Kır – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 29 Oct 2020 16:23:41 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 195 Bin Ağacı Katleden Alamos Şirketi Devletten Tazminat Alarak Gitti https://meydan1.org/2020/10/29/195-bin-agaci-katleden-alamos-sirketi-devletten-tazminat-alarak-gitti/ https://meydan1.org/2020/10/29/195-bin-agaci-katleden-alamos-sirketi-devletten-tazminat-alarak-gitti/#respond Thu, 29 Oct 2020 16:23:39 +0000 https://meydan.org/?p=65947 Kaz Dağları’nda Çanakkale’nin tek ve alternatifsiz su kaynağı olan Atikhisar Barajı su toplama havzası üzerindeki maden çalışmasını yapan Kanadalı Alamos Gold şirketinin, kestiği 195 bin ağacın ardından devletten tazminat alarak sahadan çekildi. Cumhuriyet’in haberine göre, sendika heyetiyle bölgede incelemelerde bulunan Tarım Orman-İş Sendikası Başkanı Şükrü Durmuş, “Ruhsat süresi bir yıl uzatılan ve ruhsatı yenilenmeyen şirket, […]

The post 195 Bin Ağacı Katleden Alamos Şirketi Devletten Tazminat Alarak Gitti appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Kaz Dağları’nda Çanakkale’nin tek ve alternatifsiz su kaynağı olan Atikhisar Barajı su toplama havzası üzerindeki maden çalışmasını yapan Kanadalı Alamos Gold şirketinin, kestiği 195 bin ağacın ardından devletten tazminat alarak sahadan çekildi.

Cumhuriyet’in haberine göre, sendika heyetiyle bölgede incelemelerde bulunan Tarım Orman-İş Sendikası Başkanı Şükrü Durmuş, “Ruhsat süresi bir yıl uzatılan ve ruhsatı yenilenmeyen şirket, sahayı teslim alırken taahhüt ettiği koşulları yerine getirmeden sahayı teslim etti” dedi.

Maden sahasındaki şantiye binaları ve iş makinelerinin tamamının saha içindeki şekliyle teslimatının yapıldığına dikkat çeken Durmuş, “Alamos’un böyle bırakıp gitmesi düşündürücü. Bu sahaya yakın yerlerde Halilağa Bakır Madeni projesi için Koza Madencilik ve Cengiz İnşaat’ın ruhsat alanı olması, Alamos’un çekildiği sahanın Cengiz veya Koza’ya devredileceği söylentilerini artırdı” ifadesini kullandı.

Geçen sene Ekim ayında Kaz Dağları’nda siyanürle altın arayarak 195 bin ağacın kesilmesine yol açan Kanada merkezli Alamos Gold şirketinin sona eren ruhsatını yenilenmediği açıklanmıştı.

The post 195 Bin Ağacı Katleden Alamos Şirketi Devletten Tazminat Alarak Gitti appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/10/29/195-bin-agaci-katleden-alamos-sirketi-devletten-tazminat-alarak-gitti/feed/ 0
İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2019/11/11/iklim-populizmi-bes-baslikta-iklim-grevinin-degerlendirilmesi-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2019/11/11/iklim-populizmi-bes-baslikta-iklim-grevinin-degerlendirilmesi-zeynel-cuhadar/#respond Mon, 11 Nov 2019 05:30:11 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/11/iklim-populizmi-bes-baslikta-iklim-grevinin-degerlendirilmesi-zeynel-cuhadar/ Dünya gündemini son yıllarda epey meşgul eden beş harfli bir sözcük var: İklim. Birleşmiş Milletler’in çeşitli raporlar yayınlayarak “farkındalık” yaratmaya çalıştığı, husumetlerini bir yana bırakan dünya liderlerinin “sorunun çözümü için” bir araya gelmesini sağlayan, dünya çapında çeşitli “aktivistlerle” hızlı bir şekilde örgütlenen iklim grevinin “Türkiye ayağını” örgütlemek için çeşitli çağrılar yapıldı, yapılıyor. En baştan söyleyelim, […]

The post İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Dünya gündemini son yıllarda epey meşgul eden beş harfli bir sözcük var: İklim. Birleşmiş Milletler’in çeşitli raporlar yayınlayarak “farkındalık” yaratmaya çalıştığı, husumetlerini bir yana bırakan dünya liderlerinin “sorunun çözümü için” bir araya gelmesini sağlayan, dünya çapında çeşitli “aktivistlerle” hızlı bir şekilde örgütlenen iklim grevinin “Türkiye ayağını” örgütlemek için çeşitli çağrılar yapıldı, yapılıyor. En baştan söyleyelim, aslında yapılan çağrının nereye denk düştüğü ve iklim eylemlerinin yapısına ilişkin, benimsenen (ya da dayatılan) eylem biçimleri ve ideolojisi bağlamında dönüştürülebilecek bir karakteri olmadığı, uluslararası devlet/şirket siyasetinin bir parçası olduğu apaçık ortadaydı.

Uzun yıllardır kırdaki yerel direnişler ve kentlerdeki toplumsal etkisi yüksek eylem/etkinlik süreçleriyle dünyanın içinde bulunduğu krizleri durdurmaya çalışan ekoloji hareketi bir yanda dururken “iklim değişikliği siyasetine” adapte olanlar bilerek ya da bilmeyerek “projenin” bir parçası haline geliyor. Bu projenin temsilcilerinin kimler olduğuna gelmeden önce, iklim değişikliği hareketinin sözde mücadele yöntemlerinin neden ve nasıl ekoloji hareketine zarar verdiğine ilişkin birkaç söz söylememiz gerekmekte.

Bütün bu seferberlik ne için (ya da kimler için) yapılıyor?

İklim adaleti üzerine yapılan yorumlarda ortaya iki farklı bakış açısı çıktı şu zaman kadar. İklim değişikliğinin “yakıcılığına” dair felaket senaryoları çizenler yenilenebilir enerji kaynakları savunucuları ya da bu şirketlerde çalışmış insanlarken; iklim değişikliğini reddeden ve bunun gerçek bir dezenformasyondan kaynaklı bir yanıltma olduğunu söyleyen ABD, Brezilya gibi ülkeler bulunuyor.. Bu ikinci kısımda yer alanlar ise diğerleri gibi gerçekten inandıkları doğruları ifade etmek için değil, ilişkide oldukları fosil yakıt şirketleriyle işbirliklerinin bir sonucu olarak taraf seçiyor.

Böyle olması da doğal, zira yürütülen tartışmalarda bir yerde felakete sürüklenen dünyanın siyasi “temsilcileri” (Birleşmiş Milletler temsilcileri, devlet başkanları, şirket sahipleri vb.); diğer yanda çizilen olumsuz tablonun gerçek olması halinde bunun etkilerini doğrudan hissedecek olan sıradan insanlar yer alıyor. Dünyanın her geçen gün daha kötüye gitmesinin sorumluluğunu alacak olanın devletler ve şirketler değil de “sıradan” insanların olması gerektiği başka bir propaganda olarak alttan alta işleniyor.

İddiamız iklim meselesinde hiçbir sorun olmadığı, her şeyin yolunda gittiği değil elbette ancak yoğunluklu olarak STK’lar ya da “sivil girişimler” aracılığıyla yapılan bu tür hareketleri iklim meselesini umursamaktan ziyade belki de yeni bir piyasa olarak şekillendirdikleri (zaman zaman karşımıza karbon salınımı anlaşmalarıyla çıkan) iklim siyasetinin önemli bir parçası olarak gözlemleyebiliyoruz. İklim aktivizminin örgütleyici özneleri bağlamında STK’lar ve devlet/şirketler paralelinde işleyen bir mekanizma olduğu kolaylıkla farkedilebiliyor. Sözkonusu yapıların hiçbiri kapitalist şirketler ve devlet sorumluluğunda gerçekleşen ekolojik yıkımın nasıl başladığından bahsetmezken, aynı devletlerin yapacağı çeşitli düzenlemelerle yıkıma çare olunabileceği çok kolay dillendirebiliyor.

İklim Değişikliği aktivizmi, hangi sınıflar arasında yaygınlaşmayı hedefliyor?

İklim değişikliği eylemlerinin örgütlenmesini yapanlar, bulanıklaştırdıkları ekonomi-ekoloji, devletin yarattığı tahribatlar/katliamlar-yaşam savunucuları, merkeziyetçilik-ademi merkeziyetçilik gibi çelişkiler üzerinden ezen ezilen ilişkisinde tarafsız kalmayı tercih ediyor. Yoğunluklu olarak orta sınıfın siyaset yapma biçimi olarak aktivizmi kullanan bu yapılar, “zararsız protestolar”, “bilimsel doğruculuk” gibi silahlarıyla sistem içerisindeki pozisyonunu kaybetmek istemeyen ama “dünyanın geleceği için bir şeyler yapmak isteyen kararsızlar” için de iyi bir araç haline geliyor. Dünyanın pek çok yerinde geçmişteki örneklerde olduğu gibi, ezilenlerin yaşamlarındaki çelişkilere odaklanmayan ve gerçekçi çözümler üretmeyen iklim değişikliği aktivizmi, ekoloji hareketi ve sınıf mücadelesi gibi ortaklıkların sonucunda gerçekleşen devrimci alternatiflerin karşısında sistemin sürdürücüsü olmaktan başka bir işe yaramıyor.

“Aktivist”; devrimci, isyancı gibi kimlikleri örtmek için nasıl kullanılıyor?

En küçüğünden en büyüğüne, sarışından siyahına (hatta demokratından cumhuriyetçisine, solcu sendikasından sağcı sendikasına) neredeyse bütün iklim eylemcileri kendilerini “iklim aktivisti” olarak görüyor. Ancak iklim etkinliklerinin bulanıklaştırdığı “siyasi alan” gibi “aktivizm” kavramı da kurtuluşu, pek çok meseleyi örten ve mücadeleyi kısıtlayan bu kimlikte görüyor olabilir mi?

Yıllar önce gazetemizde yazdığımız aktivizm eleştirisinde şöyle bir tespitte bulunmuştuk: “Aktivist yapılanmaların ve kendine aktivist diyen kimselerin en belirgin özelliklerinden birisi konu odaklı çalışma yürütmesi” şeklindeydi. Bu durum ilk bakışta kulağa yanlış gelmese de, örgütlenen çalışmaların ideolojisinin “ideolojisizlik” olduğu düşünüldüğünde, ele aldığı herhangi bir konuyu apolitiklik maskesi altında sistemin sorumluluğundan çıkan bir alana taşımak istediği ortaya çıkıyor. Mücadelenin farklı meseleleriyle doğrudan bağlantılı olan iklim, insan/hayvan hakları, göçmen vb. konularda aktivizmin, başka bir ezen-ezilen ilişkisinin meşrulaştırılmasına kadar götürülebilecek bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan toplumsal muhalefetin mücadele belleğine kazınmış devrimci, isyancı gibi kavramları örtmek için de alternatif olarak aktivist kavramının seçildiğini ve yükseltildiğini görmekteyiz. Sistemin devrimle ya da isyanla değişmeyeceği ön kabulüne dayanan aktivist kimliğinin polis, patron, siyasetçi gibi sistem koruyucusu statülere sahip kişilerin de kolaylıkla sahiplenebileceği bir kimlik haline gelmesi, söz konusu ön kabulün doğal bir sonucu oluyor.

Hareketin sözcüleri nasıl bir zeminde hareket ediyor?

Dünya çapında sürdürülen bu hareketin sözcülüğünü İsveç’li “aktivist” Greta Thunberg yapıyor. Cuma günleri yaptığı “okul greviyle” gündem olmaya başlayan Greta, şimdiden pek çok popüler yayın ve medya organları tarafından geleceğin liderleri arasında gösterilmeye başlandı. Geçtiğimiz aylarda eski ABD Başkanı Obama’yla bir görüşme yapmak için buluştuklarında Obama, Thunberg’e, “Sen ve ben bir takımız” şeklinde konuşmuştu. Washington’da gerçekleşen görüşmenin ardından Obama görüşlerini anlatırken “Yalnızca 16 yaşında olan Greta Thunberg daha şimdiden gezegenimizin en büyük savunucularından biri. Kendi neslinin iklim krizinin yüküyle baş başa kalacağını bilerek korkmadan gerçek adımlar attı. Obama Foundation’daki vizyonumuzun vücut bulmuş halini gösteriyor.” dedi.

Greta, kariyer yoluna emin adımlarla ilerlemeye devam ederken, “Obama Foundation” özelinde, küresel enerji politikaları ve iklim hareketi arasındaki bağlantıyı da görmek açısından tekrar tekrar güçlü örnekler üretmeyi sürdürüyor.

“Küresel İklim Grevi’nin” yaşadığımız coğrafyadaki örgütleyicisi “Sıfır Gelecek Hareketi” nedir?

Eylül ayında gerçekleşen iklim grevi, yaşadığımız coğrafyada “Sıfır Gelecek Hareketi” adı verilen bir platform aracılığıyla örgütlendi. Sıfır Gelecek’in internet sitesine girdiğinizde yapılacak olan kısa bir inceleme, meseleye dair baştan beri eleştirdiğimiz bütün başlıklara dair prototip oluşturabilecek kalıpları tekrar ediyor.

Sitenin “talepler” kısmının ilk maddesi, yerel ya da ülke çapındaki iktidarlara sesleniyor: “Bağlı oldukları meclis ve konseylerde iklim krizini gerçekte olduğu gibi, yani bir varoluş acil durumu olarak ele almalı ve ‘iklim için acil durum’ ilan etmeli.” Birleşmiş Milletler ve bağlı bulunduğu alt kurumlar aracılığıyla sürdürülen çalışmaların hepsi bu duruma yoğunlaşıyor “iklim için acil durum”. Ancak bürokratik araçlarla halkı baskı altında tutmak için ortaya çıkmış “acil durum, olağanüstü hal vb.” gibi uygulamaların iklim değişikliğini durdurmak için nasıl bir argüman olarak kullanılacağı muallakta bırakılıyor.

“Yenilenebilir enerjinin gelişimi için tüm engelleri kaldırın ve herkesin temiz, yenilenebilir enerjiye erişebilmesi için finansman programları oluşturun.” Taleplere devam ediliyor, yoksulların hayatını çalan, yaşamlarını sürdürebilmek için sağlıklı alternatiflerin hepsinin önünü tıkayan “finansman programlarından”, “ekonomik planlamalardan” yenilenebilir enerji için kaynak ayrılması isteniyor…

Bu çağrılara neden destek vermemek gerekmektedir?

“Şayet bir işverensen, yanında çalışanların 20 Eylül’de gerçekleşecek eylemlere destek vermesinin yolunu açabilirsin.”

Net bir şekilde tekrar ifade etmek gerek: odağını devletlerin imzalaması gereken anlaşmalardan çekmeyen ve iklim adaletini sağlamak için atılması gereken “gerçek adımları”, yani topyekün sistemin değişikliğini öngörmeyen hiçbir hareketin iklim değişikliği meselesine bir çare olamayacağını düşünüyoruz. Dünyanın felakete sürüklenmesini önlemenin yolu, ne Cuma günleri dikkat çekmek için yapılan bir günlük bir “grevden” ne de fonlu yapılar aracılığıyla yürütülen kampanyalardan geçiyor. Ekolojik dengenin tekrar sağlanması için mücadele edeceksek, bu yıkımın sorumlularının değil de, sonuçlarında yaşanan felaketlerin gerçek muhatapları olan ezilenlerle beraber yeni bir toplum inşa etmekten geçtiğini anlamamız gerekiyor. Ekoloji mücadelesinde talanın, katliamın son bulması için mücadele eden herkesi, devlet/şirket/STK işbirliğinde gerçekleşen bu “truva atı” çağrılara, eylemlere itibar göstermemek noktasında dikkatli olmaya davet ediyoruz.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post İklim Popülizmi: Beş Başlıkta İklim Grevi’nin Değerlendirilmesi – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/11/iklim-populizmi-bes-baslikta-iklim-grevinin-degerlendirilmesi-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (23): Zapatistlerin Perspektifinden Ekonomi Politik – 2 https://meydan1.org/2017/01/03/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-23-zapatistlerin-perspektifinden-ekonomi-politik-2/ https://meydan1.org/2017/01/03/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-23-zapatistlerin-perspektifinden-ekonomi-politik-2/#respond Tue, 03 Jan 2017 12:36:10 +0000 https://test.meydan.org/2017/01/03/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-23-zapatistlerin-perspektifinden-ekonomi-politik-2/ Bütün bu anlattıklarımdan sonra, kendi tarihimize baktığımızda, sorduğumuz soru şudur: Kapitalizm altında, gittikçe daha fazlasını almak için, bizim üstümüzde tahakküm kurma şekillerini neden değiştirdiler? Biz ezilenler neden aynı şekilde devam ediyoruz? Bu soruları kendimize soruyoruz çünkü partici kardeşlerimiz -onlara böyle diyoruz çünkü bize zarar vermeyen, kardeşlerimiz- dediğimiz particileri diğerlerinden ayırıyoruz. Lanet olası paramiliterlere kardeşlerimiz demeyeceğiz. […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (23): Zapatistlerin Perspektifinden Ekonomi Politik – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

milpa


Anarşist Ekonomi Tartışmaları başlıklı yazı dizimizin bu bölümünde, önceki sayıda ilk bölümünü yayımladığımız, Subcomandante Insurgente Moisés’in, Zapatistlerin ekonomik pratiğini ve özgün çözümlerini içeren sunumuna devam ediyoruz. Bu bölümde, Zapatistlerin kapitalizme direnirken yaşamı nasıl yeniden yarattıkları ve direnmeyen toplumların yaşadıkları irdeleniyor.

Bütün bu anlattıklarımdan sonra, kendi tarihimize baktığımızda, sorduğumuz soru şudur: Kapitalizm altında, gittikçe daha fazlasını almak için, bizim üstümüzde tahakküm kurma şekillerini neden değiştirdiler? Biz ezilenler neden aynı şekilde devam ediyoruz?

Bu soruları kendimize soruyoruz çünkü partici kardeşlerimiz -onlara böyle diyoruz çünkü bize zarar vermeyen, kardeşlerimiz- dediğimiz particileri diğerlerinden ayırıyoruz. Lanet olası paramiliterlere kardeşlerimiz demeyeceğiz.

Neyse, partici kardeşlerimizin durumu böyle. Halk tarafından bilinir olduğumuzda, yoldaş Vilma’nın dediği gibi, biz Zapatistler Toprak Ana’mızı iyileştirdik. Sanki anamızı bizden ayırmışlardı ve bizim onun olduğu yeri bulmamız gerekiyordu ve onu bulduğumuzda onu geri almamız gerekiyordu. Bunu söylemenin birçok yolu var ama mesele onu geri almaktır, kendi aramızda kavga etmek değil.

Anamızı bizden ayırdılar ve örgütlenmeye başladık. Önce örgütlenmek gerekir ve biz de bunu yaptık. Onu geri alabilmek için kadınlar ve erkekler olarak örgütlenmek zorundaydık. Bunu söylemenin başka bir yolu yok.

Her şey Toprak Ana’dan kaynaklanır. Bu yüzden onu kurtarmamız gerekiyordu ve onu nasıl işleyeceğimizi bulmak için örgütlenmeye başladık. Yıllar geçtikçe, kötü hükümet, patronlar ve toprak sahipleri bizlerin, Zapatislerin yüzünden, bu toprakların, bu binlerce hektarın artık üretken olmadığını söylemeye başladılar. Ve biz Zapatistler bunu kabul ediyoruz: Bu topraklar toprak sahipleri için ya da kapitalizm için üretken değil. Bizim için üretken, çünkü şimdi üretilen şey, eskiden toprak sahiplerinin ürettiği binlerce büyük baş hayvan değil. Şimdi üretilen aynı bunun gibi binlerce ve binlerce mısır koçanı.

Toprak sahiplerinin bizden ayırdığı topraklarda, Toprak Ana bize önce bunun gibi ufak mısır koçanları verdi. Ve onları bizden aldılar. Bizim bu toprakları herhangi birinden ayırdığımız yalandır. Toprak Ana’ya o kadar kötü davranmışlar ki, ilk aldığımız hasatlar ufaktı. Dedelerimiz toprağı nasıl işleyeceklerini biliyorlardı ve biz de adım adım kendi yolumuzu baştan bulduk, yine Toprak Ana’yla birlikte.

Bu kurtarılmış toprakları kolektif olarak işliyoruz. “Kolektif olarak” diyoruz ama bunun nasıl yapılacağını bulmak için çok pratik yapmak gerekiyor. Örneğin başta toprağı hepimiz birden kolektif olarak işlemeye başladık. Yani, kimsenin kendi milpası (mısır tarlası) yoktu. Hepimiz tamamen birlikteydik. Sonra, çok fazla yağmur, kuraklık ya da fırtına sorunlarıyla karşılaştık ve kayıplardan çok zarar gördük. Yoldaşlar böyle yapmamamız gerektiğini söylemeye başladı. Neden kendimiz örgütlenip, kaç gün kolektif işleri, kaç gün kendi işlerimizi yapacağımız konusunda bir karara varmıyoruz?

Her şeyden önce bu fikir kadın yoldaşlardan geldi. Kolektif olarak çalıştıkları için, bir kadın yoldaş çocuğunu milpaya bir şey almaya gönderdiğinde, herkes gidiyor ve orada ne varsa toplanıyordu; çünkü milpa herkese aitti ama bir anlaşma yoktu.

Kadın yoldaşlar bunu bir sorun olarak görmeye başladılar ve işleri yapmanın çeşitli yollarını keşfettiler. Örneğin birisi kolektif milpadan mısır almak istediğinde ne yapılacağını bilmiyordu, çünkü o zaman mısırın hepsi hızlıca bitiyordu. Nasıl kullanılacağı üzerine bir anlaşma olmadığı için kolektif biçim bozuluyordu. Böylece kadın yoldaşlar bir anlaşma yaptılar—x gün hep beraber kolektif olarak çalışacağız ve x gün kendimiz için çalışacağız.

Kolektif çalışma köy seviyesinde yapılıyor, yani yerel seviyede, toplulukta; ayrıca bucak dediğimiz seviyede, 40, 50, 60 köyden oluşan bucaklarda yapılıyor ve ayrıca belediye seviyesinde, 3, 4, 5 bölgeyi kapsayan İsyandaki Otonom Zapatist Belediyeler’de kolektif çalışma yapılıyor. “Bölgenin kolektif işleri” dediğimizde ise, Realidad ya da Morelia ya da Garrucha gibi 5 bölgeden birinin tüm belediyelerinin işlerinden bahsediyoruz.

Yani bölgelerden bahsettiğimizde yüzlerce ve yüzlerce köyden bahsediyoruz ve belediye dediğimizde düzinelerce köyden bahsediyoruz. Kolektif işler böyle yapılıyor ve kolektif işler sadece Toprak Ana üzerinde yapılmıyor.

Size daha net bir örnek vereyim. Şehirden gelen bir kadın yoldaş vardı ve Zapatist yoldaşın eşine bağırdığına ve sarhoş olduğuna şahit olduğunda çok öfkelenmişti. Yoldaşa sakin olmasını, çünkü kadın yoldaşımızın bu konuyu gündem edeceğini ve yarın ya da öbür gün bağıran yoldaşa yönelik bir yaptırım olacağını söyledik. Biz “temiz” kelimesini kullandık diye, mucizevi bir şekilde her şeyin temiz olacağını düşünmemeniz gerekir ya da “siyah” dediğimizde her şeyin siyah olacağını. Hayır, bu, durumu idealize etmek olur. Ama evet, kadın yoldaş bunu bildirecek ve ardından bir yaptırım söz konusu olacak.

Mesele örgütlü olmaktır. Çünkü önceden, kadınlara kötü davranıldığında, hiçbir yetkili, meclis üyesi ya da vali, kadınların sorunlarını çözmüyordu. Ve dahası, yetkililer, meclistekiler ve vali daha da kötüydü; sorunu çözmeleri mümkün müydü?

Kolektif çalışmaya geri dönelim. Biraz önce bahsettiğim şeyin satışı gibi başka tip kolektif işlerimiz de var. Ve bunu sevdiğimiz için yapmıyoruz, çünkü biz Zapatistlere göre, kapitalizmi durdurmak için onu yok etmek zorundayız. Ve onu yok etmenin yollarından biri üretim araçlarını kendi elimize almak ve onları kendimiz yönetmek. O zaman, bir şeyler satarsak — mesela toprak gibi, ama oradaki şey de ne? İçinde çiçeklerin olduğu? Kapitalizm tarafından üretildi, değil mi? Ya taktığın gözlükler? Onlar ne olacak? Üstündeki her şey?

Ama evet, bunu kapitalizme bir çizik atmanın bir yolu olarak düşünüyoruz. Evet, onun karını biraz düşüreceğimiz doğrudur. Yalan değil, anlıyoruz. Ama biz bir şey yapıyorsak, her birimiz arasındaki iletişim yoluyla bir karara vardığımız için yaparız ve söylemek başka, yapmak başkadır. Mesela, Chedrahui (süpermarket zinciri) buraya geldiğinde (San Cristóbal de las Casas), burada birçok STK’nın “izin vermeyeceğiz” dediğini hatırlıyorum. “Buradan satın almayacağız” dediler. Verdikleri sözü iki hafta bile tutamadılar. O yüzden, söylemek başka, yapmak başkadır.

Şimdi sizlerle, Toprak Ana’yla ilgili işlerin yanı sıra çeşitli kolektif işleri yaparken keşfetmeye başladığımız bazı şeyleri tartışmak istiyorum. Direnişimizle ilgili bazı şeyleri görmeye, bir şeyler keşfetmeye başladık.

Bu direnişe toplumlarımızdaki yoldaşlarımızla başladık ve direnme fikrinin nasıl doğduğunu size anlatmak istiyorum. Kötü hükümet, ona karşı ayaklandığımız günlerde, bize karşı casusluk yapmaları için insanları kullanmaya ya da onlardan faydalanmaya başladı. Zapatistlerin ne yaptıklarını ve nasıl hareket ettiklerini dinleyen bu insanlara “kulaklar” diyorduk. Yoldaşlar, öğretmenlerin böyle kulak olarak çalıştığını fark ettiler ve onları kovdular.

Böylece yeni bir sorunumuz oldu — artık öğretmenimiz yoktu. O zaman yenilik yapmalı, hayal etmeli ve yaratmalıydık. Sonra, daha önce anlattığım gibi, hükümet herkese birçok proje dağıtacağını söylemeye başladı. Sanki diğerleri bize imrenmeye başlamıştı, çünkü hükümetin bu projeleri, Zapatist olmasınlar diye dağıttığını açıkça görüyorduk. Böylece bizim yüzümüzden bu şeyleri veriyorlardı. “İyi madem” dedik.

Ve o zaman yoldaşlar “Hayır” dediler, isyancı ve militanlar ’94 te öldükleri için. “Eğer silahlanıp oraya gittiysek ve yoldaşlarımız orada öldüyse, kötü hükümetin verdiği artıkları, sadakaları, kırıntıları neden kabul edelim? Henüz Zapatist olmayanları, Zapatist olmasınlar diye satın aldığı gibi, bizi de satın almak istiyor.”

Böylece kötü hükümetten bir şey kabul etmemenin savaşçı olmakla aynı şey olduğu fikri büyüyüp çoğalmaya başladı. Sonra, bunun sadece bir şey kabul etmemekten daha fazla olması gerektiğini keşfetmeye başladık. Size bunu anlatıyorum çünkü biz ne zaman Toprak Ana’yı işlemeliyiz demeye başladık, hükümet o zaman particilere projeler dağıtmaya başladı. Biz böyle konuşmaya başlayınca yoldaşlar, “Evet tabii ki, çünkü bizim büyük dedelerimiz ve büyük ninelerimiz hayattayken, fasulyeyi, pirinci, yağı ve sütü sadaka olarak mı alıyorlardı?” Hayır, tam tersine, emeklerinin hepsi doğrudan patrona gidiyordu. Hükümet size neden bir kilo minsa (mısır unu), maseca (mısır unu), fasulye, vs. versin? Ve bunlar genetiği değiştirilmiş ve kimyasal olmakla kalmıyor, gerçek süt bile değil.

İşte o zaman Toprak Ana’yı işlememiz gerektiğine karar verdik. Ve direnişi gerçekten güçlendirmeye başladık. Bunu hemen anlayan yoldaşların şimdi fasulyesi, mısırı, kahvesi, hindileri ve diğer hayvanları var. Partici olanlar oluklu teneke çatı, çimento ve diğer ucuz inşaat malzemesi alıyorlar. Onlar toprağı işlemediği için ve yoldaşların kaynakları olduğu için, yoldaşların bir ihtiyacı olduğu zaman ve particilerden el arabası ya da oluklu çatı almak istedikleri zaman, particiler anında satıyor. Yoldaşlar toprağı işlediği için bunları alacak kaynakları var.

Yoldaşlar neler olduğunun farkına vardı, biz ne yapacağımızı bulduk. Çünkü biz yerliler çok pratik insanlarız. İşe yarayan bir şey gördük mü, “işte şimdi onları hakladık” deriz ve hepimiz onu yapmaya başlarız ve işe yaradığı için devam ederiz. Bu yüzden yoldaşlar toprağı daha da fazla işlediler.

Hükümet tam bu zamanlarda birçok proje dağıtacağını söylemeye başladı. Herkese “şu kırmızı oluklu çatılara bakın” diyorlardı, çünkü verdikleri çatılar hep kırmızıydı. Ama yoldaşlar da evlerine bu çatıları döşemişlerdi. Hükümet “Bakın, bunlar bizim projelerimizden geliyor” derken yalan söylüyordu; çünkü o çatıları yoldaşlar satın almışlardı. Sonra hükümet ne olduğunu anladı ve insanları kontrol etmeye çalıştılar. Evlerini hükümetin verdiği malzemeyle yaptıklarını göstermeye zorladılar. Particiler de aynı kontrolleri yapmaya başladılar çünkü onların da ev projeleri vardı ve aksi halde malzemeler Zapatist’lerin eline geçiyor diyorlardı.

Bizler, Zapatist toplumlarda yaşayanlar, partici kardeşlerimizin şartlarını görüyoruz ve dürüstçe, yoldaşlar, nasıl yaşadıklarını görmek insanı üzüyor. Acı bir üzüntü duyuyoruz çünkü tanıdığımız gençlerin çoğu artık orada değiller. Amerikan rüyasının peşinde, yeşil paraları, dolarları bulmak için gitmişler. Çoğu hiç dönmemiş ve dönenlerin eski benliklerinden bir şey kalmamış ve kötü yoldalar, madde bağımlısı olmuşlar, esrar içiyorlar. Ve esrar içmeyenler de farklı bir kültürle dönmüşler. Artık pozol (Meksika kırsalında öğle yemeği olarak tüketilen, sulandırılmış darıdan yapılan bir içecek) içmek istemiyorlar ve daha kötüsü, ne olduğunu bile bilmiyorlar.

Çocukları anne ya da babalarının evine döndüğünde anne ve babalarının durumu iyi değil çünkü hükümet onları elleri kolları bağlı oturmaya alıştırmış. Beyinleri, Oportunidades (hükümet programı) yardımlarını ne zaman alacaklarına programlanmış. Şimdilerde Prospera diyorlar sanırım. Yani partici kardeşler işe yaramaz hale gelmiş çünkü artık toprağı işlemiyorlar. Sanırım onları tanımlayan terim “itaatkar”.

Kölelik döneminde, en azından patronun seni köleleştirdiğini biliyordun. Ama artık hayır, çünkü şimdi seni alıştırdı, çipini yani beynini programladı. O yüzden neler olduğunu anlamıyorsun ve bunun arkasındaki yüzleri, seni kandıracak olan Peña Nieto ya da Velasco ya da bir başkası görmüyorsun.

Bunu neden yapıyorlar? Çünkü bunlar, istediklerini almak için kullandıkları öbür yüzleri ve istedikleri Toprak Ana, çünkü onun bütün zenginliklerini söküp almak istiyorlar. Toprak Ana’yı almalarının tek yolu zorla almak değil. Ordunun ve polisin öldürmek zorunda olduğu durumu istemiyorlar, ama gün gelecek, yaptıklarına izin vermeyecek olan halkla çatışacaklar. Şimdilik, bütün o projeler halkı onlara alıştırmak için, toprağı işlememeye alışmaları için. Halk bu şekilde alışıyor ve tapuya başvuranlar için durum daha kötü çünkü onu satabilirler.

Sonuçta toprakları ellerinden alınabilir ve partici kardeşlerimize olan budur. Kapitalizmin elde etmeye çalıştığı şey budur—Toprak Ana’da olanlar.

Partici toplumlarda bunu söylediğimizde durum gerçekten üzücü, size örnek vereyim. Umarım o kardeşlerimiz de şimdi buradadır ve söylediklerimizi teyit edebilirler. La Realidad yakınlarında bir toplum var, Nuevo Momón köyüne doğru, sanırım adı Miguel Hidalgo. Birkaç ay öncesine kadar, oradaki kardeşlerimiz, öğretmen yoldaşımız Galeano’yu katleden CIOAC-H içindeydi. Öğretmen yoldaş Galeano’ya olanlardan haftalar sonra, o kardeşlere bir şey oldu. Artık CIOAC olmak istemiyorlardı ve ayrıldılar, farklı parti politikaları, farklı siyasi ideolojiler ve projeleri yüzünden. “Kenara çekilmek, sonunda birbirimizi öldürmekten iyidir” diye karar verdiler. Toplumları, onları şiddetle kovduğunda sığınmak için 94’te (Zapatistlerin) geri aldığı topraklara geldiler.

Orada saygı görmüyorlar. Bunun sorumlusu bir ölçüde o toplumsal örgütlerin liderleri çünkü kendilerini savunmuyorlar, satıyorlar ve bir ölçüde de o örgütün kendilerini örgütlenmeyen erkek ve kadınları.

Bahsettiğimiz felaket durum bu. Hükümet, o partici toplumları bu duruma alıştırmış ama size bir, bir buçuk ay önce olan bir şeyi anlatayım. Biliyorsunuz, hükümet, sosyal yardımlarda kesinti yapmak zorunda kalacağını açıkladı ve o toplumlarda öğrenciler okuma yazma bilmediği halde burs alıyorlar. Her öğrenci 1000 ya da 1200 pezo alıyordu ve örneğin okula giden dört çocuğu olan bir aile 5000 pezo alıyordu. Anne babalar buna alıştılar.

Artık bu aile, dört çocuk için toplam 800 pezo alıyor. Şimdi bu aile “Şimdi bizi oyuna getirdiler” diyor. Evet kardeşlerim, sizi oyuna getirdiler. Size ne diyebiliriz?

 

Subcomandante Insurgente Moisés’ın Konuşması

4 Mayıs 2015

Çeviri: Özgür Oktay

Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (23): Zapatistlerin Perspektifinden Ekonomi Politik – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/01/03/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-23-zapatistlerin-perspektifinden-ekonomi-politik-2/feed/ 0
“Kuzey Dakota’da Boru Hattı’na HAYIR!” – Özgür Oktay https://meydan1.org/2017/01/03/kuzey-dakotada-boru-hattina-hayir-ozgur-oktay/ https://meydan1.org/2017/01/03/kuzey-dakotada-boru-hattina-hayir-ozgur-oktay/#respond Tue, 03 Jan 2017 11:58:59 +0000 https://test.meydan.org/2017/01/03/kuzey-dakotada-boru-hattina-hayir-ozgur-oktay/ 2016’nın Nisan ayında Sioux yerlilerinin, Kuzey Dakota Boru Hattı’na karşı Duran Kaya kampını kurarak başlattığı direniş, kıtanın dört bir yanından gelen yüzlerce yerli kabilesinin ve onlara katılan su savunucularının katılımıyla bugün 5000 kişiye ulaşan üç direniş kampında sürüyor. Günde yaklaşık 500.000 varil petrol taşıması planlanan boru hattı, hem halkın yaşam alanlarının yakınındaki su havzalarından, hem […]

The post “Kuzey Dakota’da Boru Hattı’na HAYIR!” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
dakota

2016’nın Nisan ayında Sioux yerlilerinin, Kuzey Dakota Boru Hattı’na karşı Duran Kaya kampını kurarak başlattığı direniş, kıtanın dört bir yanından gelen yüzlerce yerli kabilesinin ve onlara katılan su savunucularının katılımıyla bugün 5000 kişiye ulaşan üç direniş kampında sürüyor. Günde yaklaşık 500.000 varil petrol taşıması planlanan boru hattı, hem halkın yaşam alanlarının yakınındaki su havzalarından, hem de bölgenin temel yaşam kaynağı olan Missouri Irmağı’nın altından geçiyor. Boru hattı inşaatı ve daha sonra oluşabilecek sızıntılar, suları kirleterek bölgedeki yaşama ciddi kalıcı zarar verme tehlikesini taşıyor.

Sioux yerlileri, 1851 antlaşmasından beri devletin sürekli gasp ettiği Oceti Sakowin Oyate toprakları üzerindeki mezarlıkların ve kutsal suların üzerinden geçen boru hattını durdurmak için bir yandan hukuki mücadelesini sürdürürken, kamptaki direnişçiler doğrudan eylemlerle boru hattının inşaatını duraklattı. Duran Kaya kampı, direnişin başladığı ilk aylardan beri artan polis şiddetiyle karşılaşıyor. Polis, köpeklerle, biber gazı, plastik mermi ve ses bombalarıyla saldırırken, en başından beri çıplak arama ve kafese kapatma uygulamalarını sürdürüyor ve tutuklamaları artıyor. Bunun yanı sıra bir faşistin eylemcilerin üzerine kamyon sürmesi ya da bir özel güvenlikçinin otomatik silahla kampa sızması gibi tacizler de yaşanıyor. Ekim ayının sonunda eyalet polisi ve ulusal muhafızlar ve çevre eyaletlerden gelenler dahil birçok şubeden polis, direniş kampını ve yollardaki barikatları tahliye etmek için yoğun operasyonlara başladılar. 20 Kasım’da, polisin kapattığı yoldan geçmeye çalışan eylemcilerden, -2 derece soğukta sıkılan su nedeniyle çoğu hipotermiye giren 300 kişi yaralandı, 400’den fazla kişi tutukladı.

İnşaatın asıl işvereni durumunda olan ve bölgede yetkili olan Amerikan Kara Kuvvetleri’ne bağlı Mühendislik Kolordusu (CoE), 5 Aralık tarihine kadar bölgenin tahliye edileceğini bildiren bir resmi yazı gönderdi. CoE, ABD’nin baraj, kanal ve su baskınları ile ilgili çalışmakta ve hidroelektrik santral inşaatlarının %25’ini yaptı. CoE daha önce, çoğunlukla siyahların yaşadığı New Orleans’da set inşaatı yapmış ancak Katrina Kasırgası sırasında yıkılan setler katliama neden olmuştu. Bu katliamda kötü tasarım ve standartın altında inşaat nedeniyle CoE de sorumlu tutulmuştu.

Tahliye emri üzerine 2000 kadar Vietnam ve Irak gazisi direnişçilerle dayanışmak için bölgeye geldi. Aylar süren direniş ve dayanışma sonucunda CoE, boru hattının güzergahının değiştirilmesi yönünde karar verdi. Direnişçiler kazanımı büyük kamp ateşi ve yerli danslarıyla kutlarken, Duran Kaya kabile reisi Archambault II, artık insanların Kuzey Dakota’nın sert kışını kampta geçirmek zorunda olmadıklarını, kışı aileleriyle birlikte geçirebileceklerini söyledi. Ancak direnişçilerin çoğu bir yere gitmeyeceklerini söylüyor. Bu kararın devletin oyalama taktiği olabileceğine ve Trump’ın göreve geldikten sonra bu kararı tersine çevirmeye çalışacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyor.

Kuzey Dakota direnişine #NoDAPL hashtagiyle internet üzerinden birçok destek geldiği gibi Tokyo, London, Vancouver, Calgary ve ABD’nin birçok şehrinde dayanışma eylemleri yapıldı. ABD’nin yüzyılı aşan yok etme politikalarına direnen yerli halklarına ve onlarla beraber yaşamı savunan Duran Kaya’ya selam olsun.

Mni Wiconi!

Su Hayattır!


Özgür Oktay

[email protected]

Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post “Kuzey Dakota’da Boru Hattı’na HAYIR!” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/01/03/kuzey-dakotada-boru-hattina-hayir-ozgur-oktay/feed/ 0
Amasya Köylüleri: ‘HES Varsa Yol Yok’ https://meydan1.org/2016/05/11/amasya-koyluleri-hes-varsa-yol-yok/ https://meydan1.org/2016/05/11/amasya-koyluleri-hes-varsa-yol-yok/#respond Wed, 11 May 2016 15:36:01 +0000 https://test.meydan.org/2016/05/11/amasya-koyluleri-hes-varsa-yol-yok/ Amasya ve Tokat sınırlarında bulunan Yeşildere vadisine yapılmak istenen Hidroelektrik Santrali projesine, yöre halkının tepkisi sürüyor. Yapılması ihtimalinde yaklaşık otuz köyü etkisi altına alacak HES projesine karşı harekete geçen köylüler, Amasya Tokat karayolunu bir saat süreyle çift yönlü olarak trafiğe kapattı. Kurulduğu yerlerde doğal yaşamı yok eden enerji projelerine topraklarını teslim etmeyeceklerini söyleyen köylüler, uzun […]

The post Amasya Köylüleri: ‘HES Varsa Yol Yok’ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Amasya Köylüleri Hes Varsa Yol Yok

Amasya ve Tokat sınırlarında bulunan Yeşildere vadisine yapılmak istenen Hidroelektrik Santrali projesine, yöre halkının tepkisi sürüyor. Yapılması ihtimalinde yaklaşık otuz köyü etkisi altına alacak HES projesine karşı harekete geçen köylüler, Amasya Tokat karayolunu bir saat süreyle çift yönlü olarak trafiğe kapattı. Kurulduğu yerlerde doğal yaşamı yok eden enerji projelerine topraklarını teslim etmeyeceklerini söyleyen köylüler, uzun süren ikna çabalarının ardından eylemi sonlandırdı.

 Bu haber Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.

The post Amasya Köylüleri: ‘HES Varsa Yol Yok’ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/05/11/amasya-koyluleri-hes-varsa-yol-yok/feed/ 0
Edirne Keşan’da Ağaç Katliamı https://meydan1.org/2016/05/11/edirne-kesanda-agac-katliami/ https://meydan1.org/2016/05/11/edirne-kesanda-agac-katliami/#respond Wed, 11 May 2016 15:27:43 +0000 https://test.meydan.org/2016/05/11/edirne-kesanda-agac-katliami/ Edirne’nin Keşan İlçesi’ne bağlı Mecidiye Köyü’nde açılan taşocakları, Saros Körfezi’nde bölgenin akciğerleri olan ormanlık alanları yok ediyor. Var olan taşocaklarının kapatılması için eylemler sürerken, şimdi de Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü tarafından yeni bir taşocağının yapımına başlanmışken; buradan çıkarılacak taşların da yine DSİ’ye ait Hamzadere Barajı’nın yapımında kullanılacağı öğrenildi. Saros Çevre ve Ekoloji Platformu […]

The post Edirne Keşan’da Ağaç Katliamı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi- Edirne Keşan'da Ağaç Katliamı

Edirne’nin Keşan İlçesi’ne bağlı Mecidiye Köyü’nde açılan taşocakları, Saros Körfezi’nde bölgenin akciğerleri olan ormanlık alanları yok ediyor. Var olan taşocaklarının kapatılması için eylemler sürerken, şimdi de Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü tarafından yeni bir taşocağının yapımına başlanmışken; buradan çıkarılacak taşların da yine DSİ’ye ait Hamzadere Barajı’nın yapımında kullanılacağı öğrenildi.

Saros Çevre ve Ekoloji Platformu Komisyonu Üyesi Aytekin Eliüs yaptığı açıklamada “Yıllarca burada taşocakları yüzünden büyük bir tahribat oluşmuş. En son açılacak olan taş ocağının da vereceği zarar kaçınılmaz. Buradaki endemik bitkiler çok önemli. Çünkü sadece buraya ait. Saros, dünyada tükenecek bitki familyalarına sahip. Ayrıca bölgenin tarihi bir dokusu var. Bunlar mutlaka zarar görecektir” diyerek, sürmekte olan doğa katliamına dikkat çekti.

Bu haber Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.

The post Edirne Keşan’da Ağaç Katliamı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/05/11/edirne-kesanda-agac-katliami/feed/ 0
Mağaralar da Yatırımcılara Açıldı https://meydan1.org/2016/05/11/magaralar-da-yatirimcilara-acildi/ https://meydan1.org/2016/05/11/magaralar-da-yatirimcilara-acildi/#respond Wed, 11 May 2016 15:22:00 +0000 https://test.meydan.org/2016/05/11/magaralar-da-yatirimcilara-acildi/ Hükümet, SİT alanlarındaki yapılarda gerçekleştirilecek onarım ve tadilatlar için Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu’ndan izin alma şartını kaldırdı. Artık “yapı ruhsatı değişikliği gerektiren esaslı tadilatlarda” komisyondan onay alınmasına gerek kalmayacak. Böylece doğal SİT alanlarında yapılaşmanın önü açılmış olacak. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yayınlanan bu yeni kararla, mağaralar ile koruma alanı içerisinde olan alanlarda da […]

The post Mağaralar da Yatırımcılara Açıldı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi- Mağaralar da Yatırımcılara açıldı

Hükümet, SİT alanlarındaki yapılarda gerçekleştirilecek onarım ve tadilatlar için Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu’ndan izin alma şartını kaldırdı. Artık “yapı ruhsatı değişikliği gerektiren esaslı tadilatlarda” komisyondan onay alınmasına gerek kalmayacak. Böylece doğal SİT alanlarında yapılaşmanın önü açılmış olacak.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yayınlanan bu yeni kararla, mağaralar ile koruma alanı içerisinde olan alanlarda da yapılaşmaya izin verilmiş oldu. Bu kararla üç gruba ayrılan mağaralardan C grubunda olanlara, halka açık rekreasyon amaçlı günübirlik tesisler ve turizm tesisleri yapılabilecek. Mağara, sığınak ve depo amaçlı kullanılabilecek. Mağaranın koruma alanı dışında delme-patlatma olmadan, uygun teknikler kullanılarak, madencilik faaliyetleri yürütülebilecek.

Bu haber Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.

The post Mağaralar da Yatırımcılara Açıldı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/05/11/magaralar-da-yatirimcilara-acildi/feed/ 0
“ÇED Raporları Yatırım Düşmanıdır” https://meydan1.org/2016/05/11/ced-raporlari-yatirim-dusmanidir/ https://meydan1.org/2016/05/11/ced-raporlari-yatirim-dusmanidir/#respond Wed, 11 May 2016 15:18:49 +0000 https://test.meydan.org/2016/05/11/ced-raporlari-yatirim-dusmanidir/ Hükümet, birçok yıkım projesinin durdurulmasını sağlayan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporuna tahammülsüzlüğünü yeniden gündeme getirdi; meclisteki sayı üstünlüğüne de güvenerek yeni çıkarılacak olan bir kanunla, ÇED raporunu devre dışı bırakma çalışmalarını başlattı. Öyle ki, Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma Güldemet Sarı bile, enerji, sanayii, madencilik, otoyol, turizm ve büyük ölçekli yapılar için yasal olarak uygulanması […]

The post “ÇED Raporları Yatırım Düşmanıdır” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Çed Raporları Yatırım Düşmanıdır

Hükümet, birçok yıkım projesinin durdurulmasını sağlayan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporuna tahammülsüzlüğünü yeniden gündeme getirdi; meclisteki sayı üstünlüğüne de güvenerek yeni çıkarılacak olan bir kanunla, ÇED raporunu devre dışı bırakma çalışmalarını başlattı. Öyle ki, Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma Güldemet Sarı bile, enerji, sanayii, madencilik, otoyol, turizm ve büyük ölçekli yapılar için yasal olarak uygulanması zorunlu olan ÇED raporlarına karşı dava açılmasının, çevre mücadelesi değil, yatırım düşmanlığı olduğunu açıkça söylemeye başladı. Yani, ÇED raporlarının da esas alındığı mahkeme süreçlerinin, “yatırımları engellemek ve Türkiye’nin önünü tıkamak” amacını taşıdığını düşünen Bakan ve AKP de bunu engellemek üzere yasalarda değişikliğe hazırlanıyor.

Bu haber Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.

The post “ÇED Raporları Yatırım Düşmanıdır” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/05/11/ced-raporlari-yatirim-dusmanidir/feed/ 0
Göbeklitepe: Ekonomik Altyapının Arkeolojisi – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2015/12/22/gobeklitepe-ekonomik-altyapinin-arkeolojisi-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2015/12/22/gobeklitepe-ekonomik-altyapinin-arkeolojisi-ozgur-erdogan/#respond Tue, 22 Dec 2015 21:23:38 +0000 https://test.meydan.org/2015/12/22/gobeklitepe-ekonomik-altyapinin-arkeolojisi-ozgur-erdogan/ GÖBEKLİTEPE: Ekonomik Altyapının Arkeolojisi Dünyanın İlk Tapınağı Dünyanın bilinen ilk tapınağı olarak kayda geçen Göbeklitepe; Arkeolog Klaus Schmidt ve ekibi tarafından 1995’de Urfa’ya 22 km uzaklıktaki Örencik köyü civarında bulunan bir höyükte yapılmaya başlanan ve halen devam eden kazılarla gün ışığına çıkartıldı. Burada ortaya çıkartılan yapı, basit bir inanç merkezi değil; başta Arkeoloji ve Antropoloji […]

The post Göbeklitepe: Ekonomik Altyapının Arkeolojisi – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
göbeklitepe1

GÖBEKLİTEPE: Ekonomik Altyapının Arkeolojisi

Dünyanın İlk Tapınağı

Dünyanın bilinen ilk tapınağı olarak kayda geçen Göbeklitepe; Arkeolog Klaus Schmidt ve ekibi tarafından 1995’de Urfa’ya 22 km uzaklıktaki Örencik köyü civarında bulunan bir höyükte yapılmaya başlanan ve halen devam eden kazılarla gün ışığına çıkartıldı. Burada ortaya çıkartılan yapı, basit bir inanç merkezi değil; başta Arkeoloji ve Antropoloji olmak üzere bir çok alanda “otoriteleri” şaşkına uğratan ve kelimenin tam anlamıyla “ezber bozan” bir keşifti.

Bu keşfin neyi nasıl değiştirdiği ve hangi fikirlerin yerini sarstığına bakmadan önce, kısaca bu yapının ne olduğuna, nasıl yapıldığına, dahası burada kullanılan simgelerin neye denk düştüğüne kabaca da olsa bakmakta fayda var.

Göbeklitepe, günümüzden 12.000 yıl önce inşa edilmiş oldukça kompleks bir inanç merkezi. Bu da demek oluyor ki benzerlerinden, yani Stonehenge’den 7.000 yıl, Mısır Piramitleri’nden 7.500 yıl daha yaşlı.

Çanak çömleksiz Neolitik döneme tarihlenen yapılar kompleksi, 20 tane açıkhava mabedinden oluşuyor. Sadece 6 tanesi gün ışığına çıkarılmış, kimisi oval, kimisi dikdörtgen planlı bu mabetlerin her biri boyları 3 ila 6 metre arasında değişen T biçimli antropomorfik (insan biçimli) sütunlarla çevrelenmiş. Bu 12 sütunun ortasında diğerlerinden daha büyük iki adet daha T biçimli sütun bulunuyor.

Sütunların üzerindeki, yapıların çevresindeki işlemeler ve heykeller oldukça sanatlı eserler; yani işinin erbabı insanlar tarafından yapıldıkları, daha doğrusu bir sanat geleneğinin ürünü oldukları anlaşılıyor. Öte yandan her biri 30 ila 60 ton ağırlığında olan T biçimli sütunların yapımında kullanılan taşların, yaklaşık 1 km öteden çıkartılıp kesilerek buraya taşınması ise başlı başına bir organizasyon gerektiriyor. Yapılan araştırmalar burada en az 500 kişinin çalışmış olabileceğini gösteriyor. Bu yapıların üzerindeki hayvan figürleri ve çeşitli bezemeler, aslında bir alfabeye benziyor olsa da; daha çok, ardılı alfabelere referanslık eden bir sembolizmi ifade ediyor.

Burada 12 sayısı dikkat çekici. Bildiğimiz üzere bu sayı, bugünün tek tanrılı dinlerinde ve geçmişteki bir çok dinde kullanılan bir simgeydi. (12 Havari, 12 İmam vb…) Her ne kadar M.Ö. 5 yy.’da Mısırlılar tarafından bulunan 12 takımyıldızını işaret ettiği düşünülse de, Göbeklitepe’deki 12 Sütun -eğer bir tesadüf değilse- bu gerçeği değiştiriyor.

Bu T şeklindeki sütunlar, insanların ilk defa 3 boyutlu bir şekilde tasvir edildiği yapılar olarak bilinir. Dikkat çekici bir diğer husus ise, insanın artık bir inancın merkezi halini almış olmasıdır. Hayvan figürleri, paleolitik dönemin aksine burada merkezde değil; tapınakların ve inancın çevresinde bulunmaktadır. Bu bir zihinsel değişime işaret eder. [1]

Aslına bakılırsa Göbeklitepe’yi anlatmak için yüzlerce sayfa yazı yazmak ve günbegün artan yeni bulguları takip etmek gerekir. Ama bizim için asıl tartışma, asıl soru şudur: “Bu tarım öncesi topluluk, nasıl oluyor da, böylesine karmaşık bir yapıyı inşa edebiliyor? Daha doğrusu, “Böylesine bir yapıyı inşa edebilen bir organizasyon, bir kültür ya da bir din tüm bunları yapabilmek için yerleşik yaşama geçmek ya da tarım yapmak gibi ekonomik bir evreyi atlamak zorunda mı?”

Günümüz dinlerine referans olan ve belki de tarihin baştan, yeni baştan yazılmasına neden olacak olan Göbeklitepe’nin kazılarını yürüten Schmidt ise bizi şöyle cevaplıyor:

“Önce tapınak, sonra şehir gelir!” [2]

Beginnings of architecture!

Ekonomik Altyapının Sarsılan Tahtı

Peki, Schmidt neden böyle bir şey söyleme ihtiyacı duyuyor? Çünkü son dönemlere kadar, bu alana hakim olan fikir; din, kültür, uygarlık gibi gelişmelerin tarım sonrasında birbirini izleyen etkinlikler olduğuydu.

Marksist arkeolog Gordon Childe 1900’lü yılların ortalarında yaptığı çalışmaların sonunda ortaya attığı “Vaha Teorisi”ne göre neolitik devrimi -yani göçebe yaşamdan, yerleşik yaşama geçişi, başka bir deyişle avcı toplayıcılıktan tarıma geçişi ya da “ilkellikten” “uygarlığa” geçişi- tarihsel materyalizmin olanaklarıyla açıklamaya çalışır. [3] Ona göre, maddi gereksinimler, tarımı doğurdu. Tarım ise din, şehir ve uygarlığı yarattı. Burada sözü Childe’a bırakalım:

Besin toplayan topluluklar, bulabildikleri besin maddeleriyle sınırlıydılar – av hayvanları, balık, yenilebilir kökler ve böğürtlen gibi bitkilerin nüfusu sınırlamış olduğu bir gerçektir. Bu kaynağı, büyücüler ne derse desin, insan çabası arttıramazdı. Gerçekten de toplama ve avlanma uğraşıları geliştirildikçe, bir noktadan sonra gerek av hayvanları, gerek besin bitkilerinin kaynağı kuruyacaktı. Avcı nüfusun, erişebildiği kaynaklara sayı bakımından uyduğu görülmektedir. Besin kaynağını arttırmak için daha çok tohum ekmek, daha geniş alanları ekime açmak gerekir. Beslenecek ağız arttıkça, ekecek el de çoğalır.

Avcı toplayıcı yaşamdan, tarım toplumuna geçişi bu şekilde yorumlayan Childe, Neolitik devrimin etkilerini ise şöyle açıklıyor:

“Neolitik devrim sonucu ve yeni zanaatler nedeniyle edinilen ve uygulanan bilgiler nedeniyle insanın yepyeni güçlere başat oluşu, insan görüş ve düşününü etkilemiş olmalı. Bu değişim kuruluşları da, dini de biçimlendirmiştir.”

Başka bir yerde de Childe, insanlık tarihinin gelişimini ekonomik nedenlere bağlayarak açıklamaya girişmiştir.

“İnsan tarihi, insanın, kendi türünü güçlendiren ve çoğaltan ve böylece uyumunu ve gücünü sağlamlaştıran yeni endüstrileri ve yeni ekonomileri yaratışını anlatır.” [4]

Peki gerçekten böyle mi oldu? Yani Marks’ın tarif ettiği ekonomik koşullar (altyapı), kültürü, dini ve neredeyse tüm öteki şeyleri (üstyapıyı) belirledi mi? Göbeklitepe’nin ortaya çıkarttığı verilere göre bütün açıklığıyla söyleyebiliriz ki: Hayır!

Göbeklitepe’deki tapınak yapısı, tarımın başladığı iddia edilen tarihten  daha önce kurulmuş. Yani M.Ö. 10. yy.’da bu çevrede açığa çıkan hiçbir veri bize bu bölgede tarım yapıldığına dair bir şey söylemiyor. O halde bu avcı toplayıcılar, tarım ya da ekonomi dışında nedenlerle bir araya gelip bu devasa yapıyı ortaya çıkarmışlardı. Üstelik yine tarımla ilişkilendirilen sanat, mimari, kısacası uzmanlaşma ve toplumsal tabakalaşma yukarıda andığımız nedenlerden dolayı tarımdan çok çok önce bu avcı ve toplayıcı topluluklarda yaygınlaşmaya başlamıştı.

Yani Schmidt, “Önce tapınak, sonra şehir gelir!” derken, ekonominin yerine başka bir unsurun tetikleyici olduğunu söylüyordu: “Göbeklitepe bir tapınma ve bir hac alanıydı. İnsanların burada toplamalarını sağlayan bence dini bir etmendi. Başka bir deyişle, bu insanları buraya çeken tarım değil, ideolojiydi. Bu kadar çok insanın doğal olarak karınlarının da doyurulması gerekiyordu. Bu da tarımın gelişmesine yol açtı.” [5]

Üstelik açığa çıkan bulgular, tarıma geçmemiş bir çok topluluğun entellektüel, dini ve kültürel faaliyetlerin içinde bulunduğunu kanıtlar nitelikte. Yine Urfa civarındaki Neval Çori’de (bugün Atatürk Barajı’ın altında kalmıştır) açığa çıkartılan kalıntılarla birlikte, bu bölgede yaşayan avcı toplayıcıların çok çok sonra tarıma geçtiği ve tarıma geçmeden önce oldukça sanatlı, heykeller ve tapınma alanları ortaya çıkarttıkları ve genelde tarım sonrası toplumlara atfedilen ritüelleri gerçekleştirdikleri tespit edilmiştir. [6]

Bunun haricinde, bugünkü Suriye topraklarında Fırat’ın hemen aşağısında  bulunan Dja’De, Tel Abyad ve Jerf el-Ahmar bölgelerinde yapılan araştırmalar ise yukarıdakilerle benzer sonuçlar açığa çıkartıyor. Buralarda yapılan kazılarda yalnızca en üst katmanlarda ehlileştirilmiş tohumlara rastlanırken, daha alt katmanlarda yabani tahıl ve mercimek tohumları bulunmuştur. Üstelik, bu topluluklar tarıma geçmeden çok çok önce Göbeklitepe’dekine benzer dini törenlerin yapıldığı geniş, süslü komünal binalara sahiptiler. [7]

“Burada açığa çıkan neden tarım değil de, inanç?” sorusunun cevabı ise başlı başına bir yazı konusu olup, ayrıca irdelenmelidir. Merak edenler, Edinburg Üniversitesi’nden, Trevor Watkins’in 2012 yılında Urfa’da düzenlenen 1. Göbeklitepe Sempozyumu’nda yaptığı “Neolitik Devrimi Tekrar Düşünmek” sunumuna bakabilirler. [8]

göbeklitepe3

Childe’ın Esin Kaynakları Marks ve Engels

Tabi ki, bir neolitik devrim fikri ya da neolitik devrimin, ekonomik faaliyetler sonucunda geliştiği fikri Childe’a gökten zembille inmedi. Gordon Childe, Marksizmi arkeolojiye uyarlamak konusunda oldukça katıydı. O dönemde yapılan kazıların yetersizliği, çok da geniş bir çevrede yapılmıyor oluşu; bu teorinin geniş kesimlerce kabul edilmesini sağladı.

Marks’ın öne sürdüğü ve Engels’in besleyerek destek verdiği “ekonomik altyapının, üstyapıya yön verdiği fikri, belki de en net şekliyle Ekonomi Politiğe Katkı adlı kitabın önsözünde bizzat Marx tarafından dillendiriliyordu:

“Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.” [9]

Childe bu fikri alıp, neolitik devrim tezinde kullanarak tarihi yeni bir biçimde evrelendirdi. Fakat görülüyor ki, çıkış noktası hatalıydı. Kaldı ki, inançla beraber -yukarıda Göbeklitepe’ye ait verilere bakılırsa belki ondan da önce- sanat ya da zanaatın da bu ekonomik hamleden önce gelişiyor olması, bu tarihsel dizgeyi bozuyor.

Fakat burada, yazının amacı iyi anlaşılmalı. Bizim amacımız ekonominin yerine dini koyup, yeni bir şema önermek değil, bu şemanın olanaksızlığını ortaya koymak. Daha açık ifade etmek gerekirse, anarşistler; toplumların yaşamlarında ekonominin yerini yadsımadan devlet, din, cinsiyet, kültür gibi kurum ve kavramların bu toplumları etkiyebileceğini söylerler.

Pierre Clastres, “Devlete Karşı Toplum” adlı kitabında bu ilişkiyi incelemiş, ekonomik değişimden ziyade siyasi değişimin de bir çıkış noktası olarak alınabileceğini söylemiştir: “İlkel toplumlar açısından Marksistlerin ekonomik altyapı dedikleri düzeydeki değişim, ona bağlı yansımasını, yani siyasal üstyapıyı kesinlikle belirlemez; çünkü siyasal üstyapı, kendi maddi temelinden bağımsız olarak ortaya çıkar. Amerika kıtası ekonominin ve toplumun karşılıklı özerkliğini açıkça ortaya koymaktadır. Göçebe olsun olmasın, avcı-balıkçı-toplayıcı gruplar, komşu oldukları yerleşik tarımcılarla aynı toplumsal-siyasal özellikleri gösterirler; “altyapı” farklı olsa da “üstyapı” aynıdır. Buna karşılık, imparatorlukla yönetilen, devletli toplumlar olan Orta Amerika toplumları, diğer yörelere göre daha yoğun olmakla birlikte, teknik düzey bakımından, Tropikal Orman’da yaşayan “vahşi” kabilelerinkine çok benzeyen bir tarım yapıyorlardı: Bu kez “altyapı” aynı olsa da “üstyapı” farklıdır, çünkü birinde devletsiz toplumlar, öbüründeyse gelişimini tamamlamış devletler söz konusudur. Demek ki önemli olan ekonomik değişim değil, siyasal yapının kesintiye uğramasıdır. İnsanlığın ön tarihindeki gerçek devrim, eski toplumsal örgütlenmeyi pekâlâ muhafaza edebilen neolitik devrim değil, siyasal devrimdir. Bizim devlet adıyla bildiğimiz gücün, ilkel toplumların karşısına gizemli, geri dönüşsüz, öldürücü bir biçimde çıkmasıdır” demiştir. [10]

Her ne kadar Marx’tan sonra bu ilişkiyi yorumlayan Gramsci -sonrasında Frankfurt Okulu ve Otonomcu Marksistler- üstyapının önemini fark edip, üstyapının da altyapıyı etkileyebileceğini söylese de, son kertede ekonominin belirleyici etkisini reddetmemişti. Çünkü Marksizm, bütün düşünce sistemini ekonomik altyapı üzerinden kurmuştur.

Öte yandan, bilhassa Marx’ın ve Engels’in, ekonominin ana neden olarak kabul edildiği “altyapı üstyapıyı belirler” ilkesi, kendisini yalnızca arkeoloji ve antropoloji alanında dayatmadı. Aynı zamanda sosyolojide, politikada, bilimin neredeyse tüm alanlarında ve toplumların yaşamlarında da önemli etkiler bıraktı. Bilimin ve sanatın bir çok alanında kabul gören bu anlayış, özgür ve adaletli bir dünya arayışında olan ezilenler için de bir model sundu. Bu model, toplumsal hareketlerin kaderlerini belirleyen bir modele dönüştü. Bir çok toplumsal hareket, “bilimsel birer doğru”, “reddedilemeyecek bir gerçek”, “var olan nedenlerin kaçınılmaz sonucu” olarak görülen bu anlayışa uydurulmaya çalışıldı.

Üretim araçlarının sahibinin değiştirilmesiyle, yani ekonomik sorunun çözülmesiyle, kabaca dünyadaki adaletsizliklerin son bulacağı bir model önerisi, pratikte bir karşılık bulmadı. Ekonomik koşullar değişmiş; fakat siyasi, dini, kültürel iktidarlarla ilgili meseleler değişmemişti. İşte bu hesaba katılmadığı için, üretim araçlarının yeni sahipleri, kimi zaman eski sahiplerinden daha da büyük bir iktidar alanına sahip oldu ve adaletsizliğin yeni taşıyıcıları olarak tarihe isimlerini yazdırdılar.

Üstelik bu anlayış, Marx’ın düşman addettiği kapitalizm tarafından da paylaşılıyordu. Birçok kapitalist, Marx ve Engels altyapı-üstyapı kavramını kendilerine hediye edene kadar, kapitalizmin gelişimini protestan ahlakın yayılması ile açıklarlarken, bu evreden sonra; “her şeyin altında yatan ekonomik nedeni” savunmaya başlamışlardır.

Morgan’dan Marks ve Engels’e: Uygarlığın Merdivenleri ya da İlkel Olanın Aşağılanması

Böylesine bir algılayışın, tarihsel “dönüm noktaları”nın gerisinde kalan toplumlar için “ilkel” ya da “barbar” ithamlarında bulunması şaşırtıcı değildir. Marks ve Engels’e göre tarihte ileriye doğru atılmış bütün adımlar, bizi komünizme taşıyan “olumlu” gelişmelerdir. Geçmişte kalanlar “ilkel” ya da “barbar” olup, geçmişten söz açanlar “gerici” olarak nitelendirilmiştir. Onlara göre işin özü şudur; uygarlık öncesi topluluklar komünist ama “ilkel” iken, uygarlık sonrası topluluklar gelecekteki “uygar komünist topluma” doğru tırmandığımız merdivenlerdir.

Geleceğe yapılan bu kutsamanın, bir kökeni vardır. Marks ve Engels çalışmalarında sık sık Amerikalı etnograf ve tarihçi Lewis Henry Morgan’a (1818-1881) gönderme yapmışlar [11], hatta tarihi sınıflandırırken dayanak noktası olarak onu ele almışlardır. Morgan, tarihi kendince ekonomik ve toplumsal dayanaklarla geçmişten geleceğe; geriden ileriye ve ilkelden uygara doğru sınıflandırmaya çalışırken şöyle bir şablon çizer: Yaban Çağı – Barbarlık Çağı – Yukarı Barbarlık Çağı – Uygarlık Çağı.

Marks ve Engels de yazarın “Eski Toplum ya da İnsanlığın Yabanıllık Aşamasından Çıkıp Barbarlıktan Geçerek Uygarlığa Ulaşan Yönde Gelişmesinin Ana Çizgileri Üzerine Araştırmalar” [12] adlı çalışmasındaki bu şablonu şöyle uyarlarlar: Yabanıllık ya da barbarlık denilen aşamalar “İlkel Komünal Toplum”, Uygarlık Çağı aşaması -sırasıyla- “köleci, feodal, kapitalist toplum” ve nihayetinde bu aşamaların sonucu ve sonuncusu  olarak “Komünist Toplum”.

Her ne kadar Engels ve Marks’ın “ilkel” ve “barbar” kelimelerini bir aşağılama olarak kullanmadığı iddia edilse de, kelimenin etimolojik kökeni bize bir ipucu verebilir. Eski Yunanlılar yabancılara, küçümseyici bir tavırla “barbaraphos” derlerdi. Çünkü, onlar ileri bir düşünce seviyesine ulaşmış “Hellenler”di. [13]

Freddy Pearlman, “Er Tarih’e Karşı Leviathan’a Karşı” kitabında  Morgan, Marks ve Engels’in ilerlemecilik anlayışını eleştirirken hayli ilginç bilgiler sunuyor. “Spekülasyon yapan iş adamlarının danışmanı, Cumhuriyetçi bir politikacı ve bir ırkçı olan Morgan, şüphesiz New York’un dışında komşu olduğu, bir zamanlar kalabalıkken kıyıma uğramış İrokua toplulukları üzerine çalışma fırsatı bulmuştur. Morgan’dan önceki ırkçılar, Washington ve Jefferson, İrokuaların çocuksu oldukları üzerinde ısrar ediyordu ancak Morgan, İrokuaların çocukluk ve ergenlik arasında bir safhaya eriştiklerini düşünüyordu. Morgan ırkçılığını her basamağı ırkçı bir cilayla parıldayan bir merdivenle ortaya koydu. Küçümsemesini gizlemek için hiçbir çaba sarf etmedi; tam tersine bununla caka sattı; böylesi bir küçümseme Amerika’da bir nezaket işaretiydi (ve hala da öyledir). En alt basamağı, bebeklik safhasını, Vahşilik olarak adlandırdı. Bir sonraki basamağı, çocukluk safhasını, Barbarlık olarak adlandırdı. Ve elbette üst basamaklara Uygarlık adını verdi, en üsttekine de Amerikan Uygarlığı. Büyük Beyaz Irkla birlikte Morgan’da bu zirvede yerini alıyordu… Morgan’ın ırkçı merdiveni ajitatör Karl Marx ve devrimci iş adamı Friedrich Engels tarafından ödünç alınmıştı. Marx merdiveni yamamaya niyetlenmişti ama buna hiç zamanı olmadı. Morgan’ın merdivenini yamayan Engels oldu. Çok fazla da değişiklik yapmadı. Merdiveni aynen aldı, Morgan’ın tüm ırkçı terminolojisiyle birlikte: Vahşilik, Barbarlık vs … Engels yalnızca merdivenin zirvesine bir ek yaptı ve en tepeye daha yüksek bir basamak yerleştirdi. Engels, Morgan’ın Büyük Beyaz Irkı’nı, Kapitalist Sınıf olarak adlandırdı, ve merdivende bunun da üstüne Marx’ın politik partisinin yandaşları ve liderlerini koydu. Ve bu şekliyle Morgan’ın ırkçı merdiveni basamakların isimlerinin okul çocuklarının kafasına bir ilmihal gibi sokulduğu SSCB, Çin, Batı Avrupa ve diğer ülkelerde resmi bir din haline geldi.

İlkellere yakıştırılan bu sıfatların ötesinde ilerlemeci aklın içine düştüğü bir diğer tuzak ise oluşturduğu determinist dizgenin imkansızlığı. Bu dizgeye göre, avcı – toplayıcı toplumdan üretim faaliyetlerinin gelişmesiyle tarıma geçen insan, sonrasında zorunlu olarak, hiyerarşik ve devletçi topluma geçmek zorundadır. Fakat, böylesine bir zorunluluktan bahsedemeyiz. Üstelik böylesine bir zorunluluk, sınıflı toplumun ilerlemeler için gerekli olduğu gibi bir tespite denk düşer. Bu tarz bir düşünme biçimi, marksizmi, kapitalizmin açıklarını ikame edici bir anlayış olmaya iter.

*  *  *

Bu aşamada tekrar başta sorduğumuz soruya dönmek iyi olacaktır. Bu keşfin önemi nedir ve bu keşif insanlık tarihinde neyi, neleri değiştirmiştir?  Günümüzde yaşamın bütününü esir almış olan devlet ve kapitalizmin kökeni nedir? Başka bir deyişle, bu soruyu cevaplamak, hem insanlık tarihini anlamak hem de tarih boyunca, karşımıza çıkan bu sorunlarla mücadele edebilmek ve bunları çözümleyebilmek için oldukça önemlidir.

Aslına bakılırsa, Marks ve Engels’in de yapmaya çalıştığı şey buydu. Bu ikilinin, temel neden olarak ekonomiyi işaret etmesi ve bunun sonucunda açığa çıkan sistematiğin bir çok kesim tarafından kabul görmesi durumu, Göbeklitepe ve benzeri buluntular eşliğinde eskiden beri varolan bu meseleye dair tartışmaları tekrar alevlendirdi.

İktidarın Kapsayıcılığı

İnsanlık tarihinin neredeyse %95’inde iktidarlı ilişki biçimlerinden uzak yaşayan ve hatta birçoklarının iddiasına göre, bu ilişki biçimlerinden özellikle kaçınan insanlar, nasıl olmuştu da hiyerarşi, devlet, özel mülkiyet ve iktidar gibi kavramlarla karşılaşmışlardı? Göbeklitepe ve benzeri yapılar göz önünde bulundurularak yapılan çalışmalar gösteriyor ki, ekonomi dışındaki nedenler de bunları tetikleyebiliyor. Tekrar Göbeklitepe örneğine dönecek olursak, burada gücünü ekonomi dışındaki bir güçten aldığına inanılan, güçlü bir “ruhban sınıfın” var olmuş olabileceği ve ruhban sınıfın, yine yukarıda bahsettiğimiz “toplumsal tabakalaşmaya” ya da başka bir deyişle “sınıflı toplum”a geçilmesi konusunda taşıyıcı rol üstlenmiş olabileceği düşünülüyor.

Buradan yola çıkarsak, ekonomik tahakkümün ortaya çıkmasından önce başka tahakküm biçimlerinin de var olması bizi iktidar kavramına götürmektedir. Yazıyla amacımız, Göbeklitepe örneğinde olduğu gibi, toplumsal tabakalaşmaya yol açanın dinsel nedenler olduğunu iddia etmek değildir.

O halde, Göbeklitepe’de karşılaştıklarımızın, belki de ilk devletsi ilişki biçimleri olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik bu biçimin de, anarşizmde sık sık vurgulandığı üzere siyasal bir iktidardan türediğini söyleyebiliriz. Yine Pierre Clastres’e dönecek olursak: “İlkel toplumda ekonomik yaşam özerk ve sınırları belli bir alan haline geldiğinde, üretim etkinliği yabancılaşmış, hesaplanabilir ve emeğin ürünlerinden yararlanacak olanların zoruyla yaratılmış bir emeğe dönüştüğünde, toplum ilkel olmaktan çıkmış, yönetenler ve yönetilenlere, efendiler ve uyruklara bölünmüş bir toplum haline gelmiş, onu yok edecek şeyi, yani iktidarı ve iktidara saygıyı bertaraf etmekten vazgeçmiş demektir. Bu durumda, işbölümü dahil toplumdaki bütün bölünmeleri belirleyen temel ayrım, taban ile tepe arasındaki yeni dikey sıralanmadır, ister savaşçı ister dinsel kökenli olsun, gücü ellerinde bulunduranlar ile bu gücün egemenliği altında olanlar arasındaki büyük siyasal uçurumdur. Siyasal bir ilişki olan iktidar, ekonomik bir ilişki olan sömürüden öncedir ve ona zemin hazırlar. Yabancılaşma ekonomik bir anlam kazanmadan önce, siyasal bir anlam taşır, iktidar emekten önce gelir, ekonomi siyasetin bir türevidir, devletin ortaya çıkışı, sınıfların doğuşunu belirler.” [14]

Burada Clastres’in siyasi iktidar diye bahsettiği kavramı bugünkü hükümete kadar indirgenen dar anlamıyla almamak lazım. Clastres, burada siyasi iktidar derken, içerisinde diğer tahakküm biçimlerini de barındıran bir merkezileşme eğilimini kastediyordu. Yani tarihsel olarak tam da bu tarihlerde kendini belirginleştirmeye başlayan otoriter ve hiyerarşik ilişkiler, değişik formlarda karşımıza çıkıyordu. Bu  kimi zaman yaşlının genç üzerinde kurduğu, kimi zaman güçlü olanın güçsüz olan üzerinde kurduğu, kimi zaman daha yeteneklinin az yetenekli üzerinde kurduğu, kimi zaman da erkeğin kadın üzerinde kurduğu bir ilişki biçimiydi. Dolayısıyla ekonomik, siyasi, dini, askeri ve cinse dayalı gücü elinde bulunduran iktidar sahipleri, devletin temelini atan ilişki biçimlerini kurmaya başlıyorlardı.

Burada belki cinse dayalı tahakküme ayrı bir parantez açmak gerekebilir. Çünkü genelde yine tarımdan sonraya atfedilen işbölümünün, erkeğin kadını tahakküm altına almasıyla başladığını [15] -Orta Paleolitik Dönem- düşünürsek, bu etmenin de sınıflı toplumun oluşumunda belirgin bir etkisi olduğunu hesaba katmak gerekir.

Devletsi İlişki Biçimlerinin  Doğuşu

Öte yandan iktidar yapısının yeterli bir şekilde tanımlanması ve anlaşılması ise, devlet olgusunun hakkaniyetli bir çözümlemesiyle mümkün olabilir. Üstelik, devlet olgusunun şekillendirdiği zihniyet ve bunun pratiklerini derinden incelemek büyük önem taşımaktadır. Düşüncenin doğaya yabancılaşması, toplumsal tabakalaşma, militarist kurumlaşma, bu zor aygıtının icatlarıdır.

Burada odaklanılması gereken esas durum, belki de sanılanın aksine, zorunluluk arz eden tek biçimli bir neden-sonuç ilişkisi bulmak değil; bu tahakküm biçiminin merkezi bir hal alması, yani devletin ortaya çıkması ile ilişkilidir. Tekrar hatırlatmak gerekirse, devlet denen ve toplumu merkezi bir şekilde yönlendirmeye yarayan aygıt, toplumsal tabakalaşmaların kendini farklı nedenlerle belirginleştirdiği Göbeklitepe gibi örneklerin hemen sonrasında ortaya çıkmıştır. Göbeklitepe’nin ekonomik nedene dayanmıyor oluşu, bu merkezi yapılanmanın oluşma nedenlerinin ne olduğunu, ne olabileceğini anlamak açısından önem taşımaktadır.

Toplumsal tabakalaşmanın ortaya çıktığı toplulukların, hemen sonrasında, devlet mekanizması içinde örgütlenmiş olması rastlantı değildir. Ekonomik, sosyal ya da siyasi nedenlerle tahakküme dayalı ilişki biçiminin merkezileşmesi ilk devletsi ilişki biçimleridir. Yani devlet olma yolunda atılan ilk adımlardır.

* * *

Bütün bunlarla beraber, anarşizm iktidarın ve devletin doğuşuna dair oldukça yerinde fikirler öne sürmüş; fakat bu fikirler, akademinin başını tutmuş kimi zihniyetler tarafından hep göz ardı edilmeye çalışılmıştır. Anarşizmin, Marks’a ve Marksistlere yönelttiği en temel eleştirilerden bir tanesi ortaya konulan modelin “baştan sona kadar iktisadi” bir model olmasıdır.

Avcı toplayıcı bir yaşam biçiminin sonlarına doğru, bu topluluklarda iktisadi olmayan bir iktidarın gelişemeyeceğini düşünen bir algı; devam eden süreçte sözüm ona “üretici olmayan” güçlerin toplumsal mücadelelerdeki yerini küçümsemiştir. Bu da bilim olma iddiasındaki marksizmin pratiğini şekillendirmiştir. Her ne kadar Marx’ı yorumlayan kimileri, koca bir ideolojinin üretim ilişkileri üzerine kurulmasını es geçerek, farklı disiplinlerde, farklı isimler altında Marksizmin anlamını genişletmeye çalışmış olsalar da, yapılan her bir yorum Marksizmi marksizm olmaktan uzaklaştırmıştır.

Anarşizm ister ekonomik, ister dini, isterse cinse dayalı iktidar olsun, bu yapıların tamamını hedef alarak argümanları oluşturmuş, pratiklerini de bunlar üzerinden şekillendirmiştir. Anarşizme göre, illa bir ilk neden aranacaksa, bunun için “iktidar ilişkilerine” ve bu ilişkinin yarattığı merkezileşmeye bakılmalıdır.

Görülüyor ki, Göbeklitepe gibi örnekler, yukarıda eleştirilen şablonlar ve evreler bir kenara konulup yönlendirilmiş bir neden sonuç ilişkisinin bağlarından kurtarıldığında, iktidar denen olguyu ortaya çıkarıyor. Bu durum bir rastlantı değildir. Bireyin kendisiyle, diğer bireylerle ve bir bütün olarak doğayla kurduğu ilişkide iktidarlı ilişki biçimlerini sorgulamak, anlamak ve bunları ortadan kaldırmak niyetiyle ortaya çıkmış bir ideolojinin, bir felsefenin ve bir hareketin ismi olarak Anarşizm, sadece arkeoloji ve antropoloji gibi alanlarda değil; yaşamın diğer birçok  alanında da yeni bir bakış açısı, söylem ve düşünce yapısı oluşturmayı sürdürüyor.

Dipnotlar:

1.) Aktüel Arkeoloji: Göbeklitepe

https://www.academia.edu/1262013/Akt%C3%BCel_Arkeoloji_G%C3%B6bekli_Tepe

2.) The First Gobeklitepe Symposium – Klaus Schmidt

http://gobeklitepe.info/first-symposium-on-gobeklitepe.html

3.) Gordon Childe and Urban Revolution

http://www.public.asu.edu/~mesmith9/1-CompleteSet/MES-09-Childe-TPR.pdf

4.) Gordon Childe – Kendini Yaratan İnsan – Varlık Yayınları

5.) New Scientist, 5 Ekim 2013-Cumhuriyet Bilim Teknoloji

6.) New Scientist, 5 Ekim 2013-Cumhuriyet Bilim Teknoloji

7.) New Scientist, 5 Ekim 2013-Cumhuriyet Bilim Teknoloji

8.)  The First Gobeklitepe Symposium – Trevor Watkins

http://gobeklitepe.info/first-symposium-on-gobeklitepe.html

9.) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı – Karl Marx – Sol Yayınları

10.) Devlete Karşı Toplum – Pierre Clastres – Ayrıntı Yayınları

11.) Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni –  Frederick Engels – Eriş Yayınları

12.) Henry Lewis Morgan Eski Toplum  – Payel Yayınları

13.) Nişanayan Sözlük – Barbar –

https://tr.wikipedia.org/wiki/Barbar

14.) Devlete Karşı Toplum – Pierre Clastres – Ayrıntı Yay

15.) John Zerzan – Makinelerin Alacakaranlığı – Kaos Yayınları

Özgür Erdoğan
[email protected]

Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.

The post Göbeklitepe: Ekonomik Altyapının Arkeolojisi – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/12/22/gobeklitepe-ekonomik-altyapinin-arkeolojisi-ozgur-erdogan/feed/ 0
” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/#respond Tue, 27 Oct 2015 10:55:01 +0000 https://test.meydan.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/ Yaşadığımız topraklar art arda katliamların karanlığına gömülmüşken; adalet, özgürlük ve barış isteyenler acı ve öfke içinde cenazelerde buluşuyorken; insanlar panik ve korku içinde birbirlerine “Bize ne oluyor?!” diye sorarlarken birileri de işlerini tıkır tıkır yürütmeye devam ediyor. Devlet ve suç ortakları şirketler sizi öldürmekle yetinmeyeceğiz, yaşadığınız doğayı da başınıza yıkacağız, her yeri betona bulayıp adeta […]

The post ” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi-katliamın gölgesinde talan projeleri özgür erdoğan

Yaşadığımız topraklar art arda katliamların karanlığına gömülmüşken; adalet, özgürlük ve barış isteyenler acı ve öfke içinde cenazelerde buluşuyorken; insanlar panik ve korku içinde birbirlerine “Bize ne oluyor?!” diye sorarlarken birileri de işlerini tıkır tıkır yürütmeye devam ediyor. Devlet ve suç ortakları şirketler sizi öldürmekle yetinmeyeceğiz, yaşadığınız doğayı da başınıza yıkacağız, her yeri betona bulayıp adeta yaşam adına ne varsa yok edeceğiz der gibi talan ve katliam planlarını harfiyen uygulamayı sürdürüyorlar.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı “Müjde”yi Verdi: 3. Nükleer İğneada’ya

Katliam bir devlet geleneğidir. Katliamı bazen bombayla, bazen ağır silahlarla, bazen uçaklarla, bazen de tıpkı Çernobil, Fukuşima ve daha adını sayamadığımız irili ufaklı birçok “nükleer santral” ile de gerçekleştirebilirsiniz. Bu toprakların efendileri de nükleer projelerini peşi sıra uygulamaya devam ediyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alaboyun, “Üçüncü nükleer santralin Kırklareli İğneada bölgesinde yapılması planlanıyor. Firmalarla görüşmeler devam ediyor” açıklamasıyla bizlere 3. nükleerin müjdesini verdi.

Bir Müjde de Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’ndan: Akdeniz’de 3725 Tane Talan Projesi

Böylesine karanlık günlerden geçerken, devlet erkanı boş durmuyor, müjdeler birbirini izliyor! Başta Karadeniz olmak üzere, yaşadığımız coğrafyanın her bir yanını envai çeşit enerji santralleriyle donatan devlet ve şirketlerin ağzı şimdi de Akdeniz için sulanıyor. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Isparta’da Güneydoğu Anadolu Projesi’nin bir benzeri olarak Akdeniz Gelişim Projesi (GEP) hazırladıklarını belirterek, burada 3725 tesis yapacaklarını duyurdu. Sözlerine esprili (belki alaycı daha doğrudur) bir şekilde devam eden Eroğlu, “Buraya gelirken Afyonkarahisar’dan kaymaklı lokum getirecek halim yoktu. Buraya heybem dolu yatırımlarla geldim… 6 aylık çalışma neticesinde nereye ne yapılacak bunları belirledik. 2019 yılına kadar 266 baraj ve gölet, 440 sulama tesisi, 32 içme suyu tesisi, 850 dere ıslahı tesisi, 1299 köprü ve ağaçlandırma gibi yatırımlar yapılacak” dedi. Yaşanan katliamın ardından adeta bir komedyen edasıyla boy gösteren bakan, Isparta’nın güllerini, talan projeleri kapsamında yapmayı planladıkları göletlerle özdeşleştirerek keskin edebiyat yeteneğini de göstererek, “Isparta, Isparta olalı böyle barajlar göletler yapılmadı. Isparta artık güller ve göller diyarını yanı sıra barajlar ve göletler diyarıdır” dedi.

Yeşil Yol’un İlahi Amaçları

Karadeniz’deki son talan projelerinden biri olan “Yeşil Yol” ise geçtiğimiz günlerde Başbakan Davutoğlu tarafından ilginç bir şekilde savunuldu. Davutoğlu Karadeniz’de yaptığı bir konuşmada “Yeşil Yol (…) doğaya ulaşıp rabbimize şükretmek için” diyerek meseleyi ilahi bir açıdan değerlendirdi ve “Bunların dini, imanı para…” deyişinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak tarihe geçti.

Daha proje aşamasındayken bir talan projesi olduğu ve izlediği güzergâh boyunca yaşam adına ne varsa yok edeceği aşikar olan “Yeşil Yol” hepimizin de hatırlayacağı gibi köylüler tarafından engellenmek istenmiş; iş makineleri birkaç defa durdurulmuş, yaşlı kadınlar askerler tarafından yerlerde sürüklenmiş ve nihayetinde ağır silahlarla donanmış askerlerin eşliğinde şirket tarafından inşaata başlanmıştı.

Fakat Davutoğlu böyle düşünmüyor ya da fantastik bir romanın mistik bir kahramanı olduğunu düşünüyor ve saçmalamaya devam ediyor: “Dünyanın her yerinden insanlar gelsin Karadeniz’in yaylalarına aşık olsun, havasında şifa bulsun diye bu projeyi yapıyoruz. Türkiye’nin her köşesindeki çevre aşıkları olan bizler adına söylüyorum; bizler sarı çiçekle konuşan Yunus Emre’den ilham almışız. Tek bir sarı çiçeğin ezilmesine izin vermeyiz. Tek bir yaylanın tarumar edilmesine izin vermeyiz. Kötü yapılaşmayla o doğanın bozulmasına izin vermeyiz. O yollar doğayı bozmak için değil, doğaya ulaşıp rabbimize şükretmek için yapılıyor. Yeşil Yol bu felsefeyle yapılmaya devam edecek.”

Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce: Beton makinesinin sesinden büyük keyif alıyorum

Çevre Bakanı İdris Güllüce ise İstanbul Esenler’de katıldığı bir açılışta yaptığı açıklamalarla, devleti temsilen “çevreleri”ne hangi gözle baktıklarını açık etmiş oldu. Çevre Bakanı: “Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın. Ben inşaat mühendisiyim, beton makinesinin sesinden çok keyif alırım. Böyle pat… pat…pat… vurdukça… Türkiye kalkınıyor. Kalkınacak, gelişecek. Türkiye 2023, 2071 hedeflerine gidiyor… Biraz sonra o beton pompası vurmaya başlayacak. Birilerine rağmen Türkiye kalkınacak. Rabbim bu ülkeyi hep böyle kalkındırsın. Silah seslerinin yerine, terörün yerine, insanların birbirine acımasızlığı yerine beton santrallerinden beton çıksın ve o beton santrallerinin betonlarını beton pompaları insanlara güzel güzel evler, havaalanları, yollar, otobanlar yapsın!”

Halbuki biz çevre bakanından yaptıkları pislikleri örtmek için usulen de olsa -ki her zaman öyle olur- yeşile övgü beklerken; kendileri derelerimizi kurutan, ormanları yerle bir eden yaşam alanlarımızdan bir silindir gibi geçen “beton”a karşı histerik aşkını dile getiriyor.

Katliamı takip eden son bir hafta içerisinde yapılan tüm bu açıklamalara baktığımızda “Siz bizimle dalga mı, geçiyorsunuz?” diye sormamak elde değil. Bu açıklamaların, toplumun birçok duyguyu bir arada yaşadığı ve dikkatinin çok başka noktalara çekildiği böyle bir zamanda yapılması oldukça manidar ve aynı zamanda son derece umursamaz ve pespayecedir.

Açık, net ve tereddütsüz bir şekilde söylüyoruz, komik değilsiniz, zeki ya da edebi hiç değilsiniz! İğrençsiniz, katilsiniz; Ankara‘da ölen yoldaşlarımızın, derelerin, ağaçların, havanın, hayvanların, tüm doğanın katilisiniz. Çok sevdiğiniz beton makinelerinin sesi eşliğinde, öve öve bitiremediğiniz duble yolların arasında, yaşadığımız toprakların her bir yanına dizilmiş enerji santralleri ve saya saya bitmeyecek talan projelerinizle beraber yok olup gideceksiniz. Doğanın ve katlettiğiniz tüm yoldaşlarımızın öfkesi, yaşadığınız her an ensenizde olacak. Yaptığınız hiçbir katliam, gevrek gevrek sırıtarak söylediğiniz hiçbir yalan, hiçbir söz unutulmayacak!

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/feed/ 0
Karaburun’da RES İçin Acele Kamulaştırma https://meydan1.org/2015/09/15/karaburunda-res-icin-acele-kamulastirma/ https://meydan1.org/2015/09/15/karaburunda-res-icin-acele-kamulastirma/#respond Tue, 15 Sep 2015 19:10:51 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/15/karaburunda-res-icin-acele-kamulastirma/ Geçtiğimiz aylarda, Karaburun’da yapılması planlanan ve faaliyete geçen bir çok RES için mahkeme yürütmeyi durdurma kararı almıştı. Fakat, yöre halkı Ağustos ayının sonlarına doğru, devletin acele kamulaştırma kararıyla, adeta şaşkına döndü. Çalık Holding tarafından Yarımada’da Haseki-Sarpıncık-Kızıldağ Mevkii’nde  yapılacak olan 14 rüzgar türbini ile 32 MW gücünde enerji üretimi yapılması planlanıyor. Bakanlar kurulunun aldığı “acele kamulaştırma” […]

The post Karaburun’da RES İçin Acele Kamulaştırma appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
karaburun

Geçtiğimiz aylarda, Karaburun’da yapılması planlanan ve faaliyete geçen bir çok RES için mahkeme yürütmeyi durdurma kararı almıştı. Fakat, yöre halkı Ağustos ayının sonlarına doğru, devletin acele kamulaştırma kararıyla, adeta şaşkına döndü.

Çalık Holding tarafından Yarımada’da Haseki-Sarpıncık-Kızıldağ Mevkii’nde  yapılacak olan 14 rüzgar türbini ile 32 MW gücünde enerji üretimi yapılması planlanıyor. Bakanlar kurulunun aldığı “acele kamulaştırma” kararı gereği bu bölgedeki birçok tarım arazisi, çayır ve mera alanları dev rüzgar tribünleri ile talan edilme tehdidi altındayken, köylüler de, adeta bir RES adasına dönüştürülmüş Karaburun’da yeni projelere izin vermeyeceklerini belirttiler.

Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

The post Karaburun’da RES İçin Acele Kamulaştırma appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/15/karaburunda-res-icin-acele-kamulastirma/feed/ 0
Yangının Anlattıkları – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2015/09/14/yanginin-anlattiklari-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2015/09/14/yanginin-anlattiklari-ozgur-erdogan/#respond Mon, 14 Sep 2015 17:39:09 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/14/yanginin-anlattiklari-ozgur-erdogan/ Özellikle son iki ay içerisinde, Kürdistan coğrafyasında ardı ardına yangınlar patlak veriyor. Yangınların bilhassa Kürt Özgürlük Hareketi’nin ağırlıklı olarak faaliyet yürüttüğü Amed, Dersim ve Şirnex’te yoğunlaşması ise, akıllara 90’lı yılları getiriyor. Her ne kadar “yakıp yıkma”, dünya üzerindeki devletlerin “imha” politikalarından biri olsa da, bu yıllarda T.C devleti belirgin bir strateji olarak, köy boşaltmalarla bu […]

The post Yangının Anlattıkları – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

yangın

Özellikle son iki ay içerisinde, Kürdistan coğrafyasında ardı ardına yangınlar patlak veriyor. Yangınların bilhassa Kürt Özgürlük Hareketi’nin ağırlıklı olarak faaliyet yürüttüğü Amed, Dersim ve Şirnex’te yoğunlaşması ise, akıllara 90’lı yılları getiriyor. Her ne kadar “yakıp yıkma”, dünya üzerindeki devletlerin “imha” politikalarından biri olsa da, bu yıllarda T.C devleti belirgin bir strateji olarak, köy boşaltmalarla bu yönteme sık sık başvurmuş, bu coğrafyada yaşamını sürdüren tüm canlı hayatını hedefleyen birçok kundaklamaya imza atmıştır.

Tarihin Not Düştükleri

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, devletlerin “imha” ve “koşulsuz itaat” için ormanları ve köyleri yakması bir strateji olarak görülür. T.C devleti, kurulduğu ilk günden bu yana bu savaş taktiğini özellikle Kürtler üzerinde defalarca kullanmıştır. T.C tarihinde, böylesi bir “politik orman yangını vakası” ilk olarak 1925’de Şeyh Sait İsyanı sırasında yaşanmıştır. Aynı yıl onaylanan Şark Islahat Planı çerçevesinde isyanı bastırmaya çalışan devlet, birçok saldırı gerçekleştirmiş, bununla kalmayıp ormanlık alanlara ve dağ köylerine sığınan isyancıları “temizlemek” için ormanları ve köyleri ateşe vermiştir. Birçok mağara tahrip edilmiş, tarlalar kullanılamaz hale getirilmiş ve evcil hayvanlara ya askerin “et” ihtiyacını karşılamak için el konulmuş ya da keyfi olarak öldürülmüştür. Tabii ki “yangın”, isyanın bastırılması ve isyancıların katledilmesi ile durmamıştır. 20’li yıllardan 30’lu yılların sonuna kadar devam etmiştir bu katliamlar. 1938 yılına gelindiğinde, tüm Kürdistan’ı saran ateş, Dersim Katliamı’nın kolaylaştırıcılarından biri haline gelmiştir. Katliam sırasında birçok orman bombalanarak ya da doğrudan ateşe verilerek yakılmış, yine birçok mağara ateş çemberine alınarak buraya gizlenen isyancılar, dışarıya çıkmaya zorlanmıştır. Yine tarlalar yakılmış, hayvanlara el konulmuş ya da öldürülmüştür. Bu süreçte kaç ağaç yandı, kaç köy boşaltıldı, kaç dönüm toprak küle döndü bilmiyoruz ama 17 günlük süre içerisinde 7594 kişinin ölü ya da diri ele geçirildiğini düşünürsek, yaşamın bütünü için ne denli dehşet verici bir katliamla karşı karşıya kaldığımızı anlayabiliriz.

Benzeri yangınlar, irili ufaklı da olsa 80’li yıllara kadar devam etti. 1987 yılında çıkarılan ve Şark Islahat Planı’nın bir çeşit devamı olan Olağanüstü Hal (OHAL) yasası ile beraber yangınlar, daha sistematik ve daha kıyıcı olarak devam etmiştir. Köy boşaltmalar, orman yangınları, bombalamalar; dönemin karanlık atmosferinde yaşanan infazlara, askeri operasyonlara, işkencelere eşlik etmiştir. Devlet 94 – 99 yılları arasında 1102 bombalama ve kundaklama vakasının altına imza atmış, 1 ayda 33 ormanı yakmış ve toplamda 20 yıl boyunca 9.000 hektarlık ormanı “yaşamdan” temizlemiştir. Üstelik bu gelenek 2000’li yıllarda da devam etmiş, bu süre zarfında ise son iki üç ay içerisinde yaşanan orman yangınları ile adeta zirve noktasına ulaşmıştır.

Bu yazı yazılmaya devam edilirken, halen devam etmekte olan ve her gün bir yenisi patlak veren bu yangınlarla devlet ya da geniş ölçekte düşünürsek devletler ve iktidarlar neyi hedefliyorlar?

Meskeni Dağlar ve Ormanlar Olanlar

Öncelikle, ormanların ve dağların, gerillalar için bir sığınak olması, devleti bu bölgeleri sığınak olmaktan çıkartacak hamlelere yöneltiyor. Kaldı ki, ormanlar ve sarp kayalıklarla çevrilmiş dağlar her zaman için efendilerle, yasayla ve devletle derdi olanlar için bir sığınak olagelmiştir. Eşkıyalara, isyancılara ve ötekilere mesken olan bu yerler, efendiler ve iktidarlar için her zaman “tekinsiz” birer alan, kendi otoritesinin ulaşmadığı, halen içerisinde yaşamın kurallarının geçerli olduğu yerler olarak, “tedirgin edici” olarak anılıyor. Bu yüzden her zaman, içerisine büyük tesisler yapılıp sterilize edilmedikçe ya da kalekollarla çevrelenip güvenlikli hale getirilmedikçe içindeki tüm canlılarla beraber yakılıp yıkılması talan edilmesi vacip olarak görülüyor.

Bir Tahakküm ve Kar Aracı Olarak Grileştirme

Bir diğer neden ise, yakılıp yıkılan, düzleştirilen, griye boyanan her şeyin, daha net izlenebiliyor olması sayesinde daha rahat kontrol edilebilmesi. Üstelik ileride burada kurulmak istenen sanayi tesisleri için alan açılmış oluyor. Artık madenler daha rahat kurulabiliyor, HES’ler, güvenlik barajları ya da kaya gazı arama çalışmaları daha rahat yapılabiliyor. Yani yaşamdan temizlenmiş coğrafyalar, devlet denetiminin kat-i suretle uygulandığı alanlara dönüşüyorken yine aynı devlet tarafından, bu alanlar kapitalistlere altın bir tepsi içinde servis ediliyor!

Devlet Uyumu, Uyum Devleti Öldürür

Daha da ötesi, bir toprak parçasında yaşamın, “sağlıklı bir yaşamın” oluşabilmesinin olmazsa olmazını, yani uyumu, Ekolojik Uyumu bozuyor. Ekolojik Uyum sadece ağaçlarla ya da nesli tükenen hayvanlarla ilgilenmez, rengi yeşile çalsa da, aslında tüm renklerin uyumuyla süregelen bir yaşamdan bahseder. Bu uyumun kendisi, bir bölgede yaşayan insanlar, hayvanlar, bitkiler ve onlar arasındaki ilişkinin bütünüyle ilgilidir. Üstelik bu ilişkinin bütünündeki bir parçada yaşanan uyumsuzluk, bütünün uyumsuzluğuna neden olur. Dolayısıyla, Kürdistan’daki orman yangınları da “yazık ağaçlar yanıyor!” gibi bir safdillik ile değerlendirilemez. Kaldı ki, devlet sırf ağaç yakmak için orman yakmaz. Devlet de bu kadar etraflıca düşünür ve bozup yıkmak, dönüştürmek istediği bir “yer” ya da bir “toplum” için, sadece o yeri ya da toplumu hedef almaz. İnsanlarını katlettiği bir coğrafyanın ormanlarını, katırlarını, derelerini es geçmez.

Nihayetinde, bu yangınlardan çıkan şey sadece duman değil, aynı zamanda yığınla katliam, bol bol göç ve yok edilmek istenen bir halk, yani yaşamın ta kendisi oluyor!

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayınlanmıştır.

The post Yangının Anlattıkları – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/14/yanginin-anlattiklari-ozgur-erdogan/feed/ 0