Olmaya – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 24 May 2020 16:09:26 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Devletin Her Hali İşgal Rojava’nın Her Hali Özgür – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2017/07/21/devletin-her-hali-isgal-rojavanin-her-hali-ozgur-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2017/07/21/devletin-her-hali-isgal-rojavanin-her-hali-ozgur-ilyas-seyrek/#respond Fri, 21 Jul 2017 11:30:50 +0000 https://test.meydan.org/2017/07/21/devletin-her-hali-isgal-rojavanin-her-hali-ozgur-ilyas-seyrek/ Küresel düzeyde bir OHAL’in yaşandığı günümüzde Ortadoğu coğrafyası, Suriye ve Rojava yeni keşmekeş durumların ortasındadır. Devletlerin çıkarları doğrultusunda, siyasi ve ekonomik sorunlarına da çözüm olarak terörokrasi* uygulamalarını etkin bir araç olarak kullandığı şu günlerde bölgede artan bu karmaşıklığın, Rakka operasyonu sürerken Rojava’yı etkilememe ihtimali bulunmuyor. ABD’nin Suriye’de daha etkin bir pozisyon almaya dönük politikalarının işaretleri […]

The post Devletin Her Hali İşgal Rojava’nın Her Hali Özgür – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Küresel düzeyde bir OHAL’in yaşandığı günümüzde Ortadoğu coğrafyası, Suriye ve Rojava yeni keşmekeş durumların ortasındadır. Devletlerin çıkarları doğrultusunda, siyasi ve ekonomik sorunlarına da çözüm olarak terörokrasi* uygulamalarını etkin bir araç olarak kullandığı şu günlerde bölgede artan bu karmaşıklığın, Rakka operasyonu sürerken Rojava’yı etkilememe ihtimali bulunmuyor.

ABD’nin Suriye’de daha etkin bir pozisyon almaya dönük politikalarının işaretleri olarak Rakka Operasyonu için Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’ne silah yardımını arttırması ve Suriye uçağını düşürmesi, Suriye’de taraflaşmayı ve savaşı yeniden arttıracak emarelerdendir. Aynı zamanda Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Yemen’in Katar hükümetini teröre destek vermekle suçlayarak Katar’la tüm diplomatik ilişkileri kesmesiyle başlayan krizde; Türkiye’nin ve İran’ın Katar’ı destekleyen, Rusya’nın ise taraf tutmaktan ziyade krizin çözülmesine dönük tutumu, Ortadoğu’da yeni ve çok da kolay açıklanamayan ittifakları ve girift ilişkileri beraberinde getiriyor. Yine bölgede etkili olmaya çalışan TC de Rojava’yı tehdit eden girişimlerde bulunuyor. Böylece bunların hepsi giderek ısınan bir bölgenin parçası olan ve yeni bir operasyonu gündemine alan Rojava için belirleyici olma ihtimalini güçlü bir şekilde taşıyor.

TC’nin Rojava Düşmanlığı Sürüyor

Ortadoğu’yu da Rojava’yı da etkileyecek bu küresel keşmekeşin – yani küresel OHAL’in – bir yansıması da TC’de vuku buluyor. TC’nin OHAL’i de Rojava’yı etkileyen bölgesel gelişmelerden biri.

TC Rojava’ya olan düşmanlığını OHAL’de de arttırarak sürdürüyor. TC’nin Rojava’ya karşı düşmanca tutumu, savaş halinde olan Suriye’de yaratmak istediği nüfuza karşı Kürt halkının direnişi olduğu kadar, Kürt halkının Bakur Kürdistanı’ndaki direnişi ve TC’nin tarihsel Kürt düşmanlığıyla da bağlantılıdır. Kobanê Direnişi süresince TC’nin IŞİD’in insani ve lojistik kaynak bulmasında kolaylaştırıcı olması ve cihatçı örgütlerle yakın ilişkiler kurarak ortaya koyduğu düşmanca tutumu OHAL’in ardından içeride yarattığı milliyetçilik dalgasının da etkisiyle artmaktadır.

Fırat Kalkanı operasyonu öncesi ve sırasında kırmızı çizgi olan Fırat’ın batısına YPG’nin geçişi hakkında esip gürleyen TC, Fırat Kalkanı’nın bir başka hedefi olan Menbiç konusunda da başarısız olmuş ve TC’nin Rojava’daki her başarısızlığı da Rojava’ya olan düşmanca tutumunu daha da arttırmıştır. Yine operasyonun olduğu dönemde ve sonrasında TSK’nın Rojava’nın Tel Abyad ve Serekaniye şehirlerine girerek Kobane ve Cizire kantonlarının bağlantısını keseceği bir operasyonun olacağı iddia edilmekte; son zamanlarda ise TC’nin İdlib’in boşaltılması konusunda Rusya ile anlaşıp Afrin’e saldırı planları yaptığı iddialarının medyada genişçe yer alması TC’nin düşmanca tutumunun pratiklerini oluşturan tehditler olmaktadır.

TC, Fırat Kalkanı Operasyonu’nun ardından bölgede tekrar etkin görünmeyi amaçlamıştı. Rakka’ya yönelik operasyonların başarılı olduğu bir dönemde SDG güçlerinin güvenlik oluşturmak için kuzeye çekilerek operasyona ağırlığını verememesini hedefleyerek Nisan ve Haziran aylarında Şengal’e ve Afrin kantonunun köylerine havan toplarıyla saldırılarda bulunmuş, yine Haziran ayında da Afrin sınırına tank sevkiyatı gerçekleştirmişti.

Rakka’ya sahip olan ya da Rakka’da etkili olan bir YPG, TC için hem enerji sahası olan bu bölgelerde etkili olamamak hem de oldukça güçlenmiş ve IŞİD’e karşı savaşta politik “meşruluğu” iyice kanıtlanmış bir YPG anlamına geliyor. Bu yüzden TC; Rakka Operasyonu’nda YPG’nin var olmamasını, etkin olmamasını veya YPG’nin Rakka’yı ele geçirmemesini istiyor. Aynı zamanda psikolojik veya politik açıdan güçlenen ve “meşruluğu” artan bir Kürt siyasetinin de kendi iç siyasetiyle doğrudan ilgili olduğunu biliyor.

Keşmekeşin Kıyısında Rojava

YPG/SDG’nin son birkaç aydır ağırlığını verdiği operasyonlar ile her geçen zaman Rakka şehir merkezine giderek yaklaştığı görülüyor.

Aylardır etkili bir mücadele veren YPG, TC’nin de saldırıları göz önünde tutulduğunda operasyonu bir an önce bitirmeye çalışıyor. TC ise ABD ve diğer güçlerle YPG hakkında süren anlaşmazlığında, ABD’nin operasyonun tamamlanmasına yönelik isteği ile doğrudan ilgili olarak YPG aleyhine büyük bir politika yürütebilmiş, buna cesaret edebilmiş değil.

Rakka operasyonuna dönük olarak var olan bu olumlu gelişmelerin yanı sıra operasyonu etkileyecek bölgesel ve küresel kaynaklı olumsuz gelişmeler de bulunuyor. TC’nin ciddileşmesi muhtemel saldırıları, küresel OHAL’in getirdiği şekliyle devletlerin şiddet kullanımını arttıran politikaları, ABD-Rusya gerilimleri ve yeni oluşan/oluşacak girift ilişkiler de göz önünde bulundurulmak zorunda.

Rojava’yı ve bölgeyi etkileyecek bir başka önemli mesele ise IŞİD’in geleceğinin ne olacağıdır. Musul Operayonları’yla Irak’ta, Rakka Operasyonu’yla da Suriye’de IŞİD’in giderek güç kaybetmesi; IŞİD’in bitip bitmeyeceği, biterse topraklarının nasıl paylaşılacağı sorularını akla getiriyor. Tabi bu sorular sorulurken terörokrasi süreciyle şiddeti daha da meşrulaştıran devletlerin IŞİD’i bitirip bitirmeyeceği, bitirecekse bunu nasıl yapacağı sorularının da göz önünde bulundurulması gerekiyor.

Artacak terörokrasi uygulamalarının bölgedeki şiddetin yükselmesine neden olacağı ya da üretilmiş şiddet aygıtlarını cesaretlendireceği gibi; karmaşık ilişkilerin kurulması da çıkarlara ve meselelere göre taraflaşmaların olduğu, IŞİD’e karşı koalisyonun ve birlikteliklerin bulunduğu bir coğrafyada daha fazla karmaşa demek. İşte tüm bu gelişmeler de öncelikle Rojava operasyonun seyrinde ve hızında etkili olacağı gibi bölgenin ve Rojava’nın geleceği için de önemli dış belirleyicilerden olacak.


*Terörokrasi:
 11 Eylül saldırıları sonrasında, devletlerin güvenliği sağlama bahaneleriyle küresel düzeyde baskı politikalarını arttırdığı, “demokratik yöntemlerin” ortadan kalkmaya başladığı, şiddet araçlarının ve otoriterliğin artarak süreklileştiği yeni siyasal işleyişin ismidir.

Bu kavrama ilişkin daha ayrıntılı bilgiye Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanan “Terörokrasi” adlı yazıdan ulaşabilirsiniz.


İlyas Seyrek

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Devletin Her Hali İşgal Rojava’nın Her Hali Özgür – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/07/21/devletin-her-hali-isgal-rojavanin-her-hali-ozgur-ilyas-seyrek/feed/ 0
Olağanüstü Sömürü Olağanüstü Kar – Ece Uzun https://meydan1.org/2017/07/18/olaganustu-somuru-olaganustu-kar-ece-uzun/ https://meydan1.org/2017/07/18/olaganustu-somuru-olaganustu-kar-ece-uzun/#respond Tue, 18 Jul 2017 09:53:06 +0000 https://test.meydan.org/2017/07/18/olaganustu-somuru-olaganustu-kar-ece-uzun/ Kredi Derecelendirme Şirketleri Objektif Değil Bunlar Faiz Lobisi 15 Temmuz’da yaşanan darbe ve ardından 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL sonrasında gelişen süreçte, TL’nin dolar karşısında sürekli değer kaybetmesi, “ekonomik kriz” söylemlerini de beraberinde getirdi. Moody’s, Fitch, S&P gibi uluslararası kredi derecelendirme şirketleri, 2016 yılının son çeyreğinde TC’nin kredi notunu negatife çekti. Yatırım yapılabilir seviyesi negatife düşen TC’ye […]

The post Olağanüstü Sömürü Olağanüstü Kar – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kredi Derecelendirme Şirketleri Objektif Değil Bunlar Faiz Lobisi

15 Temmuz’da yaşanan darbe ve ardından 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL sonrasında gelişen süreçte, TL’nin dolar karşısında sürekli değer kaybetmesi, “ekonomik kriz” söylemlerini de beraberinde getirdi.

Moody’s, Fitch, S&P gibi uluslararası kredi derecelendirme şirketleri, 2016 yılının son çeyreğinde TC’nin kredi notunu negatife çekti. Yatırım yapılabilir seviyesi negatife düşen TC’ye yabancı yatırım gerçekleşmemesi sonucu büyük oranda bir döviz çıkışı gerçekleşti. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere AKP iktidarı bu kredi derecelendirme şirketlerini objektif olmamakla suçladı, bu tutumun yükselen yeni Türkiye’nin önünü kesme çabaları olduğunu, bunların “faiz lobisinin” oyunu söyledi. Dolar karşısında TL’nin değer kaybının önüne geçebilmek için “Dolarınızı altına çevirin” çağrısı bile yaptı.

Ekonomik kriz söylemlerinin artmasının en büyük etkenlerinden biri FED (Amerikan Merkez Bankası)’in faiz artışı yapmasıydı. FED’in faiz artırımına karşılık TCMB faiz artırımı şart olmasına karşılık bu artışı yapmadı, böylelikle doların sürekli yükselişi biraz yavaşlamış oldu.

2008’den Sonra İlk Ekonomik Daralma

2016’nın üçüncü çeyreğinde açıklanan ekonomik büyüme verilerine göre, TC 2008’den beri ilk kez ekonomik daralma yaşadı. Devletin nihai tüketim harcamalarının %23.8 artmasına rağmen gerçekleşen %1.8’lik daralma, oldukça yüksek bir orandı. AKP iktidarında 2008’den beri ilk kez yaşanan bu ekonomik daralma, her ne kadar hissettirmemeye çalışsalar da motivasyon düşüklüğüne neden oldu. Bu motivasyon düşüklüğünü toparlamak uzun sürmedi, TÜİK hesaplamalarda değişiklik yaptı.

Motivasyon Düşüklüğünü Toparlama Çabası: TÜİK Revizyonu

2016 yılının ekonomik olarak en önemli gelişmelerinden biri de TÜİK’in yaptığı hesaplama değişikliği oldu. TÜİK hesaplama değişikliğinden sonra yaptığı açıklamada, milli gelirin şimdiye dek %20 eksik hesaplandığını iddia etti. Yeni hesaplamalara göre TC ekonomisi %5.3 büyüdü. Üstelik tasarruf milli gelire oranla %10 oranında artış gösterdi. Bu sonuçlar, TC’nin Avrupa devletleri kadar tasarruf ettiğini gösterir. Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)’in zorunlu kılınması, tasarruf eksikliğinden kaynaklanıyordu. Bu kadar tasarruf edildiği hale BES zorunluluğunun olması hayli ironik. Yapılan bu hesaplama değişikliğiyle yaratılan “suni büyüme”nin amacı, kredi derecelendirme şirketlerinin TC lehine not artırımı yapmalarıydı, ancak bu sonuçsuz kaldı.

Referandumun Ardından: Siz Kredi Verin, Kefil Benim

16 Nisan’da yapılan referandumun ardından, 2016’nın son çeyreğinden itibaren ekonomide krize doğru uzanan gidişat, beklendiği üzere, durağan pozisyona geçti. Aslında, 6 aylık bir süre zarfında yaşanan kriz; devletin müdahaleleriyle ertelenmiş oldu. Ocak ayında doların TL karşılığındaki rekor değeri 3.94 iken, temmuz ayının ilk haftası itibariyle 3.50-3.60 arasında seyrediyor.

Son süreçte, ekonomik krize dair konuşmalar azalmış olsa da, TC ekonomisinin bir çıkmazda olduğu ortada. Özellikle referanduma hazırlık sürecinde hükümetin kendini teminat göstererek dağıttığı krediler, bankalarda telaş uyandırmakta. Bir oy stratejisi olarak başta devlet bankaları olmak üzere pek çok bankanın bol keseden dağıttığı krediler, şu an başlarına bela olmuş durumda.

Kredi Garanti Fonu: Devlet tarafından kurulan Kredi Garanti Fonu, krizden sıyrılmak için geliştirilen bir diğer model. Küçük ve orta ölçekli işletmelere kefalet sağlayarak banka kredisi kullanmalarını sağlamaktadır.

 

Küçük ve orta işletmeye verilen krediler bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından teminatlandırılmıştı ve bankalara “Verebildiğiniz kadar kredi verin, kefil benim.” çağrısı yapmıştı. Ancak 2017 yılının haziran ayında gelinen nokta faizin %15 civarında olması. Hükümet ve bankalar arasındaki gerginlik ise devam ediyor. Daha önce “Faiz indirimi yapın” çağrısı yapan Başbakan, geçtiğimiz günlerde ise “Tren kalkıyor. Hareketten önce son çağrıyı yapıyorum. Ya adam gibi bir faiz oranını benimsersiniz, ya da biz bunun da tedbirini alırız. Bunu bankacılarımız tehdit olarak algılamasın. Ellerinden paralarını alacak değiliz. Elimizde araçlarımız var. Nasıl ki tedbirlerimizle sanayicilerimizi rahatlattıysak, bankacılar için de gerekeni yaparız.” diyerek gözdağı vermekten de geri durmadı. Bankaların bu denli yüksek faiz oranları vermesinin nedeni, devlet hazinesinin iç ve dış borcunun çok fazla olması. Hazine piyasaya borçlanmış bir şekilde girince, banka faizleri de iyice arttı. Hükümet ve bankalar arasındaki bu gerginlik, bir süre daha devam edecek gibi görünüyor, ancak hükümet bir atak yapıp verdiği gözdağını hayata geçirebilir.

TÜİK’in Gayri Safi Milli Hasıla hesaplamalarında yaptığı değişiklikle, büyümede gösterilen TC ekonomisinin aslında ne durumda olduğu iktidarın bankalarla süren gerginliğinden belli. Hesaplama değişikliğiyle -ne kadar gerçek olduğu tartışılır olan- veriler manipüle edildi, suni bir ekonomik büyüme yaratıldı. Hiç istihdam artışı olmadan gerçekleşmiş olan bir büyümenin ne denli “gerçek” olduğu ortada. Varlık Fonu ve Kredi Garanti Fonu gibi devlet müdahaleleri, krizin istatistiksel olarak etkilerini azaltmış olsa da, gündelik yaşama yansımaları hala sürüyor.

Varlık Fonu: Başbakanlığa bağlı, ana faaliyet konusu fonların kurulması ve yönetimi olan, sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak, yurt içinde kamuya ait varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek için kurulduğu söylenen Varlık Fonu, kriz çıkmazında olan TC’nin ilan ettiği büyük altyapı projelerine finansman sağlamak amacıyla kurulmuştur. Ziraat Bankası, PTT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklıkları ve Türk Hava Yolları gibi kuruluşlar Varlık Fonu’na devredilmiş, böylelikle Kanal İstanbul, İstanbul’a 3. Havalimanı gibi projelere kaynak sağlanmış oldu. Son günlerde ise Varlık Fonu’na devredilen PTT’nin satılacağı konuşuluyor.

Patronlar Korunuyor, Halk Sömürülüyor

Yaşanan bir yıllık süreçte ekonomik kriz ister “teğet geçmiş” olsun, ister sürüyor olsun; krizin faturasının kimden çıktığı belli. Devlet Varlık Fonu ve Kredi Garanti Fonuyla sanayi, inşaat ve enerji sektörlerinde yaşadığı büyük kayıpları ve borçlanmaları aşmakla meşgul. Patronlara verdiği sözler nedeniyle de her tür yatırım maliyetini hazineden karşılıyor. Halktan alınan vergilerle, el konulan arazilerle hazineye “teminat” sağlayan Varlık Fonu, geleceğe teminat sağladığı yalanıyla işçilerin maaşından kesilen BES payıyla kazancına kazanç katıyor. Varlık Fonu’nu, BES’i yürürlüğe sokan KHK’lar patronları korumaya, halkı sömürmeye devam ediyor.

Geçirdiğimiz bir yıla göz gezdirecek olursak; yüksek enflasyon oranları en çok çarşı pazarı etkiledi. 2016’nın aralık ayında 1 adet yumurtanın fiyatı neredeyse 1 liraydı. Patlıcandan domatese, nohuttan pirince kadar pek çok gıda ürününde rekor zamlara ulaşıldı. 3 yıldan sonra benzin fiyatları ilk kez 5 tl’yi aştı.

BES (Bireysel Emeklilik Sistemi): 1 Ocak 2017’den itibaren zorunlu hale getirilen BES, aktif çalışanların, çalışma hayatları süresince kazançlarının bir kısmını biriktirerek emekli olmalarının ardından mevcut refah seviyesinin korunmasının amaçlandığı bir sistem olarak sunulmaktadır. 

İşsizlik rekor seviyelere ulaştı. Resmi işsizlik oranı % 11.8 olarak açıklanırken, DİSK’in verdiği gerçek oran %18.9. İŞKUR’un önündeki kuyruklar her geçen gün büyüyor.

OHAL’de ekonominin gidişatı bu şekilde seyrediyor. Her geçen gün olabilecek yeni zamlar, yeni bir KHK ile kurulabilecek olan fonlar, satılabilecek şirketler, toplu işten çıkarılmalar, haftalık iznin kaldırılması… OHAL’de devletin ekonomik stratejisi hep bildiğimiz gibi: Patronları koruyacak yeni yöntemler geliştirmek, patronların kazancını da halktan çıkarmak!

Yüksek enflasyon oranları, ürünlere gelen zamlar, işsizlikte rekor oranlar, vergi indirimleri, devlet teminatlı krediler… OHAL ilan edildiğinden bugüne her alanda yaşanan “değişiklikler” ekonomiyi de kapsadı. OHAL’in birinci yılını doldurmak üzere olduğu şu günlerde, ekonominin de hali kriz oldu.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.

The post Olağanüstü Sömürü Olağanüstü Kar – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/07/18/olaganustu-somuru-olaganustu-kar-ece-uzun/feed/ 0
Devletin Bakur’daki Kürt Düşmanlığı OHAL’de de Sürüyor – Fuat Çakır https://meydan1.org/2017/07/18/devletin-bakurdaki-kurt-dusmanligi-ohalde-de-suruyor-fuat-cakir/ https://meydan1.org/2017/07/18/devletin-bakurdaki-kurt-dusmanligi-ohalde-de-suruyor-fuat-cakir/#respond Tue, 18 Jul 2017 09:39:05 +0000 https://test.meydan.org/2017/07/18/devletin-bakurdaki-kurt-dusmanligi-ohalde-de-suruyor-fuat-cakir/ 15 Temmuz ve OHAL Öncesi Bakur 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası Bakur coğrafyası, 30 yıldan fazladır süren savaşta en sıra dışı görüntülere sahne oldu. Bakur’da şimdiye dek görülmedik şekilde, tankların sokak aralarında yürütüldüğü şehir savaşları, Sur, Lice ve Nusaybin gibi ilçelerde 15 Temmuz’dan kısa süre önce ardında devasa bir yıkım ve katliam bırakarak sonlandırılmıştı. Tüm […]

The post Devletin Bakur’daki Kürt Düşmanlığı OHAL’de de Sürüyor – Fuat Çakır appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

15 Temmuz ve OHAL Öncesi Bakur

7 Haziran 2015 seçimleri sonrası Bakur coğrafyası, 30 yıldan fazladır süren savaşta en sıra dışı görüntülere sahne oldu. Bakur’da şimdiye dek görülmedik şekilde, tankların sokak aralarında yürütüldüğü şehir savaşları, Sur, Lice ve Nusaybin gibi ilçelerde 15 Temmuz’dan kısa süre önce ardında devasa bir yıkım ve katliam bırakarak sonlandırılmıştı. Tüm bu yıkım ve katliam görüntüleri ise, “sürecin” kağıt üzerinde devam ettiği Eylül 2014’te hazırlandığı ortaya çıkan “Çöktürme Planı” çerçevesinde kurgulanarak hayata geçirilmişti.

Söz konusu yıkım ve katliam sürecinin, devlet tarafından hazırlanan bir başka cephesi ise 2015 yılı başlarında çıkarılan “iç güvenlik yasası” idi. Bu yasa ile, kolluk kuvvetlerine sınırsız ve fütursuz bir katletme yetkisi ve bunun karşılığında da devletin adaletsizliğinden yararlanarak herhangi bir kovuşturmaya uğramama garantisi verilecekti.

15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL, Bakur’da 2015 yılından bu yana sürmekte olan bu durum düşünüldüğünde bir farklılaşmaya tekabül etmese de, darbe girişimini “Allah’ın lütfu” olarak addeden devlet için bir fırsatı işaret ediyordu. Bu fırsat, darbe girişiminin “dumanı” henüz soğumaya başladığında, Kürt siyasi hareketinin Bakur’daki kazanımlarına saldırmak olarak kendini gösterdi. Başkanlarının hepsi tutuklanan 82 belediyeye kayyum atamak ve HDP eş başkanları dahil, 13 milletvekili ve 2360 partilinin tutuklanması şeklinde, siyasi kazanımlara yönelik başlayan bu saldırılar zamanla belediyelere atanan kayyumlar aracılığıyla, Bakur coğrafyasında yaşayan Kürt halkının sosyal, kültürel ve ekolojik değerlerine de yöneldi.

OHAL’in Ardından

OHAL’in getirdiği KHK’lar, adeta iktidarın dilediği konuda dilediği kararları kolayca hayata geçirebildiği fermanlar oldu. KHK’larla öncelikle, Kürt siyasi hareketinin önemli mücadele alanı olarak gördüğü belediyeleri hedef alan devlet, 1 Eylül’de çıkarılan 672 sayılı KHK ile belediyelere kayyum atanabilmesinin önünü açtı. 15 Temmuz’un bir atlama tahtası olarak araçsallaştırıldığı rejim değişikliği için, coğrafyanın genel siyasetinde de hedeflenerek gerçekleştirilmeye başlanan gücün merkezileşmesi, tek elde toplanmasının yerel yönetimlere de sirayetinin göstergesi olarak belediye başkanları gözaltına alındı, tutuklandı, yerlerine ise o belediyenin bulunduğu ilin kaymakamları ya da valileri kayyum olarak atandı.

Belediyelere atanan bu kayyumların bir işlevi de, söz konusu merkezileşme yolunda, Kürt siyaseti başta olmak üzere muhalefet tarafından önemli bir mücadele alanı olarak görülen belediyelerin kaybedilerek, yerel siyasetteki etkinliğin kırılması oldu.

Devlet, 15 Temmuz’da önemli bir aşamasını geride bıraktığı yeni rejim inşasında, Bakur’daki belediyelere atadığı kayyumlarla bu inşanın önemli bir sembolünü de kurumsallaştırmaya girişti. 1930’ların tek partisi CHP’nin il başkanlarının, hem vali-kaymakam hem de belediye başkanı görevini yürüterek, o dönem yeni inşa edilmeye başlanan ulus-devletin merkezi otoritesini, yerellere sirayet ettirmeyi amaçlayan bir semboldü bu. Bu sembolün, o dönemdeki gibi katliam, sürgün ve asimilasyon gibi tüm “enstrümanlarıyla” günümüze uyarlayarak güncellenmesinde kayyumlar, bir devlet geleneğinin sürdürücülüğünü yaptılar OHAL ile birlikte. OHAL sonrası Bakur’a atanan kayyumlar, bir yanıyla 1930’lar TC’sinin bu karakterini yansıtırken, donatıldıkları yetkilerle de 1990’ların “süper yetkili” OHAL valilerini anımsatarak, devlet geleneğinden “ tarihsel bir sentez” olarak cisimleşiyordu.

Bakur’da atandıkları il, ilçe ya da belde belediyelerinde ilk icraat olarak kayyumlar, binalardaki çok dilli tabelaları “tek dile” indirirken, tek ve mutlak otoriteye bağlılık çerçevesinde, “yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” misali, ileriki süreçte farklı siyasal ve sosyal konularda yapacaklarının işaretini verdiler.

Kayyumlar icraatlarına, tabelalar üzerinden Bakur halkının bellek ve değerlerini hedefleyen uygulamalarıyla devam ettiler. Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Roboski gibi fail-i devlet katliamlarının davalarında avukatlık yapan ve 2015’te Sur’da katledilen Tahir Elçi’nin adının verildiği bir parkın tabelası Van’ın Çatak ilçesine atanan kayyum tarafından değiştirildi. İlçe kayyumu, parka Elçi’nin yerine bir korucunun adını verirken, bu uygulamasını yukarıda bahsi geçen bağlılığı paralelinde, militarist ve elbette fetihçi saiklerle hayata geçirmişti. Sur, Lice, Nusaybin ve Bakur’un diğer bölgelerinde katliamlar gerçekleştirip, kentleri yıktıktan sonra, ilk iş olarak, yıkımdan geriye kalabilen ilk yükseltiye TC bayrağı asan kolluk güçlerinin, burayı “fethettiklerini” ilan eden ruh halinin bürokraside vücut bulmuş haliydi kayyumların bu ve benzer icraatları.

2004 yılında Mardin Kızıltepe’de polis kurşunuyla 12 yaşında katledilen Uğur Kaymaz’ın annesini, oğlunun katledilişinin yıl dönümünde OHAL KHK’si ile işten atmak gibi bir “zulüm fantezisine” imza atan merkezi ve mutlak otoritenin bu uygulamasını ise Kızıltepe kayyumu, Uğur’un ilçe meydanında bulunan heykelini TOMA eşliğinde kaldırarak tamamlayarak “selamlayacaktı.” Uğur Kaymaz’ın, elinde barış güvercini tutan ve üzerinde “biz Mezopotamya çocuklarıyız, barış güvercinleriyiz, yüreğinizde yer açın bize” yazan heykelinin yerine ise Kızıltepe halkının tarihsel belleğinde hiçbir anlam ifade etmeyen, estetikten yoksun bir saat konduran kayyum, Bakur halkının belleğini silmeye çalıştıkça zavallılaşan o mutlak gücü simgeliyordu.

Sadece Amed il ve ilçe belediyelerinde 969 işçiyi işten atan kayyumlar, bu uygulamalarıyla işçi düşmanlığı konusunda da devlete sadakatlerini ispatladılar. Bu işçilerin önemli bir kısmının kadın olması ve bir başka kayyum icraatı olarak Bakur genelinde 43 kadın merkezinin kapatılması, düşman olunan ve ötelenen bir başka toplumsal kesim olan kadınlarla ilgili olarak merkez-kayyum “uyumunu” ortaya koyuyordu.

Van Erciş’te ise, Van Gölü kenarına binlerce ton molozu dökerek, lokal bir ekoloji katliamı gerçekleştiren Erciş kayyumu, “merkezin” termik, nükleer, HES, kentsel dönüşüm gibi projelerinin benzerlerini, Bakur halkının ekolojik değerlerini katlederek gerçekleştireceğinin işaretini veriyordu.

Devletin Beka Stratejisi: Kürt Düşmanlığı

Türklük üzerine kurulmuş ve kuruluşundaki değerleri geçen süre boyunca muhafaza etmiş bir devlet olan TC, tıpkı 1994 yılında Kürt siyasetçileri/vekilleri gözaltına alıp tutukladığı gibi bugün de “beka”sını/“istikbal”ini dış politikasının önemli bir kısmı dahil olmak üzere genel siyasetinde, aynı strateji üzerinden kurguluyor. Adı Kürt düşmanlığı olan bu strateji iktidarlar değişse de devletin baki kalan politikası.

7 Haziran seçimleri sonrası ulusalcısından, milliyetçisine kurduğu yeni ittifaklarla devlet, Kürtlere karşı geleneksel bakış açısına geri döndü. Bu ittifakın sonuçlarından biri olarak, devlet Kürtleri, siyasi arenada itibarsızlaştırma/etkisizleştirme politikalarına hız verdi. Bu doğrultuda gerçekleştirilen ilk adım ise Mayıs 2016’da dokunulmazlıkların kaldırılması olmuştu. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL ile birlikte devleti, cemaatçilerden ayıklama bahanesiyle gerçekleştirilen siyasi ve idari adımlarla çok sayıda muhalif ve devrimci işlerinden atılmış, gözaltına alınmış ya da tutuklanmıştı. OHAL’in ve KHK’ların nimetlerinden yararlanan iktidar, kendisini durduracak sistem içi hiç bir mekanizma bulunmadığı için de Kürtlere karşı gerçekleştirdiği düşmanlık politikalarını daha kolay ve hızlı uygulama imkanı buldu.

Devletin, geleneksel Kürt düşmanlığının yarattığı şekliyle Kürtleri politik alanın dışına itme ve yok saymayı amaçlayarak hayata geçirdiği bu politikaların devam edeceğini düşünmek yanlış olmaz. CHP milletvekilinin dahi tutuklandığı ve iktidarın her türden baskıyı sürdürdüğü bu süreci daha da sertleştireceğine ilişkin sinyalleri verdiği bir ortamda Kürtlere yönelik daha fazla milletvekilinin tutuklanması, vekillere siyasi yasakların getirilmesi gibi siyasi adımlar dahil olmak üzere yaşamsal, toplumsal ve kültürel baskı süreçlerinin artması kaçınılmaz olacaktır.

Fuat Çakır

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Devletin Bakur’daki Kürt Düşmanlığı OHAL’de de Sürüyor – Fuat Çakır appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/07/18/devletin-bakurdaki-kurt-dusmanligi-ohalde-de-suruyor-fuat-cakir/feed/ 0
Anarşist Ekonomi Tartışmaları (26): Sermaye, Teknoloji ve Proletarya – 2 https://meydan1.org/2017/07/16/anarsist-ekonomi-tartismalari-26-sermaye-teknoloji-ve-proletarya-2/ https://meydan1.org/2017/07/16/anarsist-ekonomi-tartismalari-26-sermaye-teknoloji-ve-proletarya-2/#respond Sun, 16 Jul 2017 12:17:20 +0000 https://test.meydan.org/2017/07/16/anarsist-ekonomi-tartismalari-26-sermaye-teknoloji-ve-proletarya-2/ Altmış ve yetmişli yılların isyanları, eski işçi hareketinin kısıtlarına işaret ederek, devrimi, yaşamın bütünsel ve yıkıcı bir dönüşümü olarak tanımladı. Sitüasyonistlerin “Proleter, hayatı üzerinde hiçbir gücü olmayan ve bunu bilen kişidir” tanımı, sınıf mücadelesini günlük hayatın zeminine taşısa da, Amerikalı radikallerinin daha uyumlu olan mücadeleci toplumları ya da kardeşlikleri ile karşılaştırıldığında, Situasyonist Enternasyonal’in konseyci işçiciliği […]

The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (26): Sermaye, Teknoloji ve Proletarya – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Anarşist Ekonomi Tartışmaları başlıklı yazı dizimizin bu bölümünde, önceki sayıda ilk bölümünü yayımladığımız, anarşist militan, tarihçi ve teorisyen Miguel Amorós’un, kapitalizm-teknoloji-ilerleme ilişkisini incelediği konuşmasına devam ediyoruz. Amorós bu bölümde, geçen yüzyılda muhalif kesimler arasında yaygın olan işçici ideolojiyi eleştirirken, ilerleme karşıtı teorisinin perspektifinden özgürlük mücadelesini anlatıyor.

Altmış ve yetmişli yılların isyanları, eski işçi hareketinin kısıtlarına işaret ederek, devrimi, yaşamın bütünsel ve yıkıcı bir dönüşümü olarak tanımladı. Sitüasyonistlerin “Proleter, hayatı üzerinde hiçbir gücü olmayan ve bunu bilen kişidir” tanımı, sınıf mücadelesini günlük hayatın zeminine taşısa da, Amerikalı radikallerinin daha uyumlu olan mücadeleci toplumları ya da kardeşlikleri ile karşılaştırıldığında, Situasyonist Enternasyonal’in konseyci işçiciliği ile bir ölçüde çatışıyordu. Avrupa’da, endüstriyel proletarya hala üretimin merkezindeydi ve yeni sınıf bilinci eskisi ile anlaşmazlığa girdi. Genç radikaller, kendilerini sıklıkla fabrikalardaki eski militanlarla çatışma içinde buluyorlardı. İşçici ideal, her türlü özgürlüğü, deneyim serbestliğini ve tüm toplumsal ön yargı ve sözleşmelerin kaldırılmasını talep eden yaşam biçimlerinin yaygın şekilde ortaya çıkmasıyla tamamen geçersiz hale geldi. İşçi hareketinin son dalgaları, modernleşme sürecinin krizine tepki olarak, bir tür “işçi özerkliğinin” yenilenme ya da ikinci bir hareketlenme yanılsaması yaratabiliyordu. Ancak bunlar, bir bütün olarak çok daha ileri gitme potansiyeline sahip olan hareketin, en kati yenilgiye uğrayan kesimlerinden geliyordu. Fabrikalardaki isyan, gündelik hayatın isyanıyla el ele gittiği sürece, bir ölçüde yeniden keşif ve otonomi imkanı vardı, ama bu birliktelik kısa sürüyordu. Sonraki yıllarda, yenilginin acı tadı, önceki yılların gerçekçi olmayan iyimserliğini bastırdı. Kurumsallaşma, devlet yardımları ve seçim mekanizmaları ile birlikte işçi bürokrasi, radikal işçilerin giriştikleri küçük çaplı çatışmalarla önleyemeyen, son derece gerici bir unsura dönüştü. Nadir istisnalar dışında, bu hareket aynı arazide kaldı; ücretler, mesai saatleri ya da iş güvenliği konusundaki mücadeleler, ne kadar meşru ya da ne kadar şiddetli olursa olsunlar ve mücadelelerinden ne kadar çok sayıda meclis oluşursa oluşsun; sermayenin sınırlarını aşmadılar ve bu nedenle, ne siyasal-sendikal kayırmacılığı yıkabildiler, ne de günlük yaşamın sömürgelikten kurtulmasına katkıda bulundular. Kapitalizme karşı değil, kapitalizmin kendi kendini tasfiye sürecine giren belirli bir biçimine karşı savaştılar. Dahası, sermayenin seksenlerdeki saldırısı, gümrükleri açtı, tüketimini genelleştirdi ve fabrikalardaki radikal isyanlara son verdi. Otomasyon, ücretli emekçi kitlelerini inşaat, dağıtım ve turizme yöneltti. Sendika sözleşmeleri ise, eski, dikey müzakere modelini geri getirdi ve isyanlarda sınıf bilincinin üzerini örttü. Geri kalanı da baskı halletti. İş yerindeki mücadele, kapitalist felaketlerin olmadığı, kısıtlanmayan bir yaşam için olan mücadeleden kesin olarak ayrıldı. Devrim fikri tümüyle itibarsızlaştırıldı ve ütopyalar müzesine gönderildi. İşçiciliği savunanlardan arta kalanlar, tüketici, uysal ve yönlendirilebilen bir ücretli emekçi kitlesinin gözetimi ve evrensel kurtuluş ideallerinin taşıyıcısı olan soyut bir işçi sınıfının hayali arasında gittikçe daha fazla sıkıştı. Bu kesim, bu noktadan sonra kendini gettosuna kapattı; dogmaları, simgeleri ve ritüelleri ile birlikte fraksiyonlar biçiminde hayatta kaldı; yetersiz bir toplumsal analiz ve pratikten doğan basit bir ideoloji olmaktan vazgeçti ve teknolojik çağda ona ayrılan yere yerleşti.

İşçicilik (Uvriyerizm):

Ücretli emeği ve onun yol açtığı sömürü ve yabancılaşmayı fark etmiş olan bireylere propagandasını yapmayı savunan ideoloji. Stalinizm ve Nazizm gibi birçok devlet ideolojisinde bu tür bir işçi hayranlığı vardır. İşçiler, ulusun, ekonominin ve kapitalin inşasındaki rolleri nedeniyle onurlandırılırlar. İşçicilik sadece “üretken” emeği destekler.

Proletarya devrimini savunanlar gibi, emeği, toplumun tamamının ortak, örgütleyici ilkesi olarak düşünenler, sosyalizmi, sermayeden kurtarılmış evrimsel süreçler yoluyla toplumsal reform arayışında olan bir işçi rejimi olarak sunarlar. Bu perspektifle bakıldığında -ilerlemenin ya da burjuvazinin perspektifiyle- sosyalizm, kapitalizmin düzeltilmiş bir halinden başka bir şey değildir ve işçi hareketi modernleşmenin bir aracıdır. Bu yolculuk çok fazla toparlanma gerektirmiyordu ve işçici bürokratlar tüm sonuçlarını bilerek bunu seçtiler: adına ister “refah devleti” densin, ister “üst düzeyde gelişmiş toplum”, gerçek kapitalizm gerçekte mümkün olan tek sosyalizmdi. Bu görüşe göre, asıl tehlike, entegrasyon değil, dışlanmadır; yani çok fazla kapitalizm değil, çok az kapitalizmdir. Geçmişte, sosyalizm sıklıkla, kapitalizmin tutarlı biçimi olarak ortaya atılıyordu; artık daha “insan” (ve daha Keynesçi) uyarlamasının mümkün olduğu düşünüldüğüne göre, kapitalizm, sosyalizmin tutarlı biçimi olduğunu kanıtladı. Anti-kapitalizm, eğer bir çelişkide sıkışıp kalmak istemiyorsa, üretim güçlerine ve piyasanın yasalarına temelden bir tepki vermelidir. Malların üretimi ve dağıtımı, sırf üretim ve dağıtım işçilerin eline geçti diye, malların üretimi ve dağıtımı olmaktan çıkmayacaktır; ve eğer bu gerçekleşirse, tam olarak yok etmek istediği şeyleri, şu ya da bu biçimde yeniden üretecektir: patronlar, özel mülkiyet, sanayi, pazar ve devlet. Emek, tamamen gelişmiş bir tüketim toplumunun içine yerleştirildiğinde, artık özgür toplumun temellerini oluşturmak bir yana, bir ezilenler toplumu bile oluşturamaz. Özgür toplumun temeli, ancak yaşam olabilir.

Proletaryayı kaldırmadan kapitalizmi ortadan kaldırmak, kapitalizmin başka bir biçimini ve sonuç olarak başka bir egemen sınıfı ve bir başka devleti yeniden üretmeye eş değer olurdu. İlerleme ideolojisini reddetmeden proletaryayı ortadan kaldırmak da aynı sonuçlara götürür. Emtianın saltanatını sona erdirmek istiyorsan, emeği de, onun varlığını sağlayan teknolojiyi de ortadan kaldırmalısın; kısacası, bireyleri işçi olma durumundan özgürleştirmelisin, onları ücretli emekçilere, makinenin aksesuarlarına ve tüketimin kölelerine dönüştüren nesnelleştirilmiş toplumsal ilişkilerden özgürleştirmelisin. Emeğin nesnelleştirilmesi öncelikle üretim araçlarında engellenmelidir, ama bu, üretim araçlarının kolektif olarak ele geçirilmesi ya da otomasyon yoluyla değil, kent-fabrika sisteminin sökülmesi ve merkezileştiren makinelerinin terk edilmesiyle gerçekleştirilmelidir. Bu süreç aynı zamanda dolaşımda da gerçekleştirilmelidir, ama sadece paranın ve pazarın değil, yeni emek biçimi olan teknolojik boş zaman eğlencelerinin de kaldırılmasıyla. Emekten kurtarılan bir yaşam, boş zaman değildir; diğer şeylerin yanında, üretken faaliyetlerin, “doğayla metabolizmanın”, ihtiyaçları karşıladığı ama sosyal işlevselliği belirlemediği, “evrensel kardeşliği” hiçbir şekilde değiştirmediği (diğer bir deyişle, özgür toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesini engellemediği) bir yaşamdır. Devrimin peşinde olduğu şey, bireylerin yaşamı geri almak için, yaşamın bütün anlarını özgürce inşa ederek, emek zincirlerini —özellikle de teknolojik olanları— kırmasıdır. Yapaylaştırmaya son verdiğinde, ihtiyaçların, erotizmin, arzuların ve hayallerin manipülasyonuna son verdiğinde, gücün ve teknolojinin özerkliğinin getirdiği kısıtlamalarına son verdiğinde, yaşam engellerden ve dayatmalardan kurtulacak ve kendi hizmetinde olacaktır: emek ve tüketim alanından, yani zararlı olgulardan ve teslimiyetten kaçacaktır. İnsan ile makine arasındaki, insanlık ile doğa arasındaki veya daha doğrusu bireyler ve şeyler arasındaki ilişkilerin yeniden keşfedilmesi gerekecek ve toplumun ahlaki olarak ve hiyerarşiler olmaksızın, tarımı, sanatı ve gerçek ihtiyaçların ve arzuların karşılanmasını esas alan çok yönlü bir teknolojinin yardımıyla, karşılıklı birlikte yaşamanın gereklerine göre yeniden yapılanması gerekecek. Toprağın dengesini geri getirmek, şehirlerin büyüklüğünü azaltmak ve çevreyle, tahakküme dayalı olmayan, yeni ilişkiler kurmak. Özgür toplumlar oluşturmak. Geçmişte ve bugün toplumsal gelenekler, sosyal yaşamın ritmini düzenlese de; bu paradoksal olarak, geçmişin o ya da bu anına geri dönüleceği anlamına gelmez. Bilakis, bugün temiz bir sayfa açmak gerekir.

Çeviri: Özgür Oktay

Miguel Amorós

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (26): Sermaye, Teknoloji ve Proletarya – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/07/16/anarsist-ekonomi-tartismalari-26-sermaye-teknoloji-ve-proletarya-2/feed/ 0
Röportaj: “Tehlikeli” İşçiyi İşten Attılar https://meydan1.org/2017/07/16/roportaj-tehlikeli-isciyi-isten-attilar-2/ https://meydan1.org/2017/07/16/roportaj-tehlikeli-isciyi-isten-attilar-2/#respond Sun, 16 Jul 2017 08:36:27 +0000 https://test.meydan.org/2017/07/16/roportaj-tehlikeli-isciyi-isten-attilar-2/ Meydan Gazetesi: Merhaba. Petkim’de işten çıkarıldınız. Bize çalışma koşullarından ve süreçten bahseder misiniz? Onur Ulu: Petkim 2008’de özelleştirildi. Bu özelleşmenin ardından kadrolu çalışan sayısı azaldı, taşeron sayısı arttı. Böyle olunca çalışma koşulları ve iş yükü de ağırlaştı. Benim işten çıkarılmam ise valilikten gelen bir yazıyla gerçekleşti. İzmir Valiliği 24 kişiden oluşan bir liste gönderdi “Listede […]

The post Röportaj: “Tehlikeli” İşçiyi İşten Attılar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>


İzmir Aliağa Petkim fabrikasında çalışan Onur Ulu, 11 Mayıs 2017 tarihinde işten çıkarıldı. “Hukuksuzca işten atılan işçiler geri alınsın!” diyerek direnen Onur Ulu’yla direnişinin 35. gününde gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Meydan Gazetesi: Merhaba. Petkim’de işten çıkarıldınız. Bize çalışma koşullarından ve süreçten bahseder misiniz?

Onur Ulu: Petkim 2008’de özelleştirildi. Bu özelleşmenin ardından kadrolu çalışan sayısı azaldı, taşeron sayısı arttı. Böyle olunca çalışma koşulları ve iş yükü de ağırlaştı.

Benim işten çıkarılmam ise valilikten gelen bir yazıyla gerçekleşti. İzmir Valiliği 24 kişiden oluşan bir liste gönderdi “Listede yer alan isimlerin bu iş yerinde çalışması tehlikelidir.” denildi. Valilik, bizim örgütlü olduğumuz Petrol-İş Sendikası’na da haber verdi. Sendika işten çıkarılma nedenimizi öğrenmek istedi. Neden olarak çeşitli örgütlerle ilişkili olduğumuzu söylemişler. Ancak bu duruma dair herhangi bir belgeleme yok, sadece söylemde kalan bir şey. Sonuç olarak işveren bizim çıkışımızı verdi. Bu hukuksuz işten çıkarılmanın ardından ben de direniş başlattım. Sendikamız bir basın açıklaması gerçekleştirdi, basın açıklamasına pek çok sendika ve örgüt dayanışma gösterdi.

Valilikten böyle bir yazı geldiğini işveren mi söyledi?

Evet. İşveren söyledikten sonra sendika teyit etmek için önce valilikle, ardından Emniyet Müdürlüğü’yle görüştü. Onlar da onayladı. İşten çıkarılan 24 işçiden 22’si sendikalı. Çeşitli örgütlerle ilişkili olduğumuzu söylüyorlar. Ancak listede geçen isimlere yönelik herhangi bir operasyon, gözaltı, tutuklama yok.

Daha önce de 80 işçi çıkarılmış.

Evet, OHAL ilan edildiğinde onlar da tamamen hukuksuz bir biçimde işten çıkarıldılar. Sendika bir şey yapmayınca, sendikada aktif olan işçileri işten çıkardılar. Şu an fabrikada büyük bir güvensizlik ortamı var.

Aynı iş yerinde çalışmaya devam eden arkadaşlarınız var mı? İşçiler direnişinizi nasıl değerlendiriyor?

İşçilerin büyük bir kısmı bu haksız işten çıkarılmanın farkında. Ancak onlar da “İşimden olurum” korkusuyla biraz geride duruyorlar. Sendika basın açıklamasından öte bir şey yapamadı. Daha önce, toplu sözleşmeye giderken işten çıkarılmalarla ilgili bir şey görüşmedik. Sadece ücret zammı ve iyileştirmelerle ilgili konuştuk. Sözleşme dönemi çok sert geçti, eylemler yaptık. Eylemler 3-4 gün sürdü. Sonrasında eylemlere polis saldırısı oldu; sendika temsilcisi, sendika yöneticisi ve başkanı dahi gözaltına alındı. Diğer sendikalardan ve örgütlerden büyük bir dayanışma oldu, o akşam serbest bırakıldılar. İşveren Yüksek Hakem Kurulu’na gitti. Yüksek Hakem Kurulu işverenle sendika arasında arabuluculuk yaptı. Sendika da bu dayatmaya karşılık sözleşmeyi imzalamak zorunda kaldı. Biz eyleme devam ederken sendikanın sözleşme imzalamasını onaylamadık. Ve imzalanan sözleşme 3 yıllık. Maalesef 3 yıl boyunca işten çıkarılanlarla ilgili mücadele zemini ortadan kalkmış oldu.

İşten çıkarılan 24 işçi vardı. Onlarla iletişiminiz var mı?

Biz valilik isteğiyle işten çıkarıldığımız için işsizlik maaşı bile alamıyoruz. O yüzden durumları biraz kötü. Kendi imkanlarıyla geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Diğer işçilerle iletişim kurdum, onlara da direnmeleri için çağrıda bulundum. Ama başka öncelikleri olduğundan katılamayacaklarını söylediler.

35 gündür eylemdesin. Ne yapmayı düşünüyorsun?

Kamuoyu yaratmaya, işçilere ulaşmaya çalışıyorum. İşten çıkarmalara sessiz kalmayalım, başka işçiler de aynı sıkıntıları yaşamasın diye direniyorum. Aliağa’daki tüm işçilerin eylemi sahiplenmesini bekliyorum. Daha fazla işçiye ulaşabilmek için mücadelem sürecek. Bu şekilde geri adım attıracağımı düşünüyorum.

Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?

İşçi sınıfına yönelik çok büyük saldırılar söz konusu. Grev yasakları, toplu sözleşmelere müdahale, işten atılmalar, takvim değiştirmeler… Kıdem tazminatı hala gündemde. Hükümet hep patronun yanında. Her gün 5 işçinin öldüğü bir ülkede yaşıyoruz. İşçilerin çok fazla sıkıntısı var. Bu yüzden işçilerin bir araya gelmesi gerekiyor. İşçiler birlik olursa tüm sıkıntıların üstesinden gelebilir. İşçilerin yanında olduğunuz için, direnişimi duyurmaya destek olduğunuz için size de çok teşekkür ediyorum.

Bizler de Meydan Gazetesi olarak röportaj için teşekkür ediyor ve işçi sömürüsüne, kıyımına, katliamına karşı direnişini selamlıyoruz.

 

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.

The post Röportaj: “Tehlikeli” İşçiyi İşten Attılar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/07/16/roportaj-tehlikeli-isciyi-isten-attilar-2/feed/ 0
Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/ https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/#respond Sat, 25 Feb 2017 21:52:37 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/ Anarşistler ilkesel olarak oy kullanmaz ve seçimlere katılmazlar SEÇMENE DAİR: Bir oy ile politikleşmek; parti ya da başkan seçimlerinde bir oyluk kampanyaların parçası olarak politikleşmek. Türkiye’de yapılan son seçimlerde seçmenin %87’si seçimlere katılmıştır. Seçimlere katılanların sayısı 49 milyon, katılmayanların sayısı ise yaklaşık 9 milyondur. Sistem değişikliği için önümüzde yapılacak olan referanduma katılım da benzer sayılarda […]

The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Anarşistler ilkesel olarak oy kullanmaz ve seçimlere katılmazlar

SEÇMENE DAİR:

Bir oy ile politikleşmek; parti ya da başkan seçimlerinde bir oyluk kampanyaların parçası olarak politikleşmek. Türkiye’de yapılan son seçimlerde seçmenin %87’si seçimlere katılmıştır. Seçimlere katılanların sayısı 49 milyon, katılmayanların sayısı ise yaklaşık 9 milyondur. Sistem değişikliği için önümüzde yapılacak olan referanduma katılım da benzer sayılarda olacaktır.

Seçmen için seçimlere katılmak ne demektir?

Seçimli sistemlerin tümünde, çoğunluk olan iktidar olur. Demokraside, çoğunluğun iktidarı demokratiktir. Çoğunluk olan iktidardır, azınlık olan ise iktidar olamamıştır. Çoğunluğun ve azınlığın ilişkisi, seçimler sürecince iki ayrı yöntemin tartışması şeklinde sürmüştür. Tartışmadıkları tek şey ise seçimlerdir. Seçimler bir grubun toplumu “ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle başlayan, diğer grubun ise “hayır ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle karşılık bulduğu bir iddiadır. Seçimler, iddianın taraflarının anlaşarak başlattığı seçmen sayma sürecidir ve seçmenler olmadan gerçekleşemez. Hangi tarafın seçmeni diğerinden çoksa, toplumun yönetimi de o tarafta olacaktır. Seçmen, bu iddialaşmada sadece sayısal bir değerdir. Bu sayısal değer gündelik yaşamında birçok sorunu çözmeye çalışarak yaşayan vatandaş için önemsenecek bir değer değildir. İddialaşmanın tarafları seçimlerdeki katılımı arttırmak için, vatandaşı, sayılan seçmen sıfatından çıkarıp iddianın içine sokmak isterler. Böylece iddiaya katılım artacaktır. Katılımın artması, bir sayı olan seçmenin, öncelikle iddiayı ve sonrasında ise seçimleri ve daha da sonrasında seçimlerin sonucunda oluşacak iktidarı içselleştirmesini sağlayacaktır. Seçmen kazansa da kaybetse de seçimin sonucunu ve seçilmiş tarafın iktidarını kabullenecektir. Vatandaşın bu kabullenmesi, seçimlerde iddialaşan her grubun kazanımıdır. Seçimi kazanan hükümetini sürdürdükçe, kaybeden de muhalefetini sürdürecek ve her iki taraf da bir dahaki seçimleri bekleyeceklerdir.

Seçmen sorumluluğu ne demektir?

Vatandaşın toplumun yönetimine katılması demektir. Atacağı bir oyla toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal yönetimine katıldığını sanan seçmen, sorumluluk safsatasıyla yaratılan bu sistemle anlaşacaktır. Anlaşma basittir; kullandığın oy kazansın ya da kaybetsin sen kazanana, yani haklı iktidara, yönetilme hakkını sunmalısın. Bu, kullanacağın bir oyla onaylayacağın anlaşmanın sorumluluğudur.

Seçmenlerin bir oy ile eşitlenmesi ne demektir?

Seçimler sınıflar arası çatışmada bir yanılgı yaratır. Seçimler 1400 lira maaş verilen bir işçiyle 14.000 lira maaş verilen bir mühendisi ve hatta bu işçi ve mühendisin “bir” üretiminden 140.000 lira kazanan patronu bir oy ile eşitleme yanılgısını yaratmaktadır. Aylarca süren ve bir günde biten bu yanılgının ardından toplumsal yönetimde hiçleşen ezilenler, seçilmiş tüm yönetimlerin sömürüsünü yaşarlar.

AKP’nin senelerdir süren genel yönetimi süresince de yeni yasalarla işletilen taşeronluk sisteminin, CHP yerel yönetimlerinde de işlediği aşikardır. Yaklaşık 20 senedir yapılan tüm seçimlerde en yüksek oyu alan bu iki partinin sınıfsal çelişkideki pozisyonları benzerdir. Aralarından birinin hükümet ve diğerinin muhalefet olması, sınıfsal çatışmayı olumlu ya da olumsuz etkilemeyecektir. 140.000 lira kazanan patronun toplumsal yönetime etkisi her daim daha fazla olacak, kapital sahibi olarak yönetime sahip olanlarla sürekli ilişkileri sürecektir. Emeğine 1400 lira verilen işçinin ise yönetime etkisi olmayacaktır. Bir oy ile başlayan ve biten yanılgının bir anlık “bu toplumda ben de varım” mutluluğu ise gündelik yaşamın sosyal ve ekonomik gerçekliğiyle sonlanacaktır.

Kalifiye seçmen olmak ne demektir?

Toplumda çoğunluk kesime ait olmak demektir. Seçimlere giren her grup için toplumun çoğunluğunu oluşturan kesim, seçimin sonucunu belirleyecek olan kitledir. Kitlenin özellikleri, seçim propagandalarının eksenini de belirler. AKP de CHP de, toplumda çoğunluğu oluşturan Türk, Sünni, milliyetçi-ulusalcı gibi toplumda genel geçer değeri olan kesimleri kazanmayı amaçlar. Kalifiye seçmenin dışında kalan seçmen ise, kitle sayısına oranla daha az oy demektir. Bu, kalifiye olmayan seçmenin, seçim propagandalarında ikincil önemde kalması anlamındadır. Böylece vatandaşın sosyal ve ekonomik kimliği, onun seçmenlik derecesini belirlemiş olur.

MUHALEFETE DAİR:

Seçimlerde iktidara muhalefet olmak ne demektir?

Seçimlerde iktidara muhalefet olmak, geçmiş seçimlerde seçilmemişsin ve gelecek seçimler için umutlusun demektir.

Seçimli sistemlerin tümünde seçime en az iki grubun katılımı gereklidir. Kazanan ve kaybedenin belli olacağı seçim gününe kadar iki grup birbirlerine muhaliflerdir. Kazananın iktidar olması paralelinde kaybeden ise muhalefet olacaktır.

Parlamenter sistemde parlamento içerisinde AKP’nin tüm kararlarına karşı koyan CHP, AKP’nin yaptığı yönetim uygulamalarını, devletin işleyişine ve toplumun yaşamına olumsuz olan etkilerini gündeme getirir. Muhalefetin parlamento içindeki bu misyonu iktidara zıt bir propaganda yapmasını da sağlar. Muhalefetin seçmenle kurduğu salt ilişki artık budur; çünkü seçmenle bir oy için başlattığı anlaşma, seçimleri kaybetmesiyle sonlanmıştır.

Parlamento dışındaki muhalefet ise, muhalefetinin varoluşunu seçimleri kazanan iktidara karşı koymaya dayandırmaz; parlamento dışı muhalefetin dayanağı emperyalizm-kapitalizm karşıtlığıdır. Söz konusu muhalefet, Marksist Leninist sınıf çerçevesinde sınıfsal çatışmanın tarafıdır. Sınıfsal çatışmanın burjuvazi karşısında işçi sınıfının iktidarıyla sonlanacağı devrim için mücadele ederler. Mücadele stratejileri içinde seçimlerde parlamenter muhalefetle pratik bir taraflaşmadan yanadırlar. Bir strateji olarak seçimi savunan devrimci muhalefet, seçim süresince toplumu örgütleme olanağını vurgular. Vatandaşın seçim süreçlerinde bir oy ile yaşayacağı politikleşmeden faydalanabileceğini savunur. Marksist Leninist toplamında bilimsel sosyalist örgütlenmeler, yorum farkları dışında, stratejik olarak seçimlerin kullanılmasını savunur.

HDP Kürt halkının parlamentodaki temsiliyetinin ötesinde devrimci muhalefetin de toparlandığı bir kuruma dönüşmüştür. HDP 1 Kasım genel seçimlerine kadar katıldığı seçimlerde seçmen sayısını sürekli olarak arttırmıştır. Artık parlamentoya bir parti olarak katılma şartı olan %10 seçmen sayısına ulaşabilmekte ve parlamentoda bir parti olarak bulunabilmektedir. Kendi birincil seçmeni olan bölge halkından aldığı oy sabitleşmiştir. Metropollerden alacağı oylarla %10-11 arası iniş çıkışlar yaşamaktadır. Yalnız 1 Kasım ile beraber başlayan TC’nin Kürt Hareketi ile iç ve dış politikalarında karşı karşıya kalması süreci, seçilerek parlamentoya giren HDP’nin yasal-yasa dışı yöntemlerle parlamentodan çıkarılmasıyla sonuçlanmıştır. Seçilmişlerin dokunulmazlıklarına rağmen birer birer yargılanıyor ve tutuklanıyor olması, kural koyucunun yani devletin kendi kurallarını değiştirebilme serbestliğinin göstergesidir. Bir başka gösterge ise genel seçimlerin yanı sıra yerel seçimlerde seçilerek belediye başkanlığını kazanan HDP’li belediyelere kayyum atanmasıdır. Devlet iç ve dış stratejileri paralelinde seçimleri ve seçilmişleri hiçleştirerek, temsili demokrasilerin bir yönetilme yanılgısı olduğunu ispatlamaktadır.

7 Haziran seçimlerinde hepimizin bir parçası olduğu bütünlüklü bir isyan sürecinin, sokak eylemlerinin, yavaş yavaş sandığa sıkıştırıldığını gördük. CHP’den Vatan Partisi’ne varoluşsal olarak olağan karşılayacağımız bu sıkışmanın anlaşılmaz ve karmaşık tarafı, HDP’nin topluma yaptığı sokak değil sandık telkiniydi. Sokak eylemlilikleri toplumsal bir şekilde sürerken seçim kampanyaları içinde erimekte, Kobanê’nin kurtuluşu bile kampanyaya sıkışmaktaydı. Her gün sokağa bir kampanyanın parçası olarak değil kendini gerçekleştirmek için çıkanlar, sokaktan önce sandığın binalarına sonra evlerinin bulunduğu apartmanlara girdiler. HDP, bir oyla bir gün değil, bir direnişle her gün politikleşenlerden “Haydi AKP diktatörlüğüne son” diyerek oy kullanmasını istedi. Seçim kampanyaları, kullanılan oylar ve değişmeyen sistem, değişmeyen devlet diktatörlüğünde birer birer umutsuzluğa dönüştü. “Bu düzen böyle gelmiş böyle gider” söylevi dillerden dillere yayılır olmadı mı? Umudu sokaktan sandığa sıkıştırılanlar ve umudu oy kullanmak sananlar, şimdi, bu yanılgıyı bir başka seçimle tekrarlamak istiyorlar. Oy, umut değil seçmenin politikleşme yanılgısı; seçimler ise adalet ve özgürlük için umut değil, toplumun yönetilme yanılgısıdır.

İKTİDARA DAİR

Seçimler iktidarın ya sürmesi ya sonlanması demektir. Her iktidar toplumun tümünün onayını almak ister, bu onay seçimlere katılarak verilir.

Art arda seçimleri kazanan AKP’nin sürekli çatırdama senaryolarıyla geçirdiği bir iktidar döneminde, zamansız bir referandum seçim sürecindeyiz. Bu zamansız seçimler yani standart periyotta olmayan seçimler, AKP’nin sevdiği seçimlerdir. İktidar olmanın çoğunluk olmanın serbestliğiyle kurgulandığı; iktidarın kurallarını kendinin koyduğu ve beğenmediği kuralı kaldırdığı bir seçim sürecinin daha içindeyiz. Bu referandum, AKP’nin üçüncü referandumu ve AKP bunu da kazanırsa, toplumun şekillendirmesinde önemli bir pozisyonda kazanmış olacaktır. AKP’nin seçim stratejilerinde en önemli ayrıntı kendi seçmen sayısını artırmasını istemesinin yanı sıra seçime katılan seçmen sayısına da artırmak istemesidir. İktidar kendisine muhalif olanların duygu ve düşüncelerini önemsemiyormuş gibi davransa da gerçekte önemser; çünkü iktidarın en çekindiği şeylerden birisi toplumsal onayı alamamaktır. İktidar zaten kendisi için oy kullanan seçmenin onayını almıştır. Muhalif olan seçmenin onayını alması için muhalif seçmenin seçime katılması yeterlidir. Muhalif seçmenin seçime katılmış ve kaybetmiş olması, seçim sonuçlarının meşruluğunu sağlayacaktır. Çünkü meşru olmayan bir iktidar, iktidar olamaz. Kendi iktidarı için en çekineceği şey seçimlere katılımın düşük olması demektir. Direk ya da dolaylı boykot AKP’nin gerçek korkusudur. Bunun için AKP katılımı artırmayı genel gerilimi artırmaya endekslemiştir. Kendi propagandasını yaparken provakatif söz ve eylemlerle muhalefeti gererek, seçmenler arası cepheleşmeyi artırır. Cepheleşme artıkça seçime katılım da artacaktır.

BİZ ANARŞİSTLERE DAİR:

Seçimlere katılmamak tarafsızlık mı demektir?

Yönetme ve yönetilme ilişkisini reddeden anarşistlerin, toplumun yönetimi için yapılan seçimleri de reddetmesi gerekmektir. Bu bir tarafsızlık değil, yöneten ve yönetilenin olmadığı bir dünya için mücadeleye taraflaşmak demektir. Seçimin özgür irade yanılgısı yarattığı aşikardır. Özgür iradesiyle toplumsal yönetime yakınlaştığını ve etki ettiğini düşünen birey, bu yanılgı ile gündelik gerçeklerden uzaklaşacaktır. Bireyin yaşadığı adaletsizliklere, tutsaklıklara, yoksulluğa ve yoksunluklara uzaklaşarak daha itaatkarlaşması kaçınılmazdır. Bireyin yadsındığı toplum anlayışının yarattığı adil ve özgür olmayan bu dünya düzeninde, toplumun yönetiminin seçimle belirlenmediği toplum yoktur. Seçmene sunulan seçenekler bellidir ve seçmenin seçimi ne olursa olsun değişmeyen belli başlı gerçekler vardır:

1) Emeğini ve zamanını satarak yaşamak zorunda olanların, yani ezilenlerin, yönetime etkisi yoktur.

2) Ezilenler için seçim sonrası yönetimlerin uygulamalarında fark yoktur.

3) Kapital sahiplerinin yönetim sahipleriyle çıkar birlikleri vardır.

4) Her toplumda kronikleşmiş iktidar ve muhalefet potansiyeli olan aileler, aşiretler, ideolojik partiler, mezhepler ve etnisiteler vardır. TC’de bu Türk Kürt, Sünni, Alevi, laik, muhafazakar gibi şekillenmiştir.

5) İktidar, devlet-şirket ilişkisinin düzenlenmesinden sorumludur. Bu sorumluluğunu yürütme, yargı ve kolluk kuvvetleri gibi organlarını kullanarak yapar. Bu, ezen ezilen ilişkisinin istenilen sabit şeklinin sürekli savunulması sorumluluğudur. TC’de ve diğer dünya devletlerinin hangisinde seçimleri kazanan iktidarın ezilen sınıfı ezen sınıftan kolladığı deneyimlenmiştir? Seçilmiş muhafazakar, liberal ve hatta sosyalist hiçbir iktidar, ezilenler sınıfının çıkarlarını gözetmemiştir.

Anarşistler seçimlerde oy kullanarak -kullandıkları oy kazansa da kaybetse de- seçimi kazananın iktidarını onaylamayı savunamazlar. Anarşistler, Marksist Leninist bilimsel sosyalistler gibi seçimler süresince seçim kampanyalarına katılarak toplumun örgütlenmesini bir stratejiye dönüştürmezler. Seçimlere katılan taraflar, halkın adalet ve özgürlük taleplerinin tümünün seçim söylevlerinde kapsandığı ve seçimi kazanmaları sonrasında bunun karşılanacağı yanılgısını yaratırlar. Bir yanıyla kapsamlı talep anlamı taşıyan seçim kampanyasının bireysel ya da örgütsel destekçisi-dayanışmacısı olmak, bu yanılgının yayılması sağlamaktır. Seçim sürecini faydalanacak bir fırsata çevirmeyi istemek seçim sisteminin yani bu yanılgının propagandasını yapmak istemektir. Anarşistler, toplumu oluşturan bireyleri oy kullanmama sorumluluğuna çağırmalıdırlar. Bu çağrı, bireyin kendi iradesini, ayrıca adil ve özgür bir dünya isteğini bir partinin ya da başkanın iradesine bırakmama sorumluğudur. Böylesi bir sorumluluk bir güne değil her güne yayılacak bir politikleşmenin başlangıcıdır.

Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referanduma Dair Yayınlanan Birinci Bildirisi

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/feed/ 0
Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/#respond Sat, 25 Feb 2017 00:34:20 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/ “Bakın, bu ülkede ekmek yememe devrimi yapılması gerekiyor…” Prof. Dr. Canan Karatay “Bir dilim ekmeğin 1 yemek kaşığı şekere eşit olduğunu iddia eden diyetisyene doktora, sormazlar mı bazı insanlar günlük 2-3 adet ekmek tüketiyor 2-3 ekmek 44-66 dilim eder bu kişi neden şeker komasına girmiyor demezler mi?” Kayseri Ekmek Üreticileri Federasyonu Bölge Temsilcisi, Selim Açık […]

The post Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Bakın, bu ülkede ekmek yememe devrimi yapılması gerekiyor…”

Prof. Dr. Canan Karatay

“Bir dilim ekmeğin 1 yemek kaşığı şekere eşit olduğunu iddia eden diyetisyene doktora, sormazlar mı bazı insanlar günlük 2-3 adet ekmek tüketiyor 2-3 ekmek 44-66 dilim eder bu kişi neden şeker komasına girmiyor demezler mi?”

Kayseri Ekmek Üreticileri Federasyonu Bölge Temsilcisi, Selim Açık


Kanserojen, GDO ve antioksidan kavramları havada uçuşuyor. Özgür gezen tavuklar derdimize derman olamazken full organik domatesler el yakıyor. Bir uzman diğerini yalanlıyor, çayı şekersiz içiyor, ekmeği esmer olandan yiyoruz. Köyden tereyağ getirip, organik pazarlarda takılıyoruz. Ama olmuyor, yine de olmuyor. Nihayetinde, herkes birbirine soran gözlerle bakıyor: “Ne yiyeceğiz?”

“Organik Yiyiniz Efendim…”

Bu kavram son 5-10 yılın en fazla manipülasyona uğrayan kavramı olsa gerek. Organik, kabaca organ ile alakalı, işleyen bir bütünün bir parçasıyla alakalı anlamına gelir. Kavram ilk defa, 1500’lü yıllarda kullanılmış olup, Latince’de organicus Grekçe’de organikos kelimesinden gelir. 1940’lı yıllara gelindiğinde kavram artık “gübre ve ilaç kullanılmayan tarımı” ifade etmek için kullanılmıştır. Ne büyük tesadüftür ki, örgütlenmek, organize olmak anlamına gelen organize kelimesinin kökeni de bu kavramla ilişkilidir.

Tüm bu bilgileri edindikten sonra şu soruyu sormaya hakkımızın olduğunu düşünüyorum. Eğer organ derken işleyen bir bütün parçasından bahsediyorsak… Eğer organik derken bu işleyen yapının parçaları arasındaki ilişkinin bütününden ve organize derken bu örgütlülüğün giriştiği eylemden bahsediyorsak. Kapitalizm ve devlet gibi yıkıcı organizasyonlarla parçası olduğu doğadan kopartılan biz insanların organik denilen domatesi yemesinin bir kıymeti harbiyesi, bir anlamı var mıdır acaba?

Ya da daha açık konuşmak gerekirse; ilişkileri, yaşadığı mekanları, sosyal ve siyasal tercihleri organik olmayanın yediği domates organik olsa kaç yazar?

“Gezen Tavukları, Doğal Yumurtaları Yiyiniz…”

Acaba aranızda tavukların bir ağaçta yetiştiğini düşünen var mı? Ya da ilk tavuğun İngiltere’nin puslu ve ağır havasının içinde durmadan duman üfüren izbe bir fabrikada üretildiğini düşünen? Eğer böyle düşünmüyorsak, “tavukların geziyor olması, niye bugünkü gibi nadir ve özel bir durum olarak algılanıyor?

Tavuklar benzeri birçok hayvan gibi gezerler. Bazen toprağın altındaki solucanlara ulaşmak için, bazen su bulmak için, bazen de sırf keyif olsun diye gezerler. Bu hayvanların gezmesini engelleyen şey, onları bir makine, bir ürün, bir mala dönüştürüp türlü işkenceyle tüketime hazır hale getiren endüstrinin ta kendisidir. Sanmayın ki, “Free Range” -gezen tavuklar- kırlarda, köylerde hoplaya zıplaya dolaşıyor. Bu zavallıcıklar, aynı endüstriyel çiftliklerin kafeslerinden aşağıya inip yine sıkış tepiş -en iyi ihtimalle buraların daracık bahçelerinde- yine aynı eziyete maruz kalarak “tüketime hazır hale getiriliyorlar”.

Kapitalizm, başarısının büyük bir kısmını, insanları körleştirme becerisiyle kazanmıştır. Ama bu körlük zifiri karanlık bir körlük değil, görülmesi istenmeyenin gölgelenmesi için uydurulmuş simülasyonlardan oluşan rengarenk bir körlüktür. Marketten aldığımız plastik bakraçtaki yoğurdun üzerindeki köy resmi, oraya endüstriyel yöntemlerle üretim yapan fabrikaların duman kusan bacalarını görmememiz için konulmuştur. Kapitalizmde makyaj her şeydir, hatta o kadar her şeydir ki, artık makyajın yapılacağı bir yüze bile gerek yoktur. Günümüzde köyler verimsizleştirilip, köylüler şehre göçmeye zorlanmıştır. Köylülerden boşalan yeri, endüstriyel tarımcılar almıştır. Ama dedik ya, mesele makyaj meselesidir. Bir mandıracının, samanların üzerine özenle dizdiği ve üzerindeki dışkı lekeleriyle “doğalım ulan ben” diye bağıran yumurtalar ne kadar sahici ise, emin olun üzerinde doğal ve benzeri damgalar taşıyan süpermarket yumurtaları da o kadar sahicidir.

“Azıcık GDO’dan Bir Şey Olmaz”

Genelde en güzel şeyler sona saklanır, heyecan verici hikayelerin düğümü final sahnelerinde çözülür. Ben de beslenme konusundaki en “hayret verici” alıntıyı sona sakladım. Hayatımızın yaşadığımız kısmı, yaşayacağımız kısmın feyzalabileceği bir deneyim birikimidir. Tarih, -kimin yazdığına göre, manipülasyon içerse de- yapılan hataların aynını tekrar etmeyelim diye yazılmıştır aynı zamanda. Bu şu demektir, kameraların önünde radyasyonlu çayı höpürdeterek içen insan yıllar sonra da olsa kanserden ölecektir. Bir nükleer santral için, “Nükleer santrallerimiz çok güvenli, öyle ki Kızıl Meydan’a bile bir tane yapılabilir, bir semaverden daha zararsızlar. Yıldızlar gibiler, onlarla bütün dünyayı aydınlatacağız.” diyen Sovyetler Birliği yetkilisi Karadeniz’de katledilen ve sakatlanan insanların katili diye tarihe geçecektir.

Nasıl azıcık radyasyondan; azıcık nükleerden bir şey oluyorsa, azıcık GDO’dan bir şey olur. Çünkü GDO dediğimiz şey yalnızca bir besin üretme yöntemi değil, bir algıdır aynı zamanda. Evrenin her bir noktasını, yaşamın her bir parçacığını “ürün” olarak görenlerin algısıdır. Hiçbir şeyin “öylesine”, “kendiliğinden” var olmasına tahammül edemeyenlerin, her varlığın işe yarar bir araca dönüşmesini isteyenlerin algısıdır. Bu bakış açısı için verimsiz cılız bir pirinç tanesi neyse, işine yaramayan insan aynı şeydir. Evet, bunun adı kapitalizmdir.

“Bir Şey Yemeyin Demiyoruz Ama…

Evet haklısınız, soruya ne yiyeceğiz diye başladık, yenilecek ne varsa boğazımıza dizdik. Aslına bakılırsa, organik olana düşman değiliz ya da anlayacağınız gibi tavukların özgürce gezmesiyle de ilgili bir sıkıntımız yok. Aksine yaşamın, kendi gücüne ve onun dinamiklerine güveniyor, yaşamın, bizlerin arasında özgürce gezmesini, bizlerin yaşamın içinde “kendi” olarak var olabilmesini istiyor; bunun mücadelesini veriyoruz.

Özetle şunu söylüyoruz, yaşamı zehirleyen şey, yaşamın panzehiri olamaz. Her ne kadar iyi niyetlerle, iyi hislerle pratik edilmeye başlansa da “organik, doğal” tarım gibi yöntemler hem sanki kapitalizm temize çıkartılabilirmiş gibi bir manipülasyona alet oluyor hem de kavga ettiğimiz şeyin banka hesaplarına yeni sıfırlar ekliyor ve ne yazık ki, bugün GDO dediğimiz şeyle bu bağlamda aynılaşıyor.

İşte tam da bu noktada, yukarıda sorduğumuz soruya yenileri ekleniyor:

Ne yiyeceğiz? Nasıl yiyeceğiz? Dahası bu sistem içinde nasıl yaşayacak, bu sistemden çıkmak için nasıl mücadele edeceğiz?

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır. 

 

The post Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/feed/ 0
“DEVLET ÇÖKÜYOR” – Özgür Oktay https://meydan1.org/2017/02/20/devlet-cokuyor-ozgur-oktay/ https://meydan1.org/2017/02/20/devlet-cokuyor-ozgur-oktay/#respond Mon, 20 Feb 2017 12:11:33 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/20/devlet-cokuyor-ozgur-oktay/ Hepimiz biliyoruz ki tarihteki önemli siyasi dönüşümlerin, ekonomik ve sosyal alanlarda muhakkak bir iz düşümü olur, keza bunun tersi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu dönemlerde devletlerin izlediği siyasetlerin ışığında sermaye el değiştirir; kültüre müdahale edilir; yeni dönemin yeni insanları ve yeni araçları, yeni argümanlar doğrultusunda yeniden üretilir. Devletli tarih, bu “yeniden üretimlerin” bir tekrarı […]

The post “DEVLET ÇÖKÜYOR” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

maxresdefault

Hepimiz biliyoruz ki tarihteki önemli siyasi dönüşümlerin, ekonomik ve sosyal alanlarda muhakkak bir iz düşümü olur, keza bunun tersi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu dönemlerde devletlerin izlediği siyasetlerin ışığında sermaye el değiştirir; kültüre müdahale edilir; yeni dönemin yeni insanları ve yeni araçları, yeni argümanlar doğrultusunda yeniden üretilir.

Devletli tarih, bu “yeniden üretimlerin” bir tekrarı gibidir. Hitler Almanya’da iktidara geldikten hemen sonra zengin fakir demeden tüm yahudilerin ve diğer ötekilerin mallarına el koyup, “Sermayeyi Almanlaştırma” hamlesine girişmiştir. Buradaki amaç açıktır; yeni değerlerle kurulan yeni sistemin zenginleri ya o değerleri benimseyen eskinin zenginleri olacaktır ya da eskinin zenginleri varlıklarını yeni zenginlere bırakarak ortadan kaybolacaktır. Aksi takdirde, bir devletin en yakın dostu olan bir zenginin bile, kırılgan ve genç bir devleti-düşünceyi alaşağı etme ihtimali vardır.

Biz Bu Hikayeyi Bir Yerlerden Hatırlıyoruz Ama…

Sanırım hikaye bir yerlerden tanıdık geliyor. Hatta, bu hikaye yaşadığımız coğrafyada birden fazla yerden tanıdık geliyor. İsterseniz en güncel olandan başlayalım. Devletin 17 Aralık ile başlayıp, 15 Temmuz’da doruk noktasına ulaşan cemaat kavgası ve sonrasında yaşananlar bunun için önemli bir örnek oluşturuyor. Özellikle OHAL sürecinin başından bu yana, cemaat ile – sadece cemaat değil, Yeni Türkiye’nin geleceğine gölge düşürebilecek olası tüm tehditler ile – en ufak bir ilişkisi tespit edilen tüm büyük şirketlere birer birer kayyum atanması ve bunların zaman içinde iktidara daha yakın sermaye gruplarına aktarılıyor olması, bunun bir göstergesi. Tabii ki bu kayyumlarla sınırlı değil. AKP, iktidara geldikten sonra, mantar gibi bitiveren birçok sermaye grubu ve kişi de vardır. Bu dönemde, zenginleşen Cengiz İnşaat, Limak Grup, Kolin Grubu, Çalık Holding, Sancak Grubu ve Torunlar Grup gibi şirketlerin veya bunların patronlarının isminin 2000’li yıllardan önce ne kadar bilinir olup olmadığına bakarsak, burada söylenmek istenen daha iyi anlaşılabilir.

Türk Sermayesinin İnşası

Bütün bunların haricinde, Kürdistan’daki belediyelere kayyum atanması, üniversitelerden ve kamu kurumlarından yapılan “temizlik” de bu değişimin sosyal, kültürel ve etnik ayağını oluşturur.

İşte yazının başında bahsettiğimiz “çökme”, tıpkı irili ufaklı mafyaların ve kabadayıların çeşitli mekanlara çökmesi gibi, devletin ve onun başındakilerin çıkar çatışması içerisindeki güç gruplarına çökmesidir. Bütün bunlarla beraber, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu çökme politikaları ne ilk ne de son olacaktır. Bugünkü, iktidar bu politikayı Osmanlı’dan ve T.C’nin kurucu unsurlarından almıştır.

TC Devleti’nin kurucu unsuru olan İttihat ve Terakki Partisi, 1915 yılında yayımladığı “Harb ve Olağanüstü Siyasi Durum Sebebiyle Başka Yerlere Gönderilen Ermenilere Ait Mülk ve Arâzînin İdâre Şekli Hakkında Talimât-nâme” ile katledilen ve sürgüne gönderilen Ermeniler’in mallarına el koymuştu. Bir başka benzer “çökme” hikayesi de, Kürtlere uygulanmıştı. 1924 yılında Şeyh Sait İsyanı’nın kanla bastırılmasından sonra çıkarılan “Takriri Sükun Kanunu”, bir nevi OHAL ilan ederken; sonrasında hazırlanan “Şark Islahat Planı Kararnamesi”nin beşinci maddesinde mallara el koyma ve söz konusu malların satılmasını engelleme gibi birçok ekonomik yaptırım uygulanmıştır.

TC’nin inşasının en büyük hamlesi ise “Varlık Vergisi” kanunudur. Bir defaya mahsus uygulanacağı söylenen kanun, bir defada neredeyse zengin fakir ayırt etmeksizin, tüm gayrimüslimleri bu topraklardan silmeye yetmiştir.

11 Kasım 1942’de, yani Şükrü Saraçoğlu hükümeti kurduktan birkaç ay sonra, devlet, “savaş koşullarında çok yüksek karlar elde edenlere karşı bir mücadele başlatıyoruz” sloganıyla “Varlık Vergisi”ni meclisten geçirdi. Fakat önceki dönemde toplum olacaklara hazırlanarak, uygun koşullar yaratıldı. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu gayrimüslimleri işaret ederek “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır” açıklamasında bulundu.

Varlık vergisiyle birlikte dönemin ana akım yayın organları, daha 5 ay öncesinden “algı operasyon”larına başladı: “Vurgunculara ders olsun. İzmir’de bir Yahudi 5 sene hapse mahkûm oldu.” (Tasvir-i Efkâr, 1 Temmuz 1942), “Mal saklayan tacirler, iki Yahudi ticarethanesi sahipleri milli korunma mahkemesine verildi.” (Cumhuriyet, 14 Ağustos 1942), “Kiraların artmasına Yahudiler sebep olmuş.” (Tasvir-i Efkâr, 8 Ekim 1942)

Bu koşullar altında uygulanmaya başlanan varlık vergisi, sözde gayrimüslimleri kapsamıyordu ama raporda yazılanlar ve uygulamalar öyle söylemiyordu:“…M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12.5’ini; G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50’sini; D grubu (dönmeler) yüzde 25’ini; E grubu (ecnebiler) yüzde 12.5’ini ödemekle yükümlüydü. Çiftçiler de yüzde 5’ini ödeyecekler..”

Üstüne üstlük, bu yasa sadece zengin gayrimüslimleri kapsamıyor, küçük esnaf olan gayrimüslimlerin de ödeyemeyecekleri faturalar çıkarılıyordu. Varlık vergisinin bu topraklara faturası ağır oldu; vergiyi ödeyebilenler ödedi; ödeyemeyenlerse çalışma kamplarına gönderildi. Birçok kişi intihar etti ya da çalışma kamplarında yaşamını yitirdi. Geriye kalanlarsa coğrafyayı terk etmek zorunda kaldı. Varlık vergisinin ardından kalan ise yepyeni bir Türkiye ve “Türk Burjuvazisi” oldu.

Dün Türkçü ve Laik, Bugün Yine Türkçü Ama İslamcı

Aslına bakılırsa durum bugün de pek farklı değil. Devlet elinde kocaman bir torbayla sermayedarların ve kapitalistlerin kapısını çalıyor; kapıyı açan kurtulurken, kapıyı açmayan torbanın dibini boyluyor. FETÖ’cü, laik, liberal hiç fark etmiyor; minareyi çalan kılıfını hazırlıyor.

Tarih değişiyor; iktidarlar, elitler ve onların ideolojileri değişiyor fakat uygulamalar aynı kalıyor. Dün Eminönü’ndeki bir peynirci dükkanına sermayeyi Türkleştirmek adına çöken devlet, bugün Fatih’teki bir ekmek fırınına “FETÖcü” diye el koyabiliyor. Dünün Türkçü, laik cumhuriyetçi zenginleri, bugünün yine Türkçü ama bu sefer İslamcı, muhafazakar zenginlerine dönüşüyor.

Yani sözün özü, bugünkü iktidar da T.C’nin 90 yıllık çökme politikasını sürdürüyor!

Özgür Oktay

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. Sayısı’nda yayınlanmıştır.

The post “DEVLET ÇÖKÜYOR” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/20/devlet-cokuyor-ozgur-oktay/feed/ 0
“Trump Hakkında Ne Yapmalı” https://meydan1.org/2017/02/18/trump-hakkinda-ne-yapmali/ https://meydan1.org/2017/02/18/trump-hakkinda-ne-yapmali/#respond Sat, 18 Feb 2017 12:24:46 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/18/trump-hakkinda-ne-yapmali/ ABD şu anda, tüm zamanların en sevilmeyen iki başkan adayının, Donald Trump ve Hillary Clinton’ın aşağılık savaşına katlanıyor. Hillary Clinton, yarış başlarken çoğu kişinin beklediği zafer garantisine sahip olmasa da, Trump’ın ırkçı retoriği ve tutarsız politik önerileri çoğu seçmene henüz yeterince itici geliyor ki Clinton’un seçimi kazanma şansı %60 gözüküyor. Kim kazanırsa kazansın, biz ABD işçi […]

The post “Trump Hakkında Ne Yapmalı” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
14876643_790841597722397_1379519466206773285_oABD şu anda, tüm zamanların en sevilmeyen iki başkan adayının, Donald Trump ve Hillary Clinton’ın aşağılık savaşına katlanıyor. Hillary Clinton, yarış başlarken çoğu kişinin beklediği zafer garantisine sahip olmasa da, Trump’ın ırkçı retoriği ve tutarsız politik önerileri çoğu seçmene henüz yeterince itici geliyor ki Clinton’un seçimi kazanma şansı %60 gözüküyor.

Kim kazanırsa kazansın, biz ABD işçi sınıfı, her iki adayın temsil ettiği neoliberalizm, emperyalizm ve beyaz üstünlüğünün günlük zorluklarıyla uğraşmak zorundayız. Buna karşı koymak için, falanca adaya karşı çıkmanın ya da filanca adayı desteklemenin ötesine geçmeliyiz ve öncelikle bu adayları yaratan ve şimdi bir şey yapmazsak gelecekte daha birçok Trumplar ve Clintonlar üretecek olan toplumsal düzene karşı koymak ve onun temellerini sarsabilecek, ırkçılık karşıtı, militan toplumsal hareketleri geliştirmeliyiz.

Clinton’un siyasi sicili, Bill Clinton’la birlikte Arkansas Vali Konağı ve Beyaz Saray’daki zamanlarından New York Senatörlüğü ve sonrasında Obama’nın Dışişleri Bakanlığı’ndaki kariyerine kadar, “neoliberal aday özgeçmiş örneği” olarak ders kitaplarına alınacak
derecede dolu. 80’lerde tutsak siyahları Arkansas Vali Konağı’nda köle iş gücü olarak kullanması; 90’larda sosyal yardımları kaldırması; 2000’lerde Wall Street bankalarından milyonlarca doları alıp, Haiti’de asgari ücretin saatte 24 sentten 61’e yükseltilmesini engellemesi; 2010’larda Libya ve diğer yerlerde emperyalist askeri müdahaleleri yönetmesi…

Bunlar, Clinton’un sınıfımızın zararına, pazarın çıkarına hizmet eden bir kariyeri nasıl yaptığının sadece birkaç örneği. Donald Trump, pazara hizmet eden aynı temel politikalar üzerine farklı bir perspektifi temsil ediyor. Zenginlere uygulanan vergileri azaltmak; ticaret anlaşmalarında tekrar pazarlık yaparak ABD şirketlerinin lehine koşullar elde etmek; göçmen işçileri – özellikle Müslüman ve Meksikalı olanları – ABD’den uzak tutmak; sosyal yardımları, eğer geriye kalan olduysa,kesmek ve ABD’nin emirlerine uymayan yabancı ülkeleri bombalamak istiyor. Trump’ı destekleyen ve giderek büyüyen bir hareketinse, ırkçı şiddetin patlamasına yol açma tehlikesi var.

Trump kampanyası, beyaz kimliği ile ilgili. Bu, ABD siyaseti için olağan dışı değil. Bill Clinton’ın başkanlık kampanyaları, beyazların tarafında olduğunu göstermek için, siyahkarşıtı sosyal yardım reformları ve “suça müsamaha göstermeyen” politikalar üzerinde kuruluydu. Ancak Trump, beyazlık söylemini, George Wallace ve Pat Buchanan kampanyalarından beri görülmemiş düzeyde açıkça ve küstahça dillendiriyor. Bu yüzden Trump destekçilerinin %90’ı beyaz. Trump’ın beyaz gücünü geri getirme vaatleri, bütün sorunlar için yoksulları ve azınlıkları suçlaması ve bunları açıkça yapması, şimdi “Alternatif-Sağ” ya da “Alt-Sağ” olarak imaj değiştiren neo-faşist hareketin büyümesine yolaçtı. Alt-Sağ ideolojik kökenini, Avrupa Yeni Sağı, ilkel muhafazakarlık ve “bilimsel” ırkçılığın ve antisemitik komplo teorilerinin değişik biçimlerinden alıyor. Trump kampanyası, o olmasainternetin uzak köşelerinde sürgün olacak bu hareketlerin birleşme noktası oldu. BeyazAmerika’nın yüzeyinin hemen altındaki ırkçı ve heteroseksist nefreti açıkça dillendiren Trump, Alt-Sağ’ın ana siyasi ve toplumsal görüşlerini ana akıma taşınmasını temsil ediyor.

Trump ve Alt-Sağ programının başarısı, onlarca yıldır süren iş güvencesizliği, sendikal gücün yokluğu, serbest ticaret nedeniyle işini kaybetmeler, sosyal yardımların erimesi, artan ekonomik eşitsizlik ve genel güçsüzlüğün ardından beyaz işçi sınıfı tarafından hissedilen öfkeyi teşhis etmesinden geliyor. Onlarca yıl neo-liberalizmden sonra ümitsizliğe kapılan ortayaşlı-beyaz işçi sınıfı erkekleri, uyuşturucuya, alkole ve intihara yöneldikçe ortalama yaşam süreleri düştü. Trump’ın buna gerçek bir çözümü yok, çünkü zaten bu sorunların gerçek nedeni, benimsediği kapitalist politikalar. Ama beyazlık söylemi öfkeli beyaz işçi sınıfına kolay bir cevap sunuyor:”Sorunlarınızın nedeni siyahlar ve esmer göçerler; onlara karşı benim gibi zengin beyazlarla birleşirseniz, doğal olarak bütün beyazlara ait olan yüceliği gerialabilirsiniz.” Beyazlık, Trump gibi zenginlerin, işçi sınıfının bir kesiminin desteğini satın alarak onları daha fazla ezilen işçi sınıfı kesimlerine karşı yöneltmesine yarayan, sınıflar arası birlik görevi gören tarihi bir keşiftir. Bu ümitsizlik çağında, beyazlıkla gelen ayrıcalık ve üstünlük algısı, bir çoğuna çekici bir alternatif gibi görünür. Trump’a karşı koymak için, kampanyasının dayandığı beyazlık temelini sarsmak gerekir. Yıkıcı beyaz kimliğine yapabileceğimiz en büyük karşı koyuş, ırklar arası, cinsler arası, cinsiyetler arası sınıf farkındalığıdır.

Bu, beyaz işçileri, başkalarını ezenlere katılarak ayrıcalık kırıntısı elde etmeye çalışmaktansa; siyahların ve diğer ezilenlerin mücadelelerini destekleyip, kapitalizmi ve devleti yıkmanın kendi çıkarlarına olduğuna ikna etmek demektir. Beyazlık yalanının kendisini tersine çevirmektir. Beyaz komşularımıza ve beyaz iş arkadaşlarımıza, ezilen halklarla birlikte katılacakları özgürlük mücadelelerinde kazanacaklarının, beyazlığa tutunarak kazanacaklarından daha fazla olduğunu göstermek için, daha güçlü toplumsal hareketlere ve militan demokratik sendikalara, çeşitliği fazla ve bağları güçlü toplumlara, akıl dışı nefret ve milliyetçilik yerine toplumsal bağlarla dolu yaşamlara ihtiyacımız var.Trump’a ve onu yaratan koşullara karşı uzun vadeli bir strateji olarak ihtiyacımız olan budur.
Ama daha acil olarak, Trump kampanyasının etkisiyle sokağa inmekte olan Alt-Sağ beyaz milliyetçi mobilizasyonu durdurabilecek bir militan faşizm karşıtlığına ihtiyacımız var.

Bunun anlamı, onlarca yıl kaldırımın üstünde savaşılan faşizmle doğrudan mücadelenin genişletilmesi ve ABD şehirlerinde bir hareket haline gelen ırkçılık karşıtlığının güzelim ateşiyle entegre olmasıdır. Black Lives Matter (Siyahların Yaşamları Değerlidir), polisin
varlığının özünde olan beyaz üstünlüğüne karşı koymak için patladı ve bu ırkçılık karşıtı hareketle birlikte, sayıca ve arkasındaki seslerin çeşitliliğiyle güçlü bir faşizm karşıtı hareket yaratabiliriz. Bunun anlamı, bütün ırkçılık olaylarına karşı mücadeleye devam etmek ve faşistler Trump kampanyasından destek ve görünürlük elde etmeye çalışırken, beyaz milliyetçiliğe militan bir cephe yaratmak demektir. Tüm alanlarda faşist örgütlenmeleri engellemeli, aynı zamanda devrimci bir alternatif vizyonu sunmalı ve hareketimizin özgürlükçü bir geleceğe doğru kazandıklarını göstermeliyiz.

Trump’ı ve onun temsil ettiklerini yenilgiye uğratmanın en somut yolu, birden çok cephesi olan, devrimci, ırkçılık karşıtı bir toplumsal hareketi geliştirmektir. Black Rose’daki yoldaşların, Black Lives Matter eylemcilerinin ve diğer birçoklarının, bu yıl Chicago’da
engelledikleri Trump mitingleri gibi, Alt-Sağın her tür örgütlenme çabasını engellemeliyiz. Irkçı polis şiddetine karşı öfkeyle sokaklarda sel olmalıyız ve hareketi, sistemin ırkçılığına karşı inşa etmeliyiz. Trump’ın işçi sınıfından destekçilerine alternatif sunan ve onlara işçi
sınıfının renkli insanlarının verdiği mücadeleleri desteklemek için bir sebep veren hareketler örgütlemeliyiz. Bu da, yüreklerde ve sokaklarda olacak bir mücadele, sandıkta değil.

Black Rose Anarşist Federasyonu Üyeleri

The post “Trump Hakkında Ne Yapmalı” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/18/trump-hakkinda-ne-yapmali/feed/ 0
“Dario Fo’nun İkinci Nobeli” – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2017/02/18/dario-fonun-ikinci-nobeli-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2017/02/18/dario-fonun-ikinci-nobeli-zeynel-cuhadar/#respond Sat, 18 Feb 2017 12:15:54 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/18/dario-fonun-ikinci-nobeli-zeynel-cuhadar/ “Boğazımıza kadar bok içindeyiz, bu doğru ve işte bu nedenlebaşımız dimdik yürüyoruz.” Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü, Deli karakteri Bazılarımız meçhul ölür. Bazen işten eve dönerken, bazen çalıştığımız gazetenin önünde sırtımıza saplanır kurşun; bazense yaşadığımız mahalleye saldıran kolluk kuvvetinin silahındandır ölümümüz. Gözaltına alınır kaybediliriz, evimiz basılır katlediliriz… Ya da bazen hikayemiz Pinelli’ninkine çok benzer. Zaman, […]

The post “Dario Fo’nun İkinci Nobeli” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
14690828_781158085357415_3690685916421099844_n
“Boğazımıza kadar bok içindeyiz, bu doğru ve işte bu nedenlebaşımız dimdik yürüyoruz.”

Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü, Deli karakteri

Bazılarımız meçhul ölür. Bazen işten eve dönerken, bazen çalıştığımız gazetenin önünde sırtımıza saplanır kurşun; bazense yaşadığımız mahalleye saldıran kolluk kuvvetinin silahındandır ölümümüz. Gözaltına alınır kaybediliriz, evimiz basılır katlediliriz… Ya da bazen hikayemiz Pinelli’ninkine çok benzer. Zaman, mekan ve araçlar değişir belki ama katleden her zaman aynıdır.

Dönemin İtalya’sında yükselen devrimci muhalefet, devlet yöneticilerini ve ülke burjuvazisini tedirgin etmeye başlıyordu. Özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminde faşist diktatörlüğe karşı gösterilen kahramanca direnişin etkisiyle anarşizm, işçi ve öğrenci hareketlerinde hızla toplumsallaştı. Derken 70’li yıllara bir kala Milli Tarım Bankası’nda bir bomba patladı, 13 kişi yaşamını yitirdi, 88 kişi ise patlama sonucu yaralandı. Benzer birçok hikayede olduğu gibi devlet bu olaydan anarşistleri sorumlu tuttu. Milan’ın yoksul işçi mahallelerinde büyüyüp mücadeleye atılmış iki yoldaş, Giuseppe Pinelli ve Pietro Valpreda, elde herhangi bir delil olmamasına rağmen devletin hedefi haline getirildiler. Resmi ağızlar tarafından inkar edilse de onlar anarşist oldukları için suçlanmışlardı, tıpkı aynı yazgıyı paylaşan Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti örneğinde olduğu gibi, tarih bir kez daha tekerrür ediyordu.
16 yıl boyunca katil devletin adaletsizliği tarafından tutsak edildikten sonra, Pietro Valpreda’nın “suçsuz olduğu” anlaşıldı. Pinelli’yi ise farklı bir son bekliyordu. Pino gözaltına alındığı karakoldaki sorgusu sırasında dördüncü kattan aşağı atıldı. Olay polis kayıtlarına “kaza sonucu ölüm” olarak geçecekti.

Bombanın gerçek sorumlularından Vincenzo Vinceguerra, yıllar sonra gerçekleştirdiği günah çıkarma seansında, saldırıyı dönemin hükümetince olağanüstü hal ilan edilebilmesi amacıyla gerçekleştirdiklerini söylüyordu. Bombalamaların devrimcilerle ilişkilendirilmesi, ilan edilmeye hazırlanılan OHAL’in meşrulaştırılmasını sağlayacaktı.

“Tiyatromuzun yaşayan bir tiyatro olduğunu, insanların konuşulduğunu duymak istedikleri gerçeklerden söz eden canlı bir tiyatro olduğunu ortaya koymak gerek.”

İşte oyun yazarı, ressam Dario Fo’nun 1970 yılında bu olayların “konuşulduğunu duyurmak” için kaleme aldığı “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü”, uzak diyarlardan olan ama bizdekilere hayli yakın bir hikayeyi anlatıyor. “Kazayla” yiten anarşist Giuseppe Pinelli özelinde, dünyanın bütün “yanlışlıkla” katledilenlerinin hikayesini…

Dario Fo artık eskisinden daha fazla rahatsızlık veriyor olmalı, zira Devlet Tiyatroları’nın bu seneki programından çıkarılan 4 yazar arasında Dario Fo ve 8 yıldır sahnelenen oyunu “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü” de yer alıyor. İtalya’nın halk tiyatrosu olarak nitelendirebileceğimiz Commedia dell’Arte akımının temsilcisi olan Fo ise oyunun yasaklanması üzerine verdiği röportajda “Yasaklanan dört yazardan hayatta olan tek kişi benim. İkinci kez Nobel ödülü almış gibi hissediyorum” diyordu. Bizler Dario Fo’ya yeni bir Nobel kazanmak kısmet olmasın diye umarken onun da ölüm haberi geldi.

“Kaza” sonucu katledilmeler, gözaltına alınıp kaybedilmeler, faili meçhuller bugün dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanırken; hikayeleri unutturup, oyunları yasaklayanlara karşı “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü”nü ve ürettikleriyle devletleri her daim rahatsız edenleri hatırlamakta fayda var.

The post “Dario Fo’nun İkinci Nobeli” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/18/dario-fonun-ikinci-nobeli-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Yoksulluğa, Baskıya ve İmparatorluğa Karşı Japonya’da Anarşizm – Furkan Çelik https://meydan1.org/2017/01/06/yoksulluga-baskiya-ve-imparatorluga-karsi-japonyada-anarsizm-furkan-celik/ https://meydan1.org/2017/01/06/yoksulluga-baskiya-ve-imparatorluga-karsi-japonyada-anarsizm-furkan-celik/#respond Fri, 06 Jan 2017 09:45:09 +0000 https://test.meydan.org/2017/01/06/yoksulluga-baskiya-ve-imparatorluga-karsi-japonyada-anarsizm-furkan-celik/ Anarşizmin ideolojik olarak ortaya çıkışı ve dünya çapında yayılışı şüphesiz ki kolonyal dönemde devletlerin farklı kıtalara, farklı coğrafyalara giderek yeni sömürgeler oluşturmasıyla ilintilidir. Anarşizmin ideolojik olarak biçimlenmesi “Batı”da gerçekleşse de anarşizm yayıldığı her coğrafyadaki yerel kültür ve toplum ilişkilerinde kendi yaşamsal karşılığını bulmuştur. Bu sebeple, “Batı” dışında örgütlenen ve gelenek haline gelen anarşist hareketleri incelememiz, […]

The post Yoksulluğa, Baskıya ve İmparatorluğa Karşı Japonya’da Anarşizm – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Anarşizmin ideolojik olarak ortaya çıkışı ve dünya çapında yayılışı şüphesiz ki kolonyal dönemde devletlerin farklı kıtalara, farklı coğrafyalara giderek yeni sömürgeler oluşturmasıyla ilintilidir. Anarşizmin ideolojik olarak biçimlenmesi “Batı”da gerçekleşse de anarşizm yayıldığı her coğrafyadaki yerel kültür ve toplum ilişkilerinde kendi yaşamsal karşılığını bulmuştur. Bu sebeple, “Batı” dışında örgütlenen ve gelenek haline gelen anarşist hareketleri incelememiz, bu ilişkiyi görmemiz açısından önemlidir.

Japonya’da anarşizm, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında gelişmeye başlamıştı. Bu topraklarda anarşist fikirleri ilk kez yaygınlaştıranlardan biri, Shûsui Kôtoku olmuştu. Kôtoku, siyasi politik hayatının başlamasıyla beraber, toplum sorunlarını ele alan bir gazete kurdu. Heimin Shinbun (Sıradan İnsanlar Gazetesi) 1903 yılında yayın hayatına başladı, kısa sürede savaş karşıtlarının toplandığı bir zemin haline geldi. Gazetenin yaygınlaşmasıyla beraber İmparator Meiji durumdan rahatsız olmaya başladı ve imparatorluğun direktifleriyle gazetenin editörleri tutuklandı, büroları basıldı, dağıtımı engellenmeye çalışıldı. Gazete 18 Ocak 1905’te son sayısını çıkartarak yayın hayatına veda etti. Ama Heimin Shinbun’un bu sonu aslında birçok gelişimin de başlangıcı olacaktı. Shûsui Kôtoku, 5 ay boyunca kaldığı hapishaneden çıktığında anarşist fikirleri daha da olgunlaşmış olacaktı.

Shûsui Kôtoku Amerika’da

Hapishanede Kropotkin’in kitaplarını okuyan Kôtoku, Meiji hükümetinin baskılarından uzaklaşmak için Amerika’ya giderek, burada teorik olarak kendisini geliştirdi. Kropotkinle mektuplaşan Kôtoku, Kropotkin’in yazılarını ve kitaplarını Japoncaya çevirmeye başladı. IWW (Dünya Endüstri İşçileri)’nin mücadelesinden etkilendi. Japonya’dan göç etmiş ve Amerika’da yaşayan anarşistlerle beraber, Japonca Kakumei (Devrim) isimli bir dergi ve Ansatsushugi (Terörizm) isimli bir broşür çıkarmaya başladı.

1906 yılında Japonya’ya geri dönen Kôtoku, anarşizmi örgütlemek için burada ilk olarak bir miting düzenledi. 28 Haziran 1906’da düzenlediği mitingde, ABD’de etkilendiği işçi mücadelesinden ve Kropotkin’in komünal düşüncelerinden, Marksist parti anlayışının otoriter ve devletçi oluşundan, dünya devrim hareketi geleneğinden bahsetti.

Doğrudan Eylem Ayrışması

1907 yılında Heimin Shinbun Gazetesi tekrar basılmaya başlandı. Ancak kısa sürede gazete içerisindeki sosyal demokratların oy hakkını savunan düşünceleri üzerine bir tartışma süreci başladı ve bu tartışmalar gazetenin yayınının durmasına sebep oldu. Yaşanan tartışmalar sonrasında sosyal demokratlar Heimin Shinbun’dan ayrılırken; doğrudan eylemi savunan anarşistler Osaka Heimin Shinbun’u basmaya devam ettiler.

İmparatorluğun “Özgür Köy”lerden Korkusu

Japonya köylerinde özellikle pirinç üretiminde halk arasında zaten var olan dayanışma ilişkileri, köylerin anarşist komünlere dönüşmesi için zemin hazırlıyordu. Kôtoku, Akaba gibi anarşistler de Kropotkin’in düşüncelerini köylerdeki söz konusu durumla harmanlama niyetindeydiler.

1910 yılında Akaba Hajime, halkın daha önceden yaşadığı gibi köy toplumuna geri dönüş için çağrıda bulunduğu, anarşist-komünizm yoluyla anarşist bir cennet yaratmaktan söz ettiği Nômin no Fukuin (Çiftçinin Kutsal Kitabı) adlı bir broşür yayınladı. Ancak broşürde İmparator’u eleştirmesi ve karşılıklı yardımlaşma düşüncesinden bahsetmesi sebebiyle, İmparatorluk tarafından arananlar listesine eklendi. Belli bir süre gizlenen Akaba, daha sonra yakalandı ve tutuklandı. Akaba, 1 Mart 1912’de Chiba Cezaevi’nde yaşamını yitirdi.

Şirket Sömürüsüne Karşı Doğrudan Eylemle Direnen İşçiler

Meiji İmparatorluğu’nun güçlenme hırsı ve işgalci politikasıyla savaşlara girmesi, sanayi ihtiyacını doğurdu. Köy toplumu olan Japonya’da hızla bir sanayileşme süreci başladı. Bu durum, madenlerin ve fabrikaların artmasıyla, işçi sınıfı üzerinde sömürünün de artmasına neden oldu. Artan sömürüye karşı işçiler örgütlenerek, patronlara karşı doğrudan eylemler gerçekleştirmeye başladılar.

Şubat 1907’de Ashio bakır madeninde işçilerin greve gitmese de, şirket işçilerin taleplerini görmezden geldi. Şirket tarafından yok sayılan işçilerse “doğrudan eylem”e yönelerek, şirket patronunu küreklerle dövdü, madenin elektrik tesisatını çalışamaz hale getirdi ve şirket binasını ateşe verdi. İmparatorluk, işçilerin direnişini bastırabilmek için bölgeye askeri birlik gönderdi, ancak işçiler kolluk kuvvetleriyle silahlı çatışmaya girdi. Bu dönemle, farklı sektörlerde örgütlenen başkaca grevler de ateşli direnişlere dönüşmeye başladı.

Anarşistlere Yönelik Baskı Dönemi: Operasyon, Tutuklama ve İdam

1908 yılında, Shûsui Kôtoku’nun savunduğu gibi, ezilenler arasında doğrudan eylem anlayışı yayılmaya başladı ve işçi grevleri silahlı eylemlere dönüştü. 1910 yılında anarşistler, İmparatora yönelik bir eylem planlamaya başladı. 25 Mayıs 1910’da boş bir alanda yapılan bomba denemesi sonrasında dört anarşist tutuklandı. 1907 Ansatsushugi (Terörizm) broşüründeki yazıların eyleme geçtiğini düşünen polis, bir operasyon furyası başlattı. Yüzlerce kişi gözaltına alındı. 24 kişi İmparatora suikast hazırlamak suçuyla idama mahkûm edildi; bunlardan 12′sinin cezası ömür boyu hapse çevrildi, fakat Kôtoku ve on bir yoldaşı 24 Ocak 1911′de asılarak idam edildi.

İdamlarla da yetinmeyen Japonya İmparatorluğu, anarşistlere yönelik baskılarını ve yasaklamalarını sürdürdü. Anarşistlere yönelik bu saldırı dönemine “Kış Dönemi” adı verildi. Birçok anarşist tutuklandı; operasyonlardan kurtulabilen anarşistlerin bir kısmıysa dağlarda gizlendi. Birinci Dünya savaşı öncesinde güçlenen Japonya devleti İtilaf Devletleri safında savaşta yerini alacaktı. Japonya’da bir dönem kapanmıştı. Ama devletin tüm baskı politikalarına karşı anarşistler küllerinden doğarak yeniden bir sayfa açacaklardı.

Noe Itō, 1911’de Seitō (Mavi Çoraplılar) topluluğuna katılarak, anarşist kadın yoldaşıyla beraber Seitô adlı bir kadın özgürlük mücadelesini anlatan dergi çıkardılar.

Katledilen Anarşistlerin Ardından Mücadele Büyümeye Devam Etti

Kôtoku ve on bir arkadaşının idamı sırasında hapishanede olan Sakae Ōsugi, 1911 yılında hapishaneden çıktı. Eşi Noe Itō ile beraber Emma Goldman’dan ve Kropotkin’den çeviriler yaparak, Japonya anarşist külliyatına katkıda bulundu. Ōsugi, Kôtoku’nun anti militarist kampanya yürüttüğü sırada “Sıradan İnsanlar” gazetesine katılmıştı. Bu dönemde Ōsugi, askeri kökenli bir aileden geldiği için kendisine “katilin oğlu” diyordu. Ōsugi, anti militarist fikrinin yanı sıra, Fransa’daki CGT’yi örnek alarak anarko-sendikalist bir örgütlenme çalışmasının yararlı olacağını düşünüyordu. 1912 yılında teorik bir yayın olan Kindai Shiso (Çağdaş Düşünce) dergisini çıkartmaya ve anarko-sendikalizmi tartıştırmaya başladı. Ōsugi, derginin yanında yakın arkadaşı anarko-sendikalist Arahata Kanson ile beraber “Sendikalizmi Araştırma Grubu” oluşturdu. Bu grup, 1913-1916 yılları arasında anarko-sendikalist bir anlayışla işçi örgütlenmesi yürüttü.

1917’de Rus Devrimi gerçekleştiği sırada, Japonya’da endüstri hızlı gelişiyordu. İşçi sendikaları ve örgütleri yasal olarak illegal olsa da, gizli örgütlenmeler ile işçiler arasında giderek yayılmaya başlamıştı.

1918 Pirinç İsyanı

Halk, pirinç fiyatındaki yüksek artış nedeniyle köylerde ve şehirlerde en önemli besin maddesini bulamamaya başladı. Bunun en büyük nedeni, Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri’ne dahil olan Japonya’nın deniz aşırı bölgelerdeki askerlerine ve müttefiklerine pirinç göndermesi oldu.

İlk tepki, 23 Temmuz 1918’de Toyama’nın Uozu şehrindeki küçük balıkçı kasabasında gerçekleşti. Köylülerin pirinç talepleri dikkate alınmayınca, isyan hareketi hızla yayılmaya başladı. Fabrikalarda grevler örgütleniyor; devletin isyan hareketini bastırmak için şiddete başvurmasıyla karakollar bombalanıyor; kolluk kuvvetleriyle silahlı çatışmalar yaşanıyordu. 1918 yılında 70.000’den fazla işçinin katıldığı 417 grev ve direniş örgütlendi. Japonya genelinde tüm fabrikalarda toplam bir buçuk milyon işçinin çalıştığı düşünüldüğünde, bu işçi hareketi kapitalist çarkın dengesini bozmaya yetmişti.

Pirinç isyanında yaklaşık 25.000 kişi gözaltına alındı, bunlardan 8200’ü tutuklandı. Birçok işçi ve köylü ölüm cezasına çarptırıldı. İmparatorluk isyanı bastırmak için çalışırken başbakan Terauchi ve kabinesi, 29 Eylül 1918’de istifa etmek zorunda kaldı.

İşçiler Örgütleniyor

Pirinç yokluğunda bir araya gelen işçiler, tüm sorunları için örgütlenmeye başlamıştı. 1912 yılında 15 üyeyle kurulan Yuaikai (Dayanışma Topluluğu), 1918’de üye sayısını 30.000’e çıkartmıştı. Örgütün ismi 1921′de Japon Emek Konfederasyonu olarak değiştirildi. Sendikanın yönetiminde reformist eğilimli sendikacılar bulunsa da sendikayı tabandan hareket ettiren, anarko-sendikalist işçilerdi. İşçiler arasında anarko-sendikalist düşünceler yayan Kindai Shiso (Çağdaş Düşünce) dergisinin teorik olarak savunduklarını pratiğe geçirmek için 1919 yılında Rodo Undo (Emek Hareketi) adlı anarşist bir işçi örgütü kuruldu. Örgüt, aynı adla bir de yayın çıkarıyordu.

1917 Rus Devrimi tüm dünyada olduğu gibi Japonya’da da büyük bir heyecanla karşılandı. Ama Ōsugi, Bolşeviklerin iktidarı alarak Rus Devrimi’ni nasıl paramparça ettiğini çok geçmeden anladı. İlk önce Kronştad’ta Kızıl Ordu’nun anarşistleri katletmesini öğrenmiş; sonrasında Emma Goldman ve Alexender Berkman’ın Bolşevik Parti’yi eleştiren makalelerini çevirerek, Bolşeviklerin Rusya’da neler yaptığını Japonya işçi ve köylülerine aktarmıştı.

İşçi örgütlenmelerinin nasıl olacağı noktasında anarşistler, komünistler ve reformistler arasında ideolojik bir mücadele başladı. Komünistlerin Rusya’da yaptıkları üzerine otoriter örgütlenmeleri ve reformistlerin kapitalizmle uzlaşmacı politikaları, anarşistleri kendi ilkelerine dayalı bir işçi örgütü kurmaya itti. Anarşistler de “Özgürlükçü Sendikalar Federasyonu” (Zenkoku Rôdô Kumiai Jiyû Rengôkai)nu kurdular. Böylece 1925 yılından itibaren anarşistler, komünistler ve reformistler, kendi kurdukları sendikalarda konumlandılar.

İktidarın İkinci Darbesi

1923 Eylül ayında, Japonya anarşist hareketine, Kôtoku’ların idamında olduğu gibi, şiddetli bir devlet saldırısı gerçekleşti. 1 Eylül 1923’te Doğu Japonya’da (Kantô bölgesi) büyük bir deprem meydana geldi. Deprem sonucu yaklaşık 90.000 kişi yaşamını yitirdi. Depremin ardından engellenemeyen birçok yangın, evlerin kül olmasına neden oluyordu. Devlet yangınların, devrimcilerin kundaklamaları sonucu çıktığı söylentisini yaydı. Söylenti çığ gibi büyüdü ve yüzlerce Koreli sokaklarda linç edildi. Kargaşa sırasında polis ekipleri Sakae Ōsugi ile eşi Noe Itō ve 6 yaşındaki yeğenini gözaltına aldı. İşkence yaparak vücutları kurşunlanan anarşistlerin ve 6 yaşındaki yeğenlerinin bedenleri, 4 gün sonra bir kuyuda bulundu. Anarşist bir ailenin katledilerek bedenlerinin kuyulara atılması, anarşist hareket içerisinde doğrudan eylem tarzını tekrar gündeme getirdi.

Ōsugi’nin katledilmesi sonrasında işçi sendikaları içerisinden “Giyotin Derneği” adlı gizli bir örgüt ortaya çıktı. Ōsugi’yu katleden General Fukuda’ya karşı silahlı eylem gerçekleştirildi; Fukuda vurulmasına rağmen ölmedi. Giyotin Derneği sonrasında General Fukuda’nın evini havaya uçurdu.

Ōsugi yaşamını yitirse de ardında büyük bir anarko-sendikalizm mirası bırakmıştı. Aynı dönemde parlementoyu savunan reformistlerle anarşistler arasında politik bir mücadelede sürüyordu. Japonya anarşist hareketi 1925’te genel oy yasası tartışmaları döneminde, işçilerin parlementer sisteme katılımına karşı çıkan Kara Gençlik Birliği(Kokuren)’ni kurdular.

1945′ten Günümüze

1945 yılında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, anarşist hareket eski örgütlülüğüne kavuşamadı. Japon devletinin Pearl Harbor’a saldırması sonrasında, ABD’nin Hiroşima ve Nagasaki kentlerine atom bombası atması sonucu devletlerarası olan bu savaşta asıl kaybedenin ezilen halklar olduğu bir kez daha açığa çıktı.

Tüm bu olanlara karşı anarşistler eskisi kadar olmasa da örgütlenmeye devam etti. Savaştan hemen sonra Mayıs 1946′da, 200’e yakın üyeyle “Nihon Anakisuto Renmei” adlı Japon Anarşist Federasyonu kuruldu. Federasyon içerisindeki “saf anarşizm”, anarko sendikalizm tartışmaları sonucu federasyon ikiye bölündü. Saf anarşizmi savunan grup Japonya Anarşist Kulübü’nü kurdu; anarko-sendikalist grup ise “Anarşist Federasyon”u. 1955’te Anarşist Federasyon ismini Japonya Anarşist Federasyonu olarak değiştirerek Kuro Hata (kara bayrak) adlı yayını çıkarmaya başladı. 1968’e kadar örgütlenmeye devam eden Federasyon, bu tarihten sonra dağıldı. Daha sonrasında federasyon içerisinden bir grup 1980′e kadar Museifushugi Undo (Anarşist Hareket) isimli bir yayın çıkardı. 1970’lerde Tokya’da başlayan sendikal hareketlilik 1983’te Rodosha Rentai Undo (İşçi Dayanışma Hareketi) olarak kurulan anarko-sendikalist bir örgütlenmeye dönüştü.

Japonya’da anarşist hareket, İmparatorluğun baskı ve katliamlarına, her iki dünya savaşına ve sürekli olan tehdide karşı, yıllar boyunca örgütlendi. Anarşistler, binlerce işçinin ve köylünün örgütlendiği sendikalar, birlikler, örgütler kurdular; sayısız yayın çıkardılar. İmparatorluk anarşistleri yok ettiğini zannetse de, Japonya’da bir gelenek yaratan anarşizm her defasında küllerinden yeniden doğdu. Öyle ki bu topraklarda örgütlenen mücadeleyle anarşizm kavgasına başlayanlar, sadece kendi topraklarında değil, 1936’da İberya Yarımadası’nda faşist Franco’ya karşı mücadeleye katıldılar, enternasyonal bir dayanışma örneği göstermişlerdir.

(Anarşist kadın hareketi içerisindeki önemli isimlerden olan, baskı ve zulme karşı İmparator Meiji’ye suikast planında yer alan, Japonya’da politik tutuklu statüsü ile idam edilen ilk kadın olan anarşist Kanno Sugako ve onun Japonya’daki anarşist mücadele tarihine etkisi hakkında bilgiye, gazetemizin 32. sayısında yayınlanan “Tarihteki Anarşist Kadınlar (2)” başlıklı yazıdan ulaşabilirsiniz.)

Meiji hükümeti döneminde Japonya 1894-1895 yıllarında Çin’i ve 1905 yılında Rusya’yı yenilgiye uğrattı. 1910 yılında Kore’yi işgal ederek kendi topraklarına kattı. Savaş alanındaki gücü nedeniyle 1. Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri arasında savaşa katıldı.

Furkan Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Yoksulluğa, Baskıya ve İmparatorluğa Karşı Japonya’da Anarşizm – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/01/06/yoksulluga-baskiya-ve-imparatorluga-karsi-japonyada-anarsizm-furkan-celik/feed/ 0
“Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun https://meydan1.org/2017/01/05/hepimizin-panik-ohali-merve-arkun/ https://meydan1.org/2017/01/05/hepimizin-panik-ohali-merve-arkun/#respond Thu, 05 Jan 2017 15:26:48 +0000 https://test.meydan.org/2017/01/05/hepimizin-panik-ohali-merve-arkun/ 2010 yılında, Gürcistan’da yayın yapan bir televizyon kanalı, Rus tanklarının Gürcistan’a girdiği bir görüntüyü yayınladı. İki ülke arasında 2008 yılında yaşanan Güney Osetya Savaşı’nın ardından, Gürcistan halkı bu görüntülerle birlikte yeniden paniğe kapıldı. Programın başında gösterilen ve hemen ardından kaldırılan “simülasyon uyarısı”nı kaçıran binlerce Gürcistanlı, programda yayınlanan görüntülerin canlı olduğunu düşündü. İnsanlar yakınlarını aramaya başladı, […]

The post “Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

istanbul-explosion-6


Panikle Sıkıştırılıyoruz!

Siyasal iktidarlar, “ne pahasına olursa olsun toplumsal birliği sağlamak” amacıyla korkuyu sıkça kullanır. Böylelikle, en büyük meşruiyet kaynağı ve aracı olan korkuları üretir; kendi egemenliği için korkuyu toplum üzerinde sürekli kılar.



2010 yılında, Gürcistan’da yayın yapan bir televizyon kanalı, Rus tanklarının Gürcistan’a girdiği bir görüntüyü yayınladı. İki ülke arasında 2008 yılında yaşanan Güney Osetya Savaşı’nın ardından, Gürcistan halkı bu görüntülerle birlikte yeniden paniğe kapıldı. Programın başında gösterilen ve hemen ardından kaldırılan “simülasyon uyarısı”nı kaçıran binlerce Gürcistanlı, programda yayınlanan görüntülerin canlı olduğunu düşündü. İnsanlar yakınlarını aramaya başladı, telefon hatları tıkandı, binlerce kişi banka hesaplarındaki parayı çekmeye ve Gürcistan’dan kaçış planları yapmaya başladı. Televizyon kanalının 2008 yılından kalma görüntüleri yayınladığının ortaya çıkması üzerine, yüzlerce kişi kanal önüne yürüdü. Ama yaşanan bu kaotik durumun etkisiyle üç kişi çeşitli sebeplerle yaşamını yitirdi ve oluşan panik hali Gürcistan halkı üzerindeki etkisini bir süre sürdürdü.

Korkunun teorisyeni olarak bilinen Thomas Hobbes, ölüm korkusunun belirleyici olduğu kaotik halden kurtulmanın yolu olarak, bireyin tüm özgürlüklerini devredeceği çok güçlü bir egemen, bir Leviathan yaratmayı öneriyor; bireyin özgürlüğünden vazgeçip, bu Leviathan’ın kucağında derin bir uykuya dalmasını diliyordu. Hobbes’un 17. yüzyılda, Leviathan ile tasvir ettiği bu korku politikası, o günden bugüne otoriter rejimlerin en belirgin özelliği olarak karşımıza çıkıyor. Askeri darbelerin, sıkıyönetimlerin, OHAL’lerin bahanesi, iktidarlar tarafından her zaman kurtuluş ya da demokrasi olarak dillendirildi; ölüm, savaş, kriz gibi senaryoların zemini bu şekilde meşrulaştırıldı. Siyasal iktidarların uyguladığı baskı ve zulüm politikaları, topluma dayatılan korku üzerine inşa edildi.

Yaşadığımız coğrafyada, son bir yıldan bu yana onlarca bombalı saldırı yaşandı; bu saldırılarda yüzlerce kişi yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı. Hemen her saldırıdan sonra ana haber bültenlerinde aynı haberler yayınlandı: “Bomba korkusuyla sokaklar boşaldı”, “İstanbul’un trafik yoğunluğu, bomba korkusuyla en düşük seviyede”, “Halk canlı bomba korkusuyla eve kapandı”…

Peki, bir türlü bitmek bilmeyen bu saldırıların ardından yaşanan ve toplumsal her alanda giderek örgütlenen sadece korku mu oldu yoksa korku, kendisinin var olmasını tetikleyen hiçbir etmen olmadan da, artık gündelik yaşamlarımıza tezahür etmeye ve sürekli hale gelerek bir paranoyaya dönüşmeye mi başladı?

İktidar Aracı Olarak Korku ve Korku Politikası

Birey sosyal bir varlık olarak toplum içerisinde var olduğu andan itibaren, korku hissini çeşitli şekillerde deneyimler. Bu deneyimin en yoğunlaşmış hali ise, bireyin yaşantısını şekillendirip tahakküm altına almaya çalışan iktidarlar için kaçınılmaz bir araç olarak kullanılan korkuyla ortaya çıkar.

Siyasal iktidarlar, “ne pahasına olursa olsun toplumsal birliği sağlamak” amacıyla korkuyu sıkça kullanır. Böylelikle, en büyük meşruiyet kaynağı ve aynı zamanda aracı olan korkuları üretir; kendi egemenliği için korkuyu toplumsal alanların tümünde sürekli kılar.

İktidarın çeşitli araçları kullanarak ürettiği “toplumsal korku” ne kadar güçlü olursa, siyasal iktidara ve devlete bağlılık da o kadar güçlü; korku unsuru ilan edilen “öteki ve düşman” unsurlara karşı tepki ve cezalandırma yöntemleri de o denli şiddetli olur. Siyasal iktidarlar, bireylerin iradelerini iktidara teslim ederek korkuları yok edebilecekleri gerçeğini dayatır. Bu yok etmenin ise “öteki”den korkmamak için ötekiyi korkutarak korkudan izole olmakla ve korku kaynağı olan “öteki”yi yok etmekle; kurulu düzene boyun eğmekle; hakim beklentilere uygun davranıp, bu beklentileri yaşama yansıtmakla mümkün olduğunu iddia eder.

İktidarlar, yürüttükleri korku politikalarıyla, bireylerin kendilerini yaklaşmakta olan bir felaketin “potansiyel kurbanı” olarak görmelerini sağlayacak bir politik atmosfer yaratmayı hedefler. Bunu, akla değil, insan varoluşunun en zayıf noktalarından birine, korku hissine hitap ederek yaparlar. Kendi egemenliğini sürekli kılabilmek için, topluma yönelik korku politikasını da sürekli kılan iktidarlar, korkuyu üretip yaygınlaştırdıkça, egemenliğini daha da artırır.

İktidarın bireye ve topluma yönelik ürettiği korku, güçlü olan ve mağdur olan ilişkisini de beraberinde getirir. Bu ilişki, iktidar karşısındaki bireyi giderek daha sinik, daha mağdur ve korkularına daha mahkum birine dönüştürür. Birey, sürekli olarak hissettiği korkunun yarattığı paranoya ile kendi dışında bir iktidar tarafından yönetilmeye tamamen açık bir hale gelir, itaatkarlaşır.

Korkunun Örgütlenmesi Toplumsal Paranoya

Korkunun bir dehşet duygusuna dönüşmesi sonucu açığa çıkan panikle başlayan paranoya bireyin yalnızca kendisini ilgilendirirken; topluma yansımasıyla açığa çıkan “toplumsal paranoya” ise toplumun bütününü etkiler.

Nereden, kimden geleceği ya da nasıl olacağı belli olmayan saldırı ihtimali, güvensizlik, gündelik yaşamın rutininin bozulması, giderek toplumda etkisizleşen birey olma hali, statüsünü, işini, konforunu kaybetme korkusu panikletir. İktidarsa bu panik hallerinden faydalanarak kendi çıkarları doğrultusunda toplumu etkileyecek senaryolar üretir. Birey, bu senaryoların kıskacında kontrolünü giderek yitirir.

Yaşadığımız coğrafyada katliamlarla ve bombalı saldırılarla bu panik hali bugün giderek toplumsallaşmakta; toplumsal paranoya gündelik yaşamın rutinine hakim olmaktadır.Bu toplumsal paranoyanın, yaşamlarımızın nasıl bir parçası haline geldiğini anlamak için, birkaç örneğe göz atalım.

Temmuz 2015’te, İstanbul’da bir belediye otobüsünde yolculuk yapan ve sıcaktan terleyen Pakistanlılar canlı bomba zannedilmiş, polis tarafından gözaltına alınmıştı. Aynı yıl, 10 Ekim Ankara Katliamından iki gün sonra, Ankara metrosunda bir kadın “arkadaş canlı bomba” diye bağırarak bir yolcuyu işaret etmiş; yolcu kendisinin canlı bomba olmadığını ispat etmek için ceketinin önünü açsa da, metro içerisindeki arbede engellenememişti.

Geçtiğimiz 10 Aralık’ta Beşiktaş’ta yaşanan patlamadan hemen sonra, Trabzon’da belediye otobüsünde yolculuk yapan tansiyon hastası kadın, kullandığı holter cihazının kabloları sebebiyle canlı bomba zannedildi. Bursa’daysa röntgen çekilen M.O’nun kemer tokasındaki el bombası ve tabanca deseni röntgene yansıyınca, hastaneye polis çağrıldı; canlı bomba sanılan M.O gözaltına alındı.

Ankara’da Rus Büyükelçisi Andrey Karlov’a düzenlenen suikastın ardından, suikastı kimin-nasıl gerçekleştirdiği soruları henüz yanıt bulamamışken; Rusya’nın Türkiye’ye uygulayabileceği yaptırımların senaryosu ve olası bir ekonomik krizin ya da savaşın etkilerinin nasıl olacağının düşünülmesi bile, yalnızca ihtimalleri düşünen toplumda açığa çıkan korkunun ve paniğin bir örneği oldu.

Bu zaman dilimi içerisinde, siyasi ve ekonomik açıdan konuşulmaya başlanan komplo teorileri, bombaların gölgesinde büyüyen toplumsal paranoya halini daha da arttırdı. “Dolar yükseliyor”, “zamlar geliyor”, “ekonomik kriz kapıda” haberleri medyada sıkça dillendirilmeye başladıkça; toplumsal paranoyanın bu kez de ekonomik yansımalarını hissetmeye başladık.

Toplumsal Paranoyadan Beslenen İktidar

Spinoza, “İktidarın kitlelerin kederine ihtiyacı vardır” der. Yaşadığımız coğrafyada korku, özellikle içinde bulunduğumuz bu zaman diliminde, tıpkı kitlelerin kederi gibi, politikayla çok yakından ilişkili karşımıza çıkıyor. Savaş, bomba, ekonomik kriz, yoksulluk gündelik yaşama tutunmaya çalışan bizler için hayat, kalabalıklardan uzak güvende olduğu sanılan yerler aramakla geçiyor. Dolayısıyla, sosyal ve ekonomik krizlerin karşısında, yaşamımızı koruyabilmenin peşine düşüp, ne hapsedildiğimiz bu kriz hallerini ne de sıkıştırıldığımız “gerçeklik”leri sorgulayabiliyoruz. Büyük paranoyanın içinde; işe, okula ya da eve giderken bir bombanın hedefinde olmamanın kaygısına düşüp; toplumsal paranoyanın asıl kaynaklarından çok uzakta bir yerde, anlık korkuların esiri oluyoruz.

Sosyal alanlardaki “güven” unsuru kaybedildikçe; bunun yerini çatışma, gerginlik, düşmanlık kültürü ve toplumsallaşan paranoyalar alır. Bu durumda ise sürekli bir şeylerin tehdidi altında hissetmek ve gündelik yaşamın rutin döngülerini bile birer tehlike kaynağı olarak görmek söz konusu olur. Paranoyaya hapsolmuş bir toplumda, standart ve ortalama zihinsel kalıpların ötesinde; temeli korku, şüphecilik ve güvensizlik olan bir düşünce ve pratik sistemi işlemeye başlar.

Yaşamlarımızın savaş, bomba-ölüm ya da kriz kıskacında sıkışıp kalmasının; fiziksel ve psikolojik bütünlüğümüzün günden güne yıpranmasının ya da yok olmasının ve içinde bulunduğumuz sosyal-ekonomik koşulların bizi giderek tüketmesinin ana etmenlerinden biri de işte budur; toplumsal tüm alanlarda giderek örgütlenen bu paranoyak hal.

 

Merve Arkun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/01/05/hepimizin-panik-ohali-merve-arkun/feed/ 0