ahlak – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Mon, 04 Mar 2019 10:31:42 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Ataerkil Ritüeller (1):Sünnet- Şeyma Çopur https://meydan1.org/2019/03/04/ataerkil-ritueller-1sunnet-seyma-copur/ https://meydan1.org/2019/03/04/ataerkil-ritueller-1sunnet-seyma-copur/#respond Mon, 04 Mar 2019 10:31:42 +0000 https://test.meydan.org/2019/03/04/ataerkil-ritueller-1sunnet-seyma-copur/ Kadınlar hep masallarda anlatıldığı gibi prensler tarafından kurtarılmadı. İnsan soyunun ağaçlardan inip yaşamını iki ayak üzerinde sürdürmeye başladığı zamanlarda bile kadınlar, doğurganlığıyla ayrıcalıklı bir konumdaydı. Yaşamı temsil eden birer tanrıçaydı kadın. Doğayı, bereketi, toprağı, canlılığı ve verimliliği simgelerdi. Topluluğun ihtiyaçlarının temininde ve adaletli bir biçimde dağıtılmasında söz sahibiydi. Cinsiyet ayrımı olmadan yaşanan binlerce yılın ardından […]

The post Ataerkil Ritüeller (1):Sünnet- Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kadınlar hep masallarda anlatıldığı gibi prensler tarafından kurtarılmadı. İnsan soyunun ağaçlardan inip yaşamını iki ayak üzerinde sürdürmeye başladığı zamanlarda bile kadınlar, doğurganlığıyla ayrıcalıklı bir konumdaydı. Yaşamı temsil eden birer tanrıçaydı kadın. Doğayı, bereketi, toprağı, canlılığı ve verimliliği simgelerdi. Topluluğun ihtiyaçlarının temininde ve adaletli bir biçimde dağıtılmasında söz sahibiydi.

Cinsiyet ayrımı olmadan yaşanan binlerce yılın ardından ne zaman ki merkezi iktidarlar toplumsal yaşamı kontrol etmeye ve üretim ilişkilerini yönlendirmeye başladı; kadın da toplumdaki konumunu yitirdi, erkeğin boyunduruğu altına alındı. Bereket Tanrıçası Kibele de yerini Bereket Tanrısı’na bıraktı. Yunan mitolojisinde Dionysos ile Afrodit’in oğlu olan Bereket Tanrısı Priapos, Roma uygarlığında fiziki aşkın ve erkekliğin sembolü oldu.

Peki erkeklik ne? Çağlar boyunca erkeklik savaşlarla, kahramanlıklarla eş tutulmuş. Toplumdan topluma küçük farklılıklar taşısa da genelde “zayıf” olan kadının koruyucusu ve aşığı, “güçlü” olan devletin bekası için savaşan bir askeri, “yüce” tanrının sadık bir kulu olarak anılır erkek. “Namus” ve “şeref” ile anılır.

Ama erkeğin erkekliğini kanıtlaması şartıyla. Çıktığı avdan iyi bir avla dönecek! Eşine karşı iktidar olacak, kanlı çarşafı getirecek!

Çocukluktan erkekliğe geçişte de sünnet olacak. “Oldu da bitti” denecek!

Sünnet’in Kökeni

Sünnetin ataerkil dönem öncesinde Afrika kıtasında ana tanrıçaya adak adamak için toplanan erkeklerin cinsel organlarını keserek sunağa atmasıyla başladığı düşünülüyor. Bu gelenek Hititlerde, Azteklerde, İbraniler ve Fenikelilerde, Sümerlerde ve eski Mısır’da da sürer. Eski Mısır’da toplumsal statü belirlemek için bir araca dönüşür ve yalnızca tutsaklara ve kölelere uygulanır. Ayrıca kesme işleminde de değişikliğe gidilerek yalnızca penisin ucu kesilir. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan mumya ve mezar kalıntılarında bu değişiklik çok net olarak görülmektedir.

Firavunun sarayında bir soylu olarak doğan Musa -ki soylu olduğu için sünnet olmamıştı- kendisine inananları, tanrının vaat ettiği topraklara erişmek için tanrıyla bir anlaşma yapmaya ve anlaşmanın işareti olarak da sünnet olma geleneğini yahudilere taşır. Bu durum yahudilerin kendilerini seçilmiş olarak görmelerine yol açar.

Yahudilikte Lilith ile ilgili anlatılara da rastlanır. Bütün kötülüklerin anası kabul edilen Lilith’in sünnetli erkeklere dokunamadığı düşüncesi, yeni doğan erkek çocukların 8. günde sünnet edilmesinin gerekçesine temel yapılmıştır. Ayrıca sünnetin mastürbasyonu önlediği ve şeytan olarak kabul edilen Lilith’in çocuklarının doğmasına engel olduğu inancı bugün bile mevcuttur.

Hristiyanlıkta İsa sünnetlidir ama onun getirdiği din sünnetli olmayı emretmez. Hristiyanlığın ilk zamanlarında din büyüklerinin yaptığı bir tartışmada “kurtuluş için tanrısal hukuka bağlı olmanın gerekmediği” kararı alınınca bu hukukun bir parçası olan sünnet de İsa’ya inananlar için şart olmaktan çıkar.

İslamiyette ise sünnet, peygamberin söz ve davranışlarına verilen bir isim aynı zamanda. Muhammed’in sünnet olup olmadığı net olmamakla birlikte ve bu yönde dini bir emir olmamasına rağmen sünnet olmak, bu dine inananlar için olduğu kadar bu dinin yayıldığı topraklardaki her erkek için zorunlu hale gelmiştir. Sünnet olmayan müslüman bir erkek düşünülemez!

Erkekliğin Olmazsa Olmazı!

Peki nasıl oldu da ana tanrıçaya adak adamakla başlayan ve farklı dinlerde farklı uygulamalarla gerekli dahi bulunmayan sünnet bizim coğrafyamızda erkekliğin vazgeçilmezi halini aldı?

Orta Asya’dan Akdeniz’e kadar yayılan ve Batı’nın “barbar”, kendisinin ise “savaşçı” diye nam saldığı bir toplum elbetteki militarist davranış kalıplarıyla hareket edecektir. Başta her zaman ulu bir hakan ya da sultan ve onun altında sorgusuz sualsiz uygulayıcı teba. Günümüzde de reis ya da başkan ve yine devletin bekası için kurşun yiyen ya da kurşun atanlar… Bütün bu motivasyonu eksiksiz sürdürmek, savaşan insanların -ki bunlar yalnızca ve yalnızca erkeklerdir- sefere, cenge, harbe gidişlerini, ardından da gazi ya da şehit oluşlarını normalleştirmek gereklidir. İşte erkekliğe ilk adım atmak olarak lanse edilen sünnet ve bunun seremonisi hiç sorgulanmadan tekrarlandıkça hem süregiden erkek egemen anlayışa bir çivi daha çakmakta hem de sünnet edileni bir sonraki büyük seremoniye, askerliğe geçişe hazırlamakta.

Sünnet, bu topraklarda kanunen zorunlu; dinen de farz olmadığı halde toplumsal olarak öyle kuvvetli bir karşılık bulur ki kendine göre bir ritüel olmanın çok ötesinde erkeğin ve ailesinin sonraki yaşamını belirleyen bir hal alır. Kişi günümüzdeki adıyla söylersek mahalle baskısı yüzünden evlenemez bile. Alay ve utanç konusu olur.

Oysa sünnet olan erkek çocuk böylesi bir yaptırımla karşılaşmadığı gibi aksine ilgi ve övgü ile karşılanır. Çocuk, “pipi”sini rahatlıkla gösterebilme meşruluğunu edinir. Ailesi bunu, onur ve gurur kaynağı görür.

Vücut Bütünlüğüne Saldırı

Sünnet, çoğu zaman sağlık ya da hijyen gibi gerekçelerle savunulmaya çalışılsa da günümüzde birçok ülkede tartışıldığı gibi “kişinin vücut bütünlüğüne bir saldırı”dır. Penis üzerindeki derinin kesilip atılması olan sünnet en başta doğal olana bir müdahale anlamını taşır. Oysa regl, doğal bir döngü olmasına rağmen ayıp sayılmakta, gizlenmekte, konuşulması bile istenmemektedir. Bu bile sünnetin cinsiyetçi bir ritüel olduğunu bariz bir şekilde göstermektedir.

Vücut bütünlüğüne saldırı konusunda bir mahkeme kararı tartışmayı alevlendirdi. Almanya’nın Köln şehrinde görülen bir dava sonucunda mahkeme, din kaynaklı erkek sünnetini “beden yaralaması” olarak tanımladı. Bu karar, ülke içinde olduğu kadar ülke dışında yaşayan müslüman ve yahudilerde “infial” uyandırdı. Öyleki bu kararın din düşmanlığı yaptığını düşünenlerin sayısı hiç de az değil.

Sünnet Şeytani Arzuları Törpülüyor!

Benzer bir düşünceyle yola çıkan İzlanda, sünneti ülke içinde komple yasaklamayı hedefliyor. Kaygı Almanya’dakine benzer. Çocuğun haklarının, dini haklardan önde geldiğini düşünen İzlanda meclisine seçmen de destek verirken bir tek dini kesimlerden tepki geldi “doğal” olarak!

Sünnet için yapılan müdahalenin kişinin cinsel arzusunda belirli bir azalmaya yol açtığı ile ilgili yapılan araştırmalar sünnetin bu “şeytani” arzuları törpülemek için din büyüklerince uygulatıldığını da düşündürmektedir. Bazı coğrafyalarda bugün hala uygulanan ve pek çok kadının kan kaybından ölümüne yol açan kadın sünneti de böyle bir dini amaç taşımaktadır.

Sünnetin şeytanla ilişkilendirilmesi yalnızca din otoritelerinin değil zaman zaman devlet yetkililerin ve siyasetçilerin de başvurduğu bir yöntem. Devlet, başta Kürt özgürlük mücadelesi olmak üzere tüm toplumsal muhalefeti halkın gözünde zayıf ve güçsüz göstermek, aşağılamak ve değersizleştirmek için katlettiği devrimcilerin sünnetsiz olduğu şeklinde haberler servis etmekte, bu yönde açıklamalarda ve beyanlarda bulunmaktadir. Böylece sünnet, devletin en yüksek makamınca da savunulmakta; sünnet olmama durumu ise “resmen” kötülenmektedir.

Bu ve benzeri söylemlerle devlet iktidarı, erkeğin “iktidar” olması için erkek, erkek olması içinse sünnet olması gerekliliğini yineler durur.

Sünnet Lobisi

Sünnet derisinin kimi cilt hastalıklarında ve estetik amaçlı sağlık sektöründe kullanıldığını da düşünürsek bir “sünnet lobisi”nden de söz edilebilir. Her sünnet sünnet derisi, her sünnet derisi de para demek diye düşünen şirketler sünnetin sağlıklı olduğuna dair zaman zaman sağlık kuruluşlarının araştırma sonuçlarını paylaşıyorlar. Elbette bu araştırma sonuçları kesin bir bilgi taşımıyor ama bu tür açıklamalar defalarca yinelendiğinde sünnet olunması yolunda bir etki yapıyor ister istemez. Günümüzde ABD’de sağlık amaçlı sünnetlerin oldukça yaygın olmasının bir nedeni de bu.

İster sünnetli ister sünnetsiz olsun, erkekler bu ataerkil, bu cinsiyetçi sistem sürdüğü sürece kadınlar üzerindeki iktidarlarını sürdürmeye devam edecekler. Bu iktidar, erkeklere kadınları taciz etme, onlara tecavüz etme ve hatta katletme meşruluğunu sağlıyor. “Erkekliğime laf etti” demesi erkeğin yüksek ceza almasının da önüne geçebiliyor. Bu noktada devlet de erkekle aynı tarafta. Dinler açısından da durum farketmiyor. Hristiyan, yahudi veya müslüman ağırlıklı olup olmadığı fark etmeksizin neresi olursa olsun kadınlara yönelik şiddet hız kesmeden devam ediyor; erkeğin “pipi”sinin sünnetli olup olmaması fark etmiyor.

Erkekler Farkında Mı?

Devletlerin, dinlerin ve kapitalizmin kıskacında kalan kadınlar olarak farkındalıklarımızı geliştirip onların zorlamalarına karşı mücadele yürütüyoruz. Ama erkekler sistemin iktidarını kendi bedenleri üzerinden yeniden yeniden var ettiklerinin farkına varmadıkça ve hatta paylaştıkları iktidar onlara tatmin de sağladıkça bu durumun değişmesi için bir çabaya girişmiyorlar. Cinsiyetçiliğin ve ataerkinin ortadan kalkması kadınların yanı sıra elbette erkekleri de özgürleştirecek. Sünnet ile ilgili yapılan tartışmalar bunun için değerli.

 

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.

The post Ataerkil Ritüeller (1):Sünnet- Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/03/04/ataerkil-ritueller-1sunnet-seyma-copur/feed/ 0
Ha Müftü Ha Memur, Nikah Kıyımı Kadın Kıyımıdır – Ece Uzun https://meydan1.org/2017/11/03/ha-muftu-ha-memur-nikah-kiyimi-kadin-kiyimidir-ece-uzun/ https://meydan1.org/2017/11/03/ha-muftu-ha-memur-nikah-kiyimi-kadin-kiyimidir-ece-uzun/#respond Fri, 03 Nov 2017 08:33:30 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/03/ha-muftu-ha-memur-nikah-kiyimi-kadin-kiyimidir-ece-uzun/   Evliliğin Tarihsel Gelişimi Kadın ve erkek yüzyıllardır birbirini tamamlayan iki unsur olarak anlatılır. Çağlar boyunca kimi zamanlarda değişkenlik gösteren cinsiyet rollerine rağmen kadın ve erkek hep bir aradadır. İlkel topluluklarda avcılıkla uğraşan erkek ve toplayıcılık yapan kadın, yaşamın sürdürülmesinde zorunlu bir ilişki halindedir. Bu zorunlu ilişki aynı zamanda ruhsal ve bedensel birleşmelerle soyun devamlılığını […]

The post Ha Müftü Ha Memur, Nikah Kıyımı Kadın Kıyımıdır – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 


“Evlilik Devlet’i ve Kilise’yi her yönüyle besleyen bir kurumdur; hayatın insanları geliştirip incelten bir alanda tuzağa düşürmek için, hem Devlet’in hem de Kilise’nin eski çağlardan beri hiç bıkmadan peşinde kovaladığı bir av olmuştur. Aşk, ezelden beri insan ilişkilerinin en güçlü faktörüdür; aşk, insan eliyle yapılan her türlü yasadan üstün gelmiş ve kiliseyle ahlakın dayattığı demir parmaklıkları her çağda kırıp atmıştır.”

Emma Goldman

Evliliğin Tarihsel Gelişimi

Kadın ve erkek yüzyıllardır birbirini tamamlayan iki unsur olarak anlatılır. Çağlar boyunca kimi zamanlarda değişkenlik gösteren cinsiyet rollerine rağmen kadın ve erkek hep bir aradadır. İlkel topluluklarda avcılıkla uğraşan erkek ve toplayıcılık yapan kadın, yaşamın sürdürülmesinde zorunlu bir ilişki halindedir. Bu zorunlu ilişki aynı zamanda ruhsal ve bedensel birleşmelerle soyun devamlılığını sağlamak için sürdürülmüştür. İlkel toplumlardan günümüze farklılık gösteren bir çok ritüel, tören, seremoni ile kadın ve erkek birbirine bağlanmıştır. Günümüzdeki anlatımıyla evliliğin tarih, antropoloji, ve sosyoloji gibi alanlarda ne zaman ortaya çıktığına ilişkin tartışmalarsa uzun yıllardır incelenmektedir.

İlkel toplulukların yerleşik yaşama geçişiyle, devletsi yapılar beraberinde mülkiyet ilişkisini getirmiş ve hiyerarşik ilişki biçimleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Toplumsal ilişkilerin değişmesine neden olan yerleşik yaşam, kadın ve erkek arasındaki toplumsal roller üzerinden başka bir hiyerarşiyi de açığa çıkarmıştır: Erkeğin üstün konumda bulunduğu bir hiyerarşi. “Yabanıl toplumlarda toplumsal ve cinsel ilişkilerin, ortaklaşa üretim ve ortak mülkiyet uygulaması sonucu eşitlikçi bir nitelik gösterdiği görülür. Bu özellikler özel mülkiyete ve sınıf ayrımına dayanan çağdaş toplum anlayışına ters düşmekteydi. Demek ki kadınlara onurlu bir yer veren anasoylu klan dizgesi, her iki cins insanında eşitlik içinde yaşadığı, baskı ya da cins ayrıcalığı görmediği bir ortaklaşmacı (kolektivist) düzendi.” (Evelyn Redd, Kadının Evrimi)

Yerleşik yaşamda çeşitli madenlerin bulunmasıyla da birlikte, avcı olan erkek, diğer avcı olan erkeklerle yarışmaya başlamıştır. Bedensel gücü ve avlanmak için kullandığı silahlar bir başka erkeğe veya bir başka kabileye yönelmeye başladıkça; gücün belirlediği iktidar ve iktidarlı ilişki biçimleri açığa çıkmaya başlamıştır. Kadın ise, gezer-göçer oldukları dönemde daha fazla söze sahipken, yerleşik yaşamla beraber ev ve evin çevresindeki işlere hapsedilmiştir. Kadın ve erkeğin biyolojik farklılıklarından dolayı olduğu iddia edilen iş bölümüyle kadının eve kapatılması, özel alanın içinde tanımlanmasına neden olmuştur. Özel alanda var olan özne olarak kadın ve kadının erkek ile kurduğu yine iş bölümüne dayanan ilişki biçiminde, toplumsal cinsiyet rolleri oluşmaya ve zaman içerisinde belirginleşmeye başlamıştır. Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkekte biyolojik olarak bulunan farklılıkların dışında, yaşamsal olarak bulunan farklılıklar ve bu farklılıklar sonucu kadın ve erkeğe yüklenen rollerdir. Bu farklılıkların nasıl ortaya çıktığı ve biyolojik farklılıklarla ilişkisi olup olmadığı yine bir tartışma konusudur. Toplumsal cinsiyet, adı üzerinde toplum ve dolayısıyla kültür tarafından belirlenir. Her toplum ve kültürün özelinde değişkenlik gösterir ve bu özellikler dahilinde belirlenir. Ancak ataerkinin var olduğu tüm toplumlarda koşulsuz olarak bulunur.

Ataerkiyle birlikte kadın ve erkek, bir bütünü oluşturan ilişki biçimini değil de erkeğin kadından üstün olduğu bir ilişki biçimini sürdürür. Ataerkillik, her şeyden önce hiyerarşik bir ilişkidir ve hiyerarşi olmadan kendini var edemez. Babanın iktidarı, onun bir adım gerisinde olan oğul tarafından sürdürülmek durumundadır. İşte bu noktada devreye giren “erkeğin soyunun devam etmesi”, zorunlu hale gelir.

Soyun Devamı ve Namus Olgusu

Soyun devamı kaygısının bir sonucu olarak kadının tek eşliliği şartı konulmuştur. Soyun devamını sağlayan yegane varlığın erkek olduğu düşünüldüğünden, bu durumda kadın sadece bir araç olmuş ve varlığı doğurganlığa bağlanmıştır. Kadının bedeninin doğurganlığa bağlanmasıyla birlikte, kadın bedeni bütünüyle cinsellikle dolup taşan bir beden olarak tanımlanmış, nitelenmiş ve saf dışı bırakılmıştır. Bu beden, kendisine içkin patolojinin etkisiyle tıbbi uygulamalar alanıyla bütünleştirilmiştir. Düzenli doğurganlığı sağlamak zorunda olduğu toplumsal bünye esas ve işlevsel öğesi olmak zorunda kaldığı aile düzlemi ve ürettiği biyolojik-ahlaksal bir sorumluluk çerçevesinde eğitimi boyunca güvence vermek zorunda olduğu çocukların yaşamıyla organik bir ilişkiye sokulmuştur. (Foucault, Cinselliğin Tarihi)

Kadının eve kapatılması ve doğurganlıkla eş değer tanımlanması, zaman içerisinde bunun bir mülkiyet ilişkisi olmasını da garantilemiştir. Bu mülkiyet ilişkisi, toplumsal cinsiyet rollerine dayandırılarak “namus” kavramının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Erkeğe ait olan ve korunması gereken kadın tanımı, kadının toplumsal ilişkilerdeki hal ve hareketlerini de kapsayan “kadının namusu” denilen kavramı yaratmıştır.

Aile ve Evlilik

Tüm bu belirlenimlerin bize gösterdiği, kurum olarak evlilikten önce, kurum olarak ailenin varlığıdır. Ailenin kurumsallaşması, toplumun merkezi devlet yapılanmalarına doğru evrildiğinin bir göstergesi olarak gerçekleşmiştir. Devletler, yaşamın tamamına nüfuz edebilmek için aile kurumunun belirleyicisi olmuştur.

Tarihte somut olarak “dini bir ritüel” biçiminde karşımıza çıkan evlilik, kurumsallaşmış dinler öncesinde, insanların “Tanrılar onları kutsasın” diye yaptıkları bir törendi. Anadolu’da, Mezopotamya’da ve Antik Yunan’da evlilik törenleri birbirinden farklı özellikler gösterse de, temelde Tanrının bir ödülü olarak düşünülüyordu. Örneğin Antik Yunan’da -bugünkü Batı toplumlarının temelini oluşturur- genellikle 15 yaşından itibaren evlendirilen kız çocukları 3 gün süren bir şölenle evlendirilir, tanrıya çeşitli adaklar adanır veya “kurban” kesilirdi. Evlilik, aile olabilmenin en kutsal adımı olmuş ve yerine getirmek Tanrılara karşı bir sorumluluk ve zorunluluk haline gelmişti. Ancak bu evliliği kutsal kılan tabi ki erkekti. Meşru evlilikten doğan meşru çocuklar babanın soyunun devamı olmakla birlikte, babanın iktidarının da devamıydı. Erkeğin iktidarı böylelikle süreklileşecekti. Erkeğin kutsal addedilen soyunun bozulması kaygısı, kadının üzerinde aşırı sahiplenme (mülkiyetçilik) ve kıskançlık olarak kendisini var etti. Önce kendi babasına, sonra evlendiği erkeğe bağımlı kılınan kadın, ailenin bir parçası olmaktan ziyade iktidar tarafından ezilen bir kimliğe büründürüldü.

Kadının toplumsal yaşantıdaki yeri sadece çocuk doğurmak, yetiştirmek -o da erkeğin onay verdiği şekilde- ve evin çekip çevrilmesini sağlamakla sınırlı kaldı. Tabi ki bu dönemlerde de toplumsal cinsiyet rollerini, aileyi, evliliği reddeden kadınlar olmuştur. Bunların bir kısmı birer efsane gibi hafızalarımızda bulunsa da, hem yazılı kaynak olmamasından hem de erkeğin gerçekleri çarpıtmasından dolayı, elimizde çok az belge bulunmaktadır.

Kurumsallaşmış Din ve Evlilik

Kurumsallaşmış dinlerin ortaya çıkışıyla birlikte, kadının toplumdaki pozisyonu giderek erimiş; zaten mevcut olan kurallar, yasaklar ve baskı bu sefer “semavi” olduğu iddia edilen dinler tarafından uygulanmaya başlamıştır. Babanın üstün gücüyle elde ettiği iktidar, Hristiyanlık tarafından desteklenmiştir. İktidar, iktidarını “oğullarına” devretmiştir. Oğulların çoğalması, bir sürünün çoğalması gibidir, çoğalma çiftçi için nasıl önemliyse oğullar için de o kadar önemlidir. (İncil, Markos) Tanrı, insanlara bunu öğütlemiştir. Batı toplumlarında Roma İmparatorluğu ile başlayan -adaleti ve eşitliği getireceği iddia edilen- Hristiyanlık, pek çok farklı devlete savaşlarla, asimilasyonla ve çeşitli kültürel etkileşimlerle yayılmıştır.

Evlilikle ilgili olarak tek eşlilik kuralını getiren kilise, kadın ve erkek arasındaki toplumsal farkları daha da belirginleştirmiştir. Erkeğin birden fazla kadınla birlikte olması kutsal kitap tarafından yasaklanmıştır. Ancak erkek başka bir kadınla birlikte olduğunda rahibe gidip günah çıkararak günahlarından arındırılmış olur. Kadın ise dince yasaklanan benzer bir suçu işlediğinde dinden aforoz edilir. Bu, aynı zamanda toplumdan da aforoz edilme anlamını taşır. Sadece aforozla yetinilmediğinde, kadın çoğunlukla “cadı” veya “büyücü” yaftalamasıyla idam edilir. Boşanmak ise yasaktır. Ama kadın bir günah işlediyse, erkeğin kadını dilediği gibi boşayabilme ve başka bir kadınla evlenebilme hakkı vardır.

Din ve devlet ittifakının doruk noktasına ulaştığı 9. yüzyılda zaten eğitimli olan rahipler, nikah kıyma yetkisini edindiler. O dönemde kiliseler her yerdedir, bu yüzden nikah kıyacak olanlar -Tanrı izin verdiği sürece- rahipler olacaktır. Zaman içerisinde nikahlar sayesinde büyük bir zenginleşme yaşayan Kilise, akraba evliliklerini yasaklamıştır. Kadının miras hakkı zaten olmadığından, bölünerek miras kalan küçük arazi ve tarlalardan elde ettiği gelirle daha da zenginleşmiştir. Devletin karşısında daha güçlü bir konuma ulaşan Kilise’nin toplum üzerindeki etkisi arttıkça devletle çatışmalar yaşamaya başlamıştır. Toplumsal ve siyasal yaşamın düzenleyicisi artık Kilise’dir. Devletle Kilise arasındaki ittifak zamanla bozulmuş, bu bozulma büyük bir kırılma noktası yaratarak 18. yüzyılda Kilise Reformu’nu beraberinde getirmiştir. Böylelikle evlilik ve aile tekrar devletin denetimine geçmiştir. Ancak Kilise’de nikah kıyma geleneği günümüzde bile devam etmektedir.

İslamiyet’in kurumsallaşması Hristiyanlığa oranla daha farklı seyretse de, ortaya çıktığı coğrafyada kadının siyasal ve toplumsal hiçbir konumu bulunmamaktadır. İslamiyet bu kültürün devamına hatta perçinlenmesine neden olmuştur. Bugün bile İslam Hukuku’nca yönetilen devletlerde tartışılan, “kadınlara araba kullanma hakkının verilmesi”dir.

“Her kim ki bir kız çocuk doğduğunu görürse, üzüntüden yüzü simsiyah kesilir.” (Kuran, Nahl Suresi) İslamiyet’in kadına bakış açısı bu ayetle gayet iyi özetlenmektedir. İslam toplumlarında kadın, sosyal ve siyasal anlamda yaşamın hiçbir yerinde bulunmayan, çoğunlukla satın alınan, yalnızca erkekle var olabilecek bir nesnedir. Kadının eve kapatılması dışında fiziksel olarak da kapatılmasını “emreden” Kuran, yine kadına yönelik birçok şey öğütler. Kadın ve kadın bedeni, korunulması, kapatılması gereken ve sadece tabi olduğu iktidarın yanında sergilenebilecek bir nesne olarak var olabilir.

İslam’da evlilik, imamın yetkisindedir ve “bir erkeğin en fazla 4 kadın alabilmesi şartı” konulmuştur. Ancak erkek tek seferlik cinsel ilişki yaşayabilmesi adına gerçekleştirdiği muta nikahı(1) sayesinde dilediği kadar kadınla cinsel birliktelik yaşayabilir, sonrasında ise rahatlıkla boşanabilir. Bu İslam Hukuku’nca yaratılmış bir olgudur. Ancak kadın evli olduğu erkeğe karşı gelmesi, “kadınlık görevini” yerine getirmemesi, başka bir erkekle cinsel ilişki yaşaması durumunda erkek tarafından hemen sözlü olarak beyanla terk edilir; kadının ve evli olduğu erkeğin akrabaları tarafından veya evli olduğu erkek tarafından genellikle recm(2) edilerek öldürülür. İslamiyette boşanma yetkisi erkektedir, kadın çok nadir istisnalar dışında erkeği boşayamaz. Boşanma, erkeğin sözlü olarak beyanıyla gerçekleşir.

Yahudilik’te ise durum biraz farklıdır. MÖ iki binli yıllara dayandırılan Yahudilik, tek bir halka (İsrailoğulları) gelme özelliğini korumakla birlikte, bu dine dahil olan herkesin bu halka da dahil olması şartıyla varlığını sürdürmüştür. Anaerkil olduğu iddia edilen kutsal kitabı Tevrat’ta tek eşlilik esastır, ancak bu kural sadece kadın için geçerlidir. Erkeğin birden fazla cariye alabilmesi normal kabul edilir. Ancak evliliği gerçekleştirme yetkisi bulunan kişi, evleneceği kişiyi seçme yetkisi diğer kurumsallaşmış dinlerden farklı olarak kadına verilmiştir. Yahudiliğin diğer kurumsallaşmış dinlerden daha eski olduğunu düşünürsek, kadının toplumda biraz daha önemli bir konumda bulunduğu zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bunun dine yansıması olarak, kadının dinde belirlenen pozisyonunda farklılık olduğu yorumu yapılabilir.

Dinin topluma -kapitalizm ve modern devletlerin varlığıyla birlikte- etkisi bazı değişikliklere uğrasa da, iktidarlar toplumun kontrolünü sağlamlaştırdığı aile ve aileyi oluşturmak için yaratılan evlilik özelliklerini korumaya devam etmiştir. Her ne kadar Batı -modern- toplumlarında kadın ve erkek arasındaki farklılıkların azaldığı iddia edilse de, evliliğin varlığının kadın üzerinde bir otorite olduğu, kadının devletin ve dinin sürdürülebilmesi için kurulan bu kurumun parçası olmak zorunda olduğu gerçeğini değiştirmez. Doğu ve Batı toplumlarında farklı özelliklerde olsa da, pek çok toplumda dinin kadın üzerinde yarattığı büyük baskı, kurumsallaşmış dinlerin ortaya çıkışında olduğu gibi sürmektedir.

Evlilik bir mülkiyet midir? Ve bu mülkiyet aile içinde nasıl devam eder?

Evlilik, iki insanın birbirini severek beraber yaşamasının dışında, bir mülkiyet ilişkisidir. Her iki taraf için de bir mülkiyet ilişkisi olsa da, genellikle mülk edinilen özne kadın olmaktadır. Mülkiyet ilişkisi sosyal olduğu kadar ekonomik bir bağlayıcılıktır. Kadının tüm davranışlarını belirleyen ve kontrol eden erkek olurken, evlilik ile birlikte yapılmış olan ekonomik sözleşme kadının lehine gibi görünür. Ekonomik yaşantısını erkeğe bağlamak zorunda kalan kadının, boşanma durumunda alacağı tazminat bir kazanım olarak görülse de, bu kadın ve erkek arasındaki mülkiyet ilişkisinin devamını, aynı zamanda algısal olarak kadının erkeğe bağımlı olmasının devamını sağlar. Bu mülkiyet ilişkisini topyekün reddetmek, aynı zamanda kadın ve erkeğin arasında iktidarlar tarafından oluşturulan hiyerarşik ilişki biçimini de reddetmek ve ortadan kaldırmak anlamına gelecektir.

Eşitlik ama hangi anlamda?

Evlilik ile ilgili olarak uzun zamandır tartışılan kadın ve erkeğin -genellikle ekonomik olarak- toplumun her alanında olduğu gibi evlilik rollerinde de eşit olabilmesiydi. Kadın ve erkek eşitliği, erkeğin kapitalizm ve devlet içerisinde aldığı pozisyonda kadının da var olabilmesi savunusudur. Eğitim, ekonomi, siyaset gibi alanlarda erkeğin pozisyonunda olabilmek, aynı zamanda erkeğin iktidarına ortak olabilmektir. Yaşadığımız sistemdeki eşitlik isteği, erkekle aynı konumda bulunabilmek isteğidir. Erkek egemen bir sistemde erkekle eşitlenerek erk olmak, özgür olduğunu sanmaktan başka bir şey değildir.

Bu Coğrafyada Evlilik

Evlilik, her toplumun kendi toplumsal gerçekliğinde ve değer yargılarında değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Dinin etkisinin yoğun olduğu bu coğrafyada evliliği değerlendirmek, toplumun özelliklerini değerlendirmeye de denk düşecektir.

Giderek sadece biçimsel değil, algısal olarak da muhafazakarlaşan/muhafazakarlaştırılan toplumumuzda namus denilen kavram yüzyıllardır önemini korumaktadır. Başlık parası, berdel, töre, töre cinayetleri, küçük yaşta zorla evlendirilmeler, tecavüzcüsüyle evlendirilmeler bu coğrafyanın gerçekliğidir. Her gün taciz, tecavüz ve kadın katliamının yaşandığı coğrafyamızda kadın üzerinden tartışılan bir başka konu ise şimdilerde “müftülere nikah kıyma yetkisi veren yasa” oldu. İktidarın bu yasayla belli bir amacı temsil etmesiyle birlikte, iktidarların tarih boyunca kadınlara yöneldiğini göz önünde bulundurursak, bu durum şaşırtıcı olmamalıdır.

Hukuk içerisinde hak mücadelesi mi, adalet için özgürlük mücadelesi mi?

Evlilik gündemi bu coğrafyada yalnızca şimdiye ait bir gündem değil. Daha önce, 2000’li yılların başında, imam nikahının kaldırılması için mücadele eden kadınlar, kadınların “resmi” evlilik sayesinde çeşitli kazanımlarının olduğunu savunmuş ve bu konuyla ilgili Medeni Kanun’da düzenlemeler yapılması gerektiğini önermiştir. Benzer şekilde, yeni yasa ile müftülere nikah kıyma yetkisinin geçersiz olduğunu söyleyenler, AİHM’ye başvuru yaptılar.

Devletin koyduğu yasalar çerçevesinde toplumdaki her insan için olduğu gibi, toplumda ezilen pozisyonunda olan kadınlar için de yasalar bulunmaktadır. Bu yasalardan yararlanmak ve “meşru haklar” çerçevesinde meşru hakları elde edebilmek için sadece hak mücadelesi vermek, tek çözüm olamaz. Devletin yasalarıyla oluşturulan hukuk içerisinde hak elde etmek üzerinden kurulu bir mücadeleyi tek başına yürütmek, bir kazanım olmadığı gibi; bu yasaları yaratanların ve erkek devletin meşruluğunu sağlamaktadır. Anarşist Emma Goldman’ın mücadelesi, hak mücadelesi dışında bir mücadele hattı yürütebilmenin en iyi örneklerindendir. Kürtajın yasallaşması ve doğum kontrolü için uzun yıllar mücadele veren Goldman, ezilmişliğin kökeni olarak gördüğü ataerkinin ortadan kaldırılmasına yönelik bütünlüklü bir mücadele hattı yürüterek hem devlete hem de kapitalizme karşı örgütlenmenin gerekliliğini savunmuştur.

Bugün tartışılan yasada, yasanın yürürlükten kaldırılması için “yasal” kampanyalar yürütmek dışında, bu ve benzer yasaları koyanları ortadan kaldırmaya yönelik mücadele vermek de bir gerekliliktir.

Özgürlük mücadelesi varoluşu tehdit eden tüm unsurlara karşı girişilmiş bir hayatta kalabilme mücadelesidir. Dünyanın hemen her yerinde kadının hayatta kalabilmesi kendisine karşı olan ataerki, devlet, din ve kadına karşı olan toplumsal değer yargılarıyla mücadele etmesine bağlıdır ve mücadele sadece kendisi için değil tüm kadınlar için de olmalıdır.

1) İslam’da para karşılığında bir erkek ve kadının sözlü beyanına dayanarak imam tarafından gerçekleştirilen geçici nikah.

2) Taşlamak anlamındadır ve İslam Hukukunca “zina” yapan kadın veya erkek taşlanarak öldürülmesidir.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Ha Müftü Ha Memur, Nikah Kıyımı Kadın Kıyımıdır – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/03/ha-muftu-ha-memur-nikah-kiyimi-kadin-kiyimidir-ece-uzun/feed/ 0
Kötülüğün Biyolojisi – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/09/23/kotulugun-biyolojisi-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/09/23/kotulugun-biyolojisi-ozgur-erdogan/#respond Sat, 23 Sep 2017 19:21:46 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/23/kotulugun-biyolojisi-ozgur-erdogan/ İnsanın kimi eylemlerini “iyi” ya da “kötü” yapan şeyin ne olduğuna dair çeşitli tartışmalar sürüp gidiyor. Kimileri bu eylemlerin toplum tarafından belirlendiğini söylerken kimileri iyi ya da kötü davranışın iradi bir şey olduğunu, tüm koşullara rağmen son kertede bireyin tercihlerine bağlı olduğunu söyler . Öte yandan, Biyo-Felsefe denilen alanda mesele daha farklı tartışılır. Kimileri “genlerin” […]

The post Kötülüğün Biyolojisi – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>


İnsanın kimi eylemlerini “iyi” ya da “kötü” yapan şeyin ne olduğuna dair çeşitli tartışmalar sürüp gidiyor. Kimileri bu eylemlerin toplum tarafından belirlendiğini söylerken kimileri iyi ya da kötü davranışın iradi bir şey olduğunu, tüm koşullara rağmen son kertede bireyin tercihlerine bağlı olduğunu söyler . Öte yandan, Biyo-Felsefe denilen alanda mesele daha farklı tartışılır. Kimileri “genlerin” ya da “insan doğasının” iyi ya da kötüye bir eğiliminin olduğunu ve belirleyicinin katiyen bu olduğunu söylerken, bir başkası da insan doğasının ya da genlerin belirleyiciliğini yadsımamakla beraber, toplumsal yapının da bu eğilimleri yönlendirdiğini iddia eder.

Belki de tarihin en kadim sorularından biridir “İnsan iyi midir, yoksa kötü mü?” sorusu. Fakat biz bu kapsamlı sorunun cevabını aramak yerine, çevremizi saran kötülüğün nedenlerine eğilip, bir başka kadim sorunun peşine düşeceğiz ve kötülüğün biyolojik ve evrimsel kökenine dair kısa bir tartışma yürüteceğiz.

Bu tartışmanın en önemli aktörlerinden biri kuşkusuz Pyotr Kropotkin’dir. Kropotkin, insanın evrimi üzerine yaptığı çalışmalarda, kendinden öncekilerin aksine evrimin ana faktörü olarak rekabeti ve bencilliği değil, Karşılıklı Yardımlaşma ve dayanışmayı alır. Özellikle Evrimin Bir Faktörü Olarak Karşılıklı Yardımlaşma ve Etik adlı eserlerinde bir dizi örnekle bunu kanıtlamaya girişen Kropotkin, oldukça ikna edici veriler de sunar. Canlıların hayatta kalma mücadelesinde rekabetin önemini de yadsımayan yazar canlılardaki toplumculluğun onları doğanın zorlu koşulları karşısında ayakta tutan şey olduğunu savunur. “…karşılıklı destek, doğada iklime, tufanlara, fırtınalara, soğuğa ve bu gibi şeylere sürekli olarak yürütülmesi gereken ve sürekli olarak var oluşun hep değişen koşullarına yeni adaptasyonlar gerektiren mücadeledeki en iyi silahları sunar. Dolayısıyla, bir bütün olarak bakıldığında doğa, kesinlikle fiziksel gücün, süratin kurnazlığın, ya da savaşta yararlı olan başka herhangi bir özelliğin zaferini örneklemez. Aksine, karınca, arı, güvercin, ördek, sıçan ve diğer kemirgenler, ceylan, geyik, v.s gibi su götürmez biçimde zayıf olan türlerin koruyucu zırhları, kendilerini savunmak için gagaları, ya da uzun sivri dişleri yoktur – savaşçı da değillerdir – ancak yaşam mücadelesinin en iyisini başarırlar ve toplumcullukları ve karşılıklı korumaları sayesinde, çok daha güçlü yapılı rakiplerini ve düşmanlarını bile yerlerinden edebilirler…”

Yani Kropotkin aslında şunu söylemektedir: Doğal olan türün gelişimi için iyi olandır. Türün kendini var etmesi için iyi olan ise rekabet ve savaş değil aksine yardımlaşma, fedakarlık, hoşgörü gibi duyguları içinde barındıran ve canlıların yaşamına sinmiş olan Karşılıklı Yardımlaşma’nın ta kendisidir. Kötü olan şey “bu içgüdünün” dış etkenler vasıtasıyla bastırılmasıdır. Kuşkusuz Kropotkin’in engellenmeden ya da bastırılmadan kast ettiği şeyin kendisi insanlık serüvenimizin bir noktasında ortaya çıkan iktidar ve benzeri yapılardır.

Kropotkin bu doğa yasasını dillendirirken aynı zamanda iyi ve kötüye dair ortaya atılan doğaüstü tezlere de karşı çıkar: “…ve bu -ahlak yasasının evrenselliğinin- metafiziksel bir ileri sürülüşü ya da bir varsayım değildir. Toplumculluğun ve neticede duyum yoğunluğunun ve çeşitliliğin devamlı gelişimi olmadan hayat imkansızdır. hayatın özü orada yatar.”

Kropotkin’den önce Kessler ve aynı dönemde Élisée Reclus gibi araştırmacılar da bu fikri desteklemiş özellikle Reclus bu konuda oldukça özgün fikirler ortaya atmıştır. Sonraki yıllarda rekabeti bencilliği savunan “Sosyal Darwinist”lere karşı bir çok farklı fikir ortaya atılmıştır.

Kropotkin’in “Evrimin Bir Faktörü Olarak Karşılıklı Yardımlaşma, fikri zaman içerisinde o kadar kabul görmüştür ki, insanın özünde bencil olduğunu söyleyenler bile, onun fikirlerini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Karşılıklı Yardımlaşma’nın insan davranışları içerisinde çok önemli olduğunu söyleyen bu anlayış, aynı zamanda insanların bu davranışları yine “bencilliğinden” sergilediklerini ifade etmişlerdir.

Bu cenaha dahil olanlar arasında, Erdemin Kökenleri adlı eserinde bu konuyu işleyen Matt Ridley ve meseleye aynı doğrultuda yaklaşan Gen Bencildir diyen Richard Dawkins de bulunmaktadır. Her iki yazarda Karşılıklı Yardımlaşma’nın ve benzeri davranışların evrimin önemli bir faktörü olarak ele alınması gerektiğini söylemekle beraber, bu davranışların kendini devamlı kopyalamak isteyen genlerin bencil bir davranışı olarak görülmesi gerektiğini söylerler. “… Örneğin, rahimdeki bir cenini göz önüne alalım. Anne ile cenin arasındaki ilişkiden daha müşterek ve evrensel bir şey olamaz. Anne onu dünyaya getirmek ister çünkü cenin kadının genlerini bir sonraki nesile aktarır. Cenin annenin başarılı ve sağlıklı bir hamilelik geçirmesini ister yoksa ölür. Her ikisi de oksijen almak için annenin ciğerlerini kullanır ve yaşamları annenin kalbinin atmasına bağlıdır. İlişki tümüyle dengelidir; hamilelik müşterek bir çabadır.”

Ridley ve diğerleri için amentü “Çıkar”dır. Fakat Ridley’in verdiği bir çok örnek ve yukarıda örnekte olduğu gibi, hayatta kalma arzusu bir çıkar olarak nitelendirilemez. Hayatta kalmak, hayatta kalmaktır. Çıkar ancak, hayatta kalma koşulu sağlandıktan sonra diğerlerine karşı bir üstünlük sağlıyorsa çıkar haline gelir. Yani biz hayatta kalma ve benzeri temel nitelikleri çıkar diye adlandırıyorsak diğerlerine başka bir şey dememiz gerekir.

Açıkçası bu tartışmalar ve yukarıda art arda dizdiğimiz örnekler daha da uzatılabilir. Hatta, bunların üzerinde daha çağdaş örnekler ve tartışmalar da eklenebilir. Fakat, bu örneklerden ziyade bu örneklerin bizde yarattığı hissiyat daha önemlidir. Devletlerin, dinlerin ve tüm iktidar odaklarının yineleyip durduğu “doğuştan günahkar”, “doğuştan kötü” olan insan modelinin karşısına yeni daha güçlü bir model sunmaktadır. “Doğuştan paylaşımcı” ve “doğuştan duygudaş” insan. Bu insanın içimizde var olduğunu bilmek, çevremizdeki kötülük çemberini kırmak için yeterli olmasa bile bu çemberi kırıp kötü olmayan insanların kötü olmayan dünyasını yaratmak için bizlere umut ışığı olduğu açıktır.


Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Kötülüğün Biyolojisi – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/23/kotulugun-biyolojisi-ozgur-erdogan/feed/ 0
Bizi Yok Sayanlar Bizden Korksun https://meydan1.org/2015/12/13/bizi-yok-sayanlar-bizden-korksun/ https://meydan1.org/2015/12/13/bizi-yok-sayanlar-bizden-korksun/#respond Sun, 13 Dec 2015 14:57:28 +0000 https://test.meydan.org/2015/12/13/bizi-yok-sayanlar-bizden-korksun/   25 Kasım’ın Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü olarak ilan edilmesinin tarihinde olan Mirabel Kardeşler’in katledilmelerinden bu yana 55 yıl geçti. Bir 25 Kasım’ı daha geride bırakmışken, o günden bugüne nelerin değiştiğini ya da nelerin değişmeden kaldığını söyleyebiliriz? Mirabel Kardeşler, Dominik Cumhuriyeti’nde cunta faşizmine karşı mücadele ettikleri, korkmadıkları ve tüm kadınları korkmamaya çağırdıkları için […]

The post Bizi Yok Sayanlar Bizden Korksun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Bizi Yok Sayanlar Bizden Korksun

 

Kadına yönelik şiddet artarak sürerken, kadınların kıstırılmak istendikleri şiddet sarmalına karşı mücadelesi de devam ediyor. Geride bıraktığımız 25 Kasım’da, Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nde, “tacizciler, tecavüzcüler, çeteler ve devlet Bizden Korksun” diyerek sokaklara çıkan Anarşist Kadınlar ile, kadına yönelik şiddeti, bu şiddete karşı mücadeleyi ve “erk”in egemenliğine karşı sürdürdükleri mücadelelerini konuştuk.

25 Kasım’ın Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü olarak ilan edilmesinin tarihinde olan Mirabel Kardeşler’in katledilmelerinden bu yana 55 yıl geçti. Bir 25 Kasım’ı daha geride bırakmışken, o günden bugüne nelerin değiştiğini ya da nelerin değişmeden kaldığını söyleyebiliriz?

Mirabel Kardeşler, Dominik Cumhuriyeti’nde cunta faşizmine karşı mücadele ettikleri, korkmadıkları ve tüm kadınları korkmamaya çağırdıkları için katledilmişlerdi. Görüyoruz ki, 55 yıldan bu yana dünyanın neresinde olursa olsun faşist iktidarlar kadına yönelik saldırılarını aynı şekilde devam ettiriyorlar. Kadınlar, yaşadığımız toprakların da bir parçası olduğu Ortadoğu coğrafyasının birçok noktasında, savaşlarda katlediliyor, tecavüzlere maruz kalıyor, köle olarak pazarlanıyor. T.C. Devleti de, kadına yönelik bu sistematik şiddetin örgütleyicisi ve körükleyicisi pozisyonuyla; kontra gerilla birlikleriyle, çeteleriyle ve doğrudan kendi kolluklarıyla kadınları katlediyor. Katledilen kadınların cenazeleri, devletin bir “güç göstergesi” olarak çırılçıplak teşhir ediliyor, sokaklarda sürükleniyor. Devletin kadına yönelik uyguladığı sistematik şiddet politikası, elbette ki savaş ortamının dışında da, erkek egemen kültürün var olduğu hemen her alanda yeniden ve kesintisiz biçimde tezahür ediyor. Militarizm, “sivil” hayatta da, hemen her yerde kadına yönelik şiddetin sürekli olarak açığa çıkmasına sebep oluyor.

Kadınlar, bahaneleri farklı olan birçok erkek, babaları, abileri, sevgilileri, eşleri ya da hiç tanımadığı erkekler tarafından katlediliyor. Yalnızca geride bıraktığımız Kasım ayı içerinde, 25 kadın kardeşimiz, erkekler tarafından katledildi. Neden ya da ne şekilde olduğu fark etmeksizin, bu saldırıların ve cinayetlerin tümü, devletin ve onun militarist kültürünün sürdürücüsü ve aynı zamanda da erk’in koruyucusu olan hukuk sisteminin bir sonucudur.

Aslında, Mirabel Kardeşler’in katledilmesinden bu yana kadına yönelik şiddetin uygulayıcısında da, bu şiddetin meşrulaştırıcısında da bir değişiklik olmadı. Ama kadınlar, on yıllar öncesinde de olduğu gibi, tacizlere, tecavüzlere, cinayetlere ve şiddetin türlü biçimlerine karşı direnmeyi sürdürdü.

Peki, geride bıraktığımız 25 Kasım’da neler oldu?

Var olan çok yönlü ve sistematik şiddetin karşısında, elbette ki çok yönlü ve örgütlü bir mücadele yürütmek gerekiyor. Biz de bu süreçte yaşamlarımıza her alanda saldıran devlete; onun kolluk kuvvetlerine; namus-töre-ahlak gibi, kadını her daim yok olmaya mahkum eden tüm kavramlara “bizden korksun” diyerek çıktık yola. Bu sloganla birlikte, kadın kadına hazırladığımız ve “Bizden Korksun” ismini verdiğimiz bir kadın neşriyatı çıkardık. Devlet baskısının böylesine yoğunlaştığı bir süreçte, sokaklara çıkarak kendi düşüncelerimizi somutlaştırmayı ve diğer kadınlarla paylaşmayı önemsedik. Bu sebeple, Kadıköy’de, Kartal’da, Taksim’de ve İstanbul’un birçok farklı noktasında sokaklara çıkarak, Bizden Korksun’u birçok kadına ulaştırdık. Evlerinde iş yerlerinde ya da yaşamlarının farklı alanlarında erk’in şiddetiyle baskılanmak isteyen kadınlara ulaşarak, hep birlikte mücadele çağrımızı yükselttik.

Aynı zamanda, özellike son süreçte üniversitelerde yaşanan tacizlere karşı, “özel güvenlik, rektör, tacizci bizden korksun” diyerek, aralarında İstanbul ve Boğaziçi’nin de bulunduğu üniversitelerde stantlar açtık. Üniversitelerde yaşanan tacizlere karşı Boğaziçi Üniversitesi’nden kadınlarla, üniversitenin bulunduğu Hisarüstü Mahallesi’nde düzenlenen bir yürüyüşe katıldık, İstanbul Üniversitesi’nden kadınlarla bir gece yürüyüşü düzenledik.

Bu yoğun sürecin son gününde yani 25 Kasım’da ise Anarşist Kadınlar olarak, Taksim’de düzenlenen gece yürüyüşüne katılım gösterdik. Tünel’den başlayarak Galatasaray Meydanı’na kadar süren bu yürüyüşte, “Namus, Devlet, Tacizci, Çeteler… Bizden Korksun” diyerek, bütün kadınları mücadeleye çağırdık.

Sistematik bir saldırı ve bunun karşısında örgütlü mücadele dediniz. Bunu biraz daha detaylandırır mısınız?

Erkek egemen kültürün kadına yönelik saldırısı çoğu zaman taciz, tecavüz ve cinayetlerle medyada yer buluyor ve şiddet yalnızca bu şekilde “görünür oluyor”. Oysa kadına yönelik şiddet, bazen mobbing, bazen ev içi emeğin hiçleştirilmesi, bazen kimliğinin annelik rolüne sıkıştırılması, bazen toplumdan dışlanma yada zorla evlendirilme, azarlanma, aşağılanma, yani kısacası hayatın her alanında ezilme olarak açığa çıkıyor.

Bizden Korksun neşriyatında, “bizler ezilenleriz, iş yerinde patrondan, okulda müdürden, evde babadan, abiden kocadan, sokakta devletten, polisten, askerden kısacası yaşamın her alanında erk(ek)ten şiddet gören, hiçleştirilenleriz.” demiştik. Bahsettiğimiz bu saldırıların tamamı, kaçınılmaz olarak çok yönlü bir direnişi gerektiriyor. Bizler de mücadelemizi her gün, her an, yaşamın her alanında görünür kılmalıyız. Bu nedenle, hazırladığımız neşriyatta da direnişin birçok yöntemine, birçok farklı başlıkta değindik. Karşılaşabileceğimiz fiziksel saldırılara karşı “Erkeğe Karşı Korkutan Yöntemler” başlığı altında biber gazı, eletroşok cihazı, çimdik, yumruk tekme gibi şiddete karşı pratik yöntemlere yer verirken; diğer bir yazımızda da hayatlarımıza saldıran militarizmin kadın düşmanlığını gün be gün nasıl ürettiğini yazdık. Kadınları savaşın karşısında, yaşamı savunmaya çağırdık. Ve elbette dayanışmanın, örgütlülüğünün, “benlerden biz olma”nın ve yan yana durmanın aslında hepimiz ve her birimiz için özgürlük olduğunu vurguladık. Çünkü Bizden Korksun’da da vurguladığımız gibi; “Bizi biz yapan, bizleri birer birer sindiren; sindiremedikçe katleden bu sisteme karşı, sürekli körüklenen öfkemiz ve isyanımızdır. Bizler; bu toprakların kadınları, kimi zaman aynı dili konuşmasa da her zaman birbirinin dilinden anlayan kadınlar, bizler biliyoruz ki biz bir araya geldiğimizde, korkulacak olanlarız. Ve bizler bir araya geldiğimizde hiç bir güç karşımızda duramayacak.”

Bizden Korksun’u 25 Kasım öncesinde edinemeyen ancak ulaşmak isteyen kadınlar, neşriyatınıza nasıl ulaşabilir?

Bizden Korksun’a ulaşmak isteyen ancak İstanbul dışında yaşayan kadınlar, sosyal medya hesaplarımız üzerinden bizimle doğrudan iletişime geçebilir ve neşriyatı edinebilir. İstanbul’da yaşayan arkadaşlarımız ise Kadıköy ve Taksim’de bulunan 26A Kafe’den Bizden Korksun’a ulaşabilir.

Kadınlar şiddete karşı mücadeleyi sürdürüyorken, bir yandan taciz, tecavüz, cinayet ve bütünüyle kadına yönelik şiddet de devam ediyor. Medya ise yaşanan kadın cinayetlerinin birçoğunu “namus” ya da “cinnet” gibi bahanelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Yaşanan bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

“Erk”in yanında duran erkek medya zaten her zaman kadına yönelik saldırgan bir dil takınmış, kadınları aşağılamış ve suçlamıştır. Hemen her gün okumak zorunda bırakıldığımız haberlerde “namus cinayeti”, “cinnet geçiren baba”, “tek başına yaşayan bir kadın” ya da “erkek arkadaşının evine giden genç kız” denilerek, erkeğin cinayeti normalleştirilmeye ve kadına yönelik uygulanan sistematik şiddet meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Medya bu cinayetleri normalleştirdikçe, kadınların üzerindeki baskı da artıyor. Bu baskı, kadınların herhangi bir saldırıya uğradıklarında korkarak, suçu önce kendilerinde aramaları gerektiğinin öğreticisi oluyor. Bu nedenle, özellikle tanıdıkları kimseler tarafından tacize ve tecavüze maruz kalan kadınlar, kendi çevrelerinde, suçlu ya da hatalı bulunmaktan korktuğu için, yaşadıklarını dillendiremiyor bile.

Bu saldırıların bir başka sürdürücüsü ise elbette erkek adalet. Kadınlar aşırı sevgi, mini etek giyme, eve geç gelme, erkek arkadaşıyla birlikte olma gibi bahanelerle katlediliyor; bir de suçlu olarak gösteriliyor. İşlenen bu cinayetlerin ardından, devletin hukuk mekanizması ve bu bağlamda tahrik indirimleri, katillerin iyi halleri, bu cinayetleri “normalmiş gibi” gösteriyor. Maruz kaldığımız saldırıların bütünü, “erk”ek algı tarafından örgütlü bir şekilde gerçekleştiriliyor. İşte bizim direnişimiz ve özgürlük mücadelemiz de, tam da bu yüzden, örgütlü olmaktan geçiyor.

25 Kasım’dan hemen sonra Özgecan Aslan davasının karar duruşması görüldü ve katiller ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldılar. Kararın ardından birçok kişi adaletin yerini bulduğunu iddia etti. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Bu zamana kadar yaşanan birçok kadın cinayetinin ardından aynı hukuk mekanizması, katilleri için iyi haller, tahrik indirimleri vermekten, katilleri aklamaktan ve cinayetleri meşrulaştırmaktan uzak durmadı. Özgecan Aslan davasının 3 Aralık tarihinde gerçekleşen karar duruşmasında katillerin ağırlaştırılmış müebbet alması bazı kesimlerin içini rahatlatan bir karar olarak görülse dahi, bu karar tam anlamıyla bir kazanım olarak değerlendirilmemelidir. Çoğu kadın cinayeti davasında katilleri serbest bırakmak bir yana her defasında katili aklayan devlet, neden şimdi böylesi bir karar verdi? Bu kararla birlikte aslında her defasında potansiyel katilleri cesaretlendiren hukuk uygulamaları, yeri geldiğinde sanki adaletin uygulayıcısıymış gibi gösterilmek istendi.

Özgecan, daha önce katledilen kimi kadın kardeşlerimiz gibi, hiç tanımadığı bir erkek tarafından katledilmişti ve “masum”du. Bu, devletin hukuk mekanizmalarına da böyle yansıdı ve sözde adalet yerini buldu.

Ancak bizler bugüne kadar birçok Özgecan’ı, birçok kadın kardeşimizi aynı şiddet sarmalında kaybettik. Özgecan kararını veren aynı devletin aynı hukuk mekanizması; bu cinayet davalarının çoğunda “kadının etek giymesini” tahrik saydı, katili akladı; “erkeklik gururunu” okşadı, katili iyi halle kurtardı. Sayamayacağımız kadar çok dava, sayamayacağımız kadar katil erkek, bizatihi “erk”in hukuk mekanizmalarınca korundu, kollandı. Adalet şimdi mi yerini buldu?

Şimdi bizler Özgecan’ın hemen ardından, –medyanın servis ettiği dille -“erkek arkadaşının arabasında” katledilen Hüsne’nin katilinin yargılanacağı; arabaya binmenin tahrik sayılacağı ve “erkeklik gururu”nun yeniden okşanacağı davaları merakla bekliyoruz.

Son olarak, eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Biz kadınlar, yaşamın neresinde baskıyla, şiddetle ve sömürüyle yüz yüze kalırsak, mücadelemizi de orada örgütleyeceğiz. Bütün kadınları yaşadığımız baskılara karşı, özgürlüğümüz ve yaşamlarımız için mücadeleye çağırıyor sizlere de teşekkür ediyoruz.

Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.

The post Bizi Yok Sayanlar Bizden Korksun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/12/13/bizi-yok-sayanlar-bizden-korksun/feed/ 0
Devlet Yasaklar Devlet Aklar https://meydan1.org/2015/12/12/devlet-yasaklar-devlet-aklar-2/ https://meydan1.org/2015/12/12/devlet-yasaklar-devlet-aklar-2/#respond Sat, 12 Dec 2015 13:27:59 +0000 https://test.meydan.org/2015/12/12/devlet-yasaklar-devlet-aklar-2/ Yasak; bazen yasalar ya da yönetmelikler, bazen toplumsal kurallar, bazen de din ya da ahlak gibi kurumlar tarafından, bir yerde ya da bir topluluk içerisinde yapılmasına izin verilmeyen şey. Kimi zaman yazılı kimi zaman da sözlü olan; yaptırımı bazen hafif bazen de sert olan; ama dayanağını her zaman bir iktidar kurumundan alan engel. Yasaklamak; yukarıda […]

The post Devlet Yasaklar Devlet Aklar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yasak; bazen yasalar ya da yönetmelikler, bazen toplumsal kurallar, bazen de din ya da ahlak gibi kurumlar tarafından, bir yerde ya da bir topluluk içerisinde yapılmasına izin verilmeyen şey. Kimi zaman yazılı kimi zaman da sözlü olan; yaptırımı bazen hafif bazen de sert olan; ama dayanağını her zaman bir iktidar kurumundan alan engel.

Yasaklamak; yukarıda sıralanmış farklı gerekçeler sebebiyle, bir kimse tarafından gerçekleştirilmek istenen bir eylemin, başka bir kimse ya da topluluk tarafından engellenmesi hali.

Modern devlet teorisi, insan haklarını “kişi hak ve özgürlükleri” olarak tanımlar; devlete de -kendini temellendireceği anayasa ve çıkardığı yasaları ile- bu özgürlüklerin korunması görevini biçer. Aynı teori “başkalarının haklarının korunması amacı”yla yasakları da savunur. Oysa devlet, birazdan aşağıda detaylandırılacak olan yasakların bizatihi kaynağıdır.

Yine teorisyenler, yasakları çiğneyenlerin -devlete karşı suç işleyenlerin- cezalandırılması işlevini, yani adaletin tesisi rolünü yine devlete biçer. Hukuk devleti teorisiyle devletin tüm kademelerinin ve kurumlarının hukuk ile bağlı olduğu ve devletin de suç işlememe yükümlülüğü olduğu savunulsa da, aslında devlet doğası itibariyle tam bir suç makinesi ve suçluları aklama müessesesidir.

Devlet Aklar1

Devlet Yasaklar

Özgürlüklerin koruyucusu ve adaletin sağlayıcısı olduğu iddia edilen devlet, yasaklar. Kendinden olmayan, ona biat etmeyen ya da varlığını kabul etmeyen herkesi ve her şeyi yasaklar.

Devlet; zaten hakkı olanı isteyen, “esnek” sömürü koşullarına ve patronların kar hırsına karşı mücadele edenleri engeller. Daha insani koşullarda çalışmayı, kıdem ve ihbar tazminatını, sendikayı engeller. Engele uymayan olursa, işten attırmanın yolunu açar. Devlet, sömürüye karşı direnen işçilerin örgütlenmesini yasaklar.

Bir duvara afiş asmayı, sokakta bildiri dağıtmayı, bir meydanda basın açıklaması yapmayı yasaklar. Yürüyüş düzenlemeyi, stand açmayı, slogan atmayı yasaklar. Pankart açmayı ya da duvara yazı yazmayı da elbette… Devlete göre; düşündüğünü anlatmak ya da senin düşündüğünü başkalarının görmesini sağlamaya çalışmak yasak. Eğer uyulmazsa, para cezasına da, gözaltısına da, tutuklamasına da hazır olmak gerekir.

İçinde yaşadığımız gerçeklikte, düşünmemeli ya da düşündüğünü asla belli etmemeli. Çünkü devletin buyurduğuna göre, iktidarı eleştirmek, buna dair bir yazı kaleme almak ya da yalnızca konuşmak da yasak. Tahir Elçi gibi düşündüğünü dile getirmek ya da yine tıpkı onun gibi aslında failleri son derece meşhur olan kayıpların peşine düşmek, engellenir. Çünkü; devletin suçlarını ortaya çıkarmak yasak!

Savaşın talan ettiği topraklardan bir umutla kaçıp, hiç bilinmeyen bir coğrafyada yaşama tutunmak neredeyse imkansızdır. Açıkça konuşulmasa da, “umuda yolculuk”ların son durakları aslında ortadadır. Bu durak bazen ıssız bir sahil kenarı, bazen savaştan beter toplama kampları, bazen birer hapishaneye dönüşen geri gönderme merkezleridir. Devlet bir savaş coğrafyasından kaçışı da, yeni bir yaşam umudu için yürümeyi de engeller. Yaşamak için, devletlerin savaşından kaçmak da yasak.

Kadınlar için boşanmak da, kürtaj da, tacizciden ya da tecavüzcüden hesap sormak da yasak. Devlet, kadını her daim görünmez kılar ve hep ‘erk’eğin gerisinde sinikleşmeye mahkum etmek isterken; erkeği kollar, kadını yok sayar. Çünkü bir kadın olarak yaşamak da, yaşamak için direnmek de yasak.

Kesilen elektrik sebebiyle bahçede ateş yakıp yemek pişirmek, evde kalan son yiyeceklerin de tükenmesiyle yan komşuya gitmek yasak. Çünkü sokağa çıkmak yasak. Devlet Kürdistan topraklarında ilan ettiği olağanüstü hallerle sokağa çıkmayı engeller. Katillerden korunmak için sokak başlarına kazılan hendekleri, keskin nişancılardan korunmak için sokak aralarına gerilen bezleri engeller. Çünkü Kürdistan’da var olmak da, özgürlük için direnmek de yasak.

Devlet Aklar

Devlet Aklar

Devlet, yaptıklarını çoğu zaman gizler; işbirlikleri, kirli pazarlıkları, ortaklıkları ayyuka çıkmasın diye. Aksi olduğunda, yani bilinmemesi gereken bir durumun açığa çıkması söz konusu olursa ya da kendi çıkarları için yaptığı işbirliklerinin tehlikeye düşmesi ihtimali açığa çıkarsa; devlet aklar.

Daha fazla kar hırsıyla göz göre göre ölüme yollanan, bir rezidansın en üst katında ya da bir madenin en karanlık dibinde yaşamını yitiren işçilerin ardından katilleri aklar. Çoğu zaman kaza diyerek yaşamını yitiren işçiyi suçlar ya da kader diyerek yaşamını yitirenlerin ardında kalanları bu ölüme ikna etmenin yollarını arar; şehit der, cenazesini bayraklara sarar… Devlet; Marmara Park AVM’de, Ermenek’te, Soma’da, Torunlar’da ve daha sayılamayacak kadar çok olan işçi katliamlarında yaptığı gibi; her zaman patronları aklar.

Devlet, karşısında mücadele edenleri sinikleştirmek için türlü yola başvurur. Korkutmaya çalışır, gözaltına alır, işkence eder, tutuklar. Bu şekilde sindiremediklerini ise katleder. Katlettiği her bir kimsenin ardından ise türlü bahaneler sıralayarak, yaşananı meşrulaştırmaya çalışır. Zaman aşımlarıyla, meşhur olan failleri; bizatihi düzenlediği ‘güvenlik yasa’larıyla, ‘vur emrini’ verdiği polislerini; beyaz toroslarla terör estiren özel birliklerini; Esedullah Timleri’ni aklar… Devlet, gecenin bir vakti girdiği bir evde, doğudan hedef alınarak katledilen kadınların, Dilan’ın, Dilek’in, Günay’ın… katillerini, “çatışma çıktı, kendini savundu” diyerek aklar.

“Kaçakçı değil, terörist” diyerek Roboski’nin, “Güvenlik önlemi alınmasını kendileri istemedi” diyerek Suruç’un, “Güvenlik zaiyatı yok” diyerek Ankara’nın faillerini, yani aslında doğrudan kendini aklar devlet. Kürdistan’da yaşanan sayısız katliamda, köy yakmada, zorla göç ettirmede suçu sözde ‘terör’de bulur ve yaratıcısı olduğu bir talan sürecinde kendisini aklar.

Adına kimi zaman namus, kimi zaman ahlak der. Bahanesini kimi zaman “erkeklik gururu” kimi zaman “ağır tahrik” sayar; kadın katillerini aklar. Nefreti körükleyen ve nefret suçunu pekiştiren yasalarıyla eşcinsel ve trans bireylere yönelik şiddeti ve cinayeti meşrulaştırır. Şiddet uygulayanı, taciz edeni, katledeni aklar.

Devlet, 17-25 Aralık Operasyonları’nda milyarlar çaldıkları açığa çıkan bürokratlarını, yolsuzlukları ayan beyan ortaya çıkan bakanlarını, belediye başkanlarını, milletvekillerini aklar. Ayakkabı kutularına sığmayacak kadar çok çalan hırsızlarını, açığa çıkan rüşvet kayıtlarında isimleri geçenleri “Bu, siyasi bir algı operasyonudur, dış mihrakların oyunudur” diyerek aklar.

IŞİD çetelerine gönderdiği tırlar dolusu silaha ‘insani yardım’ diyerek; aynı çetelere asker olarak katılan eli kanlı katilleri Suriyeli mülteciler olarak servis ederek; yaptığı petrol anlaşmalarını ve para yardımlarını ‘muhaliflerle’ kurulan ilişkiler diye lanse ederek; devlet, Suriye Savaşı’ndaki rolünü aklar. IŞİD’e verilen lojistik destek ‘kararlı dış politika’ olur; atılan bombalar, yapılan operasyonlar ve katledilen halk ‘teröre karşı mücadele’…

Devlet, beraber iş tezgahladığı şirket patronlarını, finans zenginlerini, harici ve dahili kapitalist dostlarını aklar. Vergi kaçırmada, devlet arazilerinin peşkeş çekilmesinde, kara para aklamada elinden geleni ardına koymaz. Ağaoğulları, Zarrablar ve niceleri aklanır. Devlet, geçmişte beraber iş tuttuğu, daha nice işler tutacağı Ergenekoncuları, Balyozcuları aklar.

İşte, toplumsal düzeni inşa ettiği iddia edilen; hak ve özgürlüklerin kaynağı ve koruyucusu olarak yutturulmaya çalışılan devlet budur. Devlet yasaklamak üzerine kuruludur; yasaklara karşı özgürlüğü için mücadele edenleri susturmak ve yıldırmak için ezer, katleder.

Adaletin sağlayıcısı ve koruyucusu diye yutturulmaya çalışılan devlet, tam da adaletsizlik üzerine kuruludur. Varlığı adaletsizliğin devamına bağlıdır, bu yüzden de adına ‘adalet sağlamak’ dediği her şey, esasen adaletsizliğin, baskının ve sömürünün devamlılığını sağlamaktır. Bunun için kullandığı araç ise, pisliklerini aklamaktır.

Meclisi, kabinesi; polisi, savcısı, mahkemesiyle bir bütün olarak devlet yapılanması işte bu iki amaç için vardır: Yasaklamak ve aklamak.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.

The post Devlet Yasaklar Devlet Aklar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/12/12/devlet-yasaklar-devlet-aklar-2/feed/ 0
“Başka Bir “Hukuk” Mümkün (Mü?)” – Umut Koloş https://meydan1.org/2014/05/28/baska-bir-hukuk-mumkun-mu-umut-kolos/ https://meydan1.org/2014/05/28/baska-bir-hukuk-mumkun-mu-umut-kolos/#respond Wed, 28 May 2014 12:20:23 +0000 https://test.meydan.org/2014/05/28/baska-bir-hukuk-mumkun-mu-umut-kolos/ Hukuk, ilk elden ve verili olarak ‘kötü’ bir şey olmak zorunda değildir. Hukukun göndermede bulunduğu adalet de sunulan ya da dayatılan değil, ama alternatif yaşam sahiplerinin birlikte geliştirdikleri kültürel yaşamın bir çıktısı olabilir. Dolayısıyla, yeni-hukuklar mümkündür ve vardır Hukuk antropologu Robert Redfield’in “İlkel Hukuk”a ilişkin şu sözleri, bu yazının başlığında ‘gizlenen’ soruya verilecek olası yanıt […]

The post “Başka Bir “Hukuk” Mümkün (Mü?)” – Umut Koloş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hukuk, ilk elden ve verili olarak ‘kötü’ bir şey olmak zorunda değildir. Hukukun göndermede bulunduğu adalet de sunulan ya da dayatılan değil, ama alternatif yaşam sahiplerinin birlikte geliştirdikleri kültürel yaşamın bir çıktısı olabilir. Dolayısıyla, yeni-hukuklar mümkündür ve vardır

Hukuk antropologu Robert Redfield’in “İlkel Hukuk”a ilişkin şu sözleri, bu yazının başlığında ‘gizlenen’ soruya verilecek olası yanıt için önem taşıyor:

“İlkel hukukla ilgili söz etmeye girişen birinin üç yoldan birini seçme şansı vardır. Bilindik yol, hukuku, sadece politik olarak örgütlenmiş bir devlet tarafından desteklenen mahkemelerin ve yasaların olduğu yerde görür. [Ancak] Bu yol çabucak çıkmaza saplanır; zira, sadece az sayıdaki okur-yazar olmayan toplum böylesi bir hukuka sahiptir ve bunlar da karakteristik olarak ilkel değildirler. Böylesi bir yolu seçmek ile ilkel toplumlarda hukukun olmadığını söyleyecek olduğumuzdan artık geriye daha fazla konuşacak bir şey kalmaz.”

Hukuk Felsefesi alanında yapılan çalışmalar zaviyesinden bakıldığında Redfield’in bahsettiği bilindik yol “Hukuksal Pozitivizm” olarak adlandırılan bir akımdır. Hukuksal pozitivizm akımının klasik yaklaşımı, kaba hatlarıyla, hukuktan bahsedebilmemizin zorunlu koşulunu özellikle devlet gibi merkezi bir siyasal iktidar odağından kaynağını alan ve olgusal olarak karşımızda duran pozitif metinlerin varlığına bağlamakla karakterize olur. Dolayısıyla, böylesi bir örgütlenmenin ve normatif içeriğe sahip metinlerin olmadığı bir yerde hukuk da yoktur.

Hukuksal pozitivizmin yanı sıra bir diğer hukuk felsefesi yaklaşımı olan “Doğal Hukuk” akımı ise, kaba hatlarıyla, hukukun doğasının, kaynağını bir siyasal iktidar merkezinden almak zorunda olmayan ve pozitif metinleri de aşan ilkelerde yattığı görüşü etrafında kümelenir. Bu ilkeler doğal düzenin kendisinden, Tanrıdan yahut akıldan çıkabilmektedir. Dolayısıyla, doğal hukuk yaklaşımından hareketle, siyasal iktidarın her söylediği büyük harfle başlayan Hukuk’a karşılık düşmek zorunda değildir. Doğal hukuk yaklaşımının bir diğer iddiası, Hukuk’un söz konusu ilkelerinin aşkın ve evrensel oluşudur ve bu ilkeler aynı zamanda aynı aşkınlık ve evrensellikteki ahlâki prensiplerdir.

Hukukun doğasına ilişkin yaklaşımları bakımından birbirlerine karşıt olarak konumlandırılan bu iki hukuk felsefesi akımının klasik versiyonları, aslında, sosyolojik ve antropolojik karşılığı dikkate almama noktasında ortaklaşırlar . Oysa konuya Redfield’in ima ettiği farklı noktadan bakmak, bu iki yaklaşım arasında sıkışıp kalmayı engelleyebilir görünmektedir.

Hukuk da, diğer üstyapı kurumları gibi, belirli bir toplumsal yapı artalanına sahiptir. Bu artalana dair yapılacak betimleme, bizi, zorunlu olarak hukuk sosyolojisine/hukuk antropolojisine götürür. Ve, hukuk sosyolojisi/hukuk antropolojisi bize, devlet-aşırı olan ya da zorunlu olarak aşkın bir ahlâka göndermede bulunmak gerekmeksizin ulaşılabilen bir hukuk tanımı vermeye elverişlidir. Başka deyişle, hukukun zorunlu olarak devletle eş anlamlı tutulmasının gerekmediği ya da aşkın olduğu varsayılan bir ahlâki değere eşitlenemeyeceğini gösteren alternatif bir teorik çalışma alanı mevcuttur.

Hukuk sosyolojisi bakımından burada karşımıza çıkan kavram öbeği “yaşayan hukuk” olarak ifade edilir. Yaşayan hukuk, hukuk sosyolojisi/hukuk antropolojisinin sunduğu alternatif teorik yaşama alanındaki çalışmaların bir çıktısıdır. Buna göre, devletin ve onun örgütlü yapısının ya da bir dizi aşkın ve evrensel ahlâki ilkenin kapsama alanı dışında kalan “hukuk(lar)”ın varlığını tespit etmek mümkündür. Farklı toplum tarihi kesitlerinde ve yine farklı kültürlerde/alt-kültürlerde farklı hukuklarından söz etmenin yolu bu sayede açılmaktadır.

Maalesef, Türkiye’de çok da fazla haberdar olunmadığını gözlemlediğim bir risalesinde Kropotkin bu alternatif yaşama alanına temas eder. Kropotkin’in hukuka ve toplumu dikkate alan hukukçu yaklaşımlarına kayıtsız kalmayışı von Jhering’e yaptığı göndermelerden de görülmektedir. Von Jhering , hukuku, toplumsal faydaya dayanan toplumsal çatışmaları dikkate almak suretiyle faydayı hedefleyen bir konumda ele almaktadır; hukuk bu noktada, bu çatışmaları önlemeye yönelik bir süreç olarak konumlandırılır . Kropotkin, Jhering’in hukuka dair düşüncelerinde, ilk etapta önem vermediği gönüllü kısıtlama ile karşılıklı yardımlaşma meselesine sonraki çalışmasında büyük yer verdiğini ve bu minvalde, toplumun zorlayıcı olmayan etkenleri üzerinde durulmasına verdiği önemi vurguladığında sanırım söz konusu alternatif okumaya alan açan bir ilgiden haberdar eder bizi.

Kropotkin, Hukuk ve Otorite’de bu ilgisinin somut karşılıklarını sunar.

Kropotkin’in Hukuk ve Otorite’de belirttiği gibi, tüm insan toplumları ‘ilkel’ bir aşamadan geçmişlerdir ve yazılı kanunların olmadığı -zira ilkel toplumlar yazısız toplumlardır- bu aşamalarda insanlar kendi örf-adet hukuklarına sahiptirler . Bu toplumlar, yasanın inşâ etmediği ve şeylerin doğasından spontan olarak ortaya çıkan toplumsal duyguları ve örf adetleri kendiliğinden ve zaten haizdirler .

Burada Kropotkin’in, şeylerin ‘doğası’na göndermede bulunması, onun da bir doğal hukuk yaklaşımına sahip olduğu şeklinde yorumlanabilirse de, bu ‘doğa’nın en azından toplumsal yaşayışın bizatihi kendisinden sadır olması, onun aşkınlığından çok içkinliğinin akla gelmesine sebebiyet vermektedir. Bu itibarla Kropotkin’i klasik bir doğal hukukçu saymak noktasında şüphelere yol açacaktır. Gerçekten de metninde vurguladığı hususlar dikkate alındığında Kropotkin’in toplumsal yaşamın çıktıları olarak bir dizi örf-adet hukukundan bahsettiği anlaşılmaktadır.

Kropotkin’e bu değini, esas itibariyle, hukuk kavramına dair verili olarak olumlu ya da olumsuz herhangi bir değer yüklemesinde bulunulmasındansa hukuku içinden çıktığı yaşam formundan hareketle anlamanın önemine dair anarşist perspektifin serimlenmesine çalışılmasındandır. Böylesi bir perspektif, hukuk ve hukukun göndermede bulunduğu adalet düşüncesinin yine verili olarak ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olduğuna dair tespitin, tespit politik olmayıp bilimsel olma iddiasındaysa, yeterli olmadığını anlatmaktadır. Bu tespit, hukuk ile ilgili de alternatif bir yaşam alanı açar.

Tekrar pahasına, bu alternatif hukuk okuması, alternatif yaşam alanlarının alternatif hukuklarının olabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu itibarla hukuk, ilk elden ve verili olarak ‘kötü’ bir şey olmak zorunda değildir. Hukukun göndermede bulunduğu adalet de sunulan ya da dayatılan değil, ama alternatif yaşam sahiplerinin birlikte geliştirdikleri kültürel yaşamın bir çıktısı olabilir. Dolayısıyla, yeni-hukuklar mümkündür ve vardır.

Bir blog yazısına yazılan yorumdan alınacak bir pasaj, son sözleri oluştursun:

“Ezilenlerin hukuku ise ezilenlerin devletten sadır olmayan ya da devlet menşeli olmayan bir hukuk kurmalarını, hukuk olmayan bir ‘hukuk’ inşâsını gündeme taşımak gibi olumlu bir kuvve olabilir. Burada toplumsal ahlâk, ille birilerinin ‘temsili’ ağzından çıkmayan bir hukuk olabilir ve doğal hukuk da Tanrıya ya da akıl’a değil, yaşamın bizzat kendisine gönderme yapabilir.”

Umut Koloş

yenihukuk.blogspot.com.tr

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post “Başka Bir “Hukuk” Mümkün (Mü?)” – Umut Koloş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/05/28/baska-bir-hukuk-mumkun-mu-umut-kolos/feed/ 0
Günü Kurtarmak- Ozan Şahin https://meydan1.org/2013/06/28/gunu-kurtarmak-ozan-sahin/ https://meydan1.org/2013/06/28/gunu-kurtarmak-ozan-sahin/#respond Fri, 28 Jun 2013 17:31:02 +0000 https://test.meydan.org/2013/06/28/gunu-kurtarmak-ozan-sahin/ “Devlet bir ilişkidir, insanlar arasında bir ilintidir, İnsanların birbirlerine davranışlarının bir tarzıdır.” Landauer Size 1 Mayıs gününde bir temizlik işçisini anlatacağım. Televizyonda ulaşım sıkıntısı yaşayan İstanbulluların haberlerinin yayınlandığı sırada gösterdiler onu da. Kırklı yaşlarda, Üsküdar’dan karşıya motorla geçmek isterken motor seferlerinin iptal olduğunu o an öğrenmiş ve şoka uğramış bir kadın. Temizliğe gideceği eve bu […]

The post Günü Kurtarmak- Ozan Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
“Devlet bir ilişkidir, insanlar arasında bir ilintidir, İnsanların birbirlerine davranışlarının bir tarzıdır.”
Landauer

Size 1 Mayıs gününde bir temizlik işçisini anlatacağım. Televizyonda ulaşım sıkıntısı yaşayan İstanbulluların haberlerinin yayınlandığı sırada gösterdiler onu da. Kırklı yaşlarda, Üsküdar’dan karşıya motorla geçmek isterken motor seferlerinin iptal olduğunu o an öğrenmiş ve şoka uğramış bir kadın. Temizliğe gideceği eve bu sefer gidemezse belki bir daha gidemeyeceği endişesi taşıyarak, verdiği yirmi saniyelik röportajda ev sahibinin bu halini görüp biraz acımasını bekliyordu. Kadın temizlik işçisinin derdi kovulmama, karın tokluğuna da olsa temizlik işine devam edebilme derdiydi.

Size 1 Mayıs günü o kadının gösterildiği haber görüntüsünde hemen o kadından sonra Üsküdar’dan karşıya kişi başı yirmi lira alarak geçen taksicileri gösterdiler. Taksicilerin hemen ardından da Eminönü’nden Karaköy’e motor seferi yapanların kişi başı 5 liraya çalıştığını gösterdiler. Bir taraftan işten atılma telaşı yaşayan İstanbullular bir diğer taraftan da yeri geldiğinde İstanbul’un taşını toprağını altına çevirmeyi bilenler. Nitekim medya 1 Mayıs’ın kazananlarından biri olarak tarifesini katlayan taksicileri ve olmayan tarifeden kar elde eden motorcuları göstermişti.

Size 1 Mayıs günü yaşanan sıkıntıyı ya da medyanın tescillediği kazananları daha fazla anlatmayacağım, gereği de yok zaten. Ancak bir soruyu cevaplamamız gerekiyor; bir tarafta sıkıntı yaşayanlar varken öbür taraftan sıkıntıdan çıkar sağlayanlar olması ahlaki midir? Belirtmem gerekir ki oturduğum kanepede, İstanbulluların ulaşım sıkıntısını paraya çevirenleri ahlaksız diye nitelendirmeyeceğim ya da insanlar zaten bencil ve kötü varlıklardır deyip Allaha da havale etmeyeceğim. Kısacası kendi sinirlerimi boşaltmadan önce sadece sorduğum soru nereye oturuyor ve bu soruyu cevaplamadan önce nereye bakmalıyım diye düşüneceğim.

Kuşkusuz böyle bir karar almışken yaşadığımız sistemden ayrı bir boyutta düşünemem. Yaşadığımız sistemde insanlar hayatlarını devam ettirmek için zorunlu bir şekilde bir başkası için çalışmak durumundaysa, bu durum insanı bir ritim bozukluğuna (sıkılganlık, tembellik vs.) teşvik eder. Dolayısıyla çalıştıran kişi çalışanından rant elde etmek istiyorsa bu ritim bozukluğunu gidermeli ve disiplin altına almalıdır. Burası baskı aygıtının yani devletin devreye girdiği bir alandır. Aksi durumda “mülk sahipleri ve mülksüzler” ya da “ezenler ve ezilenler” olarak katmanlaştırılmış toplumda ezilenler ve mülksüzler bu sıkıntıyı çözmenin yolunu arayacaktır. Bu çözüm öfkeli bir çözümdür ve çözümün ufak sinir harpleri olarak çıkması yani sönümlendirilmesi için baskı aygıtı kişiye nefes alacak bir çıkış noktası gösterir. Böylelikle baskıyla edilgenleştirilen kişi, kişisel alanında etkinleşmeye çalışacak ve ötekisini edilgenleştirecektir. Bu durum tam bir kısır döngüdür ve var olan sömürü sisteminin işlemesi için gereklidir. Ancak bunun için öncelik bir ikna durumudur. İkna durumunda kişi yalnız oluğunu ve vahşi bir rekabetin ortasında bencil olması gerektiğine inanmalıdır, zaten inanmaktan başka bir seçeneği de bulunmamaktadır. Böylelikle durum kişiselleştirilerek toplumsal ilişki biçiminden soyutlanır ve münferitleştirilir. Zorunluluğa ayak uydurması gereken kişi de münferit durumundan çıkartılır ve propaganda alanlarında (belgesel, televizyon dizilileri vs.) genel bir toplumsal ilişki tarzıymış gibi gösterilir. Böyle bir ilişki tarzını dengelemek ya da belirli sınırlarda tutmak içinde bir baskı aygıtının ya da daha güzel ifade ettikleri gibi bir hakemin de var olması gerekir. Bu hakem en iyi haliyle meşruluğunu münferit olarak gösterilen sonra genelleştirilen bir ilişki biçiminden aldığını belirtir. Sözüm ona insan insanın kurdudur diyenler aynı zamanda gerekliliklerini de tam olarak buraya oturturlar. Devletin yani bilinen tanımıyla şiddetin kurumsallaşmış halinin reddedilememesi için aynı zamanda insanlar arasında doğabilecek bir savaş alanına müdahale edebilecek bir hakem rolünü de üstlendiğinin sürekli tekrarlanması bundandır.

Baskı aygıtının zorunlu olduğuna ikna olmuş kişi dolayısıyla rekabetin kaçınılmazlığına da ikna olmuştur. Bu ikna en sonunda kiminin zengin kiminin fakir; kiminin çalışan kiminin patron olması fikrine gelir. Bütün bu sömürü, en sonunda sıradan insanın kafasında kendini aklar. Arada çıkan ufak sinir harpleri “batsın bu dünya” edalarıyla geçiştirilir.

Öyleyse şimdi soruyu tekrar sorabiliriz: bir tarafta sıkıntı yaşayanlar varken öbür taraftan sıkıntıdan çıkar sağlayanlar olması ahlaki midir? Cevap bence kesin ve nettir. Gündelik hayatın kişisel çıkarlara indirgendiği günümüzde yaşanılan her olay “ahlaksızcadır”. Dolayısıyla ahlaki midir değil midir soruları da anlamsız sorulardır.

Yani kişiler bu hengamede kendi çıkarları peşlerine düşmüşlerse o yöne itildikleri için düşmüşlerdir, ancak bu yetersiz bir tespittir. Çünkü iradi durumu yok saymakta ve her yaşananı nesnel bir boyuta taşımaktadır ve insan da tabiri caizse bir makinadan fazlasıdır. İşin iradi yönünü zenginleştirecek ve yaratıcı kılacak nokta bu iradenin nerede açığa çıkması gerektiğini anlamakta yatar. İradenin yalnız kişi ölçeğinde açığa çıktığı durum -ki tarifesine fahiş fiyat uygulayan taksiciler ve motorcular bunun örneğidir, yetersiz bir iradedir. Çünkü bir günü kurtarmanın derdi aslında diğer günlerde biraz olsa tembellik yapma hakkını ya da rahatlama durumunu doğursa da bir süreklilik göstermeyecek ve eski tas eski hamam günler yine devam edecektir. Hayatın anlamsızlaştırıldığı bencillik ve rekabetin yaşamın tek kuralı olarak dayatıldığı, insanlığın zorunluluğa hapsolduğu çağımızda; yaşamın, bencillik ve rekabetten çıkarılması gerekir ki yaşamak bir şeye benzesin. Çünkü bizi edilgen duruma indirgeyen sömürü sisteminden ancak tam anlamıyla etkinleşerek yeni bir toplumsal ilişki tarzı yaratarak kurtulabiliriz, bu da ancak iradenin paylaşma ve dayanışma ölçeğinde açığa çıkmasıyla mümkündür.

Ozan Şahin

[email protected]

Bu yazı meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.

The post Günü Kurtarmak- Ozan Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/06/28/gunu-kurtarmak-ozan-sahin/feed/ 0