Okur Yazar – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Fri, 21 Jul 2017 10:44:03 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 “Suruç’ta Bir Anka” – Şoreş Haki https://meydan1.org/2017/07/21/suructa-bir-anka-sores-haki/ https://meydan1.org/2017/07/21/suructa-bir-anka-sores-haki/#respond Fri, 21 Jul 2017 10:44:03 +0000 https://test.meydan.org/2017/07/21/suructa-bir-anka-sores-haki/ Şimdi kaç parçayım ben Tutuşmuş ağacın dalına bakarken Tenimde kavrulan düş kaç parça? Savrulmuş yoldaşlarıyla bir bildiriye Gözlerimizdeki neşe Coşkusu umudun Tek bir yürek oluşumuz kaç parça? Çığlığını duyuyorum birinin Rüzgarın kollarında zaman Dönüp bakamıyorum Oysa ben paramparça olan ben Ellerimi uzatamıyorum Ezberlediğim şiirler yok Bildiğim şarkı sözleri Bu katıksız acıda konuşmak öfke Neşe hüzün […]

The post “Suruç’ta Bir Anka” – Şoreş Haki appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Şimdi kaç parçayım ben
Tutuşmuş ağacın dalına bakarken
Tenimde kavrulan düş

kaç parça?

Savrulmuş yoldaşlarıyla bir bildiriye
Gözlerimizdeki neşe
Coşkusu umudun
Tek bir yürek oluşumuz kaç parça?

Çığlığını duyuyorum birinin
Rüzgarın kollarında zaman
Dönüp bakamıyorum
Oysa ben paramparça olan ben
Ellerimi uzatamıyorum

Ezberlediğim şiirler yok
Bildiğim şarkı sözleri
Bu katıksız acıda konuşmak
öfke
Neşe hüzün her neredeyse

Seyreliyor her şey
Kokusunda yanmış etimin
İniltilerden bir cehennem
Hiç bilmediğim korku
Uğulduyor
Çığlığını duyuyorum birilerinin

Şimdi kaç parçayım ben
Tenim ruhuma soyunurken
Düşte düş
Aşta aş
Savrulmuş yoldaşlarıyla bir ankaya dönüşen

Yok oluşumdaki matem
Söyle
Kaç insanım ben?

Şoreş Haki

Bu şiir Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Suruç’ta Bir Anka” – Şoreş Haki appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/07/21/suructa-bir-anka-sores-haki/feed/ 0
“Dario Fo’nun İkinci Nobeli” – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2017/02/18/dario-fonun-ikinci-nobeli-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2017/02/18/dario-fonun-ikinci-nobeli-zeynel-cuhadar/#respond Sat, 18 Feb 2017 12:15:54 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/18/dario-fonun-ikinci-nobeli-zeynel-cuhadar/ “Boğazımıza kadar bok içindeyiz, bu doğru ve işte bu nedenlebaşımız dimdik yürüyoruz.” Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü, Deli karakteri Bazılarımız meçhul ölür. Bazen işten eve dönerken, bazen çalıştığımız gazetenin önünde sırtımıza saplanır kurşun; bazense yaşadığımız mahalleye saldıran kolluk kuvvetinin silahındandır ölümümüz. Gözaltına alınır kaybediliriz, evimiz basılır katlediliriz… Ya da bazen hikayemiz Pinelli’ninkine çok benzer. Zaman, […]

The post “Dario Fo’nun İkinci Nobeli” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
14690828_781158085357415_3690685916421099844_n
“Boğazımıza kadar bok içindeyiz, bu doğru ve işte bu nedenlebaşımız dimdik yürüyoruz.”

Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü, Deli karakteri

Bazılarımız meçhul ölür. Bazen işten eve dönerken, bazen çalıştığımız gazetenin önünde sırtımıza saplanır kurşun; bazense yaşadığımız mahalleye saldıran kolluk kuvvetinin silahındandır ölümümüz. Gözaltına alınır kaybediliriz, evimiz basılır katlediliriz… Ya da bazen hikayemiz Pinelli’ninkine çok benzer. Zaman, mekan ve araçlar değişir belki ama katleden her zaman aynıdır.

Dönemin İtalya’sında yükselen devrimci muhalefet, devlet yöneticilerini ve ülke burjuvazisini tedirgin etmeye başlıyordu. Özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminde faşist diktatörlüğe karşı gösterilen kahramanca direnişin etkisiyle anarşizm, işçi ve öğrenci hareketlerinde hızla toplumsallaştı. Derken 70’li yıllara bir kala Milli Tarım Bankası’nda bir bomba patladı, 13 kişi yaşamını yitirdi, 88 kişi ise patlama sonucu yaralandı. Benzer birçok hikayede olduğu gibi devlet bu olaydan anarşistleri sorumlu tuttu. Milan’ın yoksul işçi mahallelerinde büyüyüp mücadeleye atılmış iki yoldaş, Giuseppe Pinelli ve Pietro Valpreda, elde herhangi bir delil olmamasına rağmen devletin hedefi haline getirildiler. Resmi ağızlar tarafından inkar edilse de onlar anarşist oldukları için suçlanmışlardı, tıpkı aynı yazgıyı paylaşan Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti örneğinde olduğu gibi, tarih bir kez daha tekerrür ediyordu.
16 yıl boyunca katil devletin adaletsizliği tarafından tutsak edildikten sonra, Pietro Valpreda’nın “suçsuz olduğu” anlaşıldı. Pinelli’yi ise farklı bir son bekliyordu. Pino gözaltına alındığı karakoldaki sorgusu sırasında dördüncü kattan aşağı atıldı. Olay polis kayıtlarına “kaza sonucu ölüm” olarak geçecekti.

Bombanın gerçek sorumlularından Vincenzo Vinceguerra, yıllar sonra gerçekleştirdiği günah çıkarma seansında, saldırıyı dönemin hükümetince olağanüstü hal ilan edilebilmesi amacıyla gerçekleştirdiklerini söylüyordu. Bombalamaların devrimcilerle ilişkilendirilmesi, ilan edilmeye hazırlanılan OHAL’in meşrulaştırılmasını sağlayacaktı.

“Tiyatromuzun yaşayan bir tiyatro olduğunu, insanların konuşulduğunu duymak istedikleri gerçeklerden söz eden canlı bir tiyatro olduğunu ortaya koymak gerek.”

İşte oyun yazarı, ressam Dario Fo’nun 1970 yılında bu olayların “konuşulduğunu duyurmak” için kaleme aldığı “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü”, uzak diyarlardan olan ama bizdekilere hayli yakın bir hikayeyi anlatıyor. “Kazayla” yiten anarşist Giuseppe Pinelli özelinde, dünyanın bütün “yanlışlıkla” katledilenlerinin hikayesini…

Dario Fo artık eskisinden daha fazla rahatsızlık veriyor olmalı, zira Devlet Tiyatroları’nın bu seneki programından çıkarılan 4 yazar arasında Dario Fo ve 8 yıldır sahnelenen oyunu “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü” de yer alıyor. İtalya’nın halk tiyatrosu olarak nitelendirebileceğimiz Commedia dell’Arte akımının temsilcisi olan Fo ise oyunun yasaklanması üzerine verdiği röportajda “Yasaklanan dört yazardan hayatta olan tek kişi benim. İkinci kez Nobel ödülü almış gibi hissediyorum” diyordu. Bizler Dario Fo’ya yeni bir Nobel kazanmak kısmet olmasın diye umarken onun da ölüm haberi geldi.

“Kaza” sonucu katledilmeler, gözaltına alınıp kaybedilmeler, faili meçhuller bugün dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanırken; hikayeleri unutturup, oyunları yasaklayanlara karşı “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü”nü ve ürettikleriyle devletleri her daim rahatsız edenleri hatırlamakta fayda var.

The post “Dario Fo’nun İkinci Nobeli” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/18/dario-fonun-ikinci-nobeli-zeynel-cuhadar/feed/ 0
İhtiyaç Duyduğumuz Meziyetler  – Aybala Özün https://meydan1.org/2014/09/25/ihtiyac-duydugumuz-meziyetler-aybala-ozun/ https://meydan1.org/2014/09/25/ihtiyac-duydugumuz-meziyetler-aybala-ozun/#respond Thu, 25 Sep 2014 13:09:50 +0000 https://test.meydan.org/2014/09/25/ihtiyac-duydugumuz-meziyetler-aybala-ozun/ Çok geç tanıştım hayvan sevgisiyle. 20’li yaşlarda. İlkin kedilerin oyuncu, farklı doğalarına hayranlık duyarak başladım işe. Ama mesafeliydik yine de. Birdenbire hayatıma girmiş, çok da fazla sorumluluk hissetmediğim ama varlıklarından memnun olduğum yabancılardı. Oynar, sevişir, sonra kendi dertlerime dönerdim.Sonra onlarsız yapamamaya başladım. Neden? İnsan dışında bir canlıyla anlaşabilmenin cazibesinden desem daha hamdım. Seviyordum yine de […]

The post İhtiyaç Duyduğumuz Meziyetler  – Aybala Özün appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Çok geç tanıştım hayvan sevgisiyle. 20’li yaşlarda. İlkin kedilerin oyuncu, farklı doğalarına hayranlık duyarak başladım işe. Ama mesafeliydik yine de. Birdenbire hayatıma girmiş, çok da fazla sorumluluk hissetmediğim ama varlıklarından memnun olduğum yabancılardı. Oynar, sevişir, sonra kendi dertlerime dönerdim.Sonra onlarsız yapamamaya başladım. Neden? İnsan dışında bir canlıyla anlaşabilmenin cazibesinden desem daha hamdım. Seviyordum yine de onları. Bir kedi gördüğümde, fısır fısır konuşmaya başladığımızda ilk evcilleşen bendim. Kedinin sahip olduğu ben.

Daha çok kedileştikçe, onlarla daha çok düşüp kalktıkça kedice bakar oldum dünyaya. Sonra bir kapı açıldı, bu kapıdan tüm hayvanlar doldu içeri. Hayvan olmak böyle bir şeymiş demek. Sadece kendini düşünmemekmiş.

Derken köpekler, yunuslar, fok balıkları, balinalar, tilkiler, ayılar, inekler, koyunlar, keçiler, tavuklar…… öyle veya böyle insanın zulmüne sistematik biçimde maruz kalmış her canlı için diyeceğim bir şey olmalı telaşı. Tıpkı kendi acıma, kardeşimin acısına tanık olduğumda bir şey demek istediğim gibi. Eşitlendi kafamdaki tüm acılar. Birinin diğerinden farkı kalmadı, kafamdaki eşitlik yüzünden daha beter çaresizlikler yaşasam da. Dalga geçilmesi mi dersiniz, bıyık altından gülünmesi mi, kaçık muamelesi yapılması mı, duyarsızlık, küçük burjuvalık yaftaları mı. Bu lanet söz öbeği bu topraklarda ne zaman bir hakaret haline geldi bilmem ama laf aramızda tüm çevre küçük burjuvayken hem de.Çünkü bu öyle bir durum ki “çık, ben istemiyorum bunu” dediğinizde olmuyor. Aldığınız eğitimle, mirasınızla, sermayenizle ilgili bir durum bu. Üstelik sadece paracıklardan değil kültürel sermayeden de bahsediyorum.

Çok içime sinen bir açıklama olduğu için değil ama Amerikalı bir botanikçi şöyle demiş; ” Güney Amerika akbabalarının ya da türdeşlerinin korunmasının önemi onlara ihtiyaç duymamızda değil, onları kurtarmak için insani meziyetlere ihtiyaç duymamızdadır; çünkü kendimizi kurtarabilmemiz için bize gereken de bu meziyetlerdir”

Kulağa güzel geliyor, sonuçta amaç insanı kurtarmak, merkezde biz varız. Ama akbabalara ihtiyaç duyanlar ne olacak? Her börtüye, böceğe gözünü dört açarak bakanlar. Yine de, insanı da, hayvanı da işin kolayına kaçmadan, eşit, eşite yakın, eşitliği dert eder bir kaygıyla anlamaya, tanımaya, sevmeye çalışanlara, egzotik meyve muamelesi yapanlar için bir anlam ifade edebilir, bu sözler. En azından derdimiz bu olsun, “akbabalar” önemli çünkü onları kurtarmak için ihtiyaç duyduğumuz meziyetler, bu yangından kurtarmaya çalıştıklarımızı kurtaracak tek şey.

Bu yüzden hayvanları dert etmeye “sistematik” olarak başlamayı önemsiyorum. Onların yaşadığında başka bir şey var. Biz insanların yaşadığı şeyden daha kimsesiz bir acı. Çünkü sınırlarını bizim belirlediğimiz bir dünyaya tam olarak tabiler. Beğenmesek gideriz, çok kızarsak dövüşürüz, bıkarsak intihar ederiz, acı çekersek bağırırız belki biri bizi duyar. Duysun diye bağırırız. Onların bildiği bir “dil” değil bu.  Hem bağırsalar da en iyi ihtimalle “uygarlık zaiyatı” onlar, duyuramazlar seslerini.

Peki kim umursayacak onları? Devlet mi? Yasalarla mı? İnsanın ezileninin yanında olmayan devlet, hayvanın ezilenin de, henüz ezilmemiş olanın da yanında değil. Onlar toplama kampları tasarlamakla, gece yarısı hayvan itlaf edip suçu birbirlerine atmakla,hayvanların yaşam hakkına göz dikenlerin sırtını sıvazlamakla,  gadre uğramış hayvanları yok saymakla, dipsiz bir vahşet içinde eyleşiyorlar.

Sivil toplum kuruluşları? Evet ben de tam olarak onlardan bahsetmek istiyorum. Yaklaşık 1 aydır korkunç bir hikayeye tanık olmanın azabıyla kıvranıyorum. Bir adam, bir taşra ilinde, evine aldığı kedilere tecavüz ediyor, işkence ediyor. İlin hayvanları koruma derneğı başkanının, evdeki hayvanları alıp, veterinere götürmesiyle anlaşılıyor olay. Ama dernek başkanı, adamın çocuklarını sıkıştırıp tedavi masraflarını alabilmeyi, bu işkence ve tecavüzün ortaya çıkarılmasından daha önemli görüyor. Veterinerin rapor yazmasını talep etmiyor. Konu daha büyük bir ildeki daha nüfuslu bir dernek başkanına aktarılıyor. O da topu, bu raporu almaya gerek görmeyen başkana atıyor, o halleder deyip kapatıyor dosyayı.

Tanık olan kişi bu defa ennnn büyük ildeki başka bir kuruluş yetkilisini arıyor. Hemen kollar sıvanıyor, müjdeli haber veriliyor. “2 temsilcimiz bir avukatla oraya gelecek” Tabii sevinç nidaları atıyoruz, insanlık ölmemiş yahu, sevinmez miyiz? Derken yeni bir haber geliyor, gelen sayısı 1’e düşmüş, bir de denilen tarihten sonra gelinebilecek. Olur mu olur. Yine de sevinçliyiz. 15 Eylül’de bu şahıs ilimize iniyor. Avukat beklentisi içerisinde olduğumuzdan, gelen kadını avukat sanıyor, öyle muamele ediyoruz. İlin bir çok sorunu var, onları da anlatıyoruz. Hani avukat ya gelmişken, dava, şikayet, suç duyurusu bir temize çekeriz belki coğrafyayı. Ama olmuyor. Çünkü gelen kişi “avukat” değil. Olmayabilir, diyoruz. Önemli olan şu problemleri bir hal yoluna koymak, bir dernek yetkilisi sonuçta. Ama o da değil. Kendini “Hayvanları yaşatma ve Koruma Derneği’nin yönetim kurulu üyesi diye tanıtan bu kadın, devlet tarafından tanınmayan, çünkü kuruluşu gerçekleştirilmemiş bir “sanal” derneğin yönetim kurulunda. Neden üzerinde duralım ki, illa yasal olmak zorunda değil. Belki bir gönüllüler birliğidir , bu da olur, deyip geçebiliriz sorunu.

Velakin yaşadığımız sorunlar için egzantrik çözümler öneriyor. Örneğin maket bıçağı alarak tecavüzcünün evine gidip havyanlara el koymak, civcivleri canlı canlı şehir çöplüğüne döken şirketle “gaga” için anlaşmak gibi. – gagalar köpek yemeği yapmakta kullanılıyor-  Bunları yaparken de şehir çöplüğünden beslenen köpeklere mama götürüp fotoğraflarını çekiyor, mezarlıktaki hayvanları besleyip fotoğraflarını çekiyor, ilin gazetesinde hayvanlar hakkında suç niteliğinde yazılar yazan bir adamı tehdit ediyor. Sert bir karşılık alınca hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor. Çeşitli toplantılara katıldığını, kurum ve kuruluşların yetkilileriyle görüşüp, sorunları hallettiğini “iddia ediyor. Ama ne sorunların ne olduğundan, ne nasıl hallettiğinden, ne kimle görüştüğünden, ne nasıl sözler aldığından haberdar olamıyoruz. Sosyal medyaya eklediği bir videoda çöplere dökülen civcivler sorununu “İki tavuk çiftliğini paketledim” diyerek çözdüğünü söylüyor. “Paketlemek?” Bu bildiğim bir jargon değil. Bilmek zorunda da değilim. “Sorun neydi, nasıl çözdün?” bilmek istediğim tek şey bu. Videonun altına bunu yorum olarak yazıyorum ve siliyor.

Söz konusu videoda söylediği başka şeyler de var;

“Çocuklar kurtuldu.
Tecavüzcü eziyetçi olarak bize ihbar edilen kişinin elinde hayvan kalmadı.
Ruhsatsız bir silahı olduğu söylendi onu da paketletiyorum.
Gerekli işlemleri de yaptım.
Bir daha hayvan edinmemesini üzerine de bütün gerekli önlemler alındı.
Başka gelişmeler de var.
Buraya geldiğimizden ötürü çok memnun kaldı devletin bölge müdürlükleri, tarım il müdürlüğü, orman bakanlığı
ve belediyeyle de çok ciddi işler yaptık, projeler, çözüm önerileri.
ve iki tavuk firmasını da paketliyorum arkadaşlar”

Sanki İsveç’ten bildiriyor. Asayiş berkemal.

Bu adam kim? Söylenmiyor.
Bu adam hakkında suç duyurusunda bulunuldu mu? Söylenmiyor.
Gerekli işlemler neler? Söylenmiyor.
Hayvanlar elinden nasıl alındı? Söylenmiyor.
Hayvanlar kime bırakıldı? Söylenmiyor.
Silah nasıl paketlendi? Söylenmiyor.
Söz konusu adamın bir daha hayvan sahiplenmemesinin önüne nasıl geçildi? Söylenmiyor.
Ciddi işler, projeler, çözüm önerileri neler? Söylenmiyor.
Tavuk çiftliklerini paketlemek ne demek? Söylenmiyor.

Bu iletiyi 27 kişi beğenmiş, 15 kişi paylaşmış. Söz konusu şahsın sayfasını beğenen 7962 kişi var ve mürit gibi davranıyorlar. Yaptığını iddia ettiği eylemler sorgulanmıyor, sorgulayanın yorumları anında siliniyor, tıpkı benimki gibi.

Bununla da kalmıyor ne yazık ki. Tecavüz ve işkence ihbarında bulunan kişinin telefonuna “Sen yalancısın” diye mesaj atıyor, bu “sanal” dernek yönetim kurulu üyesi. Çünkü veteriner hayvanların tecavüze uğradığını kabul etmemiş (!), sadece hafif işkence var demiş. Bu işkenceye, hayvanların çığlıklarıyla tanıklık eden apartman sakinleri ve yönetici tanık olmamak için “biz bilmiyoruz” demişler. Veterinerden rapor almak yerine kedilerin tedavi masraflarını daha önemli bulan dernek başkanı da” yok böyle bir şey” demiş. Ayrıca tecavüz ettiği iddia edilen kişiye de sormuş, o da “Yok, ben böyle bir şey yapmadım” demiş.

Tecavüzle suçlanan kişiye, veteriner masrafınının karşılanmasını hayvanlara tecavüz edilmesinden daha önemli gören dernek başkanına, tanık olmamak için gördüğüne sırt çevirme geleneği olan memleket insanına, tecavüzle suçlanan kişiyle arkadaşlık eden bir babaya sahip olan veterinere sorup bu ihbarın yalan olduğu sonucuna varmak da ayrı bir yetenek istiyor, kabul etmek gerek! Peki tecavüz/taciz ihbarıyla bu şehre gelmiş “yetkili” yukarıdaki şahıslara sorarak ihbarın yalan olduğu sonucuna vardığı halde neden böyle bir video yayınlar? Sonra öğrendi desek bu videoyu yayınladığı tarih 16 Eylül, bugün 19’u ve hala tekzip gelmedi! “Show must go on”mu yoksa?

Ey insanlık, burada çok fena bir mide bulantısıyla başbaşa kalıyorum. Söz konusu olan hayvanların yaşam hakkını, refahını korumak iddiasında olan 3 gerçek dernek başkanı, 1 “sanal” dernek yönetim kurulu üyesi, 1 veteriner, 1 apartmanın sakinleri, 1 işkenceci/tecavüzcü, bu şahsın durumdan haberdar edilen çocukları.

Hadi diyelim veteriner sonradan tecavüz teşhisinden vazgeçti, hafif işkence de mi kusur değil, hem işkencenin hafifi ne demek? Veterinere götürülen 3 hayvandan 2’si felçliydi. Bu hayvanların doğuştan değil, sonradan, omuriliğe baskı sonucu felç olduğunu söyleyen veteriner nereye gitti?  Peki bir kediye nasıl tecavüz edilir? İlin hayvan derneği başkanının, adamın evinde bulunan ve fotoğraflarını çektiği sakinleştiricilerle mi? Peki bu fotoğraflar nerede?

Durup sakin olmaya ve anlamaya çalışıyorum. Durum vahim… Hayvan dernekleri ve bazı gruplar hakkında internette araştırma yapıyorum. Sonu gelmeyen iddialar, birbirine çamur atmalar, didişmeler gırla gidiyor. Neden?

Neden bu ülkede hayvan hakları savunuculuğuna iş adamları ve iş kadınları soyunuyor? Bu derneklerde faaliyet gösterenlerle, bir şirkette altındaki herkesi ezerek kariyer basamaklarını tırmanan kişiler arasındaki bu biçim ve söylem benzerliği nereden geliyor? Bu alanda dernekleşme, hayvanları sevip korurken, önemli bir kazanç kapısının, ego tatmininin kapısını mı aralıyor? Kirli çamaşırlar için iyi bir deterjan görevi mi görüyor hayvanlar? Niye böyle düşünüyorum, çünkü rant bozar, burası leş gibi rant kokuyor!

Peki bu derneklerin gelirleri, giderleri denetleniyor mu? Denetleyenler kim? Denetleyenleri kim denetleyecek? Ortada bir dernek olmadığı halde, kendini, olmayan derneğin yönetim kurulu üyesiymiş gibi sunanları ne yapacağız? Peki sınırlarını çizdiği kendi alanı içerisinde anlamlı işler yapmaya soyunsa da bunu kendi alanına girmeyen hayvanların öldürülmesine, işkence görmesine göz yumarak elde ettiği imtiyazlarla yapanları?

Daha ötesi bu dernek ve derneğimsiler yaydıkları algıyla bize işlerin yoluna koyulduğu ile ilgili koca bir yalan anlatıyorlar, bu yalanı besliyor, büyütüyor ve bizim duygularımızı da sömürerek, görsek belki acısından gebereceğimiz gerçekleri şehir dışına taşımanın, uzaklaştırmanın bahanesi oluyorlar. Bunun hangi iyi niyetlerle yapıldığı umurumda bile değil. Bilinçsiz bir iyiliğin, önünü göremeyen hayırseverliğin tescilli kötülüklerle yarışamayacağını biliyoruz.

İnsanlar arıyor belediyeyi, “mahallemizdeki köpeklerden rahatsısız, gelin bunları barınağa götürün” Barınak dediğin çokça küçük azca büyük hapishane. Hastası, sağlıklısı, yavrusu tıkılmış demir parmaklıkların ardına. Kimin nereye atılması için bu gayret? Acıyı, çaresizliği gözden uzak tutmanın en hijyenik yolu bulunmuş, birtakım belediyeler, dernekler var, imza topluyor, barınak yapıyor, hayvan yemliyor. Biz de evinde kedisi, muhabbet kuşu, belki köpeği bulunan insanlar olarak gerekli yardımı yapıp huzurla uyuyabiliriz, öyle mi?

Sadece bireysel arınma değil, kurumsal arınma ve dahası sermayenin arınması, paklanması çabası da yine bu “sosyal moronluk” modasının marifetiyle devam ediyor. Tavuk çiftliği sahibi, köpekleri doyuruyor. Fabrikalarıyla derelerimizi zehirleyen şirket barınak sponsoru oluyor. Bir doğa derneğinin düzenlediği foruma, doğaya bizzat kıyma kuşbaşı kıyan firma destek atıyor.  Markaları, egoları cilalama yarışı içinde köpeğin, kedinin, tavuğun, balığın, insanın vb. yaşam hakkı, doğa hakkı, minicik bir leke. Ama uzlaşabiliyoruz! Bunun iyi bir halt olduğunu kim iddia ediyor? Ne vererek, neden vazgeçerek uzlaşıyoruz?

Bizim, belediye başkanlarıyla, sermaye patronlarıyla bol gülümsemeli pozlar vererek, “ama uzlaşmadan bir şey elde edilmiyor ki” diyen şefkatli katillere ihtiyacımız yok.Çünkü biliyoruz ki, o belediye başkanlarının, o patronların hayvanlara yaptığı her iyilik, daha büyük bir kötülüğün kılıfı. Kılıfın hangi kumaştan biçildiğini görmek için aylardır ziyaret edilmeyen herhangi bir barınağa, şehir çöplüklerine, mezbahaneye, hayvan çiftliklerine, fabrikanın arka kapısından akan dereye bakmak yeterli. Sahne “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı”*. En iyi ihtimalle sofra göz kamaştırıyor ama mutfaktaki etler kurtlanmış, en kötü ihtimalle ise kurtlanmış etler vitrinde.

Sorular çok büyük, çok ağır. Ve hayvan haklarına/özgürlüğüne bu kadar duyarsız bir toplumda yaşıyorken, “gerçekten” bir şeyler yapanları karalamış sayılmak da istemiyorum. Onlar üzerine de alınmayacaktır zaten. Diyeceğim odur ki hayvan özgürlüğü/hakkı mücadelesi bu ülkede iş kadınlarından, adamlarından  egoseverlerden, cilacılardan, normopatlardan önce sol, sosyalist, anarşist, feminist, ekolojist insanların işi olmalıdır. Eğer bu iş edinilmezse, bizi, iyi niyet taşlarına basarak cehenneme çıkaracak yola çoktan girdik çünkü.

————————

Bu konuda kurumsal bir destek bulunamadığı, hukuk yardımı alınamadığı için, tanığı korumak adına, kişiler ve derneklerin adı verilememiştir. Çünkü olay büyük ama tanık küçüktür. Tanık çok, ama iş “ben tanığım” demeye gelince hiç yoktur. Ama ne gam! Tanık olmanın ağırlığını taşımaktansa, olmamanın utancını taşıyacak insanlarla yaşıyorken! Üstelik bu insanlar, utancın ne olduğunun bile farkında değilken. Ne diyordu Cemal Süreya ” Katil de bilmiyor öldürdüğünü, hırsız da bilmiyor çaldığını”

* Peter Greenaway filmi

Bu yazı Meydan Gazetesi okuru tarafından gönderilmiştir.

 

The post İhtiyaç Duyduğumuz Meziyetler  – Aybala Özün appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/09/25/ihtiyac-duydugumuz-meziyetler-aybala-ozun/feed/ 0
Geriye Ne Kaldı, Seçmemekten Başka… Gaye Sürer/İstanbul https://meydan1.org/2014/08/07/geriye-ne-kaldi-secmemekten-baska-gaye-surer-istanbul/ https://meydan1.org/2014/08/07/geriye-ne-kaldi-secmemekten-baska-gaye-surer-istanbul/#respond Thu, 07 Aug 2014 18:43:21 +0000 https://test.meydan.org/2014/08/07/geriye-ne-kaldi-secmemekten-baska-gaye-surer-istanbul/ Efendilerin en büyüğü en büyük koltuğa oturmak için gün sayarken, rekabetin nefes tutturan bir hale vardığı günlerdeyiz. Diğer yandan sıcak günlerdeyiz; geçen gün 500 T hatlı belediye otobüsünde çıkan yangın kadar, bombalarla kavrulan Filistin toprakları, kocası tarafından katledilen kadının evine düşen ateş, Fikirtepe’deki çocuğun elindeki döviz gibi “en büyük bomba bonzaidir” sıcak günlerdeyiz.  Diğer yandan […]

The post Geriye Ne Kaldı, Seçmemekten Başka… Gaye Sürer/İstanbul appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Efendilerin en büyüğü en büyük koltuğa oturmak için gün sayarken, rekabetin nefes tutturan bir hale vardığı günlerdeyiz. Diğer yandan sıcak günlerdeyiz; geçen gün 500 T hatlı belediye otobüsünde çıkan yangın kadar, bombalarla kavrulan Filistin toprakları, kocası tarafından katledilen kadının evine düşen ateş, Fikirtepe’deki çocuğun elindeki döviz gibi “en büyük bomba bonzaidir” sıcak günlerdeyiz.  Diğer yandan hızlı tren raydan çıkar, mevsimlik işçiler tarlayı eker, inşaatı diker, yanı başımızda kadınlar işkenceyle sünnet edilir, kredi kartı borçları birikir, işsizlik ve yoksulluk sürer, bayram gelir geçer, trafik kazaları artar, sıcaklık yükselir ve serinlemek için baraja giren çocuklar boğularak, Şengal’de susuzluktan yaşamını yitirirler. Diğer yandan İstanbul’un suyu kokar, lağımı taşar her azgın yağmurda yirmi küsür semtin evini su basar, yağmurun bereketi bile yoksulun eziyetine dönüşür, yağmur da bir süreliğine erteler sıcağı.

Sıcak günlerdeyiz.

Yaşadığımız coğrafyanın en az iklimi kadar siyasal gündeminin sıcaklığını da hissettirdiği günlerdeyiz. Yine bir seçim telaşı sarmış herkesi “her şey bir yana aslolan seçim” der gibiler. Peki ya “seçimle değişecek mi” kararsızlığımızı ve çaresizliğimizi sahte propagandalarıyla örtebilecekler mi? “Birini seç” derken, seçimin sıcaklığını bu sıcak günlerde aynı ter, nefes darlığı, ağız kuruluğu ve kavrulan tende nasıl da hissettiriyorlar. Sanki bir çölün ortasında, gördüğümüz serabın bir yudum suyuna muhtacız ve ölmemek için seçmeli miyiz gerçekten. Ya gördüğümüz serabın bir yudum suyunu içeceğiz bitecek bu telaş ya da yaşadığımızın bir serap olduğunu anlayıp kendi gerçekliğimizle yüzleşeceğiz. Kendimizle yüzleştiğimizde ise anlayacağız bu bir seçim değil ve bu seçim bizim gerçekliğimiz değil. Geriye ne kaldı seçmemekten başka.

Isınmak ve beslenmek için yaktığımız ateş, otobüslerde yangın oluyor yanıyoruz; ateşli silahlarla kavurucu bombalarla vurulup, ölüyoruz. Bir yerden bir yere ulaşmak için bindiğimiz tren raydan çıkıyor, otomobil virajı dönemiyor, biz sevdiklerimize ulaşamadan ölüyoruz. Mevsimlik iş buluyoruz, ömrümüze bir yaz kadar ömür biçiyor, kışa kalmadan ölüyoruz. Serinlemek için her taşını bildiğimiz köyün deresinde değil bilemediğimiz HES’lerde, barajlarda boğuluyoruz. Sudan bile korkar hale geliyoruz, sudan sebeplerle hastalanıyor, ölüyoruz. “Daha iyi bir yaşam” demişlerdi ancak yaşamayı bazıları hak etti diye, bazılarımız çilesini çekiyoruz, yükünü taşıyoruz, sonunda kader deyip ölüyoruz. Ekonomik krizler, kredi kartı borçları, işsizlik, güvencesizlik, geleceksizlik, tükenmişlik… Biz yaşama yabancılaşıyoruz, yaşam da bize… Geriye ne kaldı, seçmemekten başka.

Eğer bir seçim yapmak zorunda kalsaydık bu, yalnızca kaybettiğimiz yaşamı yeniden kazanmak olurdu. Çünkü bu sistemde yaptığımız her seçim sadece bu sistemin içindeki yaşamı düzenliyor. “Daha iyi bir yaşam” adına gecekondulardan TOKİ’lere, derelerden HES’lere, atölyelerden plazalara, bakkallardan süper marketlere, dükkânlardan AVM’lere, patikalardan otoyollara, köprülere, ormanlardan beton tesislere hapsolan bizim yaşamımız. “Daha iyi bir yaşam” adına dayanışmadan hırs ve rekabete, paylaşmadan bencilliğe, nitelikten içi boşalmış niceliğe teslim olan bizim yaşamımız. Bizi birbirimize kırdıran, düşmanlığı ve kini öğreten, duvarları, sınıflar arası sömürüyü, ayrımcılığı yaratan, adaleti kendine kanun yaparak adaletsizliği meşrulaştıran, leş yiyen, açlık kusan hunharca katleden bu sistemin yaşamı “daha iyi” olabilsin diye tek çare muktedir olmak mıdır, muktediri seçmek midir? Devrim bunun neresinde, peki ya özgürlük? Geriye ne kaldı, seçmemekten başka.

Of sıcak sıcak günlerdeyiz. Geçen yıl yine böylesi sıcak günlerde gökyüzünü aydınlatan ateş “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyordu. Gerçekten inanmıştık. Diyorken yıldızlar kaydı gökyüzünden, bir bir kaybolup gittiler. Haziran sıcağında muktedirlere karşı aynı barikatın ardında dövüşenler, şimdi nasıl da karşı karşıya geldiler. Biz şimdi İbrahim’in abilerine, Hasan Ferit’e, Ali İsmail’e, Abdocan’a, Ethem’e, Mehmet’e Medeni’ye nasıl hesap vereceğiz. Biz şimdi Berkin’e yoğun bakımda yaşamı için direnen Mustafa’yı nasıl anlatacağız? Biz bu yaşamın neresine sığamadık ki, böyle öksüz kaldık? Geriye ne kaldı seçmemekten başka.

Sıcak günlerdeyiz.

Kazanılmış faşizmin ya da kurgulanmış mağlubiyetin tam da ortasında mıyız gerçekten. Seçim yapmak zorunda mıyız? Yüzdelerin değişen rakamlarında, birinci, ikinci turların küçük hesaplarında mıyız? Biz bu seçimin neresindeyiz? Oysa tek çare dayanışmadır, çare şu veya bu kişi değildir, bizim gücümüz de bundan gelir. Devrim bir yolunu bulacaksa, er ya da geç bunu seçilenler değil, halk gerçekleştirecektir. Peki ya halk sırf değişsin diye muktedir kendinden ve yaşamından daha ne kadar ödün verecek? Yeni bir yaşam yaratmak için ertelemek ya da değiştirmek yerine yıkmalı mıyız yoksa kurtulmalı mıyız bu düzenden ve her gün yeniden özgürleşmeli mi insan? Sormalıyız kendimize sormalıyız; özgürlüğümüz bu seçimin neresinde? Cehennem sıcağındayız. Umudumuz giderek kayboluyor yoldaşlar, yaşama olan inancımız kayboluyor, bir yıldız gibi kayıp, yok oluyoruz yeryüzünden. Bir dünya bırakıyoruz muktedirlere ve bizim yoldaşlar, o dünyada yerimiz yok. Geriye ne kaldı seçmemekten başka.

Gaye Sürer/İstanbul

 

The post Geriye Ne Kaldı, Seçmemekten Başka… Gaye Sürer/İstanbul appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/08/07/geriye-ne-kaldi-secmemekten-baska-gaye-surer-istanbul/feed/ 0
Çocukları acılarından öpmenin tam zamanı – Ela Küçük https://meydan1.org/2014/08/03/cocuklari-acilarindan-opmenin-tam-zamani-ela-kucuk/ https://meydan1.org/2014/08/03/cocuklari-acilarindan-opmenin-tam-zamani-ela-kucuk/#respond Sun, 03 Aug 2014 08:58:58 +0000 https://test.meydan.org/2014/08/03/cocuklari-acilarindan-opmenin-tam-zamani-ela-kucuk/ Ülkeleri yangın yeri. Kimin haklı kimin haksız olduğundan daha önemli hayatta kalma mücadelesi. Can havliyle kendini sınırın diğer tarafına atan bedenlerin en önemli soruyu kendilerine sormalarına engel ölüm korkusu. Hunharca öldürülme korkusu. Ölmeden önceki ve sonraki muameleler, bedenleri üzerinden dünyaya verilen mesajlar erteliyor asıl sorunun önlerine düşen bir ceset gibi pat diye düşmelerini. ‘ya sonra’ […]

The post Çocukları acılarından öpmenin tam zamanı – Ela Küçük appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Ülkeleri yangın yeri. Kimin haklı kimin haksız olduğundan daha önemli hayatta kalma mücadelesi. Can havliyle kendini sınırın diğer tarafına atan bedenlerin en önemli soruyu kendilerine sormalarına engel ölüm korkusu. Hunharca öldürülme korkusu. Ölmeden önceki ve sonraki muameleler, bedenleri üzerinden dünyaya verilen mesajlar erteliyor asıl sorunun önlerine düşen bir ceset gibi pat diye düşmelerini. ‘ya sonra’ diye gelen soruların beyine hücumu açlığın ve üşümenin yaşam belirtisinden çok işkenceye döndüğü zamanlarda devreye giriyor.

Savaştan kaçan komşu çocuklarının gelecekten uzaklaşan bakışları var her yerde. Kavruk yüzlerinden bizlere uzanan bir çift gözün suçlayıcı olmaktan ziyade ifadesizliği belki de bizleri olayı dramatize etme halinden alıkoyan. Hepimiz mahallelerimize giren yabancılara yerimizi yurdumuzu sırtlarına taşıyıp gidecekler korkusuyla bakıyoruz. Pencerelerimizin, duvarlarımızın dışında yaşam alanımızı tehdit edenlerin, yaşam alanından kovulma hikayeleri bencilliğimizin altında can çekişiyor. Artık her yerdeler diye başlayan sitemlerimiz, toplumsal olmayı çoktan bırakan vicdanın bizi terk ederken arkasına dönüp son kez el sallama ritüelinin bir aldanıştan ibaret olduğunu hatırlatıp gözlerini açtıracak cinsten.

Yüz yıllardır Kürt çocuklarının yaşadıklarına dikkatleri çekmeye çalıştı bir avuç da olsa vicdanıyla vedalaşamayan, sıkı sıkı tutunanlar. Ancak Gezi’ de polis şiddetiyle karşılaşınca Kürt’lerden özür dileyenlere , yıllarca dışkı yiyenleri , köylerinden kovulanları , sokak ortasında öldürülenleri , Roboski’ yi, 5no’luyu çığlıklar ata ata anlattılar. Bir özürle suç ortaklıklarının üstünü kapatacağını sananlardan hiç umudu kesmediler. Kürt çocuklarının üzerine savaştan kaçan komşu çocukları da eklendi ve el birliğiyle vicdanımızı kaptıkları gibi yüzleştirmek istedikleri bizdik. Bir avuç vicdanlı , tankların önünde devleşen kürt çocukları ve komşunun savaş çocukları artık her yerde, bizi terk eden vicdanımızı da sırtlanmış , her sokak arasında üstelik.

Bugün bayram. Bir avuç vicdanlı , bir avuç sermaye sahibi peş keş dertlisi , çok fazla; vicdanımızı sırtlanan, gözümüzün içine içine sokan, masumane düşlerini hayatta kalma güdüsünün unutturduğu çocuklar ve çok fazla ezilmeye yüz tutmuş ezildiğinin farkında olmayan çimenler. Bugün bu coğrafyanın her insanı bayram heyecanıyla açtı gözlerini başlayan güne. Küçükler geldi bayramlaşmaya , büyüklerine gittiler el öpmeye. Sınırın diğer tarafında kaybettiklerini , bir ‘karabasanmıs’ gibi üzerilerine çöktükleri ve sosyal yapısını ‘bozdukları’ memlekette ,karın doyurma telaşında kalbinin bir köşesine saklayanlar. Onlar da vazgeçmediler bayramlarından. Ama ev ev gezip el öpme telaşında heyecanını yaşadıkları şey aslında bu jestlerinin dönüşüydü. Memleketin ‘sahipleri’ bıkkınlık içerisinde üç beş şeker sıkıştırdılar ellerine ya da üç beş kuruş. Ama yanı başımızdan değil de uzaydan geldikleri imgesi yaratanların yüreğine çöreklenen acıyı hissetmek bir yana gözlerine yerleşen ölümü görmenin, ensesinde hissetmenin buhranını anlamak için ezilen çimenler olduğumuzu anlamak gerekiyordu. Ve bizi anlama yetisinden uzaklaştıran aczeden vicdanımızı onların sırtlandığını anlamak için de kaçanların ya da kovulanların çığlığına kulak verilmesi gerekiyordu.

Kavruk ellere şeker ya da bir kaç kuruş para sıkıştırmak yalancı vicdanımızı susturur ancak. İyi olduğumuza bizi ikna eden ,‘biz mi kurtaracağız memleketi’ gibi kendimize inançsızlığımızı beslediğimiz söylemler ‘sahibi’ olduğumuz memleketteki ‘yabancılarla’ daha çok set çeker aramıza. Evet bugün onlara şeker de verelim, harçlık da koyalım ceplerine ama yapacaklarımızın bu kadar olduğuna daha fazla ikna olarak kendi insani sorumluluğumuzu daha fazla devlet ‘büyüklerine’ havale etmeyelim. Başlarını okşayalım , sevgi dolu sözler mırıldanalım demiyorum çünkü kısa vadeli sevgi gösterilerinin de bu uçurumu derinleştirdiğini , memleketin ‘yabancılarıyla’ ortaklık ettiğimiz acıları öğretti en başta. Artık bizi yalancı vicdanlarımızın kurtarmayacağını anlamak için daha fazla kişinin bombaların altında can havliyle sınıra koştuklarını görmeye ihtiyacımız yok. Bayramlaştıktan sonra ödülünü alıp sevinç içinde diğer evlere doğru adımlarını hızlandıran, ölümü hisseden, top sesleriyle geçirdiği gecelerde sırasını bekleyen çocukların arkasından uzaklara dalıp sırtlarından emanetimizi –vicdanımızı- alacağımız zamanlar geldi de geçiyor. Bizim sevimsiz ‘ev sahibi’ onların ‘ besleme’ olduğunu benimseten dayatan anlayışların kendi itibarları için bizleri itibarsızlaştırdıklarını anlamanın da, tam da bu noktada yeniden elimize aldığımız vicdanımıza sırtımızı dayadıkça insanlaştığımızı idrak etmenin de tam zamanı. Evimize gelen, elimizi öpen , kırık Türkçesiyle şeker ya da para diyen çocukların anlık şefkat aldatmacalarıyla yanaklarından, başlarından değil de acılarından öpmenin de tam zamanı. Giden zaman uzaklaştıkça, bayram günlerinde sevinçlerin de acıların da ortaklaştığı yüz yıllık geleneklerin insani yönünü de silip süpürecek çünkü.

Ela Küçük – Diyarbakır

The post Çocukları acılarından öpmenin tam zamanı – Ela Küçük appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/08/03/cocuklari-acilarindan-opmenin-tam-zamani-ela-kucuk/feed/ 0