Röportaj – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 16 Jul 2017 16:00:02 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Röportaj: “Tehlikeli” İşçiyi İşten Attılar https://meydan1.org/2017/07/16/roportaj-tehlikeli-isciyi-isten-attilar/ https://meydan1.org/2017/07/16/roportaj-tehlikeli-isciyi-isten-attilar/#respond Sun, 16 Jul 2017 16:00:02 +0000 https://seninmedyan.org/?p=11274   İzmir Aliağa Petkim fabrikasında çalışan ve 11 Mayıs 2017 tarihinde işten çıkarılan Onur Ulu, “Hukuksuzca işten atılan işçiler geri alınsın!” diyerek  direniyor. Aylık anarşist gazete Meydan’ın geçtiğimiz günlerde çıkan 39. sayısında  “tehlikeli” denilerek işten çıkarılan Onur Ulu ile yaptığı röportajı sizlerle paylaşıyoruz: Meydan Gazetesi: Merhaba. Petkim’de işten çıkarıldınız. Bize çalışma koşullarından ve süreçten bahseder misiniz? Onur Ulu: […]

The post Röportaj: “Tehlikeli” İşçiyi İşten Attılar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

İzmir Aliağa Petkim fabrikasında çalışan ve 11 Mayıs 2017 tarihinde işten çıkarılan Onur Ulu, “Hukuksuzca işten atılan işçiler geri alınsın!” diyerek  direniyor.

Aylık anarşist gazete Meydan’ın geçtiğimiz günlerde çıkan 39. sayısında  “tehlikeli” denilerek işten çıkarılan Onur Ulu ile yaptığı röportajı sizlerle paylaşıyoruz:

Meydan Gazetesi: Merhaba. Petkim’de işten çıkarıldınız. Bize çalışma koşullarından ve süreçten bahseder misiniz?

Onur Ulu: Petkim 2008’de özelleştirildi. Bu özelleşmenin ardından kadrolu çalışan sayısı azaldı, taşeron sayısı arttı. Böyle olunca çalışma koşulları ve iş yükü de ağırlaştı.

Benim işten çıkarılmam ise valilikten gelen bir yazıyla gerçekleşti. İzmir Valiliği 24 kişiden oluşan bir liste gönderdi “Listede yer alan isimlerin bu iş yerinde çalışması tehlikelidir.” denildi. Valilik, bizim örgütlü olduğumuz Petrol-İş Sendikası’na da haber verdi. Sendika işten çıkarılma nedenimizi öğrenmek istedi. Neden olarak çeşitli örgütlerle ilişkili olduğumuzu söylemişler. Ancak bu duruma dair herhangi bir belgeleme yok, sadece söylemde kalan bir şey. Sonuç olarak işveren bizim çıkışımızı verdi. Bu hukuksuz işten çıkarılmanın ardından ben de direniş başlattım. Sendikamız bir basın açıklaması gerçekleştirdi, basın açıklamasına pek çok sendika ve örgüt dayanışma gösterdi.

Valilikten böyle bir yazı geldiğini işveren mi söyledi?

Evet. İşveren söyledikten sonra sendika teyit etmek için önce valilikle, ardından Emniyet Müdürlüğü’yle görüştü. Onlar da onayladı. İşten çıkarılan 24 işçiden 22’si sendikalı. Çeşitli örgütlerle ilişkili olduğumuzu söylüyorlar. Ancak listede geçen isimlere yönelik herhangi bir operasyon, gözaltı, tutuklama yok.

Daha önce de 80 işçi çıkarılmış.

Evet, OHAL ilan edildiğinde onlar da tamamen hukuksuz bir biçimde işten çıkarıldılar. Sendika bir şey yapmayınca, sendikada aktif olan işçileri işten çıkardılar. Şu an fabrikada büyük bir güvensizlik ortamı var.

Aynı iş yerinde çalışmaya devam eden arkadaşlarınız var mı? İşçiler direnişinizi nasıl değerlendiriyor?

İşçilerin büyük bir kısmı bu haksız işten çıkarılmanın farkında. Ancak onlar da “İşimden olurum” korkusuyla biraz geride duruyorlar. Sendika basın açıklamasından öte bir şey yapamadı. Daha önce, toplu sözleşmeye giderken işten çıkarılmalarla ilgili bir şey görüşmedik. Sadece ücret zammı ve iyileştirmelerle ilgili konuştuk. Sözleşme dönemi çok sert geçti, eylemler yaptık. Eylemler 3-4 gün sürdü. Sonrasında eylemlere polis saldırısı oldu; sendika temsilcisi, sendika yöneticisi ve başkanı dahi gözaltına alındı. Diğer sendikalardan ve örgütlerden büyük bir dayanışma oldu, o akşam serbest bırakıldılar. İşveren Yüksek Hakem Kurulu’na gitti. Yüksek Hakem Kurulu işverenle sendika arasında arabuluculuk yaptı. Sendika da bu dayatmaya karşılık sözleşmeyi imzalamak zorunda kaldı. Biz eyleme devam ederken sendikanın sözleşme imzalamasını onaylamadık. Ve imzalanan sözleşme 3 yıllık. Maalesef 3 yıl boyunca işten çıkarılanlarla ilgili mücadele zemini ortadan kalkmış oldu.

İşten çıkarılan 24 işçi vardı. Onlarla iletişiminiz var mı?

Biz valilik isteğiyle işten çıkarıldığımız için işsizlik maaşı bile alamıyoruz. O yüzden durumları biraz kötü. Kendi imkanlarıyla geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Diğer işçilerle iletişim kurdum, onlara da direnmeleri için çağrıda bulundum. Ama başka öncelikleri olduğundan katılamayacaklarını söylediler.

35 gündür eylemdesin. Ne yapmayı düşünüyorsun?

Kamuoyu yaratmaya, işçilere ulaşmaya çalışıyorum. İşten çıkarmalara sessiz kalmayalım, başka işçiler de aynı sıkıntıları yaşamasın diye direniyorum. Aliağa’daki tüm işçilerin eylemi sahiplenmesini bekliyorum. Daha fazla işçiye ulaşabilmek için mücadelem sürecek. Bu şekilde geri adım attıracağımı düşünüyorum.

Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?

İşçi sınıfına yönelik çok büyük saldırılar söz konusu. Grev yasakları, toplu sözleşmelere müdahale, işten atılmalar, takvim değiştirmeler… Kıdem tazminatı hala gündemde. Hükümet hep patronun yanında. Her gün 5 işçinin öldüğü bir ülkede yaşıyoruz. İşçilerin çok fazla sıkıntısı var. Bu yüzden işçilerin bir araya gelmesi gerekiyor. İşçiler birlik olursa tüm sıkıntıların üstesinden gelebilir. İşçilerin yanında olduğunuz için, direnişimi duyurmaya destek olduğunuz için size de çok teşekkür ediyorum.

Bizler de Meydan Gazetesi olarak röportaj için teşekkür ediyor ve işçi sömürüsüne, kıyımına, katliamına karşı direnişini selamlıyoruz.

 

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.

The post Röportaj: “Tehlikeli” İşçiyi İşten Attılar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/07/16/roportaj-tehlikeli-isciyi-isten-attilar/feed/ 0
Röportaj: “SIĞINTILAR” https://meydan1.org/2017/04/18/roportaj-sigintilar/ https://meydan1.org/2017/04/18/roportaj-sigintilar/#respond Tue, 18 Apr 2017 16:16:26 +0000 https://seninmedyan.org/?p=1966 Sığıntılar tiyatro oyunu, günümüzden çok önce ve başka bir coğrafyada yazılmış olmasına rağmen, devletlerin göçmenler üzerinden pazarlıklar yaptığı, sınırlara yüksek duvarlar ördüğü şimdiden çok da uzakta durmuyor. Hele ki, oyunda aynı bodrum dairesini paylaşan, biri kendi doğduğu toprakları bırakıp başka bir ülkeye geçinmek için göç etmiş işçi ile düşünce suçlusu olarak kendi ülkesinden ayrılmak zorunda […]

The post Röportaj: “SIĞINTILAR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Sığıntılar tiyatro oyunu, günümüzden çok önce ve başka bir coğrafyada yazılmış olmasına rağmen, devletlerin göçmenler üzerinden pazarlıklar yaptığı, sınırlara yüksek duvarlar ördüğü şimdiden çok da uzakta durmuyor. Hele ki, oyunda aynı bodrum dairesini paylaşan, biri kendi doğduğu toprakları bırakıp başka bir ülkeye geçinmek için göç etmiş işçi ile düşünce suçlusu olarak kendi ülkesinden ayrılmak zorunda kalan yazar karakterleri, bize hiç mi hiç yabancı değil.

Biz de Meydan Gazetesi olarak bu oyunu Ezop Sahne’de izledik ve oyun bitiminde sıcağı sıcağına yönetmen Polat Niloğlu ve oyuncular Barış Ayas ve Mehmet Küçük ile sahne üzerinde bir söyleşi gerçekleştirdik.

Meydan Gazetesi: Merhaba, önce oyunun metni ile ilgili konuşalım istiyoruz. Sahneleme öncesinde bu metni nasıl ele aldınız ve günümüze nasıl uyarladınız?

Polat Niloğlu: Mrożek kendi çağında çok sert eleştiriler getirebilen bir entelektüel. Sığıntılar da hem izleyicinin çok sevdiği, hem de oyuncuların çok oynamak istediği bir oyun. Mrożek’in oyununun çok absürt bir tarafı vardır. Ama bir taraftan da çok gerçek şeyler ister sahnede; dekor, kostüm ve oyunculuk anlamında. Hem bu absürtlüğü hem de bu gerçekliği bir arada verebilmek adına metni biraz kısalttık.

Birbirine zıt gibi görünen ama belki de birbirini tamamlayan iki karakter var oyunda. Bu noktada birbirlerine de bağımlılar.

Polat Niloğlu: En entelektüel olanda da hiç okuma yazma bilmeyende de bir kölelik ruhu var. İster istemez bir bağımlılık ilişkisi gelişiyor. Bir kahvehanede oturan işçiler olalım, patronumuz yanımızda yokken hepimiz ağzımıza gelen her şeyi söyleriz. İktidara karşı yani işte. Ama iktidarla karşı karşıya geldiğimizde pek de öyle değilizdir. Barış’ın oynadığı XX karakteri, gerçekleri açıkça söylemiyor da, kimse yokken ya da kendiyle konuşurken, belki de köpeğiyle konuşmalarında söylüyor gerçeği.

Barış Ayas: Bu ikili karakter yapılanmasını da şöyle bir çerçeveden kurduk aslında: hayvan ve terbiyecisi. Entelektüel ve cahil diyeyim, aslında bir beynin iki yarısı gibi. Biri ruhu, hayvansal olarak köklerimizi temsil ediyor; diğeriyse bu bilinç dediğimiz şeyin oluşumundan sonra biriken pisliği temsil ediyor aslında.

Mehmet Küçük: Bence bu ikili arasında şu an günümüzde olduğu gibi bitmeyen bir çatışma ve savaş var. Sürekli karşımızdakini yenmeye çalışıyoruz. Bir rekabet var ancak, bu oyunun en güzel tarafı bir kazananın olmayacak olması. Benim de ideal insana varmam için çok yolum var, onun da. Benim entelektüeli oynuyor olmam, Hegel’i biliyor, daha süslü cümleler kuruyor olmam, beni ondan daha üstün yapmıyor. Ya da onun köpeği içine para saklaması ya da cebinden konserve çıkarıp benden gizli yemesi onu benden kötü biri yapmıyor.

Mrozek’in bu oyunla Alman işgalindeki Polonyalı entelektüellere bir eleştiri getirdiği çok açık olmasına rağmen karakterlere isim vermemesi, bu eleştiriyi günümüze de taşıyor diyebilir miyiz?

Polat Niloğlu: Söylediğinle yaptığın bir olmayınca o entelektüel çaba bir işe yaramıyor diyor Mrozek. Sen de yalnızca eleştirdiğinle kalıyorsun ve hatta biraz ona benziyorsun, eleştirdiğin taraftasın diyor. Sartre çıkar sokağa taş atar ama aynı zamanda gider sağda solda yazar ya, bu entelektüel tipini önemsiyor. Polonya’da özellikle Alman işgalinden sonraki dönemde entelektüellerin sorumluluk almaları gerekirken, hepsi bundan kaçıyor gidip başka yerlerde entelektüel çabalara giriyor ve kitap yazıyorlar sadece. Ama olan Polonyalılara oluyor. Türkiye’de de var bu, bunu biliyorsun.

Barış Ayas: Günümüz insanına biraz baktığınız zaman bu oyunda gördüğünüz her şeyi görüyorsunuz, bu sadece sıkıştırılmış konserve edilmiş bir süreç. Her şeyi tartışıyoruz bu oyunda, parayı, sanatı, insanlığı, açlığı, köleliği ve özgürlüğü tartışıyoruz.

Sığıntılar oyunu temelde sınırlar üzerinden şekilleniyor. Geçmişle günümüz arasında oldukça benzerlikler sunarak üstelik. Peki siz günümüze baktığınızda geleceğe dair neler söyleyebilirsiniz?

Polat Niloğlu: Eskiden, büyüyünce her şey daha güzel olacak diye düşünüyorduk. Küçük umutlar, küçük ütopyalarımız vardı. Şimdi kimsenin gidecek yeri dahi yok, ütopyaların hepsi kayboldu. Bu oyun en çok bunu söylüyor. Yani nereye gidersek gidelim, sınıflandırılmış, tanımlanmış, kimlik verilmiş ve sen busun denilmiş insanlarız. Ama biz öyle hissetmiyoruz. Bu sınırın içindeyken farklı bir ilişki biçimi geliştiriyorsun, yalan söylüyorsun, kandırıyorsun. Çünkü senin aslında olduğun yer burası değil. Biz böyle arada kalmışız, ne geriye ne ileriye gidebiliyoruz, ortada bir yerde havada uçuşan bir şeyleriz.

Mehmet Küçük: Aslında şu; her halimizde sıkıştırılıyoruz! (Sehpada duran Meydan Gazetesi’nin 35. sayısının “Sıkıştırılıyoruz” başlıklı sayısını göstererek)

Polat Niloğlu: Meksika sınırında bir otoyol düşünelim, otoyolun bu tarafı bir kaçış imkanı sağlıyor. Yani öteki tarafa geçersen kaçabileceğin bir bölge var ama otoyoldan vızır vızır arabalar geçiyor ve vuruladabilirsin. Oradaki Meksika’lı köylü, işçi ya da evsiz barksız herhangi biri, para kazanmak, karnını doyurmak ya da iyi bir hayat yaşamak için sınırdan geçmeye çalışıyor. Tabelalar var yolda, kanguru çıkabilir, ayı çıkabilir vs. Bir tane daha tabela var sınırda: “insan çıkabilir” tabelası! Bilmem kaç km hızla gelirken karşına insan çıkabilir tabelasını görüyorsun ve durmuyorsun.

Bu şu demek, bizim hayatımız da hep böyle olacak. Kökten topyekun bir değiştirme gücümüz pratik bir sürece tabii olmazsa, biz bunu gerçekleştiremezsek, hayatımızda her zaman müphem olma, yurtsuz olma, belirsiz olma, yersiz olma durumumuz olacak. Sürekli bir yerden bir yere göç etmek durumunda kalacağız.

Bu güzel oyun ve sohbet için teşekkür ederiz.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post Röportaj: “SIĞINTILAR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/04/18/roportaj-sigintilar/feed/ 0
Göçmen Kadınlardan Umudun Reçelleri https://meydan1.org/2017/04/18/gocmen-kadinlardan-umudun-recelleri/ https://meydan1.org/2017/04/18/gocmen-kadinlardan-umudun-recelleri/#respond Tue, 18 Apr 2017 16:11:50 +0000 https://seninmedyan.org/?p=1958 Onlar, göçmen kadınlar. Savaş, yıkım ve katliamlar sebebiyle yaşadıkları topraklardan göç etmek zorunda bırakılanlar; geldikleri topraklarda ise ırkçılık, dışlama, ötekileştirme gibi saldırılarla yaşamları iki kat zorlaşanlar…   Meydan Gazetesi: Öncelikle KKMM’deki kadınlar nasıl bir araya geldi, kuruluş sürecinden bahseder misiniz? Meryem: Ben 2014’te Heseke’den geldim, savaştan dolayı. Bir yıl, ailem dışında kimseyi tanımadan yaşadım. Buradaki […]

The post Göçmen Kadınlardan Umudun Reçelleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Onlar, göçmen kadınlar. Savaş, yıkım ve katliamlar sebebiyle yaşadıkları topraklardan göç etmek zorunda bırakılanlar; geldikleri topraklarda ise ırkçılık, dışlama, ötekileştirme gibi saldırılarla yaşamları iki kat zorlaşanlar…

 

Meydan Gazetesi: Öncelikle KKMM’deki kadınlar nasıl bir araya geldi, kuruluş sürecinden bahseder misiniz?

Meryem: Ben 2014’te Heseke’den geldim, savaştan dolayı. Bir yıl, ailem dışında kimseyi tanımadan yaşadım. Buradaki bir çok kadın gibi komşularım vasıtasıyla Okmeydanı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ile tanıştım. Dernek 2014’te kentsel dönüşümle mücadele etmek için mahalleliler tarafından kurulmuş. Dernek, mahalleye akın akın gelen göçmenlerin durumunu görünce kayıtsız kalamamış insanlardan oluşuyor.

Göçmen kadınların çoğu ev dışında bir yerde çalışmamıştı. Çocuklarımız vardı. Yaşam çok pahalı, İstanbul çok pahalı; geçinemiyorduk. Mutfakta bir şey yapabiliriz diye düşündük. Küçük bir mutfak kursak, böyle reçel, turşu üretsek. Derneğin desteğiyle oldu bu iş; “Kadın Kadına Mülteci Mutfağı”nı kurduk. Ekonomik olarak düşündük bunu, kendimizce bir çözümdü.

Şimdi neler yapıyor KKMM?

Süheyla: Reçel, turşu, acuka üretiyoruz. Onun dışında birbirimizle kaynaşıyoruz, başka göçmen kadınlarla tanışıyoruz. Mahallede kimin neye ihtiyacı olduğunu soruşturuyoruz. Grup grup gidip pazarlardan meyveleri sebzeleri alıyoruz. Haftada 1-2 gün evlerde bir araya gelip reçelleri, turşuları hazırlıyoruz.

Meryem: Hepsinden önemlisi birlik olduk. Hepimiz Suriye’nin farklı kentlerinden gelen 17 kadınız. Her reçelin ya da turşunun 3-4 kadından oluşan ayrı grubu oluyor. Henüz bir mutfak kuramadık, böyle zor oluyor. Müsaitse derneğin mutfağında ya da evinde doğal gaz olan kadınların mutfaklarında pişiriyoruz. Tüplü evlerde yapınca pahalıya geliyor çünkü.

Buraya gelmenize yol açan şey Suriye’deki savaştı. Bu savaş hem maddi hem manevi anlamda üzerinizde nasıl bir etki bıraktı? Göçmenler için yaşamanın zorluğu, göç ettikleri mekanda da farklı biçimlerde sürüyor. Siz bunu, yaşamın hangi alanlarında daha çok hissediyorsunuz?

Süheyla: Savaş çok kötü tabi ki, göç etmek zorunda kalmak da. Buraya geldiğimde ben biraz Türkçe konuşabiliyordum da, diğer kadınlar hiç bilmiyordu. Geldiğimizde maddi olarak hiçbir şeyimiz yoktu yanımızda. Savaştan üzerimizdeki kıyafetlerle kaçıp geldik buralara. Manevi olarak çok sıkıntı çektik yer değiştirdiğimiz için, ama burada birbirimizi bulduk. Sokakta iyi insanlar da var, ama kötüleri de.

Meryem: Heseke’deyken eşim ve ben belediyede memurduk. 10 çocuğum da üniversite mezunuydu ya da okuyordu. Bir gecede gelmek zorunda kaldık buraya, her şeyimizi bıraktık. Çocuklarımın beşi durmadı burada, Avrupa’ya gitti. Burada ev bulamadık önce, Suriyeliyiz diye vermek istemediler. Bulunca da sürekli zam yaptılar, biliyorlar çıkamayacağımızı, mecbur kaldığımızı. Çocuklarım, eşleri, çocukları; kocaman aile tek bir evde yaşıyoruz. Üniversite çağındaki çocuklarım bile çalışmak zorunda ama iş bulmak da kolay değil. 3 çocuğum da rahatsızlandı burada.

Muna: Ben Şam’dan beş çocuğum ve eşimle geldim. Savaşta eşimin bacakları şarapnel parçaları yüzünden sakatlanmıştı. O çalışamıyor. Evde boncuk işi yaparak çocuklarıma bakıyorum. Bir de reçellerimizle. Savaş hepimizi çok etkiledi. 10 yaşındaki kızımın psikolojisi bozuk. Doktorlar Suriyeliyiz, Türkçe bilmiyoruz diye hor görüyor; kovuyor. Okmeydanı’nı bilirsiniz, hareketli mahalledir. Havada hep polis helikopterleri vardır; benim kızım her helikopter sesinde masanın altına saklanıyor hala. Söylenenleri hemen anlamıyor.

Nadya: Halep’ten geldim. Orada ayda 15 lira gibi bir parayla kira, elektrik, su, yakacak ihtiyacımızı karşılıyorduk; burada yüzlerce lira gerekiyor. Çözüm üretmeyip de ne yapacaktık?

Emine: Ailemle Şam’dan göçtüm. Ben de diğer arkadaşların yaşadığı sıkıntıları yaşadım.

Habibe: 4 çocuğumla Qamişlo’dan buraya geldim. Onlara hem anne, hem de baba olmaya çalışıyorum. Buraya ilk geldiğimde Beyoğlu’nda oturuyordum. Şimdi Muna’nın evine taşındım ekonomik sıkıntılardan. 15 yaşında bir oğlum var, ona çalışmasını söyledim. Bir gün gitti işe, geri geldiğinde “Ben çalışmam, bir daha sokağa çıkmam anne” dedi. Köle gibi davranmışlar iş yerinde. Psikolojisi bozuldu, evden çıkmıyor. Zaten babalarını gözlerinin önünde kaybetmişti çocuklarım.

Leyla: Ben de Meryem abla gibi Heseke’den geldim. Bizim orada ateş bütün evlere düştü.

Meryem: Ağlamayan ev kalmadı anlayacağın, hem orada hem burada.

Songül: Mültecilere “Savaşa gitsinler, niye ülkelerini bıraktılar, bizde savaş olsa biz gitmez savaşırız” gibi laflar ediliyor. Savaşmak istemediler, çocukları ölsün istemediler; ki bu onların en doğal hakkı. Her şeylerini bırakıp geldiler.

Bir düşünün; üniversitede okuyorsunuz, ailenizin kendine ait bir evi var, ekonomik durumunuz iyi ve bir gece bunların hepsinden vazgeçip başka bir ülkeye geliyorsunuz. İnsanlar önce biraz empati yapmalı. “Benim başıma gelse nasıl olur?” demeli.

Bugün yapmakta olduğunuz şey, kadınların kendi öz-örgütlülükleriyle yaptıkları üretim, birçok kadın için umut verici. Peki yarın için planınız nedir, başka neler yapmayı düşünüyorsunuz? Son olarak, KKMM ile dayanışmayı büyütmek isteyenler neler yapabilir?

Meryem: Belli ki boşuna “umudun reçelleri” dememişiz. (Gülüşmeler…) Tek isteğimiz sesimizi duyurmak; büyük bir mutfak kurmak. Reçellerimizi, turşularımızı -orada, burada değil- kuracağımız bu mutfakta üretmek. Daha fazla göçmen kadının derdine derman bulması için bize katılmasını sağlamak.

Songül: Buradaki kadınlar, Suriye’den böyle pahalı bir şehre gelince çok mutsuz oldular. Onlar gelince, burada yaşayan yoksullar da söylenmeye başladı. Onlar yoksul, biz yoksul. En iyisi, yoksulluğumuzu paylaşalım dedik.

Ama yine de fon almadıkları sürece mültecilere su dahi vermeyecek Sivil Toplum Kuruluşları’na minnet etmedik. Önce ikinci el kıyafetlerimizi, evden getirdiğimiz battaniyelerimizi kapıya koyduk ve böyle tanıştık mahalledeki göçmenlerle. Çekyatımızı paylaştık yerde yatmasınlar diye. Zamanla herkesin yaşamı oturdu dayanışmanın gücüyle.

Evinde, bizden aldığı konserve bitince kavanozunu atmayıp bize getiren insanlar oldu. Beş kavanozdu sadece, belki azdı ama dayanışma için Kadıköy’den gelmişti. Bu bizim için çok değerliydi.

Burada her şey gönüllülükle işliyor. Kadınlar da mutfakta çalışırken çok büyük paralar almıyor. Birlikte bir şey üretiliyor. Buna herkes omuz verebilir, vermelidir. Dayanışmak isteyenler reçelleri alabilirler, gelip buraya 1 saat de olsa mutfağa girebilirler, var olan mamayı dağıtabilirler, kadınlarla sorunlarıyla ilgili sohbet edebilirler; herkese yapacak bir şey var!

Röportaj için teşekkür ederiz, dayanışmayla…

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.

The post Göçmen Kadınlardan Umudun Reçelleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/04/18/gocmen-kadinlardan-umudun-recelleri/feed/ 0
BU BiR iSYAN ŞARKlSl DEĞiL https://meydan1.org/2017/04/18/bir-isyan-sarklsl-degil/ https://meydan1.org/2017/04/18/bir-isyan-sarklsl-degil/#respond Tue, 18 Apr 2017 15:52:23 +0000 https://seninmedyan.org/?p=1939 “Etnisite, kültür, kimlik konularındaki hararetli tartışmaların olmazsa olmazı ‘Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi…’ tekerlemesinin tam göbeğinde adları geçse de Lazların…” diye başlıyor Nilüfer Taşkın’ın “Bu Bir İsyan Değil!” isimli kitabında bir bölüm. Lazların isimleri çok geçer laf arasında, ama pek tanınmazlar ya da -daha da kötüsü- yanlış tanınırlar. Fıkra kahramanları, şiddet severlikleri, ulus devletin bekçileri olmaları […]

The post BU BiR iSYAN ŞARKlSl DEĞiL appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Etnisite, kültür, kimlik konularındaki hararetli tartışmaların olmazsa olmazı ‘Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi…’ tekerlemesinin tam göbeğinde adları geçse de Lazların…” diye başlıyor Nilüfer Taşkın’ın “Bu Bir İsyan Değil!” isimli kitabında bir bölüm. Lazların isimleri çok geçer laf arasında, ama pek tanınmazlar ya da -daha da kötüsü- yanlış tanınırlar. Fıkra kahramanları, şiddet severlikleri, ulus devletin bekçileri olmaları gelir akla Laz denilince. Ancak elbette bir halk sadece bu ön yargılarla tanınamaz.

Bizler de Meydan Gazetesi olarak, Lazların perspektifinden Lazlar’ı anlatan ve ezber bozan “Bu Bir İsyan Şarkısı Değil” kitabının yazarı Nilüfer Taşkın’la kitap, Laz kimliği, müzikleri ve Laz kadınlar üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

“Bu Bir İsyan Şarkısı Değil” isimli kitabında Lazların kısa tarihinden devletin kültür politikalarına ve Lazca’ya; Lazona’daki devrimci hareketlerden kültüre, horona, fıkraya; geleneksel ya da popüler müziğe; Laz kadınlarından milliyetçiliğe kadar pek çok konudan bahsetmişsin. Seni böyle bir kitap yazmaya iten neydi?

Kitabı, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü için yazdığım yüksek lisans tezinden yola çıkarak yazdım. Neden bu konuyu bu denli geniş tuttun diye soruyorsan, üniversiteden beri kimlik konusu ve daha da kişisel olarak Laz kimliği, kültürü ilgimi çekiyordu. Aşina olduğum kimlikle, 90’lı yıllarda Laz kimliği ve kültürü ile ilgili çalışmalar yapan aydınların tanıttığı kimlik çok farklıydı ve bu benim için heyecan vericiydi. Kendi kişisel hikayemden yola çıkarak Laz kimliğinin bu dönüşümünü anlamak ve anlatmak istedim. Bu alanda çok az çalışılmış olduğu için, asıl merak ettiğim müzik kısmına gelene kadar pek çok konuya değinmek zorunda hissettim.

                       

Peki neden bu bir isyan şarkısı değil?

Çünkü -kabaca tarif etmek gerekirse- Doğu Karadeniz’den derlenen çok dilli ezgilerin, Karadeniz etnik enstrümanları ve rock alt yapısıyla yorumlanmasından oluşan, adına “Karadeniz Rock” denen ve “isyankar”, “asi”, “muhalif” olarak öne çıkarılan müzik türünün; aslında müzik piyasası, kültür politikaları ve Lazların kimlikleriyle ilgili algı ve beklentilerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. Yani bu müzik türünün Zuğaşi Berepe ile temelleri avangart olarak atılmış olsa da, popülerleşmesini hegamonik söylemle ve müzik piyasasının beklentileriyle uyumlu buluyorum. Elbette bunu söylerken bu kültürel performansların sistemle uzlaşmayan yanlarının da bulunduğunu göz ardı etmemek gerekiyor.

Kitabın “Çay tarımı ve Lazona’da devletin içselleştirilmesi” bölümünde, önceden yaygın olarak fındık, mısır, pirinç, kendir tarımı ve hayvancılıkla yaşayan Lazlar’ın, devlet teşvikleriyle büyük bir hevesle çay tarımına geçtiğinden; çay tarımıyla Lazona’nın böylece devlete göbeğinden bağlandığından, Lazlar’ın “vatandaş”laştığından eleştirel bir dille bahsetmişsin. Bu pek alışkın olunan bir tutum değil. Nasıl eleştiriler alıyorsun? Lazlar’ın tepkisi nasıl oldu?

Şimdiye dek olumsuz herhangi bir tepkiyle karşılaşmadım beklediğimin aksine. Bilakis Laz kimliğini sosyolojik bir perspektiften ele alan, meseleyi karikatürize etmeden “ciddi ciddi” anlatan bir çalışma olması dolayısıyla takdir edildi. Kitabı yazarken kullandığım dile oldukça özen gösterdim. Kendi pozisyonumu net olarak ortaya koymaya ve nesnel durum analizi yapmaya çalıştım.

Lazlar, genelde kendileriyle ilgili bir ürünü, ancak başkalarınca çok popüler olursa almaya meyillidir. Tıpkı Kazım Koyuncu’da olduğu gibi. Koyuncu da müziğini önce Laz olmayanlara sevdirdi, ondan sonra Lazlar itibar etmeye başladı. O yüzden kitabın küçük bir kesim dışında Lazlara ulaştığını düşünmüyorum henüz.

Yine çay tarımıyla -toplumda zaten var olan- cinsiyetçi iş bölümünün daha da derinleştiğinden bahsediyorsun. Ve Laz kadınlar denilince “güçlü, kendi ayakları üzerinde duran, ezilmeyen kadın” imajını eleştiriyorsun. Bu prototipin -bölgenin tüm kadınlarını aynı potada eritmesi dışında- eleştirdiğin kısmı neresidir? Nasıl bir Laz kadını portresi çiziyorsun bugün için?

Ben bu stereotipin Laz Karadenizli kadınların yaşadıkları eşitsiz iş bölümü, kadınlara adil olmayan miras hukuku, kendi bedenleri, hayatları üzerindeki tasarruflarının çok sınırlı olduğu gerçeklerini örtbas etmeye yaradığına inanıyorum. Bunun yanında başka kültürden kadınlarla empati kuramamalarına neden olduğunu düşünüyorum. “Ezilen olsa olsa Kürt kadınlarıdır” gibi bir çıkarıma neden oluyor; ki bu empatiden yoksun kutuplaştırıcı söylem, milliyetçi söylemle de örtüşüyor. Buna göre “Bir kadın silah kullanabiliyorsa ve elli kiloluk çay sepetini taşıyabiliyorsa, o kadının toplumsal statüsü güçlüdür; toplumda söz sahibidir, kendini ezdirmez!” gibi kaba bir çıkarım yapılabiliyor. Oysa bu kadınların hayatlarına daha yakından baktığınızda, pek çok haksızlığa maruz kaldıklarını ve ancak ağır işler yaptıkları, büyük fedakârlıklarda bulundukları, dişiliklerinden feragat ettikleri sürece bu güce sahip olabildiklerini görüyoruz. Bu da elbette ataerkil kapitalist sistemin işine gelen bir şey.

Senoz’un Gürgenli Ninesi, HES şantiyesine ilk taşı atandı. Evinin dibine çekilen yüksek gerilim hatlarının direklerini ip bağlayarak çeken, devirenlerdendi. HES’lerle, RES’lerle, nükleer santrallerle doğup büyüdüğü topraklar ve dereleri, yaşamları çalınanların mücadelesinde onun gibi yaşlı kadınlar, gençlerden daha aktifti. Bunu nasıl değerlendiriyorsun?

Bence bu, o yaşlı kadınların doğa denen şeyin nasıl zamanla, emekle, özenle var kalabildiğine tanıklık etmiş olmalarından; o yaşam döngüsünün aşamalarına bizzat şahit olmalarından kaynaklanıyor. Şimdiki ve eski kuşakların zaman-mekan algıları birbirlerinden çok farklı. İnsanlar, torunlarının meyvelerini yiyeceği ağaçlar dikerdi; oysa şimdiki nesil sadece bugününü düşünüyor. Öyle olunca da, HES’lerde bir iş vaadi derenin alabalığından, yamacındaki fındık ağacından daha önemli ve değerli bulunuyor.

Yaşadığımız topraklarda kadınların politizasyonunun ve farkındalıklarının yükseldiği bir dönemdeyiz; malum, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü yaklaşıyor. Kadınlara, özellikle Laz kadınlara söyleyeceklerin var mı?

Dünyadaki en büyük sömürünün kadınların emeği olduğunu düşünüyorum. O yüzden de Laz kadınlarının kocaları çay fabrikasında çalışırken sigortalandıkları halde, çay tarımının yegâne işçileri olarak kendilerinin neden sigortalanmadığını düşünmelerini istiyorum. Neden çocukken erkek kardeşlerinin ev işlerinden yükümlü olmadıkları halde kendilerinin ev, tarla işi, çocuk bakımı gibi pek çok sorumluluğu yerine getirdiklerini sorgulamalarını istiyorum. Hayatlarındaki önemli kararlarında “erkeklerin rolünü” hatırlamalarını istiyorum. Sonra da bu güçlü “Karadeniz Kadını” tiplemesinin kime, nasıl yaradığını fark etmelerini arzu ediyorum. Ve bu eşitsiz sistemi, ancak başka kadınlarla yan yana gelerek, dayanışarak aşabileceğimize inanıyorum.

Röportaj için teşekkür ederiz. Dayanışmayla…

Bu Röportaj Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.

The post BU BiR iSYAN ŞARKlSl DEĞiL appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/04/18/bir-isyan-sarklsl-degil/feed/ 0
Alternatif Okul Mümkün Mü? https://meydan1.org/2017/04/18/alternatif-okul-mumkun-mu/ https://meydan1.org/2017/04/18/alternatif-okul-mumkun-mu/#respond Tue, 18 Apr 2017 13:43:19 +0000 https://seninmedyan.org/?p=1916 26A Atölyede Şubat ayında gerçekleşen Alternatif Eğitim yöntemleri ve Montessori Metodu üzerine gerçekleşen aktarım öncesinde, bu konulara dair çalışmalar yapan ve çalışmaları Alternatif Okullar sitesinde derleyerek yer veren Eylem Korkmaz’la bir röportaj gerçekleştirdik. Geçtiğimiz on yıl boyunca yaşadığımız topraklarda daha bilinir hale gelen ve özellikle Avrupa ülkelerinde gittikçe yaygınlaşan “alternatif eğitim” yöntemlerinin devletli kapitalist düzen […]

The post Alternatif Okul Mümkün Mü? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

26A Atölyede Şubat ayında gerçekleşen Alternatif Eğitim yöntemleri ve Montessori Metodu üzerine gerçekleşen aktarım öncesinde, bu konulara dair çalışmalar yapan ve çalışmaları Alternatif Okullar sitesinde derleyerek yer veren Eylem Korkmaz’la bir röportaj gerçekleştirdik.

Geçtiğimiz on yıl boyunca yaşadığımız topraklarda daha bilinir hale gelen ve özellikle Avrupa ülkelerinde gittikçe yaygınlaşan “alternatif eğitim” yöntemlerinin devletli kapitalist düzen içerisinde neye ne kadar çözüm olacağı sorusunu saklı tutarak, çocukları daha özgür ve daha bağımsız yetiştirme iddiası taşıyan bu yöntemler ve üretilebilecek farklı pratikler üzerine yaptığımız sohbeti sizlerle paylaşıyoruz. 

Merhaba Eylem, öncelikle genel olarak alternatif eğitimden kısaca bahsedebilir misin?

Ana akım eğitimin tarihine baktığımızda, bunun makbul vatandaş ve belirli bir beceride iş gücü yetiştirmek için ortaya çıktığını görüyoruz. Aslında burada çocuk yoktur, insan da yoktur. Alternatif eğitim hareketi ise bunun karşıtı olarak ortaya çıkmıştır. Bu hareketin içinde birbirinden çok farklı yaklaşımlar var. Ancak benim için önemli olan alternatif eğitimin çıkış noktası.

Bu yaklaşımlar arasında en bilinenlerinden birisi Maria Montessori’nin geliştirdiği yöntem. Bize kısaca Montessori yönteminden bahseder misin?

Montessori metodu, 1800’lerin sonunda ana akım eğitim eleştirilerinden yola çıkılarak geliştirilen bir yöntem. Maria Montessori tıp eğitimi almasının yanında psikiyatri kliniğinde çalışıyor, antropoloji, felsefe ve pedagoji eğitimi alıyor ve bu bilgileri sentezleyerek bir yöntem geliştiriyor. Bence Montessori yönteminin en güçlü yanlarından biri bilimsel bir altyapısının olması.

Maria Montessori önce normal zekâ gelişimi göstermeyen çocuklarla çalışıyor. Bu çocukları okuma yazma sınavlarına hazırlıyor ve başarı sağlıyor.

Montessori bu yöntemi açtığı çocuklar evinde, normal gelişim gösteren çocuklarla uygulamaya ve onları gözlemleyerek yöntemini geliştirmeye devam ediyor.

Montessori metodunda bağımsızlık ve özgürlük önemli. Çocuğun bebeklikten itibaren kendi başına hareket edebilmesi için gerekli ortam sağlanıyor. Önemli ilkelerden biri “kendi başıma yapabilmem için bana yardım et”. Bu, gereksiz yardımı ortadan kaldırıyor. Ayrıca bu yöntem çocuğun kararlarına saygı duymayı gerektiriyor, çocuğun seçimlerine olanak veriliyor…

Çocuğu merkeze alan Montessori dışında hangi yöntemlerden bahsedebiliriz? Bu yöntemler arasında nasıl farklar var?

Alternatif yöntemlerin her birinin kendince yaklaşımı var. Örneğin İtalya’da ortaya çıkan ve o bölgenin ismiyle anılan Reggio Emilia yöntemi de çocuk merkezli bir yaklaşım. Reggio, 2. Dünya Savaşı sonrasında bir daha böyle bir savaşın yaşanmaması şiarıyla ortaya çıkıyor. Reggio Emilia yöntemi daha çok sanatsal faaliyetlerle kendini ortaya koyuyor.

Almanya’da Rudolf Steiner’ın geliştiği bir yöntem olan Waldorf yöntemi ise, uzmanı olduğum bir konu olmamakla birlikte diğerlerine göre daha yapılandırılmış bir yöntem.  Bu nedenle çok çocuk merkezli diyemiyorum.

Demokratik okullara baktığımızda ise bunlar bütünüyle çocuk merkezlidir.  Çocuğun okul içerisindeki karar alma süreçlerine de katılmasıyla çocukların kendi hayatları hakkında kararlar veren aktif bireyler olmasını sağlar.

Yani alternatif yöntemlerin çoğu çocuk merkezli fakat farklı düzeylerde.

Demokratik okullarda çocukların karar alma süreçlerine dâhil olduğunu söyledin, bu okullardaki uygulamalardan bahseder misin?

Dünyada 300 civarında demokratik okul var; nüfus açısından küçük olan bu okullarda doğrudan demokrasi uygulanıyor. Aynı doğrudan demokrasinin var olduğu toplumdaki gibi haftalık bir meclis ya da toplantıda bütün okul bir araya geliyor. Bu toplantılara katılım zorunlu değil bir hak. Bu toplantılar çoğunlukla çocuklar tarafından modere ediliyor. Toplantının gündemi önerilerle oluşturuluyor. Bazı okullarda, öğretmenlerin işe alınması ya da finansal meseleler dahil her şey gündem olabiliyor. Karar alma teknikleri değişebiliyor. Çoğunluk yöntemini kullananlar da var, konsensus yöntemini kullananlar da.

Gerçek bir demokratik okulda çocuklar hiçbir şey yapmak zorunda değiller. Derse girmek ya da okuma yazma öğrenmek zorunda değiller. Bu okullar çocukların kendi hayatları hakkında karar almalarını sağlayan demokratik topluluklar.

Uygulamalardaki farklılıklar aslında bir çeşitlilik ortaya koyarken eleştiriler de ortaya çıkıyor. Örneğin Montessori yönteminin vurgu yaptığı çevre ve materyallerin serbest oyuna izin vermediğine fazla akademik olduğuna dair eleştiriler var. Bu eleştiriler nasıl karşılık buluyor?

Bu konuda şöyle düşünüyorum: Bir yöntemin ne kadar iyi olduğu sizin ihtiyaçlarınıza ne kadar uygun olduğu ile alakalıdır.

Çocuğun neye açlığı varsa bu doyurulmalıdır. Montessori’nin belli yaklaşımlarını kabul ediyorum, çocukların okuma, yazma, matematik öğrenmeye açık olduğu belli dönemler vardır ve bu dönemler bizim okul çağından çok daha öncedir. Eğer çocuk 3-4 yaşında matematiğe ilgi duyuyorsa bunu anlarsınız ve bu açlığın karşılanması gerekir.  Evet, Montessori’de oyuncaklar yoktur, ama bana kalırsa çocuk hayali oyunlar oynamak istiyorsa bunu da yapabilmelidir.

Bence hiç  bir yöntem kusursuz değil ve olduğu gibi alınıp uygulanmamalı.  Her yöntemde eleştirilebilecek ya da benimsenebilecek uygulamalar vardır.

Peki, alternatif yöntemlerle işleyen özgürlükçü okullardan mezun olan bir genç yine kapitalizm içerisinde çalışmaya başlayacak ve niteliklerini yine bu sistem içerinde değerlendirebilecek. Alternatif eğitim yaklaşımlarının bu konuda iddiası var mı?

Açıkçası alternatif eğitim böyle bir iddia taşımıyor. Bu konuyu tartışmak için eleştirel pedagoji yöntemlerine bakmak gerekir. Fransisco Ferrer, Zapatista okulları gibi daha toplumsal dönüşümü savunan yaklaşımları incelemek gerekir.

Yaşadığımız topraklarda farklı ideolojik nedenlerle çocuklarını devlet okullarına göndermek istemeyen aileler var. Bunlardan gelir düzeyi yüksek olanlar, çocuklarını farklı  ”alternatif okullar”a gönderebiliyor fakat bir de buna imkânı olmayan, hatta ekonomik nedenlerden dolayı çocuklarını bakıcıya ya da yuvaya bırakamadığı için çocuklarının üzerine kapıyı kilitleyip işe gitmek zorunda olan aileler var. Farklı alternatif yöntemler üzerine çalışmalar yapan biri olarak, buralara dair çözüm üretebilecek yöntem ne olabilir?

Elbette bir ailenin çocuğu için daha özgürlükçü bir yöntem istemesi ve çaresizlikten eve kilitlemesi arasında çözüm açısından çok ciddi farklar var. Bu konuda çözüm üretmek isteyen kişi ya da grupların, içinde yaşadıkları koşullara göre düşünmeleri, olası çözümler üzerine tartışmaları ve kendileri için en uygun yöntemi yaratmaları gerekir. Bunun için örneğin; şehirlerde yaşayan insanların bir araya gelebilecek bir mekâna ihtiyacı vardır. Bu mekân her zaman yasal düzenlemelere göre tasarlanmış bir okul olmak zorunda değil. Daha önce İstanbul ve çeşitli illerde hayata geçirilmiş mahalle kreşleri örneği var mesela. Dünyada da benzer ortak oyun ve öğrenme alanlarının, çok farklı örneklerin olduğunu biliyoruz. Bunları incelemek ve kendi ihtiyaçlarına en uygun çözümü yaratmak gerekir; bunu yaratmak istediğimizde çok zor değil.

Röportaj için teşekkür ederiz.

 

The post Alternatif Okul Mümkün Mü? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/04/18/alternatif-okul-mumkun-mu/feed/ 0
İşçiler KHK’lara Karşı Direniyor https://meydan1.org/2017/04/18/1851/ https://meydan1.org/2017/04/18/1851/#respond Tue, 18 Apr 2017 12:13:06 +0000 https://seninmedyan.org/?p=1851 Günlerdir işlerini geri almak için oturma eylemi yaparak direnen KESK’li işçiler ile işten atılma süreçlerini ve direnişlerini konuştuk. Günlerdir birçok yerde eş zamanlı oturma eylemi gerçekleştiriyorsunuz. Öncelikli olarak eyleminizin, direnişinizin amacı nedir? Sema Uçar: Bizler 7 Şubat gecesi çıkan KHK ile ihraç edilen KESK’li kamu emekçileriyiz. İşimizden haksız bir şekilde ihraç edildiğimizi düşünüyoruz ve bunun […]

The post İşçiler KHK’lara Karşı Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Günlerdir işlerini geri almak için oturma eylemi yaparak direnen KESK’li işçiler ile işten atılma süreçlerini ve direnişlerini konuştuk.

Günlerdir birçok yerde eş zamanlı oturma eylemi gerçekleştiriyorsunuz. Öncelikli olarak eyleminizin, direnişinizin amacı nedir?

Sema Uçar: Bizler 7 Şubat gecesi çıkan KHK ile ihraç edilen KESK’li kamu emekçileriyiz. İşimizden haksız bir şekilde ihraç edildiğimizi düşünüyoruz ve bunun için bir direniş başlattık. 20 Şubat’tan beri Kadıköy Boğa’da oturma eylemindeyiz. Bugün 6. haftamız. Pazartesi ve Çarşamba günleri gerçekleştiriyoruz eylemimizi. Eş zamanlı olarak arkadaşlarımız Bakırköy’de de direnişteler. Cuma günleri de Kartal’da direnişteyiz. Cumartesi günleri KESK’in genel çağrısıyla tüm coğrafyada eş zamanlı alanlardayız.

Mehmet Sarı: İstanbul’da, Aydın’da direnişler var. 140 gündür Ankara’da direnen Nuriye ve Semih arkadaşlarımız bugün süresiz açlık grevinin 19. günündeler. Malatya’da 60 günün üzerinde, Aydın’da 40 güne yakın bir direniş var.

Kaç işçi işten atıldı?

Mehmet Sarı: Şu anda genel anlamıyla 102 bin civarında kamu çalışanı ihraç edilmiş durumda. Eğitim-Sen ve KESK’lilerden toplam 3100 ihraç var. 1500’e yakını Eğitim-Sen üyesi.

Direnişiniz ne kadar sürecek?

Ali Orak: KHK’lar ezilenlerin kafasında dönen bir kılıçtır. KHK’lar ile her şeyi yapabilirsin. Bir insanın işine, aşına, ekmeğine son verebilirsin. Aslında adaletsizliğin başlangıcıdır KHK’lar. Biz bu adaletin siyasi kararlarla yeniden sağlanacağını düşünüyoruz. Bu siyasi kararları verdirtmek için buradayız ve direniyoruz. Bu kararlardan geri dönene kadar şu anki kararlılığımızla devam edeceğiz. Örgütlü gücümüzden aldığımız güçle bu direnişi büyütmeyi hedefliyoruz ve sonuna kadar da gideceğiz.

İşten atılan işçilere herhangi bir gerekçe gösterildi mi? İşten atılmalar sonucunda iş yerlerinde eylemler oldu mu?

Ali Haydar Arıkışı: Bir dava olmadan, soruşturma olmadan, sadece 686’nın 1. maddesine istinaden kamu görevinden ihraç edildiğimize dair yazılı bilgi verdiler. Bahsettiğimiz bu madde herkese, her duruma ayarlanabilir, her kılıfa sokulabilir bir madde.

Biz daha çok merkezi eylemler yaptık diyebiliriz. Öğretmen arkadaşlara yapılan uğurlamalar, öğrenci ve velilerle beraber okuma eylemleri, iş yerleri önünde basın açıklamaları yaptık. Geçen hafta bir okulun önünde toplu bildiri dağıtımı yaptık.

Mehmet Sarı: Kartal’da cuma günleri sokak okulu açıyoruz ve müzik, resim, drama gibi atölyeler yapıyoruz.

Eylemlere yönelik herhangi bir polis saldırısı geçekleşti mi?

Mehmet Sarı: Eylemimizin ilk gününde polis tehdidiyle karşılaştık. Gözaltına almakla tehdit ettiler fakat biz kararlı duruşumuzu bozmadık. Kararlılığımızı gördüklerinden olacak, sonrasında böyle tehditler yaşamadık. Sonrasında Milli Eğitim Müdürlüğü önünde oturma eylemi yaptırmayacağız dediler ve büyük bir ablukayla karşılaştık. Oradaki abluka da aynı kararlılıkla kaldırıldı. Filli bir müdahaleyle karılaşmadık ama psikolojik anlamda bir baskı ve korkutma sürecini zaman zaman yaşıyoruz.

Cengiz Sağlam: Zulüm varsa direniş haktır diyoruz…

Halk direnişinize karşı nasıl bir yaklaşım gösteriyor?

Sema Uçar: Birçok yerde çoğunlukla destekliyorlar. Bir imza kampanyamız da var. Eylemimizi görenler halaylarımıza katılıyorlar, esnaflar bizlerle dayanışma gösteriyor.

Talepleriniz kaşılanmazsa ne olacak, direnişinizi sürdürecek misiniz?

Cengiz Sağlam: Bütün kamu emekçileri KESK’in kurultayında bir araya gelecek ve eylem takvimimiz bundan sonra gerçekleşecek.

Ali Haydar: Emek mücadelesinde, özgürlük mücadelesinde yüreği çarpan tüm dostları, kurumları, yanımıza davet ediyoruz. Çünkü faşizm ayrım göz etmeksizin vuruyor. Doğrudur, zordur işimiz, bunu da biliyoruz. Ama kararlıyız.

Meydan Gazetesi olarak direnişinizi selamlıyoruz…

 

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 38. sayısında yayınlanmıştır.

The post İşçiler KHK’lara Karşı Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/04/18/1851/feed/ 0