek

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post AVM’ler Yükseliyor Semtler Dönüşüyor – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/15/avmler-yukseliyor-semtler-donusuyor-ilyas-seyrek/feed/ 0
Üretim Tüketim İlişkilerinin Yeniden Düzenlenmesi https://meydan1.org/2017/11/05/uretim-tuketim-iliskilerinin-yeniden-duzenlenmesi/ https://meydan1.org/2017/11/05/uretim-tuketim-iliskilerinin-yeniden-duzenlenmesi/#respond Sun, 05 Nov 2017 20:27:10 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/05/uretim-tuketim-iliskilerinin-yeniden-duzenlenmesi/ Kapitalist sistem, kar odaklı bir işleyişe sahiptir. Doğadaki her şeyi tüketilmeye hazır birer ürün olarak görür. Dolayısıyla doğayı, içindeki tüm varlıklarla beraber yok etme eğilimine sahiptir. İnsanlar arasında da üretim ve tüketim ilişkilerinde yarattığı adaletsizliklerle kötülüğünü pekiştirir. Bu ilişkide herkes birbirini kullanır, kapitalizm de herkesi. İnsanın doğanın bir parçası olduğunu söyleyen anarşizm ise, doğaya tüketme […]

The post Üretim Tüketim İlişkilerinin Yeniden Düzenlenmesi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

2009 yılında kurulan ve anarşizmin değerli pratiklerinin somut bir karşılık bulduğu 26A Kolektif, sürekliliği ve ısrarcılığıyla bu topraklar üzerindeki önemli bir deneyim olma özelliğini sürdürüyor.

Kapitalist sistem, kar odaklı bir işleyişe sahiptir. Doğadaki her şeyi tüketilmeye hazır birer ürün olarak görür. Dolayısıyla doğayı, içindeki tüm varlıklarla beraber yok etme eğilimine sahiptir. İnsanlar arasında da üretim ve tüketim ilişkilerinde yarattığı adaletsizliklerle kötülüğünü pekiştirir. Bu ilişkide herkes birbirini kullanır, kapitalizm de herkesi.

İnsanın doğanın bir parçası olduğunu söyleyen anarşizm ise, doğaya tüketme eğilimi ile değil, organik bir bakış açısıyla yaklaşır. Amaç “insanın sonsuz olmayan ihtiyaçlarının” bu organik ilişki içerisinde karşılanmasıdır. Öte yandan üretim ve tüketim ilişkilerinde “herkese ihtiyacı kadar” düsturu belirlenir. Ne eksik ne fazla… İşte bu yüzden 26A’nın kapısının ardında müşteri-çalışan, işçi-işveren ayrımı yoktur. Kimse maaş almaz. İhtiyaçlar ortaklaşa belirlenir. Kolektifin her bireyinin ihtiyaçları gözetilerek üretim tüketim ilişkileri yeniden örgütlenir.

Barikatlar Üretim Tüketim İlişkilerinde Bir Farkındalıktır. Amacımız Barikatları Genişletmek Olmalıdır.

Barikat neden kurulur? Engellemek için. 26A Kolektifi de öyle yapıyor. Kapitalizmin yaşama yönelik saldırılarını engellemeye çalışıyor. Örneğin, Kolektif 26A’nın kafelerinde, sömürü düzeninin devamlılığını sağlayan küresel kapitalist şirketlerin ürünlerine yer verilmez. Kola satılmaz mesela. Birer endüstriye dönüşen hayvanların etleri için katledilmesine karşı 26A’da et satılmaz. Dolayısıyla üretim tüketim ilişkilerinin ahlaki, politik ve sosyal açıdan değerlendirilmesi gerektiğini düşünen gönüllüler, katil şirketlerin ürünlerine, içinde adaletsizlik barındıran üretim ve tüketim şekillerine barikat koyar. Amaç, bu ilişkilerin adil bir şekilde düzenlemesidir. Bu ilişki düzenlendikçe, barikat genişler. Ta ki, tüm üretim tüketim ilişkileri devlet ve kapitalizmin boyunduruğundan kurtarılana kadar..

Şimdi, Şu anda Burada:

Devrim gelecekte bilinmeyen bir noktada aniden patlak verecek bir şey değildir. Devrim bizlerin dışında gelişen tarihsel koşulların sonrasında oluşuveren bir şey de değildir.. Devrim bir farkındalıkla ateşlenir ve pratiğe döküldüğü noktada, “Şimdi Şu Anda Burada Başlar!” Dolayısıyla, Kolektif 26A devrimci bir eylemdir. İnsanlara dayatılan zorunluluğun yerine gönüllüğü, rekabet ve bencilliğin yerine paylaşma ve dayanışmayı, yalnızlık ve yalıtılmışlık yerine beraberliği ve kolektif yaşamı koyan yeni bir dünya, herkes tarafından istenilen yeni bir yaşam biçimi uygular ve önerir.

Mücadele Bütünlüklüdür:

Anarşizm, yaratarak yıkmak, yıkarak yaratmak düsturunu benimser. Anarşistler, bir yandan devletin ve kapitalizmin köhnemiş kurumlarına ve ilişkilerine saldırarak onu yıkmayı, bir yandan da hayal ettikleri dünyayı kurmak için yaratmayı kullanılırlar.

İşte bu yüzden 26A gönüllüleri bir yandan yaşamlarını kolektif üzerinden paylaşma ve dayanışmayla örerken diğer yandan sokakta ve bulundukları her alanda her türlü araçla devlet ve kapitalizm ile kavga etmeyi sürdüren anarşist bireylerdir.

Paylaşma ve Dayanışma:

İnsan, insanın kurdu mudur? Zayıflar güçlü kurtların pençelerinde çırpınan koyunlar mıdır? Yüzlerce yıldan beri süren yalan, yüzlerce yıldan beri devam kolektif deneyimlerle boşa çıkartılmıştır aslında. Ne insan insanın kurdudur. Ne de bizler kurtların pençelerinde can vermeye mahkum olan koyunlarızdır. Bencillik ve rekabet, devletlerin ve kapitalizmin bıkmadan usanmadan her gün tazelemek zorunda kaldıkları kocaman bir yalandır.

Paylaşma ve dayanışma ise, yaşamın içinde ve kapitalizmin karşısında hayatta kalmak için canlıların geliştirdiği bir davranış biçimidir. Anarşistler, birbirine arkanı güvenle dönebilme özgürlüğüne ve omuz omuza vermenin yarattığı özgüvene sahip bireylerdir. İşte tam da bu yüzden, 26 A kolektifinin kapısından giremez bencillik ve rekabet. Çünkü içeride omuz omuza vermiş, güvenle birbirine sırtına dönebilen insanlar vardır. Bazen paylaşılan bir kap yemek, bazen mutluluk, bazen de öfkedir. Fakat bu kapılar ardında bir grup insana özgü bir yaşam biçimi olarak tasarlanmamıştır, bu bütün dünyaya tekrar yayılması gereken bir itkidir, bir iç güdüdür. Sadece hatırlamak ve eyleme geçmek gerekir. Kolektif 26A bunu yapar aslında hatırlar, eyleme geçer ve bu anlayışı örgütlemek için çalışır.

Tek Başına Değil Hep Beraber; Zorunlu Değil Gönüllü:

Yalnızlığımız, yalıtılmışlığımız bizi yok etmek; bizi köleleştirmek isteyenlere karşı en zayıf yanımızdır. İşte bu yüzden devlet ve kapitalizm hep buraya oynar. Yaşam biçimleri, evler, odalar, işler, iş yerleri, sokaklar hep buna göre düzenlenir. Bireyler ve toplumlar yalnızlaştırıldıkça yok olur, güçsüzleşir ve daha rahat kontrol edilebilir. Kontrolün başladığı yerde ise inisiyatif ölür. bundan sonra birey ve toplumlar için zorunluluklar ve mecburiyetler silsilesi başlar. Kapitalizmde kendini gerçekleştirdiğini düşünenler aslında zorunluluklar ve mecburiyetler yığında boğulanlardır.

Tarih boyunca anarşistler özgür bireylerin birlikteliklerine dayanan örgütlenmelerden taraf olmuş ve bunların uygulayıcısı olmuşlardır. 26A kolektifi, örgütlülüğün ne kadar büyük bir güç yarattığını bilir. Sistem içerisinde yalnızlaştırılarak güçsüzleştirilen insanların örgütlülüğün içinde kendini gerçekleştirdikçe bireyleştiğini, örgütlendikçe güçlendiğini ve kapitalizme karşı toplumu güçlendirdiğini bilir. Anarşistler için örgüt bir zorunluluk değil, ihtiyaçtır hem sistemle savaşabilmek, hem de hayatta kalmanın bir metodu olarak kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Bu örgütlülüğün harcıysa gönüllü olmaktır. İnisiyatif kullanmak, insana tekrar insan olduğunu hatırlatır. 26 A Kolektifi, özgür bireylerin gönüllü birlikteliği ile oluşturulmuş bir örgütlenmedir.

Üstelik bu birliktelik belirli bir mekanla ve zamanla sınırlandırılırmış bir birliktelik değildir. Her bir gönüllü, yaşamının tamamını kapitalizme karşı diğer yoldaşları ile beraber örgütler. Mekan dışında da beraber yenilir, beraber içilir. Kurulan komünlerde ortak yaşam devam ettirilir.

Hiyerarşik Dikey Değil, Anti Hiyerarşik Yatay İşleyiş, Bir Kişinin Değil, Herkesin Kararı:

Toplumu yukarıdan aşağıya bir emir komuta zinciri şeklinde örgütleyen, milyonların kaderini bir kişinin ya da dar bir grubun insafına terk eden günümüz düşüncesine karşı, kimsenin kimseden üstün olmadığı ve yapılan işte ya da bulunulan mekanda herkesin sonsuz söz hakkına sahip olduğu bir anlayış pratikler anarşizm.

26A gönüllüleri çalışma saatlerini, mekanın işleyişini, mekanın dizaynı da dahil olmak üzere her şeyi gönüllülerin periyodik olarak bir araya geldiği ve her gönüllünün sonsuz söz hakkına sahip olduğu toplantılarda tartışarak, öyle karar verir, belirlerler.

Özetleyecek olursak, Kolektif 26A yaşamlarını devlet ve kapitalizme karşı örgütlemiş; Bencillik ve rekabete karşı paylaşma ve dayanışmayı, yalnızlık yerine örgütlenmeyi, ertelemek yerine şimdiden başlamayı, hiyerarşi yerine yatay işleyişi bütünlüklü bir mücadele ekseninde bir yandan yaratırken diğer yandan yıkmayı pratikleyen bir modeldir. Bu model anarşizmin tüm toplumsal ilişkileri yeniden değiştirmeyi amaçlayan, yüreğimizde taşıdığımız başka bir dünyanın tohumudur.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Üretim Tüketim İlişkilerinin Yeniden Düzenlenmesi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/05/uretim-tuketim-iliskilerinin-yeniden-duzenlenmesi/feed/ 0
“Bir Kent Nasıl Yıkılır, Bir Devlet Nasıl Kurulur” – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2017/02/21/bir-kent-nasil-yikilir-bir-devlet-nasil-kurulur-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2017/02/21/bir-kent-nasil-yikilir-bir-devlet-nasil-kurulur-huseyin-civan/#respond Mon, 20 Feb 2017 22:57:43 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/21/bir-kent-nasil-yikilir-bir-devlet-nasil-kurulur-huseyin-civan/ Siyasal işleyişte köklü bir farklılaşma, ekonomik sistemin mantığının değişimini zorlayacak uygulamalar, bu ikisinden etkilenen ve ikisini de etkileyen toplumsal olaylar, her zaman yeni tarihsel süreçlerin habercisi olmuştur. Ortaya çıkan farklı kültürler, farklı düşünüş tarzları, yöntemsel ve söylemsel değişiklikler, birey-toplum arasındaki ilişkinin farklı bir şekilde beliriyor oluşu, toplumsal örgütlenme araçlarının farklılaşması; yeni ve eski arasındaki ayrımı […]

The post “Bir Kent Nasıl Yıkılır, Bir Devlet Nasıl Kurulur” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
This photo released on Monday March 28, 2016, by the Syrian official news agency SANA, shows some damage at the ancient ruins of Palmyra, central Syria. A Syrian antiquities official says demining experts have so far removed 150 bombs planted by the Islamic State group inside the archaeological site in the historic town of Palmyra. Syrian troops captured the town from IS fighters on Sunday after three weeks of intense fighting.(SANA via AP)
Siyasal işleyişte köklü bir farklılaşma, ekonomik sistemin mantığının değişimini zorlayacak uygulamalar, bu ikisinden etkilenen ve ikisini de etkileyen toplumsal olaylar, her zaman yeni tarihsel süreçlerin habercisi olmuştur. Ortaya çıkan farklı kültürler, farklı düşünüş tarzları, yöntemsel ve söylemsel değişiklikler, birey-toplum arasındaki ilişkinin farklı bir şekilde beliriyor oluşu, toplumsal örgütlenme araçlarının farklılaşması; yeni ve eski arasındaki ayrımı belirginleştirir. İşte tam da bu noktaya ilişkin bir tespit koyabilmekse cesaret ister.

Tabi ki bu değişim, önceden kurgulanmış bir senaryonun sonucu değildir. Hatta belki hesaplanamayan ayrıntılarla, eski ve yeni arasındaki ayrım oluşmuştur. Bu ayrımı daha çok belirginleştirense, savaşlar ya da ekonomik krizler gibi, beklenebilir/öngörülebilir süreçlerin beklenemez/öngörülemez sonuçları doğurmasıdır.

Küresel ölçekte içerisinde bulunulan süreç henüz isimlendirilmedi. Ancak son beş yıldan bu yana siyasi, ekonomik ve toplumsal ölçekte yaşananlar düşünüldüğünde; içerisinde bulunduğumuz sürecin yeniden isimlendirilmeye ihtiyacının olduğu açıkça görülmektedir. Eski ve yeni arasındaki bu ayrımı daha belirgin kılmak, içerisinde bulunduğumuz toplumsal sorunları doğru anlamak ve bu sorunlara yönelik doğru bir çözüm geliştirebilmek adına önemli bir yerde duruyor.

Suriye’de devam etmekte olan savaş da bu yeni süreçten üzerine düşeni almakta, siyasi ve askeri tüm geçmiş kalıpları zorlamaktadır. Aralık ayı başında, IŞİD’in Palmira’yı yeniden ele geçirmesinden sonra yaşananlara bu niyetle bir göz atarsak…

Düşmanı Düşmana Vurdurmak

IŞİD, ilk kez 2015 Mayıs’ında ele geçirdiği Palmira’yı, çok da uzak olmayan bir zamanda Rusya destekli rejim güçlerine bırakmıştı. Geçtiğimiz yazın başında Palmira’nın geri alınışı tüm dünyaya verilen canlı yayında büyük bir konserle kutlanmış, Rusya’nın devlet büyükleri tarafından “insanlığın ya da Batı’nın mirasının koruyucusu biziz” mesajı gerekli çevrelere gönderilmişti.

Ancak işler hiç de Rusya’nın vaat ettiği gibi gerçekleşmedi; IŞİD Palmira’yı yeniden ele geçirdi. Her ne kadar IŞİD’e karşı ortak cephe içerisinde bulunuyor olsalar da, Rusya ve ABD arasındaki, Palmira sonrası yapılan açıklamaların niteliği ise Suriye’de devam etmekte olan savaşın yeni bir yönünü gösteriyor.

IŞİD’in Palmira’yı yeniden ele geçirmesinden sonraki ilk açıklamalar Rusya’dan geldi. Savunma Bakanlığı, Palmira’nın kontrolünün yeniden IŞİD’e geçmesinin ardından “IŞİD, ABD destekli koalisyonu yararak ve Rusya’nın yerleşim bölgelerine hava saldırısı yapmayacağını bilerek, yerleşim bölgelerinden ilerleyerek Palmira’yı aldı. Bu şunu gösteriyor, teröristlerin bir araya gelme şansları yok edilmelidir” açıklaması yaptı.

ABD’ye yönelik bu dolaylı suçlama, General Igor Konashenkov’un “ABD ve uluslararası koalisyonun Rakka yakınlarındaki aktif hareketliliğini durdurması, IŞİD’in Palmira’ya güçlü saldırılar gerçekleştirmesine yol açtı” açıklamasıyla daha dolaysız bir hale dönüştü. Daha sert bir biçimini Dışişleri Bakanı Lavrov ve İngiltere’nin eski Suriye Büyükelçisi Peter Ford’un açıklamalarında aldı: “IŞİD, Palmira’ya gelirken, ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin kontrol ettiği alanlardan gelmiş. Sanki her şey planlanmış gibi”, “ Asıl ilginç olan ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri, 4000 IŞİD’liyi, beraberindeki ekipmanları ve araçları Palmira’ya kadar fark edememiş!”

ABD dışişleri ve ordusundaki yetkili kademeler her ne kadar, “Rusya destekli rejim güçleri, kendi kontrollerindeki alanları koruyamıyor” şeklindeki benzeri açıklamalarla suçlamaları karşılamaya çalışmış olsalar da, var olan durum Suriye’deki savaş devam ediyorken, ilginç bir soruya olanak veriyor; küresel güçler IŞİD aracılığıyla birbirlerini mi vuruyor? Daha önce, “vekaleten savaş”, “asimetrik savaş” gibi terimlerin ilk kez kullanılmadığı Ortadoğu coğrafyası için bu tarz yeni bir savaş stratejisi mi söz konusu? Ezeli düşmanı, yeni düşmanla vurmak…

Palmira’nın IŞİD tarafından ikinci kez ele geçirilmesinin -siyasi, askeri ve ekonomik önemiyle beraber- IŞİD karşıtı cephenin iç çekişmeleri dışında başka şeyler de ifade ettiği mutlak. Rusya destekli Suriye ordusu yoğunluğunu Halep’e vermişken başka bölgeleri koruma kapasitesinin sanılandan çok daha az olduğu, IŞİD’in buna benzer manevralarla birçok cephede hala savaşacak düzeyde olduğu bunlardan yalnızca birkaçı.

Sansasyon Silahı ve Korku Bombası

Afganistan’da Bamyan Vadisi, Kabil’in kuzeybatısında bulunur. Bamyan’ı bilinir kılansa, vadideki dağa oyularak altıncı yüzyılda yapılmış iki adet devasa Buda heykelidir. 2001 yılının Mart ayında, Taliban rejimi heykelleri havaya uçurana kadar…
Şimdi Afganistan’daki Buda heykelleri denildiğinde, hepimizin aklına o canlı yayında dinamitle patlatılan heykel görüntüleri geliyor.

Benzer görüntüler, 2001’deki örnekten daha hızlı ve yaygın bir şekilde, 2014’ten bu yana IŞİD’in kontrol ettiği bölgelerden gelmeye devam ediyor; Dur Sharrukin, Ninova, Nimrud, Hatra, Dura Europos, Mari ve son olarak yine Palmira.

UNESCO, IŞİD’in tarihi alanların imhasına yönelik saldırılarını, etnik temizliğe referans vererek, “kültürel temizlik” olarak adlandırıyor. Suriye’nin ve Roma İmparatorluğu’nun tarihinin “barbarca yıkıldığını” her yıkım sonrasında tekrarlıyor.

Aslında IŞİD’in bu yıkım işleri için ayırdığı özel bir birimi mevcut. Kata’ib Taswiyya (Tasviye Kıta’sı) isimli birim, yıkılacak yerleri seçiyor ve yıkım işlemlerini gerçekleştiriyor. Yapılanlar, Selefiliğin tevhid inancıyla özdeşleştiriyor ve şirk olanın yok edildiği söyleniyor. Yani, her ne kadar yapılanlar vandalizmle özdeşleştirilse de, yıkımların ideolojik bir altyapısı var. IŞİD, Palmira gibi antik kentlerde yaptığı yıkımların, İslami geleneğe uygun olduğunu söylüyor.

Öte yandan imha görüntülerine rağmen, IŞİD söz konusu tarihi mekânlarda bulunan eserlerin satılmasından önemli bir finansal gelir elde ediyor. Tarihi eserlerin ticaret ağının son duraklarıysa, Kuzey Amerika ve Avrupa oluyor! Yani IŞİD’in “sanat ve tarih düşkünü” Avrupalı ve Amerikalı finansörleri, “barbarca talan edilen sanat eserlerinden” nemalanmanın peşine düşüyor.

Bu yıkımların ideolojik ve ekonomik motivasyonlarının dışındaki nedenler, uluslararası siyasette yeni bir yöntemin anlaşılması açısından, derinlemesine irdelenmeyi hak ediyor. Bu tarz tarihi yerleşim alanları imha edilerek, küresel kamuoyunun ilgisi hızlı ve kolay bir şekilde yakalanılabiliyor. IŞİD bu tarz eylemlerle, savaşta kaybettiği izlenimini kolaylıkla silebiliyor; her yıkım gösterisi, güçlü bir başlangıç oluyor. Daha önce belirtilen, 2001 Mart’ında Afganistan’da gerçekleşen sansasyonel imhanın altı ay sonrasında yaşananlar, bu yeni yöntemin tarihsel arka planını anlamak açısından önem taşıyor.

İslam Devleti

Bir süredir uluslararası literatürde IŞİD, artık bu isimle değil “İslam Devleti” olarak adlandırılıyor. Bu, basit bir isim tercihi değil. Belki söylemsel olarak değil ama algısal olarak bir tanınmanın göstergesi. Kendinden önceki tüm kültür ve uygarlıkların izlerini silerek, kendi kimliğini inşa edebileceği iyi bir zemin hazırlıyor IŞİD. Bu şekilde tarihe kendinden bir işaret bırakıyor. Ve aslında IŞİD, Sırbistan devletinin 1991’de Hirvatistan’da yıktığı Dubrovnik gibi Palmira’yı, I. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Belçika’da imha ettiği Ortaçağ’dan kalan kütüphane gibi antik kütüphaneleri yakıp yıkıyor. Yani, bir devlet refleksi gösteriyor.

Kendi dışındakini düşman gör ve onun varlığına ait olan her şeyi yok et. İslam Devleti, “devletler nasıl kurulur”un en açık göstergesidir. İşte bu yüzden IŞİD’in yıkımları ve saldırıları da salt “barbarlıktan” değil, devlet olma çabasından kaynaklanmaktadır.

Çünkü devletler aynen bu şekilde kurulur; katliamla, yıkımla ve savaşla. Siz tarih boyunca böyle kurulmamış bir devlet biliyor musunuz?

Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Bir Kent Nasıl Yıkılır, Bir Devlet Nasıl Kurulur” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/21/bir-kent-nasil-yikilir-bir-devlet-nasil-kurulur-huseyin-civan/feed/ 0
“Sudan Çıkmış Balığa Dönmek” – Gizem Şahin https://meydan1.org/2017/01/03/sudan-cikmis-baliga-donmek-gizem-sahin/ https://meydan1.org/2017/01/03/sudan-cikmis-baliga-donmek-gizem-sahin/#respond Tue, 03 Jan 2017 12:16:51 +0000 https://test.meydan.org/2017/01/03/sudan-cikmis-baliga-donmek-gizem-sahin/ Tarihteki iktidarlar insanların yaşam alanlarını kontrol ederek onları yönetebilmeyi amaçlamışlardır. Aynı şekilde günümüzdeki iktidarlar da mekanlara yapılan değişimlerle birlikte bireyleri ve toplumları kapitalizme entegre etmeye ve yönetilmeye açık hale getirmeye çalışmaktadır. Mekansal Dönüşümle İradenin Gaspı Mekan, sadece bireyin yaşamını sürdürdüğü bir yer olmaktan öte, bireyin yaşadığı alanı dönüştürerek iradesini ortaya koyabileceği alanı da tarifler. Mekanların, […]

The post “Sudan Çıkmış Balığa Dönmek” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

kentseldonusum

Kentsel Dönüşümle Sıkıştırılıyoruz!

Kentsel dönüşüm ya da ulaşım projeleriyle birlikte yaşam alanlarına ani gerçekleşen saldırılarda; yaşadığı yerle özdeşleşen, orayla bağ kuran, kolektif bir hafızayı oluşturan toplum hedef alınmaktadır.

Tarihteki iktidarlar insanların yaşam alanlarını kontrol ederek onları yönetebilmeyi amaçlamışlardır. Aynı şekilde günümüzdeki iktidarlar da mekanlara yapılan değişimlerle birlikte bireyleri ve toplumları kapitalizme entegre etmeye ve yönetilmeye açık hale getirmeye çalışmaktadır.

Mekansal Dönüşümle İradenin Gaspı

Mekan, sadece bireyin yaşamını sürdürdüğü bir yer olmaktan öte, bireyin yaşadığı alanı dönüştürerek iradesini ortaya koyabileceği alanı da tarifler.

Mekanların, yaşam alanlarının iktidar tarafından kontrolü ve bireyin iradesi dışında dönüştürülmesi, bireyi iradesinden koparmak ve özgürlüğünden yoksun bırakmaktır. Çünkü bireyin içinde bulunduğu, kendince anlam verdiği, diğer bireylerle ve toplumla ilişkisini sürdürdüğü ve yaşamını pratiklediği alana iradesi dışında yapılan hızlı değişim ve bu değişimle birlikte o alana dair birey için değişen gerçeklik, bireyin psikolojisini ve gerçeklik algısını tahrip etmektedir.

Kentsel Dönüşüm Kolektif Hafızayı Yıkmayı Amaçlar

İktidarın mekan politikalarının bireye yönelik etkisinin yanında, toplumu dönüştürmeye yönelik amaçları da bulunmaktadır.

Yakın zamanda İstanbul’un farklı ilçelerindeki alanlar için alınan kentsel dönüşüm kararları, her dönem mevcut olan bir kentsel politika gibi görünse de, OHAL sürecindeki KHK’larla oldu bittiye getirilmesi nedeniyle kentsel dönüşümün taşıdığı anlamı genişletmektedir. Ezilenlere yönelik saldırıların yoğunlaştığı bu dönemde ezilenlerin yaşadığı alanlar için yapılacak kentsel dönüşümler, sadece bir kentin yeniden dönüştürülerek soylulaştırılması anlamına gelmez. Bu dönüşümlerle, ezilenlerin birlikte eylediği, paylaşma ve dayanışma kültürüyle kolektif bir hafızayı oluşturduğu ve iktidarlara karşı mücadele ettiği kolektif alanlar hedef alınmaktadır. Bu alanların yok edilmesi ya da dönüştürülmesiyle en nihayetinde oluşturulan birliktelik ve kolektif hafızanın yok edilerek, iktidara karşı durma olanaklarının ortadan kaldırması ve yeni-başkaldır(a)mayan bir toplum yapısı amaçlanmaktır.

Olağanüstü Kentsel Dönüşüm Politikaları

Coğrafyamızdaki iktidar yönetime geldiği dönemden bu yana kentsel politikaları sürekli kullansa da, içinde bulunduğumuz OHAL döneminde yönetmelik değişiklikleri ve KHK’larla daha hızlı ve hoyratça bir politika yürütmektedir.

OHAL’in ilanının ikinci ayında “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun Uygulama Yönetmeliği”nde yapılan değişiklikle, yaşam alanlarının daha kolay bir şekilde “riskli alan” ilan edilerek dönüştürülmesi için var olan bazı yasal sınırlandırmalar ortadan kaldırılmıştır. Böylece devlet, ekonomik veya sosyal nedenlerle yaşam alanlarına daha kolay saldırabilecektir.

OHAL’deki politikalar, yaşam alanlarının hepsine saldırmaktadır. Bu dönemde yürürlüğe giren ve kamuoyunda “madde 80” olarak bilinen kanun ile hükümet, rant projelerini hızlandırarak doğal yaşam alanlarına ve SİT alanlarına yapılacak projelerini yasal denetim mekanizmalarının dışında tutmayı hedeflemiştir. Ayrıca süreçlerinin hızlandırılması ile de yaşam alanlarında hızlı dönüşümler yapma niyetindedir.

OHAL’in getirdikleriyle, yaşam alanlarının savunulmasına yönelik mücadelelere karşı saldırılar da gerçekleştirilmiştir. Örneğin Cerattepe davasının görüldüğü dönemde, OHAL bahanesiyle, birçok şehirde Cerattepe eylemleri yasaklanmıştı.

İktidarı boyunca ulaşım konusunda gerçekleştirdiği projelerini oya dönüştürmek için söylemler üreten hükümet; içinde bulunduğumuz son dönemde üçüncü köprü, üçüncü havaalanı, Osmangazi Köprüsü, Avrasya Tüneli gibi projeleri hızlı bir şekilde tamamlayıp onlara geniş anlamlar yüklemiş, “patlayan bombaların bile durduramayacağı” gelişmişlik göstergesi rolü biçmişti. Bu ulaşım politikaları da kentlerin birbirine ve merkeze bağlanması, bu yöntemle de yönetilebilmesi bağlamında, iktidarların kente ve çevresindeki yaşam alanlarına yönelik politikaları arasında yer almaktadır.

Kentsel Dönüşümle Dönüştürülüyoruz

Kentsel dönüşüm ya da ulaşım projeleriyle birlikte yaşam alanlarına ani gerçekleşen saldırılarda; yaşadığı yerle özdeşleşen, orayla bağ kuran, kolektif bir hafızayı oluşturan toplum hedef alınmaktadır.

Bu politikalarla insanların yaşam alanları talan edilmekte, dönüşüme uğramakta, bu alanların anlamı ve kullanımı değiştirilmektedir. İnsanlar anlamları ve kullanımları değiştirilen yaşam alanlarında nefes alabilmek ve var olabilmek için çaresizce çırpınmaktadır: Tıpkı yaşam alanından koparılan sudan çıkmış bir balık gibi!

 

Gizem Şahin

[email protected]

Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Sudan Çıkmış Balığa Dönmek” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/01/03/sudan-cikmis-baliga-donmek-gizem-sahin/feed/ 0
1886’nın Geleneği 47 Senedir Boston’da Sürüyor; LUCY PARSONS KOLEKTİFİ https://meydan1.org/2017/01/01/1886nin-gelenegi-47-senedir-bostonda-suruyor-lucy-parsons-kolektifi/ https://meydan1.org/2017/01/01/1886nin-gelenegi-47-senedir-bostonda-suruyor-lucy-parsons-kolektifi/#respond Sun, 01 Jan 2017 15:10:03 +0000 https://test.meydan.org/2017/01/01/1886nin-gelenegi-47-senedir-bostonda-suruyor-lucy-parsons-kolektifi/   1969 yılında The Red Book Store (Kırmızı Kitabevi) adıyla kurulan kolektif, faaliyetlerine ilk başladığı yıllarda ABD’nin Cambridge kentinde bir bodrum katında, tek odalı bir kitapçıydı. 60’lı yıllarda, bağımsız kreşler, mahalle sağlık ocakları, aşevi kooperatifleri, “yeraltı” gazeteleri ve kitapçılar gibi “alternatif kurumlar” oluşturan toplumsal hareketin bir projesi olarak kurulan kolektif, tamamen gönüllü, kar amacı gütmeyen, […]

The post 1886’nın Geleneği 47 Senedir Boston’da Sürüyor; LUCY PARSONS KOLEKTİFİ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 

800px-lucy_parsons_center

1969 yılında The Red Book Store (Kırmızı Kitabevi) adıyla kurulan kolektif, faaliyetlerine ilk başladığı yıllarda ABD’nin Cambridge kentinde bir bodrum katında, tek odalı bir kitapçıydı. 60’lı yıllarda, bağımsız kreşler, mahalle sağlık ocakları, aşevi kooperatifleri, “yeraltı” gazeteleri ve kitapçılar gibi “alternatif kurumlar” oluşturan toplumsal hareketin bir projesi olarak kurulan kolektif, tamamen gönüllü, kar amacı gütmeyen, kolektif olarak işletilen, radikal, bağımsız bir kitabeviydi.

Radikal işçi örgütlenme gelenekleri, toplantılar, film gösterimleri ve paneller düzenlediği ya da sadece vakit geçirdiği birçok kitabevi ve sosyal merkez kurmuştur. İşçilerin de vakit geçirdiği bu merkezler, 19. yüzyıl Amerikasında işçi mücadelesinin kalbinin attığı yerlerdi. Örneğin 1886’da Chicago’da 8-saat iş günü mücadelesi için kurulan Charles H. Kerr yayınevi, günümüzde hala faaliyetine devam etmektedir. Lucy Parsons Kolektifi, IWW sendikasının Bound Together, Philadelphia’daki Tahta Pabuç, Detroit’teki Fifth Estate vb.leriyle birlikte bu geleneğin sürdürücüsü olmaya devam ediyor.

Lucy Parsons Kolektifi sadece kitap satan bir yer değil; tartışmaların yürütüldüğü, okuma saatleri ve film günlerinin organize edildiği bir sosyal merkez gibi işliyor. Kolektife dair her konuda karar alma süreci kolektif olarak yapılıyor. İşlerin yürütülmesine katılan, kolektifin misyonunu kabul eden ve karar alma sürecine katılarak kolektifin parçası olmak isteyen herkes kolektif gönüllüsü olabiliyor. Sadece kolektif gönüllülerinin katılabildiği karar alma sürecinde kararlar konsensusla alınıyor. Ayda iki kez yapılan ve gündemin belirlendiği İdari Komite toplantısına ise isteyen herkes katılabiliyor. Her toplantıda farklı bir gönüllü kolaylaştırıcı rolünü üstleniyor.

Yerel örgütlenmelerin de kendi toplantılarını almasına imkan sağlayan kolektifte, her çarşamba dünyanın dört bir yanından direnişlerle ilgili filmlerin, belgesellerin gösterimi yapılıyor. Organize edilen bütün etkinlikler gönüllülerin ve destekçilerin kolektif çabasının bir ürünü olarak hayata geçiyor.

Yıllar içinde sürekli tartışılarak ve sözlü bir gelenek üretilerek kolektifin işleyişine dair genel bir çerçeve belirlenmiştir. Kolektif, hiçbir bireyin ya da grubun iradesini dayatmasına izin vermez. Bütün işler kolektif bir karar alma süreciyle belirlenir. Kolektife yeni biri dahil olmak istediğinde ise 4 haftalık bir tanıma süreci işletiliyor.

Lucy Parsons Kolektifi’nin ekonomik işleyişi tamamen kitap, dergi ve diğer materyallerin satışına bağlıdır. Bunun yanında bağışlar ve çeşitli etkinliklerle gösterilen dayanışmalar kolektifin varoluşunu sağlayan ekonomik etmenlerdendir.

Bir çok kez yer değiştirdikten sonra sosyal merkez işlevi de kazanarak Boston’daki yerine gelen Lucy Parsons Kolektifi, hafta içi 12.00, 18.00; hafta sonu ise 15.00, 18.00 saatleri arasında açık. Geride bırakılan onca yıl boyunca kolektifin dostları ve gönüllüleri çoğalmış, her daim özgürlükçü düşüncelere sahip insanların uğrak noktalarından biri olmuştur.

Lucy Parsons Kolektifi, toplumsal yeniden örgütlenmenin tartışıldığı ve deneyimlendiği bir mekan, düşünceleri yaygınlaştırmak ve alternatifleri keşfetmek için kültürel bir merkez olarak, gittikçe daha fazla endüstriyelleşip şirketlerin dayatmalarına boyun eğen kültürel alanda kendi deyimleriyle bir “diken” olmayı sürdürüyor. Var olduğu sürece de daha özgür ve yeni bir dünyaya açılan bir pencere olmaya devam edecek.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.

The post 1886’nın Geleneği 47 Senedir Boston’da Sürüyor; LUCY PARSONS KOLEKTİFİ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/01/01/1886nin-gelenegi-47-senedir-bostonda-suruyor-lucy-parsons-kolektifi/feed/ 0
Banka Değil Entrebanc https://meydan1.org/2016/02/11/banka-degil-entrebanc/ https://meydan1.org/2016/02/11/banka-degil-entrebanc/#respond Wed, 10 Feb 2016 22:12:40 +0000 https://test.meydan.org/2016/02/11/banka-degil-entrebanc/ Entrebanc İşgal Evi nasıl başladı? Mekanı nasıl belirlediniz? Entrebanc için kullanılacak yer işgal edilmeden önce, kültür merkezi projesi her yönüyle düşünüldü. Mekan, bir banka ofisiydi ve Germanetes’in hemen yanında olduğu için seçildi. 5000 metre karelik alanı olan Germanetes’in 500 metre karesi, halka kiraya veriliyordu. Şehir Meclisi, sonunda halka giriş izni verdi ve biz de hemen […]

The post Banka Değil Entrebanc appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

lentrebanc

Entrebanc İşgal Evi nasıl başladı? Mekanı nasıl belirlediniz?

Entrebanc için kullanılacak yer işgal edilmeden önce, kültür merkezi projesi her yönüyle düşünüldü. Mekan, bir banka ofisiydi ve Germanetes’in hemen yanında olduğu için seçildi. 5000 metre karelik alanı olan Germanetes’in 500 metre karesi, halka kiraya veriliyordu. Şehir Meclisi, sonunda halka giriş izni verdi ve biz de hemen ardından burayı açtık.

Bu yerin sahibi olan banka batmış ve sonra devlet tarafından kurtarılmıştı. Burayı yıllardır çürümeye terk etmişlerdi. Ekonomik krizden önce, İspanya’da kırkın üzerinde banka vardı. O zamandan beri birçok birleşme oldu ve sayıları onun altına indi. Bankaların, mülklerine bakamayacak kadar meşgul oldukları belli olduktan sonra, banka ofisi işgalleri mantar gibi çoğaldı. Şu anda, yalnızca Barselona’da, işgal edilmiş onun üzerinde banka ofisi var.

Gerçekleştirdiğiniz işgalin ardından, mahallede yaşayan insanların tepkileri nasıldı?

İşgal eylemi, mahallelinin ortaklığı ile gerçekleşti. Bu, bizim mahallemiz Eixample Esquerre için büyük bir başarı. Bu mahalle dev binalardan, dev caddelerden oluşuyor ve insanların bir araya gelebilecekleri hiçbir yer yok. Bu yüzden, işgal ettiğimiz mekanı, ikinci el eşyalarla yeniden döşeyerek daha sıcak hale getirdik. Entrebanc, insanların toplanması için sessiz bir mekan. Burada, insanlara hizmet verilebilecek bir tezgah koymamaya karar verdik, çünkü bu bir tüketim ilişkisi yaratır.

Mekanı işgal ettikten sonra, ne tür sorunlarla karşılaştınız ve şu andaki sorunlarınız neler? Entrebanc’a yönelik devlet ya da polis baskısı var mı?

Polis son zamanlarda, insanları “anarşist terörizm” suçlamasıyla tutuklamaya odaklandı. İspanya’da son bir yılda, 60’tan fazla insan takip edildi, cezalandırıldı, tutuklandı ve bazıları hala tutsak. Ayrıca yakın zamanda onaylanan “konuşma yasağı” polise yeni bir baskı repertuvarı sağlıyor. Yani, çok fazla baskı var.

Entrebanc başka tür sorunlarla karşılaşmıştı. Örneğin çoğumuz kilit açmayı ya da kaçak elektrik döşemeyi bilmiyorduk. Çok fazla “kendin yap” tarzı yaratıcılık ortaya çıktı ama yan binanın kapıcısı hala şebekeden elektrik almamızı engellemeyi başarıyor. 12 voltluk bir sistemimiz var ve ayrıca 220 voltla çalışan makineler için jeneratörümüz var.

Mekana girdikten sonra gerçekleşen kolektif süreçten biraz bahseder misiniz? Entrebanc’ta ne tür etkinlikler düzenliyorsunuz?

Entrebanc iki yıl kadar önce işgal edildi ve şimdilerde bir yıl dönümü etkinliği hazırlıyoruz. Etkinlik programı, neler yaptığımız hakkında bir fikir veriyor. İlk olarak cins temalı akustik konserler olacak. Sonra iki tane kitap sunumu yapılacak: Birinci sunum Franco diktatörlüğüne karşı verilen silahlı mücadelede kadınların rolünü anlatırken; ikincisi Katalan halkının tarihini, özgürlükçü perspektiften anlatıyor. Etkinliğin sonraki gününde biraz şiir dinlemek ve dergi değiş tokuşu yapmak için, Germanetes’e gideceğiz. Ayrıca kütüphane kolektifi Conxa i Perez’in hazırladığı, İspanya Devrimi’nde savaşan bir kadının yaşamı hakkında soruların olduğu, bir kutu oyunu oynayacağız.

Bugüne dek çok çeşitli etkinliklerimiz oldu: Gitar dersleri, İngilizce dersleri, yoga, jimnastik, dövme, vb. Şifalı bitkiler, devlet kurumlarında çocuk istismarı, teknoloji-karşıtı düşünce, eleştirel ekonomi konuları ve başka birçok konuda çalışma grupları var. Entrebanc’ta toplanan ve özyönetimle işleyen çalışma gruplarının bir koordinasyon ağı var. Ayrıca, bulunduğumuz mahalleden 15M ve çeşitli kadın meclisleri gibi, düzenli olarak buraya gelen kolektifler var. Ayda bir, yakınımızda kurulan kooperatif pazar gibi, yerel etkinliklere de katılıyoruz. Mekanın inisiyatifini alanların meclisi, haftada bir toplanıyor. Kültür merkezinde aktif olan kolektiflerin koordine olması için kurulan bir meclis de dönem dönem toplanıyor.

Katalonya’nın genel durumu düşünüldüğünde, işgalcilerin, Barselona’daki ekonomik krize nasıl karşı koyduğuna ilişkin pratikten bir örnek verebilir misiniz?

İşgal, Katalonya’da 80’lerden beri var ama son birkaç yılda işgal edilen mülklerin sayısı arttı. Barselona’daki işgal hareketi, 90’lardan beri çok aktif. Yine de, bu şehrin dinamikleri, birçok konuda kritik bir duruş gerektiriyor. Alkol sorunu, bunlardan biri. Kitlesel tüketimin olumsuz dinamiğine karşı koymak için, şirketlerin endüstriyel ürünlerini satarak fon yaratmıyoruz. Ekolojik bira üreten, özyönetimli bir kolektifle ilişkiye geçtik. Bu projeye katılan birçok kültür merkezi var. “Rosa de Foc” biraları sayesinde kültür merkezleri, ucuz, ev yapımı bira dağıtıp kolektif, çeşitli projelerine kaynak sağlayabiliyorlar. Bu, Barselona’daki krize karşı toplumsal hareketlerin kolektif kaynakları nasıl yarattığına dair pratik bir örnek. Bugünlerde barınma sorununu çözmek ve kültür merkezleri yaratmak için işgaller yaygın, ama krizin genişlemesiyle, elbette özyönetimin iş yerlerine doğru genişlemesini gerektiriyor.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 31. sayısında yayımlanmıştır.

The post Banka Değil Entrebanc appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/02/11/banka-degil-entrebanc/feed/ 0
Bir İmar Planı Olarak Savaş – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2016/02/10/bir-imar-plani-olarak-savas-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2016/02/10/bir-imar-plani-olarak-savas-ozgur-erdogan/#respond Wed, 10 Feb 2016 07:01:24 +0000 https://test.meydan.org/2016/02/10/bir-imar-plani-olarak-savas-ozgur-erdogan/ Devletlerin başını çektiği bütün savaşlar, ya bir imar planın başlangıç hamlesidir ya da dolaylı olarak bir “imar planının” parçası olarak vuku bulur. Bakınız, tarihteki bütün büyük savaşlar, bir dönüm noktasının kıyısında gerçekleşir: “Bir devrin sonu, yeni devrin başlangıcı…” nidalarıyla anılır. Savaş yıkımla başlar, önce eskinin izleri süpürülür. Sonra yenisi için uygun koşulların hazırlanması için temel […]

The post Bir İmar Planı Olarak Savaş – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

savaş

Devletlerin başını çektiği bütün savaşlar, ya bir imar planın başlangıç hamlesidir ya da dolaylı olarak bir “imar planının” parçası olarak vuku bulur. Bakınız, tarihteki bütün büyük savaşlar, bir dönüm noktasının kıyısında gerçekleşir: “Bir devrin sonu, yeni devrin başlangıcı…” nidalarıyla anılır. Savaş yıkımla başlar, önce eskinin izleri süpürülür. Sonra yenisi için uygun koşulların hazırlanması için temel “temizlenir”. Galip olanın hırsları ve planları doğrultusunda yeniden üretilir her şey.

TC’nin kuruluşu da böyle olmuştur örneğin. Üretilen türklük anlayışı üzerinden bina edilir her şey. Rumlar mübadele ile, Ermeniler soykırımla, Kürt Alevileri bombalarla “temizlenirler”. Yeni ideoloji, atılmış bu temellerin üzerinde şekillenir.

Bu senaryonun hemen hemen aynısı, günümüzde yaşadığımız topraklarda tekrar vuku bulmakta. Devletin yeni sahiplerinin kurmak istediği yeni ideolojinin önüne taş koyan ne varsa, yok edilmektedir!

Pekala bu savaş, sadece top ve tanklarla mı yürütülüyor? Sadece Kürdistan’ı mı hedef alıyor? Yalnızca insanları mı öldürüyor? Tabi ki hayır. Bu savaşın farklı bir cephesinde, tankların yerini iş makineleri alıyor; sadece Kürdistan değil, tüm coğrafya hedefleniyor. Salt insanlar değil; ormanlar, hayvanlar kısacası bütün bir ekosistem öldürülüyor.

“Temiz enerji” olduğu iddia edilen RES’ler için, Urla’da 1300 ağaç kesiliyor. Nükleer anlaşmaların biri gidiyor, öteki geliyor. Aynı şehre 4 termik santral birden yapılıyor. Yaşadığımız toprakların neredeyse her karışında bir taş ocağı peydah oluyor. Karadeniz ve Kürdistan’da fellik fellik “kaya gazı” aranıyor. Madenler, coğrafyanın bir ucundan girip öte ucundan çıkıyor. HES’lerden bahsetmemize gerek bile yok; akan her damla su, rant uğruna tutsak alınıyor.

Kentler, kapitalizmin istekleri doğrultusunda dönüştürülüyor. Parklar, bahçeler, mahalleler temizleniyor. Şehirlerde yaşam adına kalan son parçalar da, daha fazla kar uğruna “soylulaştırılarak” yok ediliyor. Soylulaştırılan şehirlerin soyluluğuna leke süren sokak hayvanları, toplama kamplarına gönderiliyor.

Şurası açık ki, savaş tek bir yerde cereyan etmiyor; tek bir savaş, farklı cepheler üzerinden yürütülüyor!

Devlet hiçbir savaşı tek bir cephe üzerinde yürütmez. Bir yerde bir etnik temizlik varsa; bilin ki, başka bir yerlerde “iktisadi” amaçlarla doğa talan ediliyordur. Bir yerlerde doğa talan ediliyorsa; bilin ki, orada birileri başka birileri üzerinden daha da zenginlişiyordur!

Fakat devlet sinsidir. Yaşama karşı yürüttüğü bu bütünlüklü savaşı, birbirleriyle bağlantısı yokmuş gibi göstermek konusunda hünerlidir. Birinin köyüne bomba atarken ötekininkine santral kondurur. Fakat birini kalkınma, ötekini de milliyetçilikle kör ettiği için; aynı şiddete maruz kalanlar, diğerlerinin yaşadıklarına karşı dilsizleşir.

Evet bir savaş var! Devlet ile “biz” arasında bir savaş: Bu savaş mahallelerle, güvenlikli siteleri yapanlar arasında, bu savaş ormanlarla toprakları delik deşik edenler arasında sürüyor. Bu savaş katillerle onlara direnenler arasında sürüyor! Bu savaş yaşam ile ölüm arasında sürüyor!

Özgür Erdoğan
[email protected]

Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 31. sayısında yayımlanmıştır.

The post Bir İmar Planı Olarak Savaş – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/02/10/bir-imar-plani-olarak-savas-ozgur-erdogan/feed/ 0
Talan Durmuyor, “Yeşil Yol” Devam Ediyor https://meydan1.org/2015/09/16/talan-durmuyor-yesil-yol-devam-ediyor/ https://meydan1.org/2015/09/16/talan-durmuyor-yesil-yol-devam-ediyor/#respond Wed, 16 Sep 2015 19:21:45 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/16/talan-durmuyor-yesil-yol-devam-ediyor/ 11 Temmuz’da “Bölgedeki yaylaları 2500 rakımda birbirine bağlamayı hedefleyen, konaklama ve turizmi geliştirme” adı altında gerçekleşecek hayata geçirilmesi planlanan talan projesi “Yeşil Yol”, Samistal Yaylası’nda yapımına başlanmıştı. İnşaat çalışmalarının başladığını duyan  yerel halk, talanın gerçekleştiği bölgeye giderek direnişe başladı. Geçtiğimiz temmuz ayının başlarında, bölgedeki yaylaları turizme açmak maksadıyla, yaylaları birbirine bağlamayı amaçlayan “yeşil yol” projesi […]

The post Talan Durmuyor, “Yeşil Yol” Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
yeşilyol

11 Temmuz’da “Bölgedeki yaylaları 2500 rakımda birbirine bağlamayı hedefleyen, konaklama ve turizmi geliştirme” adı altında gerçekleşecek hayata geçirilmesi planlanan talan projesi “Yeşil Yol”, Samistal Yaylası’nda yapımına başlanmıştı. İnşaat çalışmalarının başladığını duyan  yerel halk, talanın gerçekleştiği bölgeye giderek direnişe başladı.

Geçtiğimiz temmuz ayının başlarında, bölgedeki yaylaları turizme açmak maksadıyla, yaylaları birbirine bağlamayı amaçlayan “yeşil yol” projesi için, Samistal Yaylasında çalışmaya başlayan iş makineleri, yerel halk ve yaşam savunucularının direnişi sonrasında durdurulmuştu.

Öte yandan, 20 Ağustos’ta şirket ağır silahlarla donanmış jandarmanın eşliğinde, tekrar çalışmaya başladı. Bölgeye giderek, makineleri tekrar durdurmak isteyen köylülere ve yaşam savunucularına jandarma saldırdı. Gerçekleşen saldırıda birçok kişi yaralandı. Saldırılara ve talana karşı ise “Fırtına İnisiyatifi”nin çağrısıyla akşam Galatasaray Meydanı’nda basın açıklaması gerçekleştirildi. Talan projesi devam ederken, bölgede halkın direnişi sürüyor.

Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

The post Talan Durmuyor, “Yeşil Yol” Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/16/talan-durmuyor-yesil-yol-devam-ediyor/feed/ 0
” Devletin Afeti HESseli ” – Furkan Çelik https://meydan1.org/2015/09/07/devletin-afeti-hesseli-furkan-celik/ https://meydan1.org/2015/09/07/devletin-afeti-hesseli-furkan-celik/#respond Mon, 07 Sep 2015 11:50:58 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/07/devletin-afeti-hesseli-furkan-celik/ Felaket ve doğal afet gibi vakalarla katliam arasında ince bir çizgi vardır. Bir vakanın, çizginin hangi yanında olduğunu belirleyen şey ise çoğu zaman, vakada bir “niyet” olup olmadığı ya da yaşanan vakanın “bir el” tarafından hazırlanıp hazırlanmadığıdır. Fakat adı katliam ile neredeyse özdeşleşmiş olan devlet, yaptığı katliamları felaket, doğal afet ya da fıtrat olarak göstermek […]

The post ” Devletin Afeti HESseli ” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Devletin Afeti HESSeli- Furkan Çelik

Felaket ve doğal afet gibi vakalarla katliam arasında ince bir çizgi vardır. Bir vakanın, çizginin hangi yanında olduğunu belirleyen şey ise çoğu zaman, vakada bir “niyet” olup olmadığı ya da yaşanan vakanın “bir el” tarafından hazırlanıp hazırlanmadığıdır. Fakat adı katliam ile neredeyse özdeşleşmiş olan devlet, yaptığı katliamları felaket, doğal afet ya da fıtrat olarak göstermek hususunda oldukça yüzsüzdür. Devlet, altına imzasını attığı tüm katliamlarda, tıpkı Soma’da, Ermenek’te ve 17 Ağustos depreminde olduğu gibi, “niyeti”ni ve katliamı yapan “bir el”ini doğa gibi görünmeyen güçlerin arkasına saklar.

Soma’da 301 kişi yaşamını yitirirken, 17 Ağustos depreminde ölenlerin sayısı muammadır, binlerle ifade edilir. Bugün Artvin’de 8 kişi yaşamını yitirmiş, 3 kişi kaybolmuştur ve 17 kişi yaralıdır. Devlet erkanına ve medyaya göre, bu katliamlar “Soma’da Felaket”tir, “17 Ağustos Doğal Afet”idir ve “Artvin’de Sel baskını” vardır.

Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu “Suyu kontrol etmek lazım. Doğu Karadeniz’de ve Orta Karadeniz’deki yağışlarda yıllık yüzde 20 artış bekleniyor. Artış bir yana, 3-4 ay 48 saat durmadan yağacak yağmurlar söz konusudur. Bu da sel felaketi demektir. Biz HES’leri suyun enerjisini kırmak, taşkınları önlemek için yapıyoruz.” diyerek kendince HES’lerin önemini vurgulamıştır. Fakat HES projelerinin zorunlu bir parçası olan “dere ıslah çalışmaları”, yaşanan katliamın başlıca sorumlusudur. Çünkü bir derenin ıslahı demek, derenin yatağının değiştirilip daha da daraltılması demektir. Bu da yoğun yağışların olduğu dönemlerde artık yapılaşmaya açılmış eski dere yatağının sel suları altında kalması demektir! Görüldüğü gibi, Artvin’de bulunan 4 tane HES, selin önüne geçememiştir ve yine aynı bölgede yapımına başlanan ve yapımı planlanan 100 tane HES projesi de önüne geçemeyecektir! Kaldı ki, neredeyse Karadeniz’deki tüm derelerde HES’ler mevcut iken “suyu dizginlemek” gibi bir durum söz konusu değildir. Ayrıca, HES’lerden kurtulan sular Karadeniz Sahil Yolunu aşıp denize ulaşamadığından pek çok sel, taşkın ve heyelan yaşanıyor. HES’lerin küçük barajlar olduğunu unutmamak gerek. Bu kadar çok yağış alan bölgede, su kanallarının dolup da barajların taşmasında şaşılacak bir şey yoktur!

Üstelik tüm bunlara rağmen devlet, halkı “izinsiz yapılaşma” ile suçlamaktadır. Fakat bugün ıslah edilen dere yataklarının yapılaşmasını bizzat kendisi üstlenmiştir. Bugün Rize’de ıslah edilen dere yataklarında, birçok HES, Sanayi sitesi, okul ve hastane bulunmaktadır. Bu son yağışlarda da söz konusu yapıların selden etkilendiği görülmüştür.

Karadeniz tarih boyunca, hep çok yağış alan bir coğrafya olarak anılagelmiştir. Fakat her nedense böylesine büyük çaplı “doğal afet”ler, burada yaşama geçirilmeye başlanan talan projelerinden sonra belirginleşmiştir. Karadeniz’in en büyük talan projelerinden biri de 2009’da başlanan ve halen devam eden, Sinop’tan Sarp’a uzanan Karadeniz Sahil Yolu Projesidir. Yetkililerin söylediği gibi adeta herkese huzur getirmiştir(!) Bu öyle bir huzurdur ki, 2009’da Giresun’daki yoğun yağış sele sebep olmuş, bu yağışta biriken sel sularının tahliye olmasına ise sahil yolu engel olmuştur. 2010 Ağustos‘ta ise Rize Gündoğdu’daki yoğun sağanak yağış nedeniyle biriken yağmur suları Karadeniz Sahil Yolunu aşamamış, heyelana neden olmuş ve 12 kişi yaşamını yitirmiştir. Daha da eskiye gidecek olursak, Trabzon Sürmene’deki sel ve heyelanda 50, 2001’de Rize’de 10, 2002’de Rize Taşlıdere’de 34 kişi benzer nedenlerle yaşamını yitirmiştir.

Son zamanlarda HES’lere ve Karadeniz Sahil Yolu’na, madenler, taş ocakları ve Yeşil Yol Projesi de eklenmektedir. Fakat şu bilinmelidir ki, bahsi geçen tüm talan projeleri bize “katliam” olarak geri dönecektir. Rahat koltuklarında oturanlar, plazaların tepelerinden yaşam alanlarımızın talan edilme emrini verenler, yaşadığımız topraklardaki doğal varlıkları sömürerek zenginleşirken; onların neden olduğu tahribatlar yüzünden sel sularında boğulanlar, göçük altında kalanlar yine bizler oluyoruz. Onlar yaşamı son kırıntısına kadar tüketirken, biz de tükeniyoruz.

Bu tükeniş böyle devam ederken, insanlar katlediliyorken, dereler hapsedilmeye, topraklar susuz bırakılırken, biz yaşam savunucularına düşen şey ise, yerellere birlikte bu projelerin önüne geçmek, en açık tabirle, bize bu katliamları yaşatanların “felaket”i olmaktır.

Furkan Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Devletin Afeti HESseli ” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/07/devletin-afeti-hesseli-furkan-celik/feed/ 0