Yazarlar – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Tue, 27 Oct 2020 17:49:13 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Devletin Bana Verdiği Yetkiye Dayanarak… https://meydan1.org/2020/10/27/devletin-bana-verdigi-yetkiye-dayanarak/ https://meydan1.org/2020/10/27/devletin-bana-verdigi-yetkiye-dayanarak/#respond Tue, 27 Oct 2020 17:49:09 +0000 https://meydan.org/?p=65829 Korona krizi ile dört duvar arasına kapatılanlar da devlet politikalarıyla işten ilk çıkarılanlar da kadınlar oldu. Krizin içine çekilen kadın için erkek şiddeti hem evin içinde hüküm sürdü hem de sistematikleşti. Kapatıldığımız evler, biz kadınlar için hem bir sömürü alanı hem de halihazırda bir şiddet ve cinayet mahaliyken kadınların hayatı -eve sığmayı geçelim- var olamıyor. […]

The post Devletin Bana Verdiği Yetkiye Dayanarak… appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Korona krizi ile dört duvar arasına kapatılanlar da devlet politikalarıyla işten ilk çıkarılanlar da kadınlar oldu. Krizin içine çekilen kadın için erkek şiddeti hem evin içinde hüküm sürdü hem de sistematikleşti. Kapatıldığımız evler, biz kadınlar için hem bir sömürü alanı hem de halihazırda bir şiddet ve cinayet mahaliyken kadınların hayatı -eve sığmayı geçelim- var olamıyor.

Halihazırda maskelerden taşan erkek şiddeti, son zamanlarda devletin belli yerlerinde konumlanmış üniformalı şiddet olarak kadınların üzerine gelmeye devam ediyor. Polis, jandarma, milletvekili konumlarındaki erkekler, kadınlara alenen saldırıyor ve kadınları katlediyor. Kadınların yaşamlarını elinden çalmak için bahaneye gerek duymayan erkekler, bir de doğrudan devlet kalkanı kuşandıklarında yaptıklarının üstü örtülüyor, hasıraltı ediliyor. Kendi deyimleri ile ‘‘devlet’’ oluyorlar.

Şiddetin Üniformasını Giyenler, Silahını Tutanlar Kadınları Katlediyor

Sistematik bir şekilde tecavüz edip psikolojik işkence ile intihara sürüklediği İpek Er’e ‘‘İstediğin yere şikayet et bana bir şey olmaz, daha önce de yaptım.’’ diyen Musa Orhan kendisi ve binlercesi gibi devletin ta kendisi. Giydiği üniformanın, taşıdığı silahın bir anlamı var. Devlet tarafından verilen yetkiyle şiddet uygulamak, katletmek; kendisine düşman gördüğünü yok etmek, imha etmek; bununla övünmek onun görevi.

Savaş ve düşman kelimesine çok aşina onun gibiler; bu sefer kadınlara açılan bir savaş söz konusu, bu sefer düşman diyerek her türlü şiddeti ve en sonunda ölümü reva gördükleri kadınlar.

Musa Orhan’ın yazdığı mesajlardaki “Daha önce de yaptım.” ifadesine şaşıramıyoruz bu yüzden. Tıpkı 2017’de üniversite son sınıf öğrencisi Feray Şahin’i katleden, tüm delillere ve adli tıp raporuna rağmen serbest bırakılan Burak Aykul’un bir polis olmasına şaşıramadığımız gibi.

Bursa’da çalıştığı okulda ziyarete gelen kız arkadaşı Sosin Küçükgüven’i katleden Jandarma Uzman Çavuş Aydemir Koluaçık’a verilen müebbet hapis cezasının “tahrik” ve “iyi hal” indirimi ile 15 yıla düşürülmesi de aynı savaşın, düşmanlığın ve “bana bir şey olmaz”ın bir parçası değil mi?

Bir, iki ya da üç değil; münferit değil devlet yetkisiyle katleden, devletle “yakın bağları” sayesinde sırtı sıvazlanan erkeklerin sayısı.

Ankara’da intihar gibi gösterilerek Ümitcan Uygun tarafından katledilen Aleyna Çakır cinayeti bize birçok şey anlatıyor örneğin. Twitter’da Aleyna’nın da kaldığı yurtlardan birinde ablasının kalmış olduğunu söyleyen Dilek Ekmekçi’nin yazdığı, Aleyna’nın ölümünde sorumlu tuttuğu yapıda çalışan isim, Aleyna’yı katleden Ümitcan Uygun’un yine yakın zamanda intihar gibi gösterilerek katledilmiş olan annesi Gülay Uygun. Sosyal Hizmetler’de çalışan ve yaşları 18-25 arasında değişen genç kadınları seks işçiliğine zorlayan, devlet erkanından birçok kişinin de bu yapının içinde olduğunu ifade eden Ekmekçi’nin açıklamaları dururken, ekşi sözlük sitesinde bu başlığa erişim engeli getirildi.

AKP İstanbul Milletvekili Şirin Ünal da evinde şüpheli şekilde yaşamını yitiren işçi Nadira Kadirova için “Olay tamamen intihar. Şizofrenlik belirtileri vardı.” demişti. Cinayetin üstünü örtenlerin kim olduğu ortadaydı.

Ankara’da 18 gündür evli olduğu Sevginur Aktaş’ı başından vurarak katleden Müslüm Aktaş, cumhurbaşkanlığında tanıdığı olduğunu söyleyen bir polisti.

Gülistan Doku’nun kaybolmasından sorumlu bir numaralı şüpheli Zaynal Abakarov’un babasıysa yine bir polis. O da tıpkı Musa Orhan gibi devletin “yakınlarından” yani. Yani ne yaparsa yapsın “ona bir şey olmaz” üzerinde üniforması oldukça. Gülistan Doku’yu kaybeden Zaynal Abarakov’un babasının polis olmasının olaya ilişkin tüm delillerin ortadan kaldırılmasındaki, soruşturmanın gizlilikle yürütülmesindeki, Zaynal’ın yurtdışına kaçırılarak yargılanmamasındaki etkisi çok açık değil mi? Gülistan’ı bulmak istemeyen de Musa Orhan’ı serbest bırakan da devletin kendisi değil mi?

Erkeklik Üniforması

Erkeklerin, devletin onlara verdiği yetkiye dayanarak biz kadınlara gerçekleştirdikleri saldırılar, üzerlerine giydikleri asker, polis üniformalarıyla ya da silahlarıyla da sınırlı değil tabi.

Üniformalar değişiyor, tipler değişiyor, araçlar değişiyor ancak kadınlara şiddet uygulayan her erkek tek bir üniformayı, erkekliğin üniformasını geçiriyor üzerine. Bu hiç değişmiyor. Devletin katil, tecavüzcü, tacizci ve daha birçoklarını koruması için en “geçerli” üniformalardan bu giyilen.

Erkek Devletin Üniformalarına Karşı Gücümüz Birbirimizde

Biz kadınlar erkek devletin maskelerini yaşadığımız bir şiddette, uğradığımız bir tacizde bunu yapan erkekleri korumasından tanıyoruz. Biz kadınlar erkek devletin üniformalarını kadınları katleden erkekleri aklamasından, kadın düşmanı yasalarından tanıyoruz.

Şiddetten kurtulmanın da özgürce yaşamanın da kadın kadına bir mücadeleyle omuz omuza vermekten geçtiğini çok iyi biliyoruz.

Devlet biz kadınların üzerine hangi maskeyle gelirse gelsin, biz o maskelerin üzerine yürümekten de mücadelemizden de vazgeçmiyoruz, vazgeçmeyeceğiz.

İrem Gülser

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Devletin Bana Verdiği Yetkiye Dayanarak… appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/10/27/devletin-bana-verdigi-yetkiye-dayanarak/feed/ 0
Sınır Aşırı Müdahaleciliğinin Sınırı https://meydan1.org/2020/10/27/sinir-asiri-mudahaleciliginin-siniri/ https://meydan1.org/2020/10/27/sinir-asiri-mudahaleciliginin-siniri/#respond Tue, 27 Oct 2020 14:50:38 +0000 https://meydan.org/?p=65826 Pençe-1, Pençe-2, Pençe-3, Pençe-Kaplan, Pençe-Kartal, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Bahar Kalkanı… Bunlar, TSK’nin Irak ve Suriye’deki sınır ötesi askeri operasyonlarının adları. Devlet iktidarı 24 Ağustos 2016’da başlattığı Fırat Kalkanı’ndan bu yana, yukarıda adı geçen operasyonlarla Irak’ın kuzeyinde Başur, Suriye’de El Bab, İdlib ile Rojava’da Afrin ve Gre Spi’de (Tel Abyad) asker bulunduruyor. Bu […]

The post Sınır Aşırı Müdahaleciliğinin Sınırı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Pençe-1, Pençe-2, Pençe-3, Pençe-Kaplan, Pençe-Kartal, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Bahar Kalkanı… Bunlar, TSK’nin Irak ve Suriye’deki sınır ötesi askeri operasyonlarının adları. Devlet iktidarı 24 Ağustos 2016’da başlattığı Fırat Kalkanı’ndan bu yana, yukarıda adı geçen operasyonlarla Irak’ın kuzeyinde Başur, Suriye’de El Bab, İdlib ile Rojava’da Afrin ve Gre Spi’de (Tel Abyad) asker bulunduruyor. Bu bölgelerde yerel milis adıyla lanse edilen cihatçı çeteler ise Libya ve Dağlık Karabağ’da olduğu gibi “gereği görüldüğünde” mobilize edilerek “vekil güç” olarak TSK yedeğinde tutuluyor.

Ankara’nın birden fazla toprak parçasındaki bu aktif dış politikası, “Mavi Vatan” adıyla belirlenen deniz sınırlarıyla Güney Ege ve Doğu Akdeniz’de denizleri de hedefe koyarken, Libya’daki askeri varlık ise yayılmacılık eğiliminin “kıta aşırı” karakteri olarak belirginleşiyor.

Öncelikle belirtmek gerekir ki TC devletinin aynı anda bu kadar farklı coğrafyadaki askeri varlığı, Cumhuriyet’in kurulduğu 1923’ten beri bir ilk. Somut askeri varlık dışında, Güney Ege ve Doğu Akdeniz gibi bölgesel gerilimlerde, “pazu göstermek” şeklindeki meydan okuyuşlar ve Somali, Cibuti gibi bazı Afrika ülkelerinde -şimdilik- yumuşak güç olarak tezahür eden hamleler, TC dış politikasında önemli bir değişim yaşandığını gösteriyor. Bu değişimin en somut örnekleri, özellikle Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimde tanık olduğumuz, diplomaside askeri adımları önceleyen ve müzakereyi ikinci plana iten hamlelerdi. Uzlaşmaz gibi görünen bu hamlelerin sonunda, son olarak Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimde görüldüğü gibi, gidilen yer müzakere masası olsa da devlet iktidarının son yıllarda dış politikayı, iç politikada kullanışlı bir araca tahvil etme anlamında benzer başka örneklerinde de gördüğümüz üzere içeriye “yedi düvele meydan okuyan güçlü devlet” imajı çiziliyor.

Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığı yaptığı 2009-2014 arasında TC dış politikası, “sıfır düşman” söylemiyle Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da “yumuşak güç” görünümlü bir yönelişe girmişti. 2009’da gerçekleştirilen Ermenistan açılımı, Sırbistan ile kurulan ilişkiler ve Başur’da Barzani yönetimine yakınlaşma, “barışçı” yumuşak güç politikalarına örnek gösterilebilir. TC’nin o dönemdeki bu politikalarının yürütücüsü olan başlıca enstrümanlar ise inşaat sektörü başta olmak üzere şirketler ve dönemin “sıkı ortağı” Cemaat’e bağlı okullardı.

AKP üzerinden Ortadoğu’da “model ülke” olarak vitrine çıkarılan TC’nin o dönemdeki “barışçı” dış politikası küresel anlamda ABD, AB ve Körfez devletleri ile içeride TÜSİAD-MÜSİAD ve liberal çevrelerden oluşan geniş bir desteğe sahipti.

Bu “barışçı” dış politikanın satır arası okumalarında ise Nazi döneminin kolonizasyon politikalarının ana söylemlerinden biri olan Lebensraum’u (hayat sahası) görmek mümkündü. AKP’nin dış politika yapıcılarından Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı kitabında yer verilen bu yayılmacı kavrama göre TC’nin, Osmanlı bakiyesi coğrafyalarda güç ve nüfuz sahibi olması amaçlanıyordu.

Ancak 2011 yılında patlayan Arap Ayaklanmaları ve Suriye Savaşı, AKP’nin komşularla “iyi ilişkilere” dayalı dış politikasını gözden geçirmesine vesile oldu. Tunus ve Mısır’daki seçimlerde Müslüman Kardeşler bağlantılı iktidarların iş başına gelmesi, Kuzey Afrika’dan başlayan ve Suriye’ye uzanan bir domino etkisi beklentisini doğurdu. Bölgesel dış politikadaki bu değişimin ana motivasyonunu “Saraybosna’dan Halep’e, Musul’dan Gazze’ye” Sünni Müslüman dünyasının “davasının” liderliğine oynamak oluşturuyordu. En az bunun kadar ağır basan bir diğer önemli motivasyonun da agresif bir dış politikayla, 2009 sonrası küresel bazda dünyaya arz edilen düşük faizli nakit akışı nedeniyle geçici bir refah dönemi yaşayan TC ekonomisini, kapitalist devletler liginde üst sıralara çıkarmak olduğunu belirtmek gerek.

Dönemin mevcut devlet iktidarının, söz konusu bölgesel heveslerinde ABD, AB ve Körfez monarşileri ile İran-Irak-Suriye’den oluşan Şii ekseni geriletme adına ortak bir zeminde buluştuğu da hatırlanmalı. Suriye Savaşı’nın başlarında bir araya gelen bu blok, ilerleyen yıllarda 2013’te Mısır’daki askeri darbe sonrası bu kez de Müslüman Kardeşler karşıtlığı ve destekçiliği temelinde ayrıştı.

Yaşanan bu ayrışmada AKP’nin dış politikasındaki yayılmacı yönelimin diğer devletler nezdinde, giderek ciddi bir tehdit unsuru olarak algılanmasının payının da olduğu belirtilmeli. Söz konusu ayrışma Ankara’yı, bölgesel hegemon bir güç olmak idealiyle çıktığı yolda, 19. yüzyılda ittifaklar dışı kalan ve bu nedenle denizaşırı sömürgelerine yönelen Britanya İmparatorluğu’ndan mülhem “değerli yalnızlık” söylemini yükseltmek zorunda bıraktı.

Bölgede daha aktif rol oynamaya dayalı bir dış politikayı savunan ve devletin kurucu kadrosu olan Kemalistleri bu noktada “pasiflikle” eleştiren AKP, Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığında özellikle 2011 sonrası, TC’nin önemli jeostratejik konumunun etkili bir dış politika geliştirilmesiyle daha işlevsel olacağını savunan bir hat izlemeye başladı. Bu hat aynı zamanda, Soğuk Savaş sonrası, söz konusu jeopolitiğin yeniden okunmasına dayalı bir dış politika güncellemesini zorunlu kılıyordu. TC dış politikası AKP dönemine kadar, Kürt sorunu konusunda, genellikle askeri anlamda Irak, diplomatik olarak ise kısmen Yunanistan gibi komşu ülkelere müdahaleler dışında, saldırgan olmayan bir bölgesel pratik içindeydi. Davutoğlu döneminde bu “durağan” dış politika, Neo-Osmanlıcı ve muhafazakar bir zemine oturtularak imparatorluk bakiyesi topraklar üzerinden saldırgan ve yayılmacı bir yönelim kazandı. Bu saldırgan dış politika zamanla, mevcut sınırlar haricinde, -Osmanlı İmparatorluğu’nun işgal ettiği coğrafyalar kast edilerek- bir de “gönül sınırlarının” olduğu şeklinde ifade edildi ve koyu hamaset diliyle irredantist bir tahayyül ortaya konuldu.

Latince “terra irredanta – geri alınmamış toprak” anlamındaki söz dizisinden ortaya çıkan irredantizm kavramı, Türkçeye “kurtarımcılık” olarak geçmişti. 1870’te İtalya devletinin “ulusal birliğini” oluşturma politikaları çerçevesinde ortaya çıkan irredantizm, 20. yüzyıl başlarında ise devletlerin yayılmacılık idealleri için kullanılmaya başlandı.

Devletlerin, eski imparatorluk bakiyesi olduğunu öne sürdüğü coğrafyalardaki “dil, din, ırk, kültür birliği” içinde olduğu iddia edilen halklar, irredantist politikalar sonucu savaşlar yaşadı, yaşam alanlarından sürüldü ya da katledildi. Bugün Rojava’da yaşananlara baktığımızda, Kürt ve Arap nüfus özelinde yaşanan coğrafi yer değiştirmeler ve askeri operasyonlar sırasında yaşanan katliamlar, Ankara’nın Osmanlı bakiyesi olduğunu iddia ettiği coğrafyalara dair tasarruflarının irredantist sonuçlarını görüyoruz.

Ahmet Davutoğlu döneminde TC’nin bölgesel rolünde, o döneme kadar kullanıldığı gibi “köprü” değil “merkez” devlet olduğu iddiasıyla ortaya konan kültürel ve siyasal hegemonya idealleri, 2016’dan beri Suriye’ye yönelik operasyonlarla askeri belirginliği artan bir hüviyete büründü. TC devletinin kuruluşundan bu yana bir şekilde var olan bu politikanın “sınırlı” örneklerini, 1939’da Antakya’nın ilhakı ve 1974’te Kıbrıs’taki askeri darbe gerekçe gösterilerek adanın kuzeyinin işgalinde görmek mümkün. İçinden geçtiğimiz süreçte ise AKP, 2016’daki Fırat Kalkanı’ndan beri bu “sınırlılığı” farklı coğrafyalara dair attığı askeri adımlarla zorluyor. Diğer taraftan, devletlerin otoriter yönetimlerinin güçlenmesiyle doğru orantılı olarak yayılmacılık idealleri artan irredantist politikalar, AKP tarafından “Kızıl Elma” gibi milliyetçi söylemlerle aynı zamanda içerideki muhalifleri sindirmeye odaklı bir “iç fetih” aracı olarak da kullanılıyor.

Ancak tüm bu fetihçi dış politika hamlelerinin tıkandığı, istikbal vaat etmediği ve sürdürülebilir olmadığına dair güçlü veriler mevcut. Orta ölçekte güce sahip bir bölgesel devletin cari kapasitesinin çok üzerindeki söylem ve iddialar, bu verileri doğrular nitelikte bir okuma yapmayı kolaylaştırıyor.

Suriye ve Rojava’daki askeri varlığını Rusya ile ABD arasında gidip gelen ve kırılganlığa müsait denge politikasına oturtan Ankara, son süreçte özellikle İdlip’teki gözlem noktaları üzerinden Rusya ile bir gerilim yaşayabileceğinin işaretlerini veriyor. Son olarak Ermenistan-Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ çatışmalarına gönderilen cihatçı çeteler, TC’nin İdlip’teki varlığını bir vadeye kadar daha uzatma, Tel Rıfat-Menbiç ve Kobané’yi de pazarlık konusu haline getirme kozu olarak görülmeli. Bununla beraber bu kozun Rusya’nın, Kuzey Kafkasya’da Çeçenistan Savaşı’ndan bu yana, terörist olarak tanımladığı ve “yuvasında yok etmek üzere” Suriye Savaşı’ndaki varlık koşullarından biri olan cihatçı çeteleri, arka bahçesi olan Güney Kafkasya’da bir tehdit olarak bulması halinde, ters tepen bir silaha dönüşmesi muhtemel. Aynı ifadeleri, bu çetelerle mezhepsel düşmanlık halindeki İran için de kullanmak mümkün.

Libya’da var olan iki hükümetten, Trablus’taki Müslüman Kardeşler bağlantılı Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile kurulan ortaklık ise Mısır, Suudi Arabistan ve BAE ile halihazırda var olan gerginliğe yeni bir gerilim başlığı ekledi. Müslüman Kardeşler hamiliği üzerinden belirginleşen bu gerilim, diğer taraftan da eski Osmanlı işgal coğrafyası olan Kuzey Afrika’daki TC varlığı üzerinden BAE’nin ideolojik ve finansal desteğinde, yeni tip bir Arap milliyetçiliğinin yükselmesini sağladı. Buna göre Irak, Suriye, Libya’daki askeri varlığı ile TC, en az Şii İran kadar, Sünni Arap dünyasında ciddi bir tehdit olarak algılanmaya başlandı.

Diğer yandan geçtiğimiz yıl sonu Trablus’taki UMH ile Avrasyacı amirallere ait olan Mavi Vatan Projesi kapsamında imzalanan anlaşmadaki “deniz sınırlarının” doğu ucu, ülkedeki diğer iktidar olan Tobruk hükümetinin kontrolünde bulunan Bingazi’de kalıyor. Dolayısıyla “ölü doğan” bu anlaşmanın uygulanabilirliği için, devlet medyasının geçtiğimiz günlerdeki “başarı” haberlerinin aksine, Ankara destekli UMH’nin Rusya, Mısır, BAE ve Fransa destekli Tobruk hükümetine bağlı güçlerle savaşması ve Bingazi’yi alması gerekiyor.

Güney Ege’de 12 mil, kıta sahanlığı, tartışmalı adacık ve kayalıklar için Yunanistan ile yaşanan gerilimde de bu içeride çok ses çıkaran, ancak bir o kadar da başarısız dış politika nedeniyle, normal şartlarda Ege’ye kıyısı olan iki devlet arasında çözülebilecek bu sorun AB ve ABD’nin de dahil olduğu bir gerilime dönüştü.

Ankara’nın bu saldırgan dış politikasının bir sonucu da Doğu Akdeniz’de ABD’nin NATO müttefikleri üzerinden kurduğu dengeyi bozması nedeniyle karşı karşıya kaldığı yalnızlaşma oldu.

NATO müttefiklerinin bölgedeki uyumuna dayalı bu dengeye göre TC İsrail ile gerilim yaşamayacak, karşılığında ABD Güney Kıbrıs’a ambargo uygulayacak, Yunanistan’ı da Ege’de TC’nin hassas olduğu 12 mil sınırını aşmaması noktasında frenleyecekti. Amacı Rusya’yı Akdeniz’den dışlamak olan bu dengenin, Ankara’nın bölgedeki bu saldırgan dış politikası nedeniyle bozulma ihtimali karşısında Yunanistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa, Mısır, İsrail, Güney Kıbrıs tarafından oluşan TC karşıtı blok ABD tarafından desteklendi.

Ekonomisi kriz altında, orta ölçekte bir bölge devletinin boyunu çok aşan bu dış politika hamlelerinin orta ve uzun vadede yenilgi ile sonuçlanması kaçınılmaz görünüyor. Müzakere dili yerine savaş dilinin kullanılması, fiili propaganda bakanlığı işlevindeki İletişim Başkanlığı aracılığıyla kof hamaset yüklü videolar yayınlanması, “şehit” temalı devlet propagandası bu politikanın görünürlüğünü bir süre için gizleyebilir belki, ancak yenilgisini engellemek söz konusu olamaz.

Umalım ki bu yenilgi emperyal hayaller gören devlet iktidarı ile sınırlı kalsın. Aksi halde tarih, ekonomik ve siyasal anlamda sıkıştıkça içeride baskıyı artıran, dışarıda da yayılmacı emelleri uğruna savaş naraları atan otoriter iktidarların müsebbibi olduğu, ancak ezilen halkların bu savaşların bedelini ağır şekilde ödediği örneklerle dolu.

Emrah Tekin

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Sınır Aşırı Müdahaleciliğinin Sınırı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/10/27/sinir-asiri-mudahaleciliginin-siniri/feed/ 0
1932’den Bugüne Anarşist Gençlik Mücadelesi: “FIJL” – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2019/06/21/1932den-bugune-anarsist-genclik-mucadelesi-fijl-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2019/06/21/1932den-bugune-anarsist-genclik-mucadelesi-fijl-zeynel-cuhadar/#respond Fri, 21 Jun 2019 12:58:24 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/21/1932den-bugune-anarsist-genclik-mucadelesi-fijl-zeynel-cuhadar/ “İşçi, köylü, memur ya da asker, erkek veya kadın samimi genç insanlar, gerçek eşitlik ve özgürlüğü, gelecek devrimi hazırlamak amacıyla kardeşlerinizle beraber çalışmaya! Acı çeken, hakaret edilen bizler, hepimiz kocaman bir tufan gibiyiz. Gerçekleştirmeyi istediğimiz andan itibaren, adaleti örgütlemek için kısa bir zaman yeter bize.” Peter Kropotkin, “Gençliğe Sesleniş” Anarşizm tarihinin en heyecan verici deneyimlerinden […]

The post 1932’den Bugüne Anarşist Gençlik Mücadelesi: “FIJL” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“İşçi, köylü, memur ya da asker, erkek veya kadın samimi genç insanlar, gerçek eşitlik ve özgürlüğü, gelecek devrimi hazırlamak amacıyla kardeşlerinizle beraber çalışmaya! Acı çeken, hakaret edilen bizler, hepimiz kocaman bir tufan gibiyiz. Gerçekleştirmeyi istediğimiz andan itibaren, adaleti örgütlemek için kısa bir zaman yeter bize.”

Peter Kropotkin, “Gençliğe Sesleniş”

Anarşizm tarihinin en heyecan verici deneyimlerinden olan, yalnızca faaliyet yürüttüğü yarımadanın değil, bütün dünya gençliğinin kapitalizme ve devletlere karşı mücadelesinde barikatların başında, kavgada olan bir örgütlenmeyi anlatacağız sayfalarımızda. İberya Devrimi’nin fabrikalardan tarlalara, tarlalardan atölyelere, atölyelerden dersliklere uzanan adalet ve özgürlük sloganlarını atan, örgütlü anarşizm tarihinden aldığı mücadeleyi bütün gücüyle taşıyan anarşist gençlik örgütlemesi olan FIJL’nin (İberya Özgürlükçü Gençlik Federasyonu) tarihi 1930’lu yılların başına dek uzanıyor.


İberya Özgürlükçü Gençlik Federasyonu
Liberter Gençlik veya Anarşist Gençlik adıyla bilinen çoğunlukla FIJL ya da kısaltılmış olarak JJLL* olarak bilinen örgütlenmenin kuruluşuna dair kesin bir bilgi yoktur. Ancak bir söylentiye göre İberya Devrimi’yle özdeşleşmiş A Las Barricadas’ın (Herkes Barikata) sözlerinin yazarı; çevirmen, yazar, anarko-sendikalist yoldaş Valeriano Orobón Fernández’in FIJL’nin temellerini attığı söylenir. Diğer yandan bir başka söylentiye göre dönemin Marksist gençlik örgütlerine karşı anarşist mücadeleyi gençlik alanına da taşımak ve gençlerin özgürlüğü için bir örgütlenmeye ihtiyaç duyulması neticesinde anarşistler tarafından kurulduğu anlatılmaktadır. Hangi sebeple olsun, FIJL adıyla bir federasyon çatısı altında 22-24 Haziran 1932 tarihleri arasında Madrid’de gerçekleşen kuruluş kongresini yapmadan önce de İberya genelinde çeşitli anarşist gençlik gruplarının bağımsız bir halde çeşitli faaliyetler yürüttüğü biliniyor.

Devrim yıllarında yalnızca Madrid’de 11 tane grubu bulunan FIJL, Barselona’da ise Özgürlükçü Gençlik Komitesi adıyla hareket ediyordu. Valensiya ve diğer grupların çabalarıyla yarımadaya yayılan örgütlenmenin bu sayede propaganda alanı da genişletilmiş oldu. Örneğin yalnızca Asturias’ta, 1934 yılında FIJL’de örgütlü 600 gencin olduğu bilinmektedir.

FIJL’nin ilk kongrede belirlediği ve özellikle Madrid, Barselona, Valensiya ve Granada’dan gelen grupların sözcüleri tarafından gerçekleşen görüşmeler sonucu ortaklaşılan “İlkeler, Taktikler ve Amaçlar” bildirisi bugün hala geçerliliğini korumaktadır. Onca yıllar mücadele ve sürgün yıllarının ardından yeniden canlandırılan örgütlenmenin omuriliği öylesine basit ve etkili bir şekilde oluşturulmuştur ki üzerinde çok az değişiklik yapılarak olduğu gibi kullanılmaya devam etmektedir.

Yayınlanan deklarasyonda kendilerini “Mülkiyete, otoriteye, devlete, politikaya ve dine karşı kavga” eden, her cinsiyetten ve cinsel yönelimden genç insanların ayrım gözetilmeden dahil olabileceği, adaletsizliklere karşı özgürlük ve eşitlik ilkelerini savunmak için çalışmalar yürüten bir gençlik örgütlenmesi olarak tanımladılar.


“Anarşistlerin karşılıklı destek ve dayanışması dışında hiçbir organizasyondan bağış/ödenek almıyoruz.”

FIJL’nin örgütsel şablonu ise federalizm temelinde şekillenmiştir. FIJL çeşitli örgütler tarafından oluşturulmuş bir federasyondur. İdeolojik bir yakınlık temelinde bağımsızlığını koruyan bir örgütlenme yapısını savunur. Federatif, yatay örgütlenme biçimini benimseyen FIJL’de genel sekreter ya da benzeri bir statü bulunmamaktadır. Yazışma, propaganda vb. işler için inisiyatifler belirlenir ancak bu inisiyatifler oybirliğiyle seçilme ve her zaman değiştirilebilme özelliğine sahiptir.

“Anarşist komünizm için mücadele ediyoruz!”

FIJL’nin neden özellikle anarşist bir gençlik örgütlenmesi olarak örgütlendiğine ilişkin de iki cevap verilmektedir. İlk olarak “Kendimizi anarşistler olarak örgütlememizin sebebi, bütünlüklü bir felsefe ve yaşam biçimi olan anarşizmi benimsiyor olmamızdır. Anarşistler arasındaki birlik ve dayanışma, toplumun örgütlenmesindeki temel mücadele hattını oluşturmalıdır. Devletten ve kapitalizmden özgürleşebilmemizin yegane yolu budur.” İkinci olarak ise “Gençlik olarak örgütleniyoruz çünkü ortak sorunlarımız var (henüz olgunlaşmamış zihinlerimiz ideolojik bir bombardımana maruz kalıyor, yaşamla kurduğumuz ilişkide kişisel tatminlerimizi henüz yaşamadan tercihler yapmaya zorlanıyoruz vb.) ve bunun yanında tabii ki görmezden gelinemez bir enerjimiz var; genciz!”


FIJL’ye Bağlı Yayınlar ve Kültürel Çalışmalar

“Konuşma, konferans, gazete, broşür ve işe yarar her türlü araç medyamız olarak kullanılacaktır.”

FIJL’nin ilk yayın organı, birinci kongrenin ardından hemen yayın hayatına başlayan “Anarşi” isimli gazeteydi. 1932’de yayınlanmaya başlanan gazete Granada’daki anarşist gençlik grubu tarafından hazırlanıyordu ve editörlüğünü Mateo Rodríguez üstleniyordu.

1936 yılında FIJL günlük bir yayına ihtiyaç duyuyordu. Anarşizmin idealleri toplumsallaştıkça, coğrafyanın dört bir yanı sayısız anarşist yayınla dolup taşıyordu. “Juventud Libre” ve “Ruta” isimli yayınlar bu dönemde ortaya çıktı. Günlük gazete Juventud Libre; Juan Cazorla, Raul Carballeira ve diğer genç anarşistler tarafından yayınlanıyor ve dağıtılıyordu. Ruta ise Katalonya bölgesine özel bir yayındı. Savaş sona erene kadar Ruta’nın editörlüğünü sırasıyla Fidel Miro, Jose Peirats, Manuel Peres, Santana Calero, Benito Milla ve Benjamin Cano Ruiz üstlendi. Ruta’nın yetenekli yazarları, gençlik hareketinin meselelere yaklaşımında asla geri adım atmayan ve anarşizmin ilkelerinden taviz vermeyen bir duruş benimsenmesini sağlamıştır.

FIJL tarihinde Ruta’nın diğer yayınlardan ayrı bir değeri olmuştur. Gazetenin orta sayfalarında bir sütun bulunuyordu. Savaşın haftalık raporu burada tutuluyordu. Doktor Diego Ruiz yazılarıyla sağlık konularında gençlere tavsiyelerde bulunuyordu, kömür madenlerinden gelen ve işçi sınıfının sesini duyuran Higinio Noja Ruiz, şair Elias Garcia ve Fontaura edebi tonlarda yazıyordu. Fransa’da sürgündeki “Ruta” ve New York’taki “Cultura Proletaria” sayfalarında da yazdıktan sonra sürgünde yaşamını yitiren Cristobal Garcia yazarlardan bir diğeriydi. Ruta içinde kadın hareketinin de sesi duyuluyordu. Mujeres Libres’in kurucusu Lucia Sanchez Saornil’i ve hareketin öne çıkan diğer üyelerinden Soledad Estorach’ı ve Carmen Quintana’yı da Ruta’dan okuyabilirdiniz. Vicente Rodriguez Garcia (Viroga olarak da bilinir), Ivar Chevik, Liberto Sarrau, Amador Franco ve sayısız yazar Ruta sayfalarında yazıyordu. Bütün bunların yanında özellikle Sebastian Faure’dan yapılan çevirilere de rastlayabilirdiniz.

Ruta asla ölmeyen bir anka kuşu gibi, sürgün yıllarında Marsilya’da yeniden ortaya çıkmıştı. Bu kentin Özgürlükçü Gençlik’i, İspanya’da, savaş sırasında olduğu gibi, faşizme karşı direniş yıllarında devrimci anarşizm çizgisinde bir yayın olarak Ruta’yı yayınlamaya devam etti. Ruta’nın bu versiyonunun ilk yayın yönetmeni, Maresma’dan gelen Katalan anarşist Francisco Botey’di. Toulouse’da yayınlanan “Impulso” ve Paris’te yayınlanan “Solidaridad Obrera”, “El Rebelde” gibi yayınlarla dayanışma içindeydi. Ruta, sürgündeki anarşist hareketin, 1919’da CNT’nin “La Comedia” adını verdiği kongresinden ilham alıyor, kongrede kararlaşılan ilkelerle hareket ediyordu.

Yayınlandığı yıllar boyunca çok okunan ve ilgi gören Ruta; İngiltere, Meksika, Arjantin, Afrika, Belçika, Venezüella ve Fransa’da dağıtılıyordu. Felipe Alaiz, Jose Peirats, Benjamin Cano Ruiz, Liberto Sarrau, Cristobal Garcia ve Amador Franco gibi eskiler destek veriyor, Raul Carballeira, Cristobal Parra, Moises Martin, Jose gibi diğerleri de yayının yeni yüzlerini oluşturuyordu.

CNT ve FAI ile ilişkili gençlik hareketi “Juventudes” adını verdikleri her türlü yaratıcı faaliyetin gerçekleşebildiği kültür dernekleri çevresinde ise örgütlenme çalışmalarını yürütüyorlardı. Anarşist mücadelenin ruhunu tiyatro, konferans ve şiir dinletileri ile teşvik ediyorlardı.

Savaş Süreci ve Avrupa’da Antifaşist Mücadele

FIJL kurulup önemli bir faaliyet gösterdiği İspanya’daki savaş sürecinin ardından hareketin yeniden yapılandırılıp ülkeye geri döndürülmeye çalışıldığı sürgün yıllarında da varlığını ve çalışmalarını durmaksızın sürdürdü.

Devrim yılları öncesi FIJL’nin örgütsel yapısına ilişkin üç ayrı eğilim ağır basmaktaydı. İlk ortaya çıktığı şekliyle “FAI’nin Kültür ve Propaganda Birimi” olarak FAI içinde aktif örgütlenme yapmak, işçilerin bulunduğu alanlarda CNT’nin gençlik örgütlenmesi olarak hareket etmek ya da (Madrid FIJL’nin savunucusu olduğu gibi) CNT ve FAI’den fiziksel olarak bağımsız ideolojik olarak yakınlıklar temelinde bir dayanışma kuran gençlik örgütlenmesi olmak. Savaşın başlamasıyla ve anti-faşist dayanışmanın yükselmesiyle FIJL içi bu tartışmalar da rafa kalkmış olacaktı.

FIJL gibi diğer gençlik örgütlenmeleri (Juventudes Socialistas Unificadas -JSU- ve POUM Gençliği) ilk zamanlarda FIJL’nin kurucusu olduğu Anti Faşist Gençlik Birliği’ne güç verdi. Hep beraber 50.000 kişilik bir yürüyüş örgütlediler. Sosyalistler tarafından devrime ihanetin başladığı ve hareket içerisinde çatışmaların yaratıldığı Mayıs olaylarına kadarki süreçte bu dayanışma sürdü. Sosyalistlerin halk milislerinin savaşıyla devam eden mücadeleye karşı düzenli ordudaki ısrarı ile başlayan çatışmalarla bu birlik de dağılmış oldu. Anti faşist mücadelede barikatları bir saniye bile bırakmayan FIJL militanları, özellikle Barcelona’da son ana kadar direnişi sürdürdü. Zaman zaman -CNT-FAI’nin kararlarına aykırı olacak bir şekilde- milisler halinde çatışmaya devam ettikleri yerler de bulunuyordu.

Franco’nun iktidarı ele geçirmesi sonrası ülke genelinde anti-anarşist/sosyalist bir şiddet dalgası başladı. 1940-1946 yılları arasında FIJL, CNT-FAI ve onlara bağlı gazeteler vb. kurumlar teker teker kapatıldı. Sadece bu yayın baskınlarında 5.600 militanın tutuklandığı tahmin edilmektedir. Sonrasında ise faşizme karşı mücadele Avrupa’nın genelinde misilleme eylemleri ve Maquis gerillalarının faaliyetleriyle devam etti.

Sürgünde geçen onlarca yıllık mücadelenin ardından faşizmin yenilgisi, antifaşist örgütlenmelerin direnişi sayesinde tamamlanıyordu. 1945’te Toulouse Kongresi’nde sayıları yaklaşık 25.000’i bulan anarşistler, kavgaya hiç durmadan devam ettiklerini haykırıyordu. Bu süreçte örgütlenme için José Peirats, Liberto Sarrau, Germinal Gracia, Abel Paz, Raul Carballeira, Juanito Pintado, Eduardo Vivancos ve diğerleri inisiyatif aldı. 1946’da Ruta gazetesi sürgünde yeniden yayınlandı. CNT, FAI ve FIJL, José Luis Facerías’ın sekreter olduğu bir savunma komitesi belirledi. Projeleri arasında, ismini “Özgürlükçü Direniş Hareketi” olarak değiştirecek olan “İber Direniş Hareketi” (MIR) örgütünün kurulması yer alıyordu.


Yakın Tarihte Anarşist Gençlik

60’lı yıllarda Fransa, Hollanda (Provolar), İtalya, Büyük Britanya ve Almanya’dan gençlerin katıldığı kongrelerle, Avrupa’da anarşizmin tekrar canlandırılması amaçlandı. Bu, 60’ların yeni anarşist gençliğini Avrupa’da yıllardır mücadele eden ve İberya anarşist hareketini temsil eden eski anarşist işçilerle tanıştırmanın bir yolu olarak görülüyordu.

Franco’nun ölümünün ardından 1982’de büyük bir kongre düzenlendi. Coğrafyanın farklı yerlerinden pek çok genç coşkuyla FIJL’yi doğduğu topraklara geri getirdi. 1993’te tekrar bir kongre yapıldı. Bu süreçte Jake Libertario dergisi yayın hayatına başladı. Binlerce genç anarşist, özgürlük için yeniden FIJL çatısı altında birleşmeye başlıyordu.

Sonrasındaki süreçte seçimlere karşı alınan tutumda değişmeler yaşayan CNT içinden bazı anarşistler bir tartışma sürecine girdi. Sonunda CGT’nin ortaya çıktığı bu süreçte FIJL içerisinde de ideolojik farklılıklar yaşandı. Bir süre FIJL ismini terk ederek farklı isimler altında örgütlenmeye devam eden gruplardan bazıları klasik anarşist çizgiden kopuşlar yaşadı. Birkaç yıl sonra FIJL; örgütlü, devrimci anarşizm düşüncesiyle yeniden örgütlendi.

1937 yılında 100.000 üyeye ulaşan FIJL’nin faaliyetleri bugün de aynı inançla sürdürülmektedir. Halen Asturias, Cadiz, Donosti, Granada, Lorca’da (Murcia) ve Madrid’de varlığını sürdüren; son yıllarda Alicante’de ve aynı ile bağlı Villena’da; Valencia’da, Aveiro’da (Portekiz), aynı zamanda Barselona’da, Mataró, Baza ve Motril’de, Granada’da, León, Salamanca ve Zamora’da kısacası İspanya’nın dört bir yanında örgütlenmeye, bütün otoriteleri ortadan kaldırana dek kara bayrakları dalgalandırmaya tüm hızıyla devam etmektedir. Tıpkı 1936’da, İberya’nın bir ucundan diğer ucuna özgürlüğü örgütleyen, yaşamı yeniden yaratan kavganın başardığı gibi… Yine yeniden!

*İspanyolca’nın dil kuralları gereği kısaltmalar tekrarla yazıldığından Juventudes Libertaries’in kısaltması JJLL’dir.


Kaynakça:

“Halk Silahlanınca”, Abel Paz, Nisan 1996

“Anarşizmin Tarihi, Anarşizmin Örgütlü Tarihidir”, Meydan Gazetesi, Sayı 13

https://fijl.noblogs.org/que-son-las-juventudes-libertarias/

https://fijl.noblogs.org/principiostacticas-y-finalidades-de-la-fijl/

http://www.estelnegre.org/fotos/

https://libcom.org/forums/history/fijl-spanish-revolution-21062006

https://libcom.org/history/1936-1967-history-spanish-anarchist-youth-paper-ruta

http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lcy53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvRmVkZXJhY2nDs25fSWLDqXJpY2FfZGVfSnV2ZW50dWRlc19MaWJlcnRhcmlhcw


Zeynel Çuhadar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post 1932’den Bugüne Anarşist Gençlik Mücadelesi: “FIJL” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/21/1932den-bugune-anarsist-genclik-mucadelesi-fijl-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Sovyetlerin Yoldaşı, AKP’nin Dedesi, CHP’nin Değeri Topal Osman: Kahraman Değil Katil – Furkan Çelik https://meydan1.org/2019/06/12/sovyetlerin-yoldasi-akpnin-dedesi-chpnin-degeri-topal-osman-kahraman-degil-katil-furkan-celik/ https://meydan1.org/2019/06/12/sovyetlerin-yoldasi-akpnin-dedesi-chpnin-degeri-topal-osman-kahraman-degil-katil-furkan-celik/#respond Wed, 12 Jun 2019 13:56:19 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/12/sovyetlerin-yoldasi-akpnin-dedesi-chpnin-degeri-topal-osman-kahraman-degil-katil-furkan-celik/ Geçtiğimiz günlerde AKP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli: “Topal Osman Ağa’nın Kurtuluş Savaşı döneminde Pontuslulara karşı, bu bölgeyi Pontuslulaştırmak isteyenlere karşı verdiği mücadelenin bir benzeriyle şu anda yine biz torunları tarafından bu mücadelenin verilmesiyle karşı karşıyayız.” açıklamasında bulunmuştur. Bu açıklamanın sonrasında birçok demokratın AKP’li vekile tepki gösterdiği günlerde CHP’li İmamoğlu da bu konuda belki de […]

The post Sovyetlerin Yoldaşı, AKP’nin Dedesi, CHP’nin Değeri Topal Osman: Kahraman Değil Katil – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Geçtiğimiz günlerde AKP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli: “Topal Osman Ağa’nın Kurtuluş Savaşı döneminde Pontuslulara karşı, bu bölgeyi Pontuslulaştırmak isteyenlere karşı verdiği mücadelenin bir benzeriyle şu anda yine biz torunları tarafından bu mücadelenin verilmesiyle karşı karşıyayız.” açıklamasında bulunmuştur.
Bu açıklamanın sonrasında birçok demokratın AKP’li vekile tepki gösterdiği günlerde CHP’li İmamoğlu da bu konuda belki de geri kalmamak adına bir açıklama yapar: “Bir de bağlı olduğum değerler var. Türkiye’nin o güzelim Misak-ı Milli sınırlarına, komutanlarına, askerlerine, benim dedeme, sizlerin dedelerine, Topal Osman’a, bayrağına, havasına, suyuna, doğasına, bu ülkenin kuruluş değerlerine, Cumhuriyet’e, demokrasiye, çocuklarımızın dünden bugüne gelip, yarınlara ulaşmasının yolunu açan, bu ülkenin tek lideri Mustafa Kemal Atatürk’e bağlıyım.”

Kimdi Bu Topal Osman?

1883 doğumlu çete reisi Topal Osman’ın ilk icraati Giresun Hapishanesi’ni basarak 150 mahkumu kendi çetesine girmek koşulu ile kaçırmasıdır. Aynı Topal Osman 1915 Ermeni Soykırımı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak Artvin bölgesinde Ermenileri katletmiş, sürgün yollarındaki Ermenilerin paralarına el koymuştur. 1921’de devletin gerçekleştirdiği Koçgiri Katliamı’nda da yer alan Topal Osman, Kürtçe ağıtlara “ocak yıkan” olarak geçmiştir: “Ölülerimizi kapımıza kilit yaptılar/ Kapımızı açılmaz hale getirdiler/ Ocağımızı söndürdüler/ Ocak söndürendir/ Topal Osman”
Mustafa Kemal’in 1919’da Samsun’a ayak bastığında görüştüğü ilk kişilerden biri olan Topal Osman bu görüşme sonrasında Karadeniz’de Pontusluları katletmeye başlamıştır. Öyle ki Mustafa Kemal ile arasındaki bir konuşmada Topal Osman “Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak.”(1) der.
Topal Osman Rum evlerini basarak insanları -mezarlarını bile kendilerine kazdırıp- diri diri gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı insan yakmak gibi zulüm ve işkenceler gerçekleştirir. Tabi bunları yaparken de Rumların mülklerine ve paralarına “ganimet” olarak el koyar. 1921’de Lazistan vekili Osman Bey, Mustafa Kemal’e bir telgraf gönderir: “Bu cahil adamın şimdiye kadar Giresun’da yapmadığı rezillik kalmadı. Rumlardan ve ahaliden aldığı yüz binlerce liranın hesabını kimse soramıyor. Şimdi eşkiyalığını Trabzon limanı çevresinde yapmaya başlıyor ki… bu halin devamı pek çok çirkin olaya sebebiyet verecektir.”(2) Topal Osman hakkında bunun gibi yüzlerce şikayet mektubu olsa da Topal Osman “birileri” tarafından korunur ve hakkında hiçbir işlem başlatılmaz.
Mustafa Kemal’in kuracağı Türk devleti için Karadeniz’i Pontuslulardan “temizleme” emrini yerine getiren Topal Osman’a hala ihtiyaç duyulmaktadır. Topal Osman yaptığı katliamlar sonrasında yeni kurulan Ankara meclisinde Mustafa Kemal’e muhalefet eden vekilleri de tehdit ederek muhalefeti sindirme işini sürdürür. 1. Meclis’teki Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey Mustafa Kemal’e muhalefet ettiği için Topal Osman tarafından öldürülür. Olayın mecliste büyük ses getirmesi üzerine Mustafa Kemal, Topal Osman hakkında ölüm kararı çıkmasına müsaade etmek zorunda kalır. Bu kararı duyan Topal Osman Çankaya Köşkü’nü çetesiyle beraber basarak Mustafa Kemal’den hesap sormak ister. Fakat Mustafa Kemal çarşaf giydirilerek(3) çocuk ve kadınlarla köşkten kaçırılır. Sonrasında Topal Osman köşke girdiğinde Mustafa Kemal’i bulamaz. Yeni kurulan muhafız birliği tarafından 1 Nisan 1923 gecesi Papazın Bağı’ndaki evinde kıstırılan Topal Osman ve adamları yakalanır. Topal Osman kafası kesilerek öldürülür, Çankaya yakınlarına gömülür. Fakat meclis, Topal Osman hakkında yakalanıp asılması yönünde karar vermiştir. Bu yüzden Topal Osman mezarından çıkartılır, Ankara’da Ulus Meydanı’nda başsız cesediyle ayağından asılır, cesedi 3 gün sonra Giresun’a gönderilir.

Sovyetlerin Yoldaşı Topal Osman

Canikli’nin ve İmamoğlu’nun açıklamalarıyla gündemleşen Topal Osman elbette solcuların olumlayabileceği bir karakter değildi. Bu sebeple birçok sosyalist, destek verme konusunda birleştikleri adayın, İmamoğlu’nun yukarıdaki açıklamasına tepki göstermişti. Ancak çoğu sosyalist SSCB’nin “yoldaş Topal Osman’ından” habersizdir ya da görmezden gelir. Öyle ki SSCB komutanı Lebedev şöyle seslenir çete reisi Topal Osman’a “Karadeniz Kıyısı Türk Kuvvetleri Başkomutanı Yoldaş Osman Ağa’ya; Saygıdeğer Yoldaşım! Hem Türk hem de Rus Bağımsız Cumhuriyetleri’nin çıkarlarının bekçiliğini yapan Türk misyonunun temsilcileriyle doğrudan temas kurarak, önemli ulusal sorunların çözümü için alınan kararlar doğrultusunda her türlü yardımı gösteriyorum… 28 Eylül 1920”(4) Bunun gibi birçok mektuplaşmayla Rusya ile Karadeniz kıyıları arasında gidip gelen gemiler silahtan, kıyafete birçok mühimmat taşır Topal Osman’ın Çetesine.
6 Mart 1921 tarihli Moskova Anlaşması’ndan sonraki bir yılda toplamda Sovyet Rusya, Ankara Hükümeti’ne karşılıksız olarak 39.275 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 62.986.000 tüfek mermisi, 147.079 top mermisi, 1.000 atımlık top barutu, 4.000 el bombası, 4.000 şarapnel mermisi, 1.500 kılıç, 20 bin gaz maskesi ve 10 milyon altın ruble yardım göndermişti. Sovyetlerin Türkiye devletine gönderdiği bu mühimmat yardımlarıyla 1922 yılına kadar süren Pontus Rum soykırımı Topal Osman aracılığı ile gerçekleştirilmiştir.
Tarihte devletler her zaman kendi “ilerici” çıkarları için halkların direnişlerini bastırmak noktasında hemfikir olmuşlardır. Bunun için halkları katleden çetelerle yaptıkları işbirlikleri kendi kanlı tarihlerinin ufak bir parçasıdır. Günümüzde hala bu kanlı tarihlere methiyeler düzülmektedir. Kendisine muhalif diyenlerin nerede durduğu bu açıdan çok mühimdir.

Kaynakça

1-Kutsal İsyan 2. cilt – Hasan İzzettin Dinamo

2-Hür, Ayşe, 2006, Çağımızın Bir (Başka) Kahramanı: Topal Osman, Birikim, 

3-Latife Hanım, İpek Çalışlar, Doğan Kitap

4-Tamer Çilingir – Pontos Gerçeği 

Furkan Çelik 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Sovyetlerin Yoldaşı, AKP’nin Dedesi, CHP’nin Değeri Topal Osman: Kahraman Değil Katil – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/12/sovyetlerin-yoldasi-akpnin-dedesi-chpnin-degeri-topal-osman-kahraman-degil-katil-furkan-celik/feed/ 0
Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/ https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/#respond Tue, 11 Jun 2019 14:25:18 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/ “Yalanların bedeli nedir? Cevap onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Asıl tehlike; eğer yeterince yalan dinlersek artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmemizdir. Peki o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikayelerle kendimizi tatmin etmekten başka ne kalır geriye?” Son dönemde -Game of Thrones’un hemen ardından birkaç gün içinde- oldukça gündemleşen ve birçok tartışmayı da […]

The post Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Yalanların bedeli nedir? Cevap onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Asıl tehlike; eğer yeterince yalan dinlersek artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmemizdir. Peki o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikayelerle kendimizi tatmin etmekten başka ne kalır geriye?”

Son dönemde -Game of Thrones’un hemen ardından birkaç gün içinde- oldukça gündemleşen ve birçok tartışmayı da beraberinde getiren 5 bölümlük Çernobil dizisi bu sözlerle başlıyor. Daha şimdiden birçok yazının konusu haline gelse ve gerçekleri ne kadar yansıttığı tartışılıp dursa da aslında bizim için meselenin en önemli kısmı, dizinin topluma bir şeyleri tekrardan hatırlatmış olması.

Çernobil’in Gerçekliğini Hatırlamak

1986 yılı Nisan ayında Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan Ukrayna’daki V.I. Lenin Nükleer Santrali bizim bildiğimiz adıyla Çernobil Nükleer Santrali’nde gerçekleşen patlama, savaşları dışarıda tutarsak, insanlığın kendi elleriyle yarattığı en büyük katliam olarak kabul edilir. HBO kanalının bu katliamı merkezine alan Çernobil dizisi de “Olay nasıl gerçekleşti?” ve “Sonrasında neler yaşandı?” sorularına gerçeklere yaslanarak yanıtlar vermeye çalışıyor. Tam da bu noktada gelebilecek kimi eleştirileri savuşturmak için, yayınlananın bir belgesel değil dizi olduğunu vurgulamakta fayda var.

Beş bölümden oluşan dizi, ilk iki bölümde patlamanın gerçekleştiği anda ve ilk 24 saat içinde yaşananları anlatıyor. Daha sonra ise bu büyük patlamanın yol açacağı sorunların önüne geçmek için harcanan emekleri, yaşananları, alınmaya çalışılan önlemleri gösteriyor. Ve son bölüm, başroldeki profesör Legasov’un mahkemede “patlamanın santraldeki bir hatadan kaynaklı olduğunu iddia eden” yani “devleti suçlayan” sansasyonel konuşmasıyla bitiyor.

Dizinin ABD yapımı olduğu için bir anti-sovyet propagandası içerdiğini, gerçeği yansıtmayacak derecede abartılı ve kurgu karakterler içerdiği için tamamen gerçek dışı olduğunu söyleyenler var bir yanda. Diğer yanda ise sovyet hükümetinin patlamadan ve onun etkilerinden hem kendi halklarını hem de tüm dünyayı haberdar etmek noktasında geç kaldığını, bu dizinin de sovyet bürokrasisinin gerçek yüzünü gösterdiğini savunanlar. Belgesel olmadığı halde belgeselmiş gibi lanse edilip izleyicileri yanlış bilgilendirdiği gerekçesiyle eleştirenler…

Her şey tartışılabilir elbette fakat patlamanın olduğu santralin binlerce metrekarelik çevresinde neredeyse hiçbir yaşam belirtisinin olmaması ve mutant canlı türlerinin ekosistemi haline gelmesi (Kiev’den hareketle gerçekleştirilen, turistlere terk edilmiş Çernobil’i keşfetmeyi, girişe kapalı bölgelere girme izni bile vaat eden günübirlik turlar dizinin yayınlanmasının ardından daha da popülerleşmiş olsa da) gerçeğini nasıl tartışacağız ya da nasıl anlatacağız?

Her şey tartışılabilir elbette fakat radyasyondan etkilenerek yaşamını yitiren ve önümüzdeki yıllarda yitirecek olan binlerce insanı nasıl tartışacağız ya da nasıl anlatacağız?

Olayla hiçbir alakası olmadığı halde sırf kendi çıkarları ya da devletinin prestiji için insanların yaşamlarını hiçe sayarak “Burada radyasyon yoktur!” diyen devlet yöneticilerini ve hatta “Radyasyonlu çay iyidir!” diyen yöneticilerin olduğu gerçeğini nasıl tartışacağız?

Binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen bu topraklarda dahi kanserden yaşamını yitiren onlarca insanın olduğu gerçeğini nasıl tartışacağız? Elbette bu meseleyi gerçeklerden ayrı tartışamayız çünkü nükleerin gerçekliği bu. Çünkü biliyoruz, Çernobil ilk nükleer facia değil son da olmayacak. Çernobil’de, hatta daha önceki patlamalarda, en son 2011’de Fukuşima’daki patlamada gördüğümüz gibi ve şu anda inşaatı devam eden Mersin’deki Akkuyu Nükleer Santrali’nde de bilmeliyiz ki nükleerin gerçekliği bunlar.

Bu tartışmalar sürerken bizler Çernobil’i nasıl tartışıp konuşmalıyız, nasıl anlatmalıyız? Sonuçları yaşamlarımızı doğrudan ilgilendiren bir facianın bilgilerini dahi yine o faciayı yaratan devletlerin kontrolünde edinirken bizler nasıl yalanları ve gerçekleri ayırt edebileceğiz?

Ve Dizinin Gerçekliği?

Çernobil dizisi öncelikle nükleer santrallere karşı hassasiyeti arttırılıyor gibi görünüyor, genel olarak izlenimlerimiz de bu yönde. Fakat başroldeki profesörün dizinin başındaki kaset sahnesinde ve sonundaki mahkeme sahnesindeki konuşmalarında gözden kaçmayan bir detay daha var. Profesör Legasov santralin teknik olarak nasıl patladığını anlattıktan sonra santrali patlatan şeyin aslında yalanlar olduğunu söyleyerek devleti eleştirmeye başlıyor. Ve esasında bazı şeylerin devlet tarafından saklandığını, patlamaya göz yumulduğunu ileri süren Legasov’un (bu yanlışlar olmasa ve diğer santraller de tekrardan gözden geçirilse) bu nükleer santrallerin varoluşunda herhangi bir beis görmediğini fark ediyoruz. Evet, dizi genel hatlarıyla nükleere karşı daha duyarlı olmaya itmiştir belki izleyicileri, fakat şu da bir gerçektir ki bu santrallerin var oluşu bile doğa için bir tehdittir; sorun nasıl kullanıldığı ve kimin kullandığından ibaret değildir.

Dizide devletin olmazsa olmazı olan bürokrasinin çıkmazları, özellikle Sovyet bürokrasisinin çöküşü de sıkça vurgulanmış. Son bölümde patlamanın bir test sonucu gerçekleştiğini, bu testin ilk kez yapılmadığını ve daha öncekilerin de başarısız olduklarını görüyoruz. Aynı zamanda fabrikaların elektriğe ihtiyacı olduğu bilgisi geldikten sonra da testi tamamladığında terfi alacak olan santral müdürünün durumdan hoşnutsuz olması da bir diğer detay. Daha sonra da patlama yaşandıktan sonra Sovyet politbürosunun Moskova’dan olayı çözmek istemesi, merkezileşmeyle bürokrasinin de bir nükleer santral kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor bizlere.

Patlamadan sonra nükleer santralin çatısına fırlayan ve radyoaktif halde olan grafit parçalarını, kürekle çekirdeğe doğru atmak için yalnızca ama yalnızca 90 saniyeleri olan “3000 küsür biyorobot” sahnesiyle de radyasyonun öldürücülüğü gözler önüne seriliyor. Öyle ki bu kadar öldürücü radyasyona sahip bu grafit parçalarının aylar boyunca çatıda temizlenemeden durmuş ve radyasyon yaymış olması da bir başka acı gerçek. Patlama sonrasında yangına ilk müdahaleyi gerçekleştiren itfaiyecilerden biri ise patlamadan 17 gün sonra tıpkı diğer itfaiyeciler gibi feci şekilde yaşamını yitiriyor. Radyasyonun etkileri sonucunda insanların ve hayvanların uzuvlarındaki anormal görüntüler dizide hiç işlenmemiş olsa da radyasyonun etkisiyle ölen itfaiyeci bu boşluğu kısmen dolduruyor.

Rusya’daki NTV kanalı ise HBO’nun anlattığından farklı (Amerikalıların Çernobil Nükleer Santrali’ne sızdığını ve patlamaya sebep olduğunu “tarihi kanıtlara” dayandıran) bir hikaye anlatacak yeni bir Çernobil dizisi çekileceğini açıkladı. Dizinin her ne kadar anti sovyet propagandası olduğu yazılıp çizilse ve bu her ne kadar ayrı bir tartışma konusu olsa da diziden esas alacağımız mesaj nükleerin Sovyet’i, Amerikan’ı, Fransız’ı ya da sosyalisti, kapitalisti olmayacağı gerçeği değil midir? Esas gerçek nükleerin ölüm anlamına geldiği değil midir? HBO yapımı bu 5 bölümlük dizinin, nükleerin ne kadar yıkıcı bir şey olduğunu görsel olarak da anlatması açısından olumlu bir yerde durduğunu düşünüyoruz.

Ateşi elinizde tutarsanız eğer, ateşin elinizi yakmasından şikayet edemez ya da bundan dolayı kimseyi suçlayamazsınız. Eğer bir nükleer santral inşa ediyorsanız, nükleerin ne olduğunu ve her daim bir katliama yol açabileceği ihtimalini bile bile yapıyor olursanız, bundan kaynaklı gerçekleşebilecek bir katliamdan dolayı da kimseye kızmaya hakkınız olmayacaktır. Artık lanetlenmişsinizdir ve bu katliam sizi de bulacaktır. Bundan sonra yazılacak herhangi bir yazı, çekilecek herhangi bir film ya da dizi, olabilecek herhangi bir olayda eleştirilmeniz gayet doğal değil midir? Üstelik bahsettiğimiz şey bir nükleer katliam ise; etkileri yüzlerce yıl boyunca milyonlarca insanı etkileyebilecek bir katliam ise yapılması gereken nedir? Çernobil dizisine en çok da bu açıdan bakılması gerekiyor.

Fırat Binici

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

The post Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/feed/ 0
Taht Yoksa Savaş Yok – Burak Aktaş https://meydan1.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/ https://meydan1.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/#respond Tue, 11 Jun 2019 14:18:47 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/ “Yüz yıl önce yoldaş Bakunin’in Çar’a ve Çar’ın iktidarını kazanmak isteyenlere karşı söylediği söz adeta Game of Thrones dizisinin senaryo tartışmalarını sonlandıracak gerçeklikte. “En ateşli ejderhayı alın, iktidarı Khaleesi’ye verin bir sezon içinde Cersei’den daha beter olacaktır.” “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır” Daenerys Targaryen Kralın Şehri’nin çanlarını duyduğu halde neden devam etti ve sivilleri […]

The post Taht Yoksa Savaş Yok – Burak Aktaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Yüz yıl önce yoldaş Bakunin’in Çar’a ve Çar’ın iktidarını kazanmak isteyenlere karşı söylediği söz adeta Game of Thrones dizisinin senaryo tartışmalarını sonlandıracak gerçeklikte.

“En ateşli ejderhayı alın, iktidarı Khaleesi’ye verin bir sezon içinde Cersei’den daha beter olacaktır.”

“Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır”

Daenerys Targaryen Kralın Şehri’nin çanlarını duyduğu halde neden devam etti ve sivilleri katletti? Şöyle de sorabiliriz, Nazi Almanyası yenilmişken ve Japonya’nın teslim olacağı kesinken neden ABD Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atıp 240.000’e yakın sivili katletti? Aynı soru formu ne yazık ki birçok olay ve olgu için geçerli; toplama kampları, gaz odaları, insan fırınları, toplu tecavüzler, zorunlu göçler vs… Peki ortak formattaki bu soruların cevabı sizce ne?

Game of Thrones hikayesi çoğumuzun hayatına dizisiyle beraber 2011 ilkbaharında girdi. Yayınlanmaya başladığı günden beri bu dizi, insanları herhangi bir eğlence sektörü ürününden daha derin etkiledi. Hayranların kendi aralarında kurduğu teoriler ve akademisyenlerin dizi bölümlerini derslerinde kullanması bu “derinliğin” basit örneklerinden birkaç tanesi sadece. Dizi internet jargonunu, gifleri, şakaları, spoiler kültürünü (Gezi direnişindeki duvar spoilerını hatırlarsınız) genel anlamda 2010’lu yılları değiştirdi/etkiledi; bugüne kadar hiçbir televizyon işinde göremediğimiz prodüksiyon kalitesi ve sanat ekibiyle (kahve bardaklarını saymazsak) şimdiye kadar yapılmış en büyük televizyon işi oldu.

Dizinin asıl gücü finalinden sonra her kesimden insanı harekete geçirmesi ve kendisi hakkında konuşmaya/düşünmeye itmesinden kaynaklanıyor. Hatta Rus Komünist Partisi, akademinin pop yıldızlarından Zizek ve sayamayacağım binlerce farklı kişi, kurum ve oluşum dizi hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Rus Komünist Partisi, üyeleri arasında dizinin takipçileri olduğunu ve son sezonun yeniden çekilmesi gerektiğini düşündüklerini söyledi. Zizek, dizinin liberal muhafazakarlık öğretisini desteklediğini ve hiçbir devrimin başarıya ulaşamayacağı mesajını verdiğini söylüyor. Liberal feminist kaynaklar ise dizinin kadın karakterlerin elinden gücü alarak var olan ataerkil düzeni onadığını düşünüyor. Eleştirilerin haklılık payı olsa da bizce insanların kaçırdığı nokta şu ki; aslında bütün hikâye savaş karşıtlığı ve gücün yozlaştırıcı etkisi üzerine yazılmıştı. Gücün hangi sınıfa, cinsiyete ait olduğu veya ne için kullanıldığının çok da bir önemi yoktu.

Yazarların kişiliklerinin, ideolojilerinin, yetkinliklerinin eserlerini etkilediğinin genel geçer kabul görmüş bir olgu olduğunu kabul edebiliriz. Bu etkiler bizim evrenimizde geçen hikâye ve romanlarda gerçekliğimiz, konjonktür, önyargılar gibi olgular sebebiyle yazarların oto kontrolleriyle makul seviyelere indirilir. Ancak fantastik, bilimkurgu, gotik gibi bizim evrenimizde geçmeyen tamamen kurgu evrenlerde böyle bir oto kontrole gerek yoktur. Bu evrenler yazarları için çok daha bereketli ve özgür bağlamlardır. Fantastik edebiyat türünün kurucusu sayılan J.R.R Tolkien 1. Dünya Savaşı’na katılmış, “savaş endüstrisini” birebir görmüş bir filologdu. Yüzüklerin Efendisi’nde yeni diller yaratması, endüstriyel kötülüğü bütün çıplaklığıyla göstermesi bu sebeptendir. Gelelim içinde bulunduğumuz 10 yılın en popüler kurgusunu yaratan George R.R Martin’e; yazar CBC Canada ile yaptığı röportajında Vietnam Savaşı sırasında nasıl vicdani retçi olduğunu ve kendi pasifizminin boyutlarını anlatıyor. Ki bu karar ABD gibi bir devlette ömür boyu korkak damgası yiyip müthiş boyutlarda bir sosyal baskıyı beraberinde getirebilecek bir karardı. Bu cesareti gösterebilmiş yazarın hikâyesi elbette savaş ve iktidar karşıtı görüşlerinden etkilenecekti.

Bahsettiğimiz bu durum hikâyede nerelerde karşımıza çıkıyor?

İlk bölümünden itibaren Taht Oyunları’nın oyuncularının iktidar savaşlarında trajik bir şekilde yok olduklarını görüyoruz. Robert Baratheon’un ölümünden sonra başlayan iktidar savaşına katılan 5 kral da bu savaşta öldü. Robert’in küçük kardeşi olan Renly, kendi öz kardeşinin emriyle ve kızıl cadının büyüsüyle suikaste uğradı ve 5 kraldan hayatını kaybeden ilk kişi oldu. Aslında yedi krallığın kralı olmak için savaşmayan babasının ölümü üzerine kuzeyi yedi krallıktan ayırmaya çalışan ve bağımsızlığını ilan etmeye çalışan Kuzeydeki Kral Robb Stark, Kızıl Düğün’de Freyler tarafından katledildi ve ölen 2’nci kral oldu. Bu arada eklememiz gerekiyor, Robb’a güç için ihanet edip onu katleden Freyler de daha sonra Arya Stark tarafından ortadan kaldırıldı. Babasının ölümü üzerine tahta geçen ve hemen hemen bütün Westeros halkının nefret ettiği Joffrey ise Mor Düğün’de zehirlenerek öldü ve taht kavgasında ölen 3’üncü kral oldu. Çoğu kişinin teorilerde tahta geçeceğini düşündüğü ve yanıldığı Stannis Baratheon ise Kışyarı Savaşı’nda Leydi Brienne tarafından Renly’i öldürdüğü gerekçesiyle öldürülüp taht uğruna ölen 4’üncü kral oluyor. 5’inci sırada ise yine kardeş kavgasına kurban giden Demir Adalar’ın kralı Balon Greyjoy var. Balon da Robb gibi Demir Taht için değil de kendi bölgesinin özgür kralı olmak ve doğan karışıklıktan mümkün olduğu kadar fazla yararlanmak için bu savaşa katılmıştı.

Westeros’da bunlar yaşanırken dizimizin Çılgın Kraliçesi olacak Daenerys Targaryen Essos’ta ne yapıyordu?

Rakiplerinden farklı olarak kendi ordusuna ve para kaynaklarına sahip olmayan Daenerys; savaşı için gereken unsurları 3 ejderhası ve “özgürleştirdiği” kölelerle sıfırdan kurmaktaydı. Hikâye anlatımı gereği Jon Snow’un birisini öldürürken her seferinden önce bundan duyduğu memnuniyetsizlikle Daenerys’in her can alışındaki kendini mutlak haklı görüşü arasındaki zıtlığı defalarca seyrediyoruz. Kurgu burada Jon ile Daenerys arasındaki benzer eylemlere verdikleri farklı tepkileri, zıtlığı bize göstererek ilerliyor.

Küçüklüğünden itibaren kendisini sürekli ezen ve suistimal eden abisi Viserys’in Khal Drogo tarafından öldürüldüğü sahnede yaşanan şiddet gösterisinden rahatsız olmayan bir Daenerys izliyoruz. Daha sonra ejderhaları köle efendilerini öldürürken takındığı aynı soğukkanlılığı ve vakur duruşu defalarca izliyoruz. Köle efendilerini çarmıha gererken yine aynı şekilde şiddeti idealleri uğruna kullanmaktan çekinmeyen ve haklı gören tavrı görüyoruz. Bütün bu şiddet gösterilerinde izleyici Daenerys’i haklı bulmaya başlıyordu ve dizi aslında bu sahnelerle finale hazırlık yapıyordu. Gücünü arttırdığı her olayda, her köle şehrini “özgürleştirdiğinde” kendine olan inancı artan, kendini insanları tiranların elinden kurtaracak bir kraliçe olarak gören Daenerys’i izliyoruz.

Aynı zaman dilimlerinde ise iktidarı sürekli reddetmesine rağmen iktidara/tahta doğru itilen, her can alışında Ned Stark tarafından öğretilen ilkeleri hatırlayan ve bunu bir zevk unsuru veya gereklilik olarak değil de bir ağırlık olarak gören Jon Snow’u görüyoruz.

Çoğu insanın izlerken özdeşlik kurduğu bu iki karakter birbirinin zıttı yönde bir gelişim gösteriyor. Dışsal tehditin bu iki karakter tarafından yok edilmesinden sonra da son savaşı izliyoruz. Bu savaşın hazırlık aşamasında da savaşta da aynı zıtlık görünüyor. Dönüm noktası Kralın Şehri’ndeki savaşta, şehrin teslim olmasına rağmen Daenerys ejderhasını halkı katletmek için kullanırken Jon kendi komutasındaki askerleri geri çekmeye çalıştığında yaşanıyor. Sonuç olarak savaş bitimi Jon yine istemediği halde -adeta kendi Wehrmacht’ına zafer konuşması yapmış- Daenerys’i öldürmek zorunda kalıyor. Bunun sonucunda da dizi boyunca iktidarın alegorisi olan iki varlık karşı karşıya geliyor: Drogo ve Demir Taht. Ejderha Drogo annesini öldürenin Jon değil de taht olduğunu anlıyor ve tahtı yok ediyor. Dizinin mutlak monarşinin bitişini anlatan sahnesi de tam olarak burada yaşanıyor. Ve sormak gerekir ki: Bütün bunlar yaşanırken ve bize 8 sezon boyunca bu durum hazırlanmışken Daenerys’in dönüşümü nasıl “hızlı” bulunabilir, Jon karakteri nasıl pasif ve gidişat üzerinde etkisi olmayan bir karakter olarak görülebilir? Aslında sebebi çok basit, giriş kısmındaki sorulara açıkça cevap verilmeyişiyle ve Zizek gibi marksist akademinin önemli isimlerinin meseleyi eksik okumalarının sebebiyle aynı; iktidarın ve savaşın doğasının pas geçilmesi ve/veya bu kavramların reddedilmemesi.

Toparlayacak olursak, yazarın savaş karşıtlığının hikâyenin bütün kısımlarına yansımış olduğunu görüyoruz. İktidarın yozlaşmayla olan ilişkisi ise, niyeti insanları özgürleştirmek olan Daenerys’in, halkı döneminin en büyük kitlesel imha silahıyla katletmesiyle anlatılabilir. Bakunin’in sözünün bu durumu hepimiz için özetleyeceğini düşünüyorum: “En ateşli devrimciyi alın, ona mutlak iktidar verin, bir yıl içinde Çar’dan daha zalim olacaktır.”*

7 krallığın 6 krallığa dönüştüğü, yönetim şeklinin seçimli monarşiye döndüğü konsey sahnesinden sonra ise iktidarı elinde tutan grubu görüyoruz. Güce sahip olan Bran’in yöneticilerine “Siz krallığı yönetin, ben ejderhayı bulacağım.” dediğini duyuyoruz. “Ejderhayı bulmak” size ne anlam ifade ediyor bilmiyorum ama durumun çok net olduğunu düşünüyorum. Bir ejderha varsa iktidar hep tehlike altında kalacak. Peki sizce ejderhayı bulduktan sonra kötürüm, neredeyse fani hiçbir isteği kalmamış olan Bran’ın ne yapacağını düşünüyorsunuz? Ya da daha doğrudan soralım; “Dracarys” demeyecekseniz bir ejderhayı neden bulmaya çalışırsınız?

Burak Aktaş

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Taht Yoksa Savaş Yok – Burak Aktaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/11/taht-yoksa-savas-yok-burak-aktas/feed/ 0
Anarşist Ekonomi Tartışmaları (29): Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme – 2 https://meydan1.org/2018/02/16/anarsist-ekonomi-tartismalari-29-kapitalizm-sabotaj-yoluyla-buyume-2/ https://meydan1.org/2018/02/16/anarsist-ekonomi-tartismalari-29-kapitalizm-sabotaj-yoluyla-buyume-2/#respond Fri, 16 Feb 2018 09:39:03 +0000 https://test.meydan.org/2018/02/16/anarsist-ekonomi-tartismalari-29-kapitalizm-sabotaj-yoluyla-buyume-2/ İktidar dürtüsü, tarih boyunca bütün sözde uygar toplumlara yayıldı. Kapitalizm bu açıdan sadece maliyeti yükseltti. Son iki yüzyılda, toplumsal üretim ve enerji ölçütleriyle öncekilerin hepsinin toplamını aşan yeni bir mega-makine yarattı. Ve bize göre, bu süreci yönlendiren şey, daha hızlı bir enerji dönüşümü ya da daha yüksek bir “yaşam standardı” değil, iktidarın kendisinin güçlenmesinden ibarettir. […]

The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (29): Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimize, önceki sayılarda ilk üç bölümünü aktardığımız ve kapitalizmin büyüme yanılsamasını inceleyen makale ile devam ediyoruz. Makalenin yine kısaltarak alıntıladığımız 4-8. bölümleri, genel olarak iktidar odaklı yapıların ve hiyerarşinin sosyoekonomik özelliklerini inceliyor. Bu bölümler, büyük ve ekonomik olarak gelişmiş toplumların zorunlu olarak hiyerarşik olacağı iddiası gibi, egemen devletçi düşünce akımlarının yarattığı mitleri parçalaması açısından önemli bir okuma olarak karşımıza çıkıyor.

İktidar dürtüsü, tarih boyunca bütün sözde uygar toplumlara yayıldı. Kapitalizm bu açıdan sadece maliyeti yükseltti. Son iki yüzyılda, toplumsal üretim ve enerji ölçütleriyle öncekilerin hepsinin toplamını aşan yeni bir mega-makine yarattı. Ve bize göre, bu süreci yönlendiren şey, daha hızlı bir enerji dönüşümü ya da daha yüksek bir “yaşam standardı” değil, iktidarın kendisinin güçlenmesinden ibarettir.

Sermayeleşen iktidarı güçlendirmek demek, direnci yenmek demektir. Dağınık halde bulunan nüfusların fiziksel olarak veya sanal olarak yoğunlaşmasını ve kontrol edilen bir sosyal şebekeye kurumsal olarak kilitlenmesini gerektirir ve bu dönüşüm çoğu zaman taban tarafından yönlendirilmez. Köylüler kent kitleleri olmaya gönüllü olmazlar ve kent kitleleri kapitalist hiyerarşide bir düğüm noktası haline gelmeye can atmazlar.

Yerlerinden kovulmaları ve tuzağa düşürülmeleri, özendirilmeleri ve koşullandırmaları, tehdit edilmeleri ve zorlanmaları gerekir. Dahası, bir kez kurumsal hale geldikten sonra, örgütlü iktidarın dayatmaları kendi kendini yenileme eğilimindedir. Bir yandan, iktidarlarını uygulayanlar bunu yapmayı bırakamazlar: Gılgamış gibi ölüm korkusunun pençesinde, her ne pahasına olursa olsun iktidarını sürdürmeye mecbur olurlar ve üzerlerinde Hobbes’un laneti, karşı güç tehdidi olduğu için bir an bile duramazlar -aksi halde iktidara aç diğer hükümdarlara av oluverirler.

Hiyerarşi

Hiyerarşinin rolünü anlayan ilk modern düşünürlerden biri, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev eseriyle Estienne de La Boetie idi. Bilinenin aksine, der La Boetie, zorbanın iktidarının temeli, en azından doğrudan şekliyle, zor kullanmak değildir: “Tirana destek olan ve tüm ülkeyi kulluk altında tutan hep dört ya da beş kişidir. Bu altı kişi şeflerini o kadar başarıyla idare eder ki, o yalnızca kendi kötülüklerinden değil, hepsinin yaptıklarından sorumlu tutulur. Bu altı kişinin de çıkar sağladıkları altı yüz kişisi vardır. Altı kişi tiranla birlikte ne yapıyorsa, bu altı yüz kişi de altı kişiyle aynısını yapar. Bu altı yüz kişi himayesinde altı bin kişi tutar; bunlara rütbe verilir, bölge amiri ya da mali idareci olarak atanırlar. Gerektiğinde emirlerini yerine getirerek aç gözlülüğün ve zalimliğin araçları olurlar. O kadar çok zarar verirler ki altı yüzün himayesi olmadan ne hayatta kalabilir, ne de yasadan ve cezadan kaçabilirler. Bütün bunların sonucu gerçekten ölümcüldür. Ve bu karmakarışık çileyi çözmek isteyen kimse, altı bin değil yüz bin, hatta milyonların tirana bu iple bağlı olduklarını görür.”

Hiyerarşinin en önemli özelliklerinden biri, son derece modüler olabilmesi, bu nedenle kolayca disipline edilebilmesi ve hızlıca yeniden kurulabilmesidir. Malcolm Bosse’un The Warlord’u, standartlaştırılmış ve tamamen otomatikleştirilmiş bir savaş makinesi olan on üçüncü yüzyıl Moğol ordusunun üstünlüğünü tasvir ederken, enerji ile hiyerarşik güç arasındaki iki yönlü ilişkinin özüne işaret eder.

Kooperatif İş Birliği

İlginç bir karşı örnek ise, Xenophon’un Anabasis ya da On Binlerin Yürüyüşü’nde sunulur. Çok daha büyük bir ordu ile çevrili, tedarikten yoksun ve onlara ne yapacağını söyleyen komutanları olmayan on binler, ölüme mahkûm görünüyordu. Ancak mucizevi bir şekilde talihi yenmeyi başardılar. Yunanistan’a geri dönmek için savaşarak uzun bir geri çekilme başlattılar ve sonunda nispeten az kayıpla eve ulaştılar.

Xenophon’un doğrudan deneyimleyip anlattığına göre başarılarının sırrı, ordularını yeniden organize ederken, geri çekilmeyi planlarken ve planlarını gerçekleştirirken aldıkları tutumdur.

Onların yeniliği, ikinci bir örgütsel boyut getirmekti. Pers ordusunun yapısı, itaatkâr dişlilerin tek boyutlu bir hiyerarşisi iken, Yunan askerler iki boyutlu bir hareket tarzı geliştirdiler. Çatışmada hiyerarşik davrandılar. Fakat strateji kurarken “yürüyen bir demokrasi… Müzakere edip eyleyen; Asya’nın ortasına sürüklenmiş bir Atina simgesi” gibiydiler.

Demokratik dürtü askerlerin kendilerinden geldi. Yağmanın cazibesiyle lekelenmesine rağmen, gevşek de olsa hala, Yunanistan’ın demos-kratia etiğini -toplumun doğrudan kendi üyeleri tarafından yönetilmesi gerektiği fikrini- taşıyorlardı. Demokratik etik, onları kişisel olarak sorumluluğu üstlenmeye ve özerk varlıklar olarak kooperatif iş birliğine zorlamıştır; bu da onları tek başlarına daha iyi askerler yapmakla kalmamış, aynı zamanda çevrelerindeki köle temelli imparatorluk ordularına kıyasla daha etkili bir savaş gücü yapmıştır.

Şüphesiz, bu sadece bir karşı örnektir. Fakat değerlidir çünkü genel bir ilkeyi gösterir: Özerk iş birliği, tabiatı gereği hiyerarşik yönetime göre daha esnektir. Anabasis’in gösterdiği gibi, özerk olarak örgütlenmiş gruplar gerekli görürlerse hiyerarşiye başvurabilirler ama hiyerarşik gruplar aniden özerk olamazlar.

Özerk iş birliği, insan girişimlerinin en yıkıcı olanında bile etkinliği artırabiliyorsa, yaratıcı örgütler ve kurumlarda neler yapabilir?

Liberal ekonomi politik, özellikle de neo-klasik dogması hem hiyerarşiyi hem de iş birliğini kötüler; ilkini Fransız ihtilali öncesi rejiminin kalıntısı olarak, ikincisini ise bir sosyalist tehlike olarak görür ve her ikisini de ahlaksız, adaletsiz ve son tahlilde verimsiz olarak görür. Liberallere göre en iyi düzenleyici mekanizma herkesin herkese karşı olduğu, Hobbes’cu bir ekonomik savaş, tam rekabettir. Bu zalim kozmosta uygun olan yaşar ve uygunsuzluklar yok olur. Ve o dünyada uygun olmak demek üretken ve verimli olmak demek olduğu için, görünmez el (arz ve talep) aracılığıyla yürütülen, sonu gelmeyen bir ekonomik savaş, mümkün olan en iyi dünyayı garanti eder.

Yirminci yüzyılın başında kapitalizmin küresel krizi, komünizm ve faşizm hepsi aynı anda yükselirken, daha geniş çapta Kartezyen-Newtoncu dünya görüşüne itirazlar karşısında bu resmi tutuculuk yumuşamaya başladı.

İtirazlar birçok farklı alandan geldi. Kuantum mekaniği, dikkati ayrı nesnelerden sadece bağlantılara kaydırarak “nesnelliğin” anlamını ve gözlemcinin gözlenenden ayrı tutulmasını sorguladı. Gestalt psikanalizi algının bütünleyici ve indirgenemez niteliğine odaklandı ve biyoloji, canlı dünyayı ve çevresini anlama kabiliyetimizi sorgulayarak, onun yalnızca aşağıdan yukarı değil, aynı zamanda yukarıdan aşağı, “ortaya çıkan” özelliklerin bileşenlerinin toplamını aştığı karmaşık bir sistem olarak düşünüldüğü biyosfer kavramını keşfetmeye başladı.

Bu itirazların hepsi canlı sistemleri destekleyen kooperatif unsurlara vurgu yapıyordu. Düzen yaratmak için enerji gereklidir. Ancak enerjinin yakalanması kendi başına bize dönüşümün etkinliği ya da düzen oluşturma kabiliyeti hakkında, hele de yol açtığı düzenin özellikleri hakkında pek bir şey söylemez. Bunlar için, fizikçi-filozof David Bohm’un oluşturucu düzen dediği şeyi anlamamız gerekir. Konumuz bağlamında, enerjinin kullanımını yönlendiren bu özel “algoritmayı” belirleyen en kritik unsurun, bir tarafta iktidar ve çatışma, diğer tarafta iş birliği ve ortak yaşamanın birbirlerine karşılıklı tepki verme biçimleri olduğunu düşünüyoruz.

Verimlilik

Stratejik sabotajın temel dayanaklarından biri, iktidarı uygulamak için toplumsal verimliliği baltalamasıdır. Toplumsal verimlilik enerji yakalamakla aynı şey değilse de, temel mantığı aynıdır. Stephen Marglin’in çığır açan çalışmasına göre, yöneticiler sürekli ve rutin olarak yönetilenlerin verimliliğini zayıflatırlar. Romalılar köleleri tuğla ve seramik “fabrikalarına” koyduğu zaman, Avrupalı feodal lordlar el değirmenlerini yasaklayıp su değirmenini dayattığı zaman, iç savaş sonrası Amerikalı toprak sahipleri küçük çiftçiyi kredili bir sistem olan ortakçılığa zorladığı zaman ve Stalin, Sovyet tarımını kolektifleştirdiği zaman… Bu örneklerdeki yöneticilerin amaçları, verimliliği düşürmek pahasına da olsa, “uyruklarını” daha kolay yönetilebilir kılmaktı. Ve aynı iddia, kapitalist üretimin ortaya çıkışı için de geçerlidir. Marglin’e göre, İngiliz kapitalistler açıkça yetersiz madencilik tekniklerini korudular, makinelerin icadından çok daha önce faktör sistemini getirdiler ve özellikle de yok etmeye çalıştıkları verimli emek kooperatiflerine kıyasla teknik açıdan verimsiz olan ayrıntılı iş bölümü üzerinde ısrar ettiler. O zamandan bu yana çok şey değişmedi.

Kapitalizmde kapasite-altı kullanım -ister üretimle ölçülsün, ister enerjiyle- resmi istatistiklerde görülmez. Peki neden? Çünkü genelde %70-90 arasında değişen kapitalist kapasite kullanım ölçüleri mutlak bir maksimuma göre değil, kapitalistlerin kâr açısından uygun gördüğü çok daha düşük bir düzeye göre ölçülür. Bu yerleşik tutarsızlığı işaret eden ilk yazarlardan biri olan Thorstein Veblen’e göre, eğer üretimi kapitalist maksimumla değil, “teknolojik” olanıyla karşılaştırsaydık, kullanım oranları yüzde 25’te kalırdı. Gerçekten de, son zamanlarda askeri üretim gibi bazı sektörlerde yapılan tahminlerde bu oran sadece yüzde 10’dur.

Peki neden yapay kapitalist ölçümlerden vazgeçip, mevcut teknolojinin sınırladığı gerçek kapasiteyi tahmin etmiyoruz? Sebep, söz konusu bütün bir toplum olduğunda, bu gerçek kapasitenin bilinememesi olabilir. Bir toplumun enerjiyi yakalama kabiliyeti, örgütlenme biçimine bağlı olduğu için maksimum kapasitesini belirlemenin tek yolu, -en hiyerarşik kumanda biçiminden en özerk iş birliği formlarına kadar- olası tüm örgütsel biçimlerin seviyelerini sıralamak ve en yüksek yakalama oranını referans olarak kullanmaktır. Gerçi bu karşılaştırmayı yapmak, özellikle de yeterince büyük ölçekte, imkânsız değilse bile zordur. Peki neden? Çünkü kurumlar ve siyasetler iktidar uğruna iktidar tarafından yönlendirildiğinde, kooperatif girişimleri sistematik olarak yıldırmak, önlemek ve engellemek eğilimindedirler. Bu eğilim, girişimler özerk olduklarında daha fazladır, büyük olduklarında çok daha fazladır ve başarılı olurlarsa kesindir. Ve bu sistematik dışlanma nedeniyle yatay kooperatif örgütler ve siyasetler çok az ve uzakta oldukları için, gerçekten özerk olanları ise neredeyse yok olduğu için karşılaştırma yapılacak hiçbir temel bulamıyoruz.

Ancak yine de çarpıcı örnekler var. CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) davasını ortaya koyan Knorr-Cetina ve Ulf Martin’den alıntılıyoruz. CERN dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuvarını -şimdiye kadar oluşturulmuş en güçlü enerji dönüştürücülerinden birini- işletiyor. Karmaşıklığı akıllara durgunluk verir: çok sayıda devletin iş birliğini içerir; tesisleri yüzlerce kurum tarafından kullanılmaktadır; çalışan 13.000’den fazla kişi, binlerce bilim insanı ve 10.000’den fazla ziyaretçi uzmandan oluşmaktadır. Rekor düzeyde enerji yakalamasına ve yüksek karmaşıklığına rağmen CERN örgütü oldukça yataydır.

CERN gibi teknik olarak en karmaşık faaliyetlerin sınırlı hiyerarşiyle ve görece iktidar olmadan koordine edilebildiği göz önüne alındığında, aynı şey teknik olarak daha basit ve karmaşıklığı çok daha az görevlerde neden yapılamasın?

Bu soruyu cevaplamak için, enerjinin hangi amaçla kullanıldığını incelemeliyiz. Hiyerarşik toplumlarda yakalanan enerjinin büyük bir kısmı maddi kazanç, geçim ve refah için ayrılmaz; hiyerarşik yapının sürdürülmesi ve pekiştirilmesi için kullanılır.

Direniş

Bize göre direniş iki biçim alır; iktidar-yerine-geçen direniş ve iktidar-karşıtı direniş. Birinci biçim iktidar mücadelesinin kendi içinde vardır ve bir oluşumun iktidar dayatma çabaları hemen her zaman karşısında aynı iktidarı dayatmak isteyen diğer oluşumları bulur. Örneğin kapitalizmde hükümetler, şirketler, sendikalar, dini aygıtlar, suç şebekeleri ve diğer bu tip örgütler sürekli olarak birbirlerinin iktidarı ile rekabete girerler ve bu da iktidarın her zaman direnişle karşılaştığı anlamına gelir.

İkinci direniş biçimi iktidar mücadelesinin dışındadır. Bir iktidar arayışından değil; tersine, iktidarın reddinden kaynaklanır -yani, hiyerarşiyi tamamen kaldırma ve yerine özerkliği ve iş birliğini koyma arzusu. Bu ikinci yönelim çoğunlukla görünmez, hiyerarşik iktidarın ölü yükünün altında kalmıştır, ama her zaman oradadır- çünkü olmasa, üzerinde egemen olunacak hiçbir şey olmazdı ve daha baştan iktidar olmazdı.

İktidar çoğunlukla örgütsel ve kurumsal hiyerarşiler yoluyla dayatılır ve iktidar arayışı sürekli olduğundan, hiyerarşilerini yaratma ve genişletme yönelimi de süreklidir. Bunların sonucu daimi ordular, örgütlü din, yasal sistem, çeşitli bürokrasiler, polis kuvvetleri, sürekli propaganda ve diğer alanlara özel bazı kurumların yanı sıra, hem toplumun fiziksel olarak sürdüren hem de hiyerarşik düzeni koruyan ve genişleten sayısız çift-amaçlı etkinlikler…

Dahası, iktidar hiyerarşilerinin oluşumu genelde “otokatalitik bir yayılım” ile kendini besler (Martin 2016). Dayatılan iktidar ve sabotajı ne kadar güçlü olursa, ona karşı direniş o kadar artar ve dolayısıyla bu direnişi kontrol altına alıp yenmek için daha da fazla hiyerarşi ve sabotaj gerekir. Bu otokatalitik yayılım sonucunda iktidar-odaklı toplumlar gittikçe daha “karmaşık” görünür. Ancak karmaşıklık öğrencilerinin çoğu, bu türetmeyi kabul etmez. Biyolojik-ekonomik perspektiften bakarak, genelde toplumsal “karmaşıklık” kavramını olumsuz değil olumlu olarak, toplumsal ölçeğin kaçınılmaz bir unsuru olarak düşünürler. Örneğin Tainter’a göre, toplum ve enerji kullanımı ne kadar büyük olursa, onu koordine etmek o kadar zor olur. Koordinasyon problemleri ne kadar büyük olursa, çözümleri o kadar zor ve karmaşık olur ve çözümler yerel, kısa vadeli düzeltmeler sağlasa da, genelde uzun vadede toplumu daha da karmaşık hale getirirler. Böylece yeni çözümlere ve dolayısıyla daha büyük karmaşıklığa ihtiyaç duyan başka sorunlar yaratırlar.

Ancak bizce karmaşıklık konusunda bu olumlu düşünme son derece yanıltıcı olabilir. Bize göre iktidar odaklı toplumlarda karmaşıklığın kaynağı, verimliliği artırma çabası değil; iktidarın çıkarları için verimliliği kontrol etme ve zayıflatma çabasıdır. O zaman, toplumsal karmaşıklık bir “problem çözme stratejisinden” çok sabotajla birlikte gelen ve onun etkisini arttıran bir araç olarak, kendiliğinden yayılan iktidar biçiminin doğasında bulunan olumsuz bir özellik olarak incelenmelidir.

Bize göre, iktidar odaklı karmaşıklıkların çoğu bilinçli olarak ortaya çıkmamış, başta birbirinden ayrı birçok stratejik sabotaj biçiminin birleşmesinden ortaya çıkmıştır. Gıda, tıp ve eğlence sektörlerinin küresel olarak giderek artan merkezileşmesi ve politikleşmesini ele alalım. Geçtiğimiz yarım asır boyunca bu süreçlerin kesişimi, ucuz çöp-gıda diyetinin dayatılması, ilaç tedavisinin kitlesel düzeyde aşırı kullanımı, pasif eğlence ve fiziksel eylemsizlik yoluyla nüfusun artan bir şekilde uyuşturulması ile sonuçlandı. Başta birbirinden ayrı stratejik sabotaj biçimlerinin nihai sonucu dünya çapında bir obezite salgını, diyabet, kalp hastalığı ve zihinsel hastalıklar oldu ve bunlar da gittikçe yayılarak enerji emen ve her biri “sorunu çözmeye” adanmış toplumsal, tıbbi ve yasal hiyerarşiler karmaşıklığına yol açtı. Burada da, ortaya çıkan karmaşıklık büyük ölçüde istemeden yapılmıştır, ancak bu karmaşıklığın hiyerarşik iktidarı desteklemek için oluşturulduğu ve sürdürüldüğü göz önüne alındığında, tanım gereği, emdiği enerjinin çoğu sonunda yaşamsal ihtiyaçlara ve refaha değil, stratejik sabotaja gider.

Son olarak, iktidar-odaklı karmaşıklığın çoğu büyük ihtimalle bilinçli oluşturulmamışsa da, bazıları açıkça önceden planlanmıştır. Örneğin, bilgisayar donanımı ve iletişim ağlarının engellerle dolu tasarımları kasten karmaşıktır; tıpkı yasal sistemin Kafkaesk unsurları ve modern muhasebe ve finansın çapraşık ve çoğu zaman anlaşılamayan labirentleri gibi. Bu kasıtlı karmaşıklıkla yakalanan enerji, refaha ve yaşamsal ihtiyaçlara çok az katkı yaparken hiyerarşik iktidara bol miktarda katkıda bulunur.

 

Shimshon Bichler ve Jonathan Nitzan, 2017


Çeviri: Özgür Oktay

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (29): Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/02/16/anarsist-ekonomi-tartismalari-29-kapitalizm-sabotaj-yoluyla-buyume-2/feed/ 0
Gezi Hüseyinlerin Değil Halkın Direnişi – Furkan Çelik https://meydan1.org/2017/09/30/gezi-huseyinlerin-degil-halkin-direnisi-furkan-celik/ https://meydan1.org/2017/09/30/gezi-huseyinlerin-degil-halkin-direnisi-furkan-celik/#respond Sat, 30 Sep 2017 09:13:36 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/30/gezi-huseyinlerin-degil-halkin-direnisi-furkan-celik/ 15 Temmuz darbe girişiminin ardından başlayan tutuklama-yargılama süreçleri algı operasyonlarını da beraberinde getirdi. Bunlardan biri İstanbul eski Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun ve İstanbul Emniyet eski Müdürü Hüseyin Çapkın’ın “FETÖ”den tutuklanması oldu. Devlet Hüseyinleri tutuklamıştı ancak görev yaptıkları dönemde patlak veren Taksim Gezi direnişini de unutmadı. Coğrafyanın her yerine sıçrayan direnişi “FETÖ” ile ilişkilendirerek hem yapılan […]

The post Gezi Hüseyinlerin Değil Halkın Direnişi – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

15 Temmuz darbe girişiminin ardından başlayan tutuklama-yargılama süreçleri algı operasyonlarını da beraberinde getirdi. Bunlardan biri İstanbul eski Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun ve İstanbul Emniyet eski Müdürü Hüseyin Çapkın’ın “FETÖ”den tutuklanması oldu. Devlet Hüseyinleri tutuklamıştı ancak görev yaptıkları dönemde patlak veren Taksim Gezi direnişini de unutmadı. Coğrafyanın her yerine sıçrayan direnişi “FETÖ” ile ilişkilendirerek hem yapılan eylemlerin altını boşaltmak istedi, hem de işlediği cinayetlerin faturasını kolay yoldan kesti. Direnişi “FETÖ” örgütlemişti, eyvah kandırıldık!

Hüseyinler haklarında 3’er kez ağırlaştırılmış müebbet ile yargılanıyorlar ve haklarında daha bir dolu suçlama var. Bunlardan bizi ilgilendireni Gezi Parkı ile ilişkilendirdikleri kısım. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın “eylemcilerin sokakları ele geçirmesine göz yumması” ve aynı dönemde İstanbul Valisi olan Hüseyin Avni Mutlu’nun “Gençler, Gezi parkında kuş sesleri, ıhlamur kokusu ve arı vızıltısıyla huzurlu bir sabah varmış doğru mu? Aranızda olmak isterdim” şeklinde tweetler atması eylemcileri meşru gösterdiği suçlamalarıyla Gezi Parkı eylemlerinin önünü açtığı dillendiriliyor. Bu suçlamalar “havuz medyasında” büyük bir algı seçiciliği ile servis ediliyor. Neden mi? Gezi Parkı olaylarının arkasında “FETÖ”var!

Hafızalarımızdan silinmeyecek direnişe değinmeden önce eski dostlar yeni düşmanlar Hüseyinlerin sabıkalarına bir bakmak gerek. Çapkın Hüseyin’in İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne kadar yükselişi boşuna değildi. Gittiği her ilde devletin bekası için çalıştı. Halka yapılan işkence ve zor kullanmalarda bireysel inisiyatifini fazlasıyla kullandı. 1995 yılında Manisa’da 16 yaşındaki lise öğrencisi bir genç operasyonla gözaltına alındı. 11 gün boyunca Manisa Emniyet Müdürlüğü’nde işkence gördü. Raporlar, ifadeler vs… İşkence kanıtlandı. Genç kurtuldu kurtulmasına ama işkenceci polisleri kollayan, mahkeme kararlarını dahi geçiştiren, işkencecilerin görevlerine devam etmelerini sağlayan görevine henüz yeni artanmış olan Hüseyin Çapkın’dı. İzmir’de başka bir genç, Baran Tursun, polisler tarafından “dur” ihtarına uymadığı için vuruldu. Olay, tutanaklara “trafik kazası” olarak geçirilmişti ama hastanede Baran’ın kafasının arkasında belirgin kurşun yarası vardı. Baran Tursun cinayetinin peşini bırakmayan ailesi dava süreci boyunca polisler tarafından tehdit edildi, haklarında polise hakaretten bir dolu dava açıldı. Olayı örtbas etmek isteyen, katil polisleri kollayan dönemin İzmir Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’dı.

Bugün “güven timi” olarak sokaklarda terör estiren sivil polis anlayışının “sokak timleri” ve “huzur timleri” olarak projelendirilmesini sağlayan ve esnafın polise bilgi vermesi için bu timi kullanmayı savunan da Hüseyin Çapkın’dır. Polislere GBT (Genel Bilgi Tarama) üzerinden ödüllü puan sistemi getirerek halkın yol üzerinde saatlerce bekletilip aranması talimatını getiren de bilin bakalım kim?

Gelelim diğer Hüseyin’e. Hüseyin Avni Mutlu’ya. Kürt halkına yönelik yoğun saldırıların olduğu dönemlerde Kürt illerinde görevini “layığı” ile yerine getirdi. Tarih 28 Eylül 2009. Diyarbakır-Bingöl sınırı Lice’nin Şenlik köyü. Bir mezrada 12 yaşındaki Ceylan isimli kız çocuğu parça parça edildi. Mayın olsa yerde çukur olur, patlayıcı olsa eli yüzü harap olur. Ama öyle değildi. Doğrudan tepeden inme bir bombayla parça parça edildi. Yıllarca katliama ilişkin ne soruşturma açıldı ne de dava. Yetkililer göz göre göre sessiz kaldılar. O zamanın Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu’ydu. Tarih 1 Mayıs 2013. 1 Mayıs Emek ve Dayanışma gününü Taksim Meydanı’nda kutlamak isteyen 17 yaşındaki Dilan arkadaşlarıyla beraber Tarlabaşı’ndan Taksim Meydanı’na gitmek istiyordu, istediği buydu. Taksim Meydanı’na ulaşan her sokak polisler tarafından abluka altına alınmıştı. Meydana ulaşmak isteyenlere polis saldırıyordu, o sırada isabet etti Dilan’ın başına gaz bombası. Aylarca komada kaldı, ölümle pençeleşti Dilan. Emri veren de, “ne yapacaktık ya?” diyen de İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’ydu. AKP döneminin savaş politikasına hizmet etmek için sıkça bölgeye giden Hüseyin, “barış” sürecine uygun vali imajı ile Diyarbakır Valiliği’ne atanmış ancak devletin sözde barış altındaki savaş politikasını eksiksiz yerine getirmişti. “Barışçıl” olmaktan zerre anlamadığını son olarak Gezi eylemlerinde de gördüğümüz, yüzlerce insanın yaralanmasına, ölüme sebebiyet veren kişi de Hüseyin Avni Mutludur.

Gelelim “Hüseyinler”in arkasına saklanan algı operasyonuna, yani Taksim Gezi Direnişi’ne. Taksim Gezi Direnişi’nin patlak verdiği dönemde Hüseyinler’den biri İstanbul Valisi diğeri İstanbul Emniyet Müdürü’ydü. Ne büyük rastlantı değil mi? Değil aslında, her ikisi de bu dönemde iktidarın sadık ve güvenilir iki dostuydu.

Hafızalarımızdan silinmeyecek direnişin ilk günlerinde gerçekleşen zabıta-polis iş birliğindeki saldırılar Hüseyinler tarafından koordineli bir şekilde gerçekleştirildi. 31 Mayıs günü İstanbul’un farklı semtlerinden Taksim’e gelen yüz binlerce insan, başta İstiklal Caddesi olmak üzere, tüm ara sokakları, Tarlabaşı’nı, Dolmabahçe’yi, Halaskargazi Caddesi’ni, Gümüşsuyu yokuşunu doldurup dört bir yandan Taksim’e yürümek istiyordu. Bu muazzam kararlılığa karşı devlet güçleri bir meydanı sadece 24 saat tutabilecekti. 31 Mayıs akşamüstü polisin yoğun saldırısı ile İstiklal Caddesi kontrol altına alınmıştı, fakat ara sokaklarda eylemciler sabaha kadar bekleyerek sokakları tutmaya devam etti. Sokaklardaki inat “sık bakalım sık bakalım” diye slogan atarken polisler yorgun ve aptallaşmış bir şekilde ambulanslarla oradan oraya biber gazı nakletmekle uğraşıyordu. Taksim’deki kararlılığa destek için aynı anda coğrafyanın her yerinde başlayan eylemler oldu. Gündüz gece demeden süren bu eylemler iktidarı fazlasıyla korkuttu. Sadece 48 saat içinde Türkiye genelinde 5 bin 685 kişi gözaltına alındı. Yüzlerce kişi polis saldırılarında yaralandı. 7 devrimci genç katledildi. 4 yıl oldu ancak Taksim Gezi Direnişi hafızalarımıza öyle bir kazındı ki, bizler unutturmamak; düşman algı operasyonlarıyla unutturmak için hala çabalıyor.

Unutmamak gerekir; çünkü örgütlü bir halkın gücü karşısında hiçbir güç duramaz. Hatırla, polis Taksim meydanından nasıl da kaçmıştı, arkasına bile bakmadan. Arkasında onlarca ekipman ve polis aracını bırakarak… Dönemin başbakanı Reis Tayyip, aniden yurtdışı gezisi organize edip “durumları” ülke dışından yutkunarak izlemişti. Zenginler sofrasında “Geziciler” iftar bile açmışlardı, unutma.

Unutmamak gerekir; Ethem Ankara’nın göbeğinde silahla, Filistinli Lobna Allani Taksim’in ortasında fişekle vuruldu. Okmeydanı’nda Berkin, 1 Mayıs Mahallesi’nde Mehmet, Eskişehir de Ali İsmail, Hatay’da Ahmet Atakan, Abdocan… Unutma Taksim’de yanan ateş sokak sokak sıçradı, her yere yayıldı. Biz kazandık unutma.

Tüm bu süreçte “polise emri ben verdim”, “polisimiz destan yazdı” diyen Tayyip, şimdi emir verdiklerini “FETÖ”cü diyerek attı içeri. Bir algı operasyonunun, Taksim Gezi Direnişi’nin ardında “FETÖ” var diyebilme uğraşıdır Hüseyinler.

Hafızalarımız gerçekleri unutmuyor, unutmayacak! Ethem’in, Berkin’in, Ahmet’in, Ali İsmail’in ve diğer kardeşlerimizin katillerinin kim olduğunu unutmadığı gibi, “emri veren”leri unutmadığı gibi, Hüseyinler’in kim olduğunu unutmadığı gibi!


Furkan Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Gezi Hüseyinlerin Değil Halkın Direnişi – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/30/gezi-huseyinlerin-degil-halkin-direnisi-furkan-celik/feed/ 0
Kavga Edenler Kaybetmez Heather Heyer Yaşayacak – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2017/09/26/kavga-edenler-kaybetmez-heather-heyer-yasayacak-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2017/09/26/kavga-edenler-kaybetmez-heather-heyer-yasayacak-zeynel-cuhadar/#respond Tue, 26 Sep 2017 10:03:12 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/26/kavga-edenler-kaybetmez-heather-heyer-yasayacak-zeynel-cuhadar/ IWW (Dünya Endüstri İşçileri Sendikası) üyesi Heather Heyer’in yaşamını yitirdiği, dokuz eylemcinin yaralandığı Charlotsville saldırısının üzerinden bir ay geçti. Heyer’in iş arkadaşı Marissa Blair; olaydan sonra verdiği bir röportajda şöyle söylüyordu: “İnandıkları uğruna kavga etmekten asla çekinmedi ve bu doğrular için kavga ederken öldü.” Yaşadığımız coğrafyada yıllardır şiddetin hemen her tasvirine tanık olduk. Dünyanın farklı […]

The post Kavga Edenler Kaybetmez Heather Heyer Yaşayacak – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

IWW (Dünya Endüstri İşçileri Sendikası) üyesi Heather Heyer’in yaşamını yitirdiği, dokuz eylemcinin yaralandığı Charlotsville saldırısının üzerinden bir ay geçti. Heyer’in iş arkadaşı Marissa Blair; olaydan sonra verdiği bir röportajda şöyle söylüyordu: “İnandıkları uğruna kavga etmekten asla çekinmedi ve bu doğrular için kavga ederken öldü.”

Yaşadığımız coğrafyada yıllardır şiddetin hemen her tasvirine tanık olduk. Dünyanın farklı yerlerinde, bizler gibi yaşayan ve bizler gibi mücadele eden birçok devrimci için paylaşılan bu acılar bugün daha çok ortaklaşmaya başladı.

Bu ortaklaşmanın odak noktasında, son dönemde dünya genelinde yükselişe geçen “yeni sağ” ve bunun ABD’ye yansıması olan Donald Trump iktidarı yer alıyor. Yalnızca Trump’un seçildiği gün olan 9 Kasım 2016’da 227, sonraki 10 günde ise toplam 867 nefret saldırısı gerçekleşti. Bu saldırıların 315’i göçmenlere, 221’i siyahlara, 112’si müslümanlara ve 109’u ise LGBTİ bireylere yönelikti.

Trump iktidarıyla yükselişe geçen saldırıların yanında gerçekleştirilen birçok anayasal düzenlemeyle bu saldırıların politik hattı da çizildi. Çocuk ve genç göçmenlere yasal statüler tanıyan ve kamuoyunda “Hayalciler” olarak bilinen DACA programı iptal edildi. Göçmenleri sınır dışı etmeyen şehir yerel yönetimlerinin (New York, Los Angeles ve Chicago, Austin, Oklahoma City vs. gibi) bütçeleri kesintiye uğradı. Kızılderililerin yaşam alanlarını yok etme üzerine kurulacak ve eylemler sonucu durdurulan “Keystone XL” ve “Dakota” boru hattı projeleri tekrar başlatıldı. Trump, devletin bu ırkçı ve göçmen karşıtı uygulamalarını, daha önceki iktidarların ikiyüzlü politik doğruculuğunun aksine, aymaz bir göçmen karşıtlığı ve ırkçı söylemle destekledi ve böylece Charlotsville’deki saldırıya zemin hazırlayan faşist ve ırkçı mobilizasyon tamamlanmış oldu.

Heyer’in ve birçoklarının uğruna yaşamını yitirdiği bu kavganın kökleri ise Amerika kıtasının Avrupalılar tarafından işgal edildiği yıllara dek uzanıyor. Heyer’in sembolize ettiği değerler, bugün çeşitli projelerle işgal edilmeye çalışılan topraklarını savunmak için direnişe geçen Kızılderili yerlilerin değerleridir.

1800’lerin başı, 50 yıl içinde 200.000 insanı zincirlerinden kurtaracak kölecilik karşıtı hareketin temellerinin atıldığı yıllar. 1811 yılında New Orleans yakınlarında, 1822’de Güney Carolina’da ve 1831’de de bugün Heyer’in katledildiği yer olan Virginia’da en büyük köle ayaklanmalarından biri gerçekleşir. Nat Turner isimli siyah bir kölenin etrafında birleşen 70 köle, güneş tutulmasıyla (ya da siyah adamın güneşe oturması sonrasında) ayaklanarak kapı kapı gezip köleleri özgür bırakmaya başlar. Bu isyandan sonra Nat Turner ve 55 köle kadın, erkek, yetişkin, çocuk demeden vahşice katledilir. Katliamın ardından bu eylemlerle kölelerin güvenli bölgelere kaçabilmesi için beyazların da içinde bulunduğu bir ağ kurulmuş olur. Heyer’in değerleri Turner ve binlerce isimsiz köle isyancının değerleridir.

Bu yüzyılın sonu tarih kitaplarında kölelikten kurtuluşun zaferi olarak görülürken, ezilenlerin zihnine köleliğin kabuk değiştirmesi olarak kazındı. Dün beyaz efendinin köleleri, bugün beyaz patronun işçileri haline gelmişti. Bu mücadelenin ateşi de ilk kez Haymarket Meydanı’nda yakıldı. “Günde 8 saat” diyerek fabrikalarda iş bırakan, devlete ve silahlı çetelerine karşı mücadeleyi büyütenler katil McCormick Harvester Şirketi’nin kapısı önünde direnişe geçti. Grev kırıcıları ve polisin saldırısını protesto etmek için ertesi gün Haymarket’te toplanan binlerce işçi “Hep beraber olursak, biz kazanırız.” diyordu. Eylemcilere polisin saldırdığı sıralarda, polislerin arasına atılan bir bomba bahane edilerek 7 anarşist işçi katledildi.

Son günlerde Amerika’nın gündemini işgal eden anti-faşist direniş, dün ile bugünü buluşturan bağları bize gösterir. Heather Heyer ve binlercesinin mücadelesi onların mücadelesidir!


Zeynel Çuhadar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Kavga Edenler Kaybetmez Heather Heyer Yaşayacak – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/26/kavga-edenler-kaybetmez-heather-heyer-yasayacak-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Taht Kavgası – Halil Çelik https://meydan1.org/2017/09/26/taht-kavgasi-halil-celik/ https://meydan1.org/2017/09/26/taht-kavgasi-halil-celik/#respond Tue, 26 Sep 2017 09:26:36 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/26/taht-kavgasi-halil-celik/ Seçimlerin peşi sıra dizildiği, her yıl yeni bir seçim dönemine girdiğimiz son dört yılın ardından, daha şimdiden adı konulmamış yeni bir seçim dönemi başladı: 2019 Başkanlık Seçimi. Hem yerel seçimin hem genel seçimin olacağı, hem de TC tarihinde ilk defa başkanlık seçiminin olacağı bir yıl olacak 2019. OHAL ile birlikte fiilen işleyen başkanlık, KHK’lar ile […]

The post Taht Kavgası – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Seçimlerin peşi sıra dizildiği, her yıl yeni bir seçim dönemine girdiğimiz son dört yılın ardından, daha şimdiden adı konulmamış yeni bir seçim dönemi başladı: 2019 Başkanlık Seçimi.

Hem yerel seçimin hem genel seçimin olacağı, hem de TC tarihinde ilk defa başkanlık seçiminin olacağı bir yıl olacak 2019. OHAL ile birlikte fiilen işleyen başkanlık, KHK’lar ile işlevsizleşen meclis, kayyumlar ile “arındırılmış” belediyeler görünen o ki, 2019’da yeni bir boyut kazanacak. Bunun hazırlıkları devlet iktidarının iki bloğunda da başlamış durumda. “Seçim startı verildi” gibi haberleri henüz pek duymasak da iktidar ve ana muhalefet partilerinde hassas terazi ile ince ince hesaplanan bir dönem başladı.

2019’da Cumhurbaşkanlığı seçimi ile beraber Başkanlık Sistemi’ne tam anlamıyla geçilmiş olacak. Tayyip Erdoğan yeni bir rejim, yeni bir sistem ile 10 yıl daha TC’yi biçimlendirmek istiyor. Öte yandan muhalefet ise geçtiğimiz referandumda bu durumu engellemeye çok yaklaştığı düsturuyla Tayyip Erdoğan’ı seçtirmemek için stratejiler geliştiriyor. Yandaş kalemşörlerin vurguladığı “Başkan Erdoğan” döneminin başlaması ya da Saray/AKP/Erdoğan’ın siyasi iktidardan devletleşmeye evrilen iktidarının son bulması olarak bu seçime de yine hayati bir önem atfedilmeye başlandı bile.

Erdoğan’ın Dönüşü ve Dönüşüm

Referandumun ardından buruk da olsa, eksik de olsa istediğini alan Erdoğan ve partisi AKP, referandumdan bu yana önemli bir çalışma başlattı. Bakanların pozisyonlarından başlayan kadro değişimi AKP’nin tüm yapısına yayılıyor. Adına önce metal yorgunluğu, ardından profesyonel deformasyon denen dönüşümün amacının ne olduğuna dair farklı yorumlar yapılıyor olsa da AKP’de resmi olarak başkan olan Erdoğan, ilk günden beri metal aksamı dönüştürüyor. Bu dönüşüm en son İstanbul’da İl Danışma Meclisi Toplantısı’nda Erdoğan’ın “Kongre sürecinde gerçekleştireceğimiz bu değişim asla bir tasfiye değildir. Bizim siyaset terbiyemizde vefa çok önemlidir.” sözleriyle perçinlendi. Yine aynı toplantıda İl başkanları, Erdoğan’ı “küskünler ordusu oluşturmamak gerektiği” yönünde uyardı. Tüm bu gelişmeler göz önünde bulundurulacak olursa, metal dönüşümü sürecinin Erdoğan için kritik bir süreç olacağı anlaşılıyor.

Gerçekleşen dönüşümün dışında, AKP tarafı farklı bir çalışmaya daha başlamış durumda. Yıllardır AKP’nin halkın nabzını tutmak adına, sürekli kendi tabanına anketler yaptırdığı ve bu anketlerden hareketle politika yaptığı biliniyor. Bu seçim döneminde ise anketi kendine muhalif olanlara yaparak onların talep ve tercihlerini de hesaba katmayı planladığı kulisleri paylaşılıyor. Yıllardır kutuplaştırma siyaseti izleyen Erdoğan’ın, muhaliflerin taleplerinin ne olduğunu anketler ile öğrenmesi garipsenecek bir durum olmasının yanı sıra, oy kazanma çabası olarak da yorumlanabilir.

Erdoğan’ın başkan seçildiğinde, başkan yardımcısı pozisyonunda bulunacakların kim olabileceğine dair bir listesinin olduğu bir başka tartışma konusu. Listede konuşulanlardan Tansu Çiller ismi şaşkınlık yaratsa da Devlet Bahçeli gibi beklenen isimler de konuşuluyor. Erdoğan’ın böyle bir kulis bilgisi paylaşmasının nedeni, milliyetçi-muhafazakar tabanı etkileyecek olumsuzlukları ortadan kaldırma amacı olabilir. AKP cephesinde oy çatlağı olmaması planlanırken, öte yandan karşısındaki blokun tek adayda birleşebilme ihtimalini de elinde bulundurduğu devlet iktidarı sayesinde ortadan kaldırmaya çalışıyor. 2019’a dair başta Kılıçdaroğlu olmak üzere aday olabilme ihtimali olan herkese yönelik en ince ayrıntıya kadar çalışılıyor.

YSK ile oyunun kurallarını sürekli kendi lehine değiştiren Erdoğan’ın, OHAL’i ve KHK’ları kullanarak baskı, gözaltı ve tutuklamalarla herkeste yaratmak istediği bir korku olduğu da aşikar. Savaş stratejisi gereği Kürt halkı ve mücadelesine yönelik her şeyi yok etme politikası güdüyor. Ayrıca yandaş basınla karşı propagandalarını aralıksız sürdürüyor. Erdoğan’ın başkanlığa dair çalışmaları, Kürdistan’da yürüteceği politikanın ne seyirde olacağını şimdiden gösteriyor.



Metal yorgunluğu; sürekli çalışan ya da belli bir yükün sürekli uygulanması sonucu metal malzemelerin istenilen dayanma özelliğini yitirmesi, ya da sürekliliğin bozulmasına verilen isim. Yani uçağa gövde veren çelik kaplamalar zaman içinde kendi kendine gevşeyip niteliklerini kaybediyorlar; sonra ne oldu, nasıl oldu bilemeden uçak düşüyor! 

Kaybetmeyi Kabullenmiş Bir Muhalefet

Referandumda resmi olarak kaybetmiş; moral olarak kazandığını ilan etmiş olan Hayır bloğunun ana akım bileşenleri de, Erdoğan ve AKP kadar hassas bir süreçte olduklarının farkındalar. Kemal Kılıçdaroğlu ve partisi CHP, AKP karşıtlığı politikasını terk ederek, bu yeni seçim sürecinde farklı bir strateji ile politika belirlemeye başladı.

Kuruluşundan bu yana devlet iktidarının niteliğini belirlemiş olan CHP anlayışı gün geçtikçe eridi. CHP muhalefetinin, oyunun kurallarını belirlemek şöyle dursun, oyun bozanlığa karşı kuralları hatırlatacak etkisinin dahi kalmadığı bir dönemdeyiz. Böyle bir dönemde, AKP’nin Kürt vekillere yönelik planlarının bir parçası olarak milletvekilliği dokunulmazlığı kaldırma hamlesine “Evet” diyerek başta Selahattin Demirtaş olmak üzere HDP’li vekilleri tutuklanmasının neden oldu. Ancak topaç döndü ve MİT tırlarının cihatçı çetelere sevkiyat yaptığının ispatını gün yüzüne çıkaran CHP’li milletvekili Enis Berberoğlu da OHAL uygulamaları rahatlığıyla tutuklandı.

Erdoğan karşısında sürekli olarak kaybeden konumunda olan Kılıçdaroğlu ve CHP’li kurmaylar bu defa atılacak adımı 2019 Başkanlık Seçimi hassasiyeti ile değerlendirerek tutuklamaya farklı bir tepki vermeye karar verdiler. Başta Berberoğlu’nun tutuklanması olmak üzere OHAL ve KHK’lar ile yaşanan tüm adaletsizliklere karşı bir adalet kampanyası başlattılar. CHP içerisinde tabanın buna hazır olup olmadığı gibi gereksiz bir tartışma yürütmektense, Kılıçdaroğlu zamanında tepki vermenin gerekliliğiyle tek başına da olsa bir adalet yürüyüşü başlatma kararı alarak, gerçek muhalefete yani sokağa adımını attı.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü, toplumsal muhalefet açısından adaletsizliklere karşı birleşmenin merkezi olarak görüldü. Referandum sürecinde “Hayır” blokunun oluşturduğu birliğin sürdürücülüğü rolü biçildi. 24 günlük Adalet Yürüyüşünün ardından, İstanbul’da yapılan miting ile bu birleşim adeta taçlandırıldı. Maltepe’de gerçekleştirilen miting, çok uzun bir aradan sonra muhalefetin yapmış olduğu en kalabalık miting oldu. Mitinge katılan kişi sayısı hakkında yandaş basın o kadar çok manipülasyon yaptı ki, katılımın ne kadar yüksek olduğu böylece kanıtlanmış oldu. Ayrıca CHP elitlerinin sürekli tartıştığı “tabanın buna hazır olup olmaması” konusunun da açılmamak üzere kapandığı görüldü.

Bildiğimiz CHP

Adalet Mitinginin CHP’nin kendi muhalefeti açısından oldukça başarılı bir strateji olduğu yorumları yapılırken, bu mitingin 2019 Başkanlık Seçimleri çalışmasında önemli bir adım olduğu değerlendirildi. Yürüyüş ve mitingin ardından CHP kendince sokakta durmayı sürdürerek Çanakkale’de bir Adalet Kurultayı gerçekleştirdi. Ancak Adalet Kurultayı, yürüyüş ve miting gibi neredeyse tüm yazan çizenlerin benzer şeyler söylediği bir kurultay olmadı. “Bildiğimiz CHP” olarak kurultaydaki yemek yeme sorunlarından tutalım da yapılan panellerdeki tartışma konularına, Hafıza Sokağı adı verilen bölümdeki resimlere, çağrılanlar ile çağrılmayanlara kadar neredeyse her şey tartışma konusu oldu. Adalet Mitinginin ardından sol muhalefet ile ortaklaşacağı düşünülen CHP’nin, gerçekleştirdiği kurultayda AKP tabanı olan milliyetçi-muhafazakar kesimi de kazanma çabası olduğundan, kurultayda böyle sorunların yaşandığı yorumları yapılıyor.

CHP’nin başkanlık seçiminde Erdoğan’ın karşısına kimi çıkaracağı henüz açıklanmamış olsa da CHP Başkanı Kılıçdaroğlu şimdiden kulislerde konuşulan bir isim. Bütün bir Adalet sürecinin tek başına başlatıcısı olması göz önünde bulundurulduğunda, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı olası görünüyor.

Tüm bu stratejiler bir kenara bırakılacak olursa, CHP’nin bu süreci sokakta inşa etmesi, CHP’nin toplumsal muhalefet içerisindeki konumunu değiştirmemiştir. CHP’nin sokağa çıkmasının nedeni, devlet olanaklarından yoksun kalmaları ve siyaset yaptıkları alanda itibarsızlaşmasındandır. Yoksa ne Kılıçdaroğlu ne de CHP sokakta muhalefet yapmayı meşru göremezler!

Erdoğan’a Bir “Rakip” Daha Geliyor

RTE karşısına dikilecek olan bir diğer isim ise Meral Akşener. Kurmayların televizyon programında “Adayımız Meral Akşener” diyerek ağızdan kaçırırcasına etmiş oldukları sözler ile, Akşener de başkanlık yarışındaki yerini almış oldu. Meral Akşener’in alacağı oy nedir, merkez parti söylemleri ne kadar yer tutar bilinmez ama Erdoğan’ın Tansu Çiller hamlesi, Akşener’i yabana atmadığının göstergesi. Burada Erdoğan’ın amacı doğrudan Akşener’in oylarını almak değil, Akşener’in merkezine kayabilecek olan oyları engellemek olabilir.

CHP’nin Koşullarında Muhalefette Ortaklaşma

Devlet iktidarı dışında kalan muhalefet ile devrimci muhalefetin durumu ise karışık bir vehamet içerisinde. 7 Haziran sürecinde parlamenter muhalefetin önemli bir dinamiği olmuş olan HDP, bugün kriminalize edildikçe ediliyor. Devlet iktidarının hemen tüm kesimlerince adeta bir illegal örgüt muamelesi görüyor. Bu yüzden 2019’da HDP’nin alabileceği rolü konuşmak için oldukça erken. Öte yandan seçimler dönemi dışında devrimci muhalefetin bir parçası olarak hareket eden yapılar da, referandumda başlayan “Hayır” politikleşmesini bir süre “Referandum’u tanımıyoruz” a kadar giden söylemelerle devam ettirdi. Ancak bu söylemlerin ardı arkası bir anda kesildi. Adalet Yürüyüşü ile sol muhalefete el uzatan Kılıçdaroğlu’nun yaratmış olduğu politikliğe sığınan bu muhalefet, kendi renklerinden vazgeçerek yürüyüşe katıldı, kendileri organize ediyor gibi Adalet Mitingini sahiplendiler. CHP nasıl referandum sonrası söylemini 2019 Başkanlık Seçimlerine uyarladıysa, “referandumu tanımayanlar” da Kılıçdaroğlu’nun 2019 stratejisinde yerini aldı. Devrimciler için yoğunlaşan baskı, bir yılı aşan OHAL ve KHK’lara karşı politika üretmek, direnenlerin mücadelesini büyütmek dururken, Adalet mitinglerinde, kurultaylarında pozisyon almak; seçilmişlerin ve seçileceklerin stratejisine göre hareket etmek tercih edilir olmaya başladı.

Taht Savaşları…

2019 başkanlık seçimlerine dek önümüzde uzun bir zaman var. Ama taraflar, seçim her an olacakmış gibi tedirginlik içerisinde saf tutmuş durumdalar. Bu tedirginlik, “baskın seçim” tartışmaları ve seçimin 2018’de olacağı söylemleriyle daha da hissedilir oldu.

2019’dan geriye doğru gidecek olursak, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine baktığımızda karşılaştığımız tablo hayli ilgi çekici. TC tarihinde Cumhurbaşkanlığı, Mustafa Kemal’in 1 oya karşı 158 oy ile seçildiği ilk seçimden Cemal Gürsel’in demokrasiyle(!) seçilmesine; Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığından Turgut Özal’ın suikast polemiklerine kadar “Çankaya Savaşları” olarak bilindi. Çankaya Savaşları sadece entrikalar, yalanlar ve hileler değil, bunlarla beraber kanlı tarihler de yazmıştır.

2019 TC Cumhurbaşkanlığı seçimi bir Çankaya Savaşı olmayacaktır tabi ki. Çünkü artık Çankaya değil adres Saray, TC Cumhurbaşkanlığı değil makamın adı Türkiye CumhurBAŞKANı olacak. Çankaya Savaşlarında muhtıralara, darbelere, çatışmalara maruz kalan halklar; Saray’ın taht savaşlarında nelere maruz kalacak hep beraber yaşayarak göreceğiz.

Halil Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.

The post Taht Kavgası – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/26/taht-kavgasi-halil-celik/feed/ 0
Devlet Var Oldukça Güvende Değiliz – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2017/09/26/devlet-var-oldukca-guvende-degiliz-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2017/09/26/devlet-var-oldukca-guvende-degiliz-gursat-ozdamar/#respond Mon, 25 Sep 2017 21:36:27 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/26/devlet-var-oldukca-guvende-degiliz-gursat-ozdamar/ Ne zaman ki, Gülen Cemaati ile uzunca bir süre “bu yollarda beraber yürüyen” AKP’nin araları bozuldu ve Erdoğan iktidarını güvende hissetmemeye başladı, 15 Temmuz patlak verdi. En tepede beliren bu güvensizlik hali “kandırıldık” söylemleriyle OHAL’e gerekçe yapıldı, ardı ardına çıkarılan KHK’larla bir cadı avı başlatıldı. Artık herkes birbirinden kuşkulanır; hatta herkes kendi banka hesabı ya […]

The post Devlet Var Oldukça Güvende Değiliz – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Ne zaman ki, Gülen Cemaati ile uzunca bir süre “bu yollarda beraber yürüyen” AKP’nin araları bozuldu ve Erdoğan iktidarını güvende hissetmemeye başladı, 15 Temmuz patlak verdi. En tepede beliren bu güvensizlik hali “kandırıldık” söylemleriyle OHAL’e gerekçe yapıldı, ardı ardına çıkarılan KHK’larla bir cadı avı başlatıldı. Artık herkes birbirinden kuşkulanır; hatta herkes kendi banka hesabı ya da cep telefonundaki uygulamalar yüzünden kendisinden de kuşkulanır oldu.

Bu güvensizlik hali geçen yıldan bu yana azalmak yerine daha da kuvvetlendi. Devlet, benzer durumlardaki refleksini yineleyip “güvenlik”e kilitlendi. Bunun yeni bir örneği olarak, yıllar önce uygulanan ama sonradan vazgeçilen bekçilik sistemini devreye sokmaya karar verdi. Tam 7000 bekçi kadrosu açıldı devletin bu güvenlik kaygısıyla.

“Gece Kartalları” olarak makyajlanan bu teşkilattan “mezun olan” bekçilerin bir kısmı pilot il olarak seçilen İstanbul’da görev yapmaya ve hatta şimdiden “üst araması” ya da “GBT yapma” bahanesiyle sokaklarda terör estirmeye başladı bile.

İstanbul Valisi Vasip Şahin, amaçlarını, bekçilerin mahalleliye yakın bir konumda olmaları üzerinden o mahallede edinecekleri bilgiyi amirlerine ileterek bir tür fişleme de yapmaları olarak özetliyor.

Bu durum ister istemez, akla, hemen her meydana, her sokağa dikilen gözetleme kameralarını getiriyor. Onlar da ilk duyurulduklarında yine güvenlik ihtiyacı dillendirilmiş, artık sokaklarımız daha güvenli olacak denmişti. Bu kameraların kurulma evresinde bir kaç kapkaççı yakalanışı ana haberlerde ballandırıla ballandırıla anlatılmış, bu şekilde bu kameraların ne de gerekli olduğu algısı yaratılmaya çalışılmıştı. Geçen yıllar içinde kamera sayıları arttı ama iddia edildiği gibi kapkaç olayları ya da benzer “suç”lar azalmış değil.

Ensemizde bir gözetleme kamerası, mahallelerde volta atan bekçiler, yol kenarlarındaki polis noktaları, şehrin üstünde dolanan helikopterler, toplum destekli polisler, muhbirler… Başımızın üstünde durmadan büyüyen bir göz… Hepsi bizim güvenliğimiz için! Peki o zaman neden kendimizi güvende hissetmiyoruz?

Neden Güvende Hissetmiyoruz?

Aslında doğadaki tüm canlı varlıklar, içerisinde bulundukları koşulların kendi isteklerinin dışında herhangi bir değişiklik göstermesinden dolayı kaygılanırlar, buna karşı bir tepki ve önceki durumu korumak için savunma mekanizmaları üretirler. Bir duygulanım olarak da kendilerini güvende hissetmezler diyebiliriz. Benzer biçimde, günümüzün kapitalist ilişkiler dünyasında belli bir toplumsal statüdeki birey de, bu ilişkiler içerisinde kimliğini de belirleyen konumunu paylaşmak istemediği gibi yitirmek de istemez ve kaygılanır. Sahip olduklarını, mülkiyetlerinde olanları ellerinden kaybetmek istemezler. Bunun için bireyler de kapılar, kilitler, kasalara gereksinim duyarlar. İşte devlet polisiyle, bekçisiyle, kamerası, karakollarıyla bize bu güvenlik sağlayacağını iddia eder. Kendi varlığını, bizlerin güvenliği üzerinden inşa ettiğini söyler. Bunun için hemen her imkanı kullanarak büyük bir güvenlik algısı oluşturur. Böylece birey, devletin kendisini düşündüğünü, kendi güvenliği için çalıştığını düşünür. Böylece çok sıkça olduğu gibi, hayatı izinsiz olarak kaydeden kameraların gerekli olduğunu düşünür, adım başı oluşturulan polis noktalarını kanıksar, art arda GBT taraması yapılmasının iyi olduğunu düşünür ve toplamda bütçenin önemli bir kısmının güvenliğe ayrılmış olmasından rahatsızlık duymaz.

İnsan haklarıyla çeliştiği, özgürlükleri tehdit ettiği için sıkça tartışmalara yol açan bu güvenlik uygulamaları; bireyde, haklar ve özgürlükler yerine güvenliği “tercih” etmesi ile sonuçlanır. Çeşitli manipülasyonlarla bireydeki güvensiz olma durumu pekiştirilince, bir süre sonra “daha az hak daha çok güvenlik” talebi devletten önce bireyden gelmeye başlar.

Sonuçta, kendini güvende hissetmeyen bireyler, devletin güvenlik “çözüm”üne koşulsuz itaat ederler. Böylece devlet, kurduğu iktidar alanının tartışılmamasını, sorgulanmamasını sağlamış olur.


BEKÇİLİĞİN TARİHİ:

Osmanlı dönemindeki adı “pazvant” olan gece bekçiliği cumhuriyetin ilk yıllarından beri özellikle mahallelerde ve kasabalarda devletin önemli güvenlik güçlerinden birisi olarak sayılmıştır. Fakat dönemin ihtiyaçları doğrultusunda git gide önemleri azalmıştır. Bugüne kadar son bekçi alımı 1974’de yapılmıştır. Geçmişte 772 Sayılı Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanunu’na göre hareket eden bekçiler, 90’lı yılların başında yavaş yavaş mahallelerden alınıp emniyet içinde yan görevlere atanmışlardır. 2007 yılına gelindiğinde ise yan görevlerde ama hala bekçi statüsünde çalışan 8.152 bekçi polis olarak atanmıştır.

Son olarak Mayıs ayında yayınlanan 689 ve 690 sayılı KHK’larla, 7.000 gece bekçisinin işe alınacağı duyurusu yapılmıştır. Geçtiğimiz günlerde de pilot bölge olarak seçilen İstanbul’da 386 gece bekçisi göreve başlamıştır, halen 700 bekçi teorik ve pratik dersler almaktadır. Devletin amacı toplamda 7.000 gece bekçisi alarak, her mahalleye en az iki bekçi yerleştirmektir.

Yeni dönem gece bekçileri, eski kahverengi üniformalarını giymeyecekler fakat artık gece bekçisi deği, “gece kartalları” olarak anılacaklar. Gece 22:00 ile sabah 06:00 arasında çalışacak olan “Gece Kartalları” polisle aynı yetkiyi paylaşmakla beraber, ayda 3.500 tl maaş alacakları söyleniyor. /box]

Her Şey Devletin Güvenliği İçin!

Bu koşulsuz itaat, devletin kendi güvenliği için yapacaklarını da “meşru” kılmasını sağlar. Gözaltılar, operasyonlar, İHA’lar, SİHA’lar. Bunlar da devletin “güvenliği” içindir!

Tıpkı 1984 romanında bahsedildiği gibi, her yeri gözlerle doldurmak ister devlet. Hatta gözlerle dolduramadığın yerlerde de izleniyormuş, devamlı takip ediliyormuş hissiyatı yaratmak. Panoptikon’da olduğu gibi bir gözle değil, bir gözün seni izliyor olması korkusuyla itaat üretmek.

Kendini adaletsizlikler üzerinden var eden devletin, şimdi de bekçilik sistemiyle topluma yeni bir çeki düzen vermek istediği çok açıktır. Aslına bakılırsa bekçilik uygulaması, devletin tam bir denetim toplumu yaratma planında geçmiş yıllarda ortaya konulan “toplum destekli polis” gibi muhbirlik uygulamaları, ve özel güvenlik kurumlarının yetkisinin arttırılması ve çapının genişletilmesi gibi paramiliter uygulamaların tamamlayıcı bir öğesi olarak düşünmek daha yerinde olur. Ne kahverengi elbiseleriyle mahallerimizde volta atan bekçiler, ne de tepemizdeki kameralar nefes aldıracak bizlere. Yazının başından beri söylediğimiz gibi bizlere güvenli bir yaşamı sağlayacak olan şey “güvenlik güçleri” ya da araçları değil; o güçlerin yenildiği, araçların parçalandığı zaman ortaya çıkacak olanın ta kendisidir!


[box border="full"] Panoptikon:

Kelime anlamı – Pan (bütün), opticon (gözlemek) – bütünü gözlemek olup, Jeremy Bentham tarafından ortaya atılmış bir hapishane mimarisine verilen addır. Bu hapishane iç içe geçmiş halkalardan oluşmuştur. Hücreler bu halkalara yan yana dizilmişlerdir. Ortada bir gözetleme kulesi bulunmakta ve hücredeki tüm detaylar bu gözetleme kulesinde görülmektedir. Fakat, denetleme kulesinde kimin olduğu ya da birinin olup olmadığı tutsak tarafından bilinemez. Yani artık mesele, o kulede birinin olup olmaması değil, tutsağın devamlı izleniyormuşçasına hareket etmesidir. Bu fikrin kendisi çok tutmuş, benzer yöntemler artık sadece tutsakların değil, tüm toplumların üzerinde uygulanır hale gelmiştir. 

 

Devlet İzleyendir, Denetleyendir:

“ …Yönetilmek, ne bunu yapacak hakka, ne bilgeliğe, ne de erdeme sahip yaratıklar tarafından gözaltında tutulmak, casus gibi izlenmek, idare edilmek, yasalara bağımlı kılınmak, sayılmak, kaydedilmek, fikir aşılanmak, vaaz verilmek, denetlenmek, hesaplanmak, değer biçilmek, sansür edilmek ve emredilmektir. Yönetilmek her türlü işlemle, her türlü hareketle not edilmek, kayda geçirilmek, sıraya alınmak, değeri belirlenmek, lisans verilmek, yetki verilmek, nasihat edilmek, yasak koyulmak, reformdan geçirilmek, düzeltilmek ve cezalandırılmaktır. Yönetilmek kamu yararı gerekçesiyle ve genel çıkarlar adına yükümlülüğe bağlanmak, yetiştirilmek, soyulmak, sömürülmek, tekellere bağımlı kalmak, zorbalığa maruz kalmak, köşeye sıkıştırılmak, gizemlerle büyülenmek ve yağmalanmaktır; en ufak bir direniş ya da yakınma sözcüğü karşısında baskıya uğramak, ceza görmek, aşağılanmak, taciz edilmek, takip edilmek, istismara uğramak, sopayla dövülmek, silahsız bırakılmak, hapse atılmak, yargılanmak, mahkum edilmek, kurşuna dizilmek, sürgüne gönderilmek, feda edilmek, satılmak, ihanete uğramaktır; alay edilmek, gülünç duruma düşürülmek , öfkelendirilmek, onursuz bırakılmaktır. Devlet budur, onun adaleti budur, onun ahlakı budur.”

P.J. Proudhon  

 

Gürşat Özdamar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır

The post Devlet Var Oldukça Güvende Değiliz – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/26/devlet-var-oldukca-guvende-degiliz-gursat-ozdamar/feed/ 0
Kötü Kötüdür – Ece Uzun https://meydan1.org/2017/09/25/kotu-kotudur-ece-uzun/ https://meydan1.org/2017/09/25/kotu-kotudur-ece-uzun/#respond Mon, 25 Sep 2017 17:35:05 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/25/kotu-kotudur-ece-uzun/ Günün ilk ışıkları, ışıklar hapishanenin duvarlarına vurmuyor. Gece de gündüz de karanlık… Karanlığın arasından boğuk bir gardiyan sesi hapishanenin duvarlarında yankılanıyor: “Öldünüz mü lan?” Atıldıkları işlerine geri dönmek isteyen iki insan, yüz günü aşkın süredir, bir caddede direnişe giriyor, ardından açlık eylemine başlıyor. Açlık eylemleri sürerken gözaltına alınıyorlar. Direnişçilerle dayanışmak için bir caddede bir araya […]

The post Kötü Kötüdür – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>


Düşünce dünyasında, tarihin belki de en eski sorunlarından birini, kötülük üzerine yürütülen ve halihazırda yürütülmekte olan tartışmalar oluşturuyor. Bir kötünün ya da kötülüğün varlığından bahsedebilir miyiz, bahsedebilirsek bu kötü nedir, kötünün ve kötülüğün kaynağı nerededir gibi felsefi sorulara ilişkin; siyaset, sosyoloji, psikoloji ve hatta biyoloji gibi alanlarda tartışmaların yapıldığını görüyor; farklı ideolojileri, eğilimleri benimsemiş insanlar tarafından bu meseleye dair yapılan yorumları bir süredir okuyor, tartışıyoruz.

Etrafımızı sarıp sarmalayan, günden güne etkisini daha da artıran bu “kötülük” sarmalından çıkmanın yöntemini bulmak, bu tartışmaya başlarken temel amaçlarımızdan biriydi. Bunun yanında, kötünün ve kötülüğün adını koyabilmek, tarifini yapabilmek, karşısında mücadele ettiğimiz bu olguyu anlama ve yorumlama sürecinin de önemli bir parçasını oluşturuyor. Metinler, özgürlük, adalet, etik, erdem gibi kötülük konusuyla dolaylı bir etkileşim içerisine girebilecek, yine farklı alanlarda tartışılan kavramlara dair de yorumlarda bulunabileceğimiz bir zemin yaratıyor.

Bu sayıda başlattığımız “Kötülük Tartışmaları”nın ilk bölümünde felsefi, sosyolojik, psikolojik ve biyolojik bakış açılarıyla ele aldığımız, kötülük sorununa anarşist bir yorum geliştirmeye çalıştığımız metinleri
okuyabileceksiniz.  

  • Günün ilk ışıkları, ışıklar hapishanenin duvarlarına vurmuyor. Gece de gündüz de karanlık… Karanlığın arasından boğuk bir gardiyan sesi hapishanenin duvarlarında yankılanıyor: “Öldünüz mü lan?”
  • Atıldıkları işlerine geri dönmek isteyen iki insan, yüz günü aşkın süredir, bir caddede direnişe giriyor, ardından açlık eylemine başlıyor. Açlık eylemleri sürerken gözaltına alınıyorlar. Direnişçilerle dayanışmak için bir caddede bir araya gelen insanlar var. Bir polis, elinde tabancası, eylemcilerin üzerine -onların nefessiz kaldıklarını göre göre- gülerek, yaptığı şeyden büyük bir haz duyarak biber gazı sıkıyor.
  • Küçük bir mahalle, yoksul insanlar burada kendi yaptıkları evlerde yaşamlarını sürdürüyorlar. Belediyenin yıkım kararı var. Yıkıma gelen zabıta, 60 yaşında bir kadının kepçenin önünde durmasına aldırış bile etmiyor. Yüzünde büyük bir nefretle, kadını kolundan tutup kepçenin önünden çekip yere doğru fırlatıyor.
  • Devletin işgal ettiği, kendi dilini, kimliğini, kültürünü dayattığı bir coğrafya, bu dayatmaya karşı direnen bir halk… Ordunun saldırıları sürüyor. Devletin “terörist” ilan ederek katlettiği bir gencin cansız bedeni, bir komutan tarafından, akrebin arkasına bağlanıp -görenlere ibret olsun diye- metrelerce sürükleniyor.
  • 1400 lira maaşıyla evini geçindirmeye çalışan bir adam… Gece gündüz demeden, 8 saat çalışması gerektiği halde, ek ücret alabilmek için 16 saat çalışan bir işçi… Hiçbir güvenlik alınmaksızın çalışırken, apartman inşaatının onuncu katında, asansörden düşerek yaşamını yitiriyor. Yaşanan katliamda ihmal olduğu kanıtlandığı halde, patron, “Bizimle bir ilgisi yoktur. İşçinin dikkatsizliği, olur böyle şeyler” deyip konuyu kapatmaya çalışıyor.
  • Bir politikacı, bir kürsüye çıkmış ve 34 insanın bombalanarak katledilmesiyle ilgili bir açıklama yapıyor: “30-40 kişilik grup. Katırlar var, insanlar var, o yükseklikten bu Ahmet midir, Mehmet midir? Bilmek mümkün değil. TSK görevini samimiyetiyle yapmıştır.” diyor.

Platon’un Euthyphron diyaloğunda “Tanrıların olmadığı yerde bile birini öldürmüyorsam, bunun nedeni nedir?” diye sorar Sokrates. Sorunun cevabını diyaloğun devamında verir: “Eve gittiğimde bir katille beraber yaşamak istemem.” Bu cevap, bireysel bir vicdanın veya iradenin göstergesi olarak yorumlanır. Diyalog, kötülüğün tercih edilebilir bir şey olup olmadığına dair ilk arayışlardan biridir.

Platon’un bu sorusundan yüzyıllar sonra kötülüğün kaynağına dair bu tartışma psikolojinin de konusu olmuştur. Tartışmanın bir tarafı bireye diğeri topluma dairdir. İlkinde dış faktörler, kültür, eğitim, gelenek vb. sosyal durumlar bireyi şekillendirir. Diğerinde bastırılmış duyguların bilinçaltına yerleşmesiyle bireyin tercihleri sorgulanır.

Başta verilen örneklerden yola çıkacak olursak, toplumda “kötü” olarak tanımlanan düşünceler ve eylemler, toplumdaki bireylerde olduğundan çok iktidarın kurumsallaştığı alanlarda daha belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mesleki Deformasyon

İktidarın kurumsallaştığı alanlara dair, yazının başlangıcında verilen örneklerdeki mesleklerin hepsi kötüdür. Polis olmanın getirisi, pratik uygulamaları ve ideolojisi ele alındığında, bu mesleği yapan kişinin psikolojisinde büyük tahribata neden olur. Yani, kötü olan bir mesleğe sahip olanın kötü olması kaçınılmazdır. Bu kötülüğün bireyin karakterinde yarattığı deformasyon görmezden gelinemez. Ancak bu örneklerde kötülüğün bireyin karakterinde yarattığı deformasyonun ötesinde, bireyin kötülüğü içselleştirmesi ve ortaya çıkan “kötülüğün” sürdürücüsü olması söz konusudur.

Örneklerden yalnız birini ele alacak olursak; gardiyanlık kötüdür. Mesleğin getirisiyle yasal olarak veya olmayarak “mahkumlara kötü davranmak” gardiyanlığın belirlenen kuralı olabilir. Ancak bir gardiyanın, ona yüklenen kötülük tanımının üzerine çıkarak açlık eyleminin 150. gününde olan iki tutsağa “öldünüz mü lan demesi”, bu kötülüğün içselleştirilmesi, mesleğin yarattığı kötülüğün ötesinde bireyin karakterinde bir kötülüğün var olduğu anlamına gelir.

Toplumun yönlendirmeleri ve dayatmaları bireysel sorumluluk duygusunun ortadan kalktığı anlamına gelmez.

Bireyin tercihlerinde, tercihler doğrultusunda şekillendirdiği eylemlerinde şüphesiz ki toplumun payı büyüktür. Toplumun değer yargıları, iyi-kötü, doğru-yanlış anlayışı bireyin düşüncelerine ve eylemlerine etki etmekte ve bireyi toplumsal olarak etkilemektedir. Ancak bireyin tüm eylemleri yalnız toplumsal etki olarak değerlendirilemeyeceği gibi, yalnız iradi olarak da değerlendirilemez. Bireyin tüm davranışlarında, toplumsal olanın etkisinin ve bireyin iradesine bağlı olanın etkisinin bir oranı vardır.

Kötülüğü öğreten ve örgütleyeni toplumsallık olarak ele aldığımızda, burada devreye giren, bireyin kötülük karşısında gösterdiği dirençtir. “Kötülüğü tercih etmeme” işte bu direncin eylemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer, bireyin eylem ve davranışlarının belirleyicisi yalnızca toplum olsaydı, “kötülüğü tercih etmeyen”den söz etmemiz mümkün olamazdı.

Faşist bir toplumda doğmuş/yetişmiş bir bireyin, faşizmin ne olduğunun farkına varması ve bu farkındalıkla “kötü”den yana olmaması, ait olduğu değer ve kültür yargılarının karşısında durması; bu toplumsal kötünün haricinde bireyin tercihlerinin olduğunun büyük bir göstergesidir.

Şayet polis, ona tanımlanan kötülüğün dışında, direnenleri öldüresiye dövüyorsa, karakolda işkence ediyorsa, onlarla dayanışmak için eylem yapanlara hayati zararlarına rağmen yakın mesafeden, üstelik gülerek biber gazı sıkıyorsa ve tüm bunları keyif alarak yapıyorsa bu durum için söylenecek tek şey var:

Kötü, kötüdür!


Ece Uzun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Kötü Kötüdür – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/25/kotu-kotudur-ece-uzun/feed/ 0