Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Wed, 06 May 2020 06:58:05 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (5): Programımız Anarşist Devrimdir https://meydan1.org/2020/05/04/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-5-programimiz-anarsist-devrimdir/ https://meydan1.org/2020/05/04/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-5-programimiz-anarsist-devrimdir/#respond Mon, 04 May 2020 16:06:56 +0000 https://meydan.org/?p=57946 Gazetemizin bu sayısında, bir önceki sayıda başladığımız evrim ve devrim üzerine düşüncelere ilişkin tartışmalara devam ediyoruz. Anarşistlerin devrim, insan doğası, toplumun örgütlenmesi üzerine düşüncelerini tarihsel bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu bölümümüzde daha önce evrim ve devrimin olgusal açıdan birbirini besleyen iki kavram olduğuna ve pratikte de bunun karşılığını aldığımıza ilişkin saptamaların olduğu bir […]

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (5): Programımız Anarşist Devrimdir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Gazetemizin bu sayısında, bir önceki sayıda başladığımız evrim ve devrim üzerine düşüncelere ilişkin tartışmalara devam ediyoruz. Anarşistlerin devrim, insan doğası, toplumun örgütlenmesi üzerine düşüncelerini tarihsel bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu bölümümüzde daha önce evrim ve devrimin olgusal açıdan birbirini besleyen iki kavram olduğuna ve pratikte de bunun karşılığını aldığımıza ilişkin saptamaların olduğu bir yazı yayınlamıştık. Bu sayıda ise Wayne Price’ın 2006 yılında kaleme aldığı “Programımız Anarşist Devrimdir” başlıklı yazıyı, toplumsal mücadeleler tarihinde önemli bir açmaz olan bu konuya ilişkin zihin açıcı olarak gördüğümüz için siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Devrimci Anarşist Perspektif

“Devrim” kelimesinin anlamı ve mümkün olup olmadığı üzerine tartışmalar mevcut. Devrimciler reformları desteklemeli mi? Onları devletten talep etmeli miyiz? Devrim şiddet içermeli mi?

İsa’nın yaşadığı dönemde, söylentiye göre bir putperestin Haham Hillel’e gidip Yahudiliğe geçeceğini ifade ettiği bilinmektedir. Eğer Hillel dinini zamanında açıklayabilseydi, bu arayıcı tek ayak üstünde duracaktı. Hillel ise adamı kovmak yerine, “Sana yapılmasını istemediğin kötülüğü başkasına yapma (Altın Kural’ın bir versiyonu). Kural budur (Tevrat); geride kalan her şey yorumdan ibarettir” dedi.

Eğer birisi, yoldaşlarımın ve benim tarafımdan savunulan politik teoriyi açıklamam için bana meydan okuyacaksa, tek ayak üstünde duruyorken, “Programımız anarşist devrimdir” demeliyim. Ya da benzer başka bir şey, “Programımız liberter sosyalist devrimdir” gibi, ya da “…uluslararası proleterya devrimi -veya dünyanın bütün ezilenlerinin ve işçi sınıfının gerçekleştireceği devrim” (bunların hepsini aynı şeyi ifade ediyor gibi ele alıyorum). Geride kalan her şey, o her şey çok önemli olsa da, “yorumdan” ibarettir: artı değer ve sömürü ilişkisi, devletin doğası, ailenin rolü vb. gibi.

“Devrim” sözcüğü sıklıkla, toplumda köklü bir değişimi ifade etmek için kullanılır. Pek çok insan için bu korkunç bir konsepttir, katliam ve manasız şiddet anlamına gelir. İşin garip yanı, ben bir devrimin içinde doğduğu için gurur duyanların olduğu bir ülkede yaşadım. Bu sözcük aynı zamanda heyecan verici bir değişiklik anlamına gelmek üzere oldukça anlamsız bir şekilde de kullanılır, bir Bankacılık Devrimi!, ya da Otomotivde Devrim! ve ya Rujda Devrim! gibi sunulan hizmet/ürün reklamlarında görüldüğü şekliyle…

“Devrim” sözcüğü kökeni itibariyle, “devirmekten” yani alt üst etmekten gelir. Yöneten sınıfı alaşağı etmek (ya da devirmek) demektir. Böylece toplumun yapısında gerekli değişikliklerin yapılması bağlamında, üstte bulunanlarla, daha önce altta bulunanların yer değiştirmesidir. Tarih boyunca, -yeni patronlar kitleleri yalnızca eski patronları alaşağı etmek için bir araç olarak kullanmış olsa – ve genelde işçi sınıfına bazı ayrıcalıklar kazandırmış olsa dahi- devrimlerde yöneten elitin bir başkasıyla yer değiştirdiğine tanık olduk.

Anarşist devrim ise, şimdiye kadar görülmüş en bütünlüklü devrimi öneriyor, yalnızca bir yönetici sınıfın (yani kapitalistlerin) devrilmesini değil, yönetici sınıfın bütün varoluşuyla devrilmesinden söz ediyor. Bir azınlığın bir başkası tarafından devrilmesi yerine, kapitalist azınlığın dünyanın çoğunluğu tarafından devrilmesini öngörüyor. Gücü ele geçirme eylemiyle, işçiler sınıfların sonunu ve tüm baskının, adaletsizliklerin sonunu işaret edeceklerdir. Dünyanın yaptığı işte uzmanlaşmış, yönlendiren, karar veren ve sömüren bu sabit katmanının varlığına son verilecektir.

Bir devrim, gerçekleşebilecek en demokratik olaydır. O, halkın tarihe baskın yapmasıdır. Anarşist devrim, işçi sınıfının yönetenlere ve onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen elitlere olan bağlılığını kesmeye karar vermesiyle ortaya çıkar. Yani insanlar yalnızca kendilerine ve birbirlerine güvenmeye karar verdiklerinde. Devrim, öncelikle bir kez ve bütün yönetimin, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrımın sona ermesiyle gerçekleşir.

Gerçekleşen Devrimler

Eğer kafamızı pencereden dışarıya çıkarıp ABD dışındaki diğer endüstriyel (küresel kapitalist) devletlere bakacak olursak, açık bir şekilde herhangi bir toplumsal devrimden uzak olduğumuzu görürüz. İşçiler genelde kapitalist sistemi kabul eder. Genel refah, az ya da çok sürüyor gibi görünmektedir. ABD kendini, bir zamanlar “sosyalizm” ve “komünizm” anlamına geldiğini iddia eden ve “Sizi gömeceğiz!” diyerek övünen Sovyetler Birliği’ni yok etmiş gibi göstermektedir. Burjuva ideologları “tarihin sonunu” ve “Yeni Dünya Düzeni’ni” ilan ediyorlar. En azından, Irak Savaşı ABD’nin emperyal gücünün oldukça gerçek limitlerini göstermeden önce bunu ilan ediyorlardı.

Yine de bizler biliyoruz ki devrimler var, hem de büyük, dünyayı sallayanlarından. Nadiren gerçekleşirler, çünkü çoğu zaman halk yapması gerektiğini hissettiği şey neyse onu yapar, katlanmak zorunda olduğu ne varsa katlanır ve elinden gelenin en iyisini yapar. Ancak bazen, verili koşulların değişkenliği insanları sarsar, öyle ki aniden daha iyi bir dünyaya olan umudu onlara kazandıracak kadar. Sonra isyan ederler ve “cennet fırtınası” kopar. Günümüzde devrimciler genelde yenilmiştir. Ancak bazen de başarılı olmuşlardır, bu yalnızca bir elitin yerine daha az baskıcı ya da daha iyi yeni bir elitin geçmesine neden olmuş olsa bile. İçinde yaşadığımız kapitalist sistem, bir dizi devrimin ardından iktidarı ele geçirmiştir. “Atlantik Devrimi” olarak isimlendirilen bu devrim; İngiliz Devrimi (Cromwell ve diğerlerinin), Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi, Latin Amerika Devrimleri (Bolivar ve diğerlerinin) ve çoğu başarısız olan Avrupa çapındaki 1848 Devrimleri’nin arasına dahil edilir. Bunlar modern dünyayı yaratan burjuva-demokratik devrimlerdi. Kapitalizm tarafından sağlan her türlü demokrasi, özgürlük ve endüstriyalizmin sunduğu sosyal olanaklar, bu halkçı devrimlerden kaynaklanıyordu.

Politik istikrarsızlık, devrim, devrim girişimi ve toplumsal altüst oluşun farklı biçimleri çeşitli olaylarla vücut buldu. Çoğu zaman tarihin yavaş hareket ettiğini düşünürsek unutmak kolaydır, etkili değişiklikler nesiller boyu sürer, nadiren sosyal patlamalarla açığa çıkar. Hiç birşeyin daha önce olduğu gibi olmadığını ve öyle de kalmayacağını bilmek için tarih çalışıyoruz. Devrimciler, yeraltı tektonik plakalarındaki kademeli değişimleri inceleyen, ne zaman olacağını söyleyemese de bir gün Kaliforniya’da büyük bir deprem olacağını öngören jeologlar gibidir.

Yakında 60 yaşına gireceğim. İlk yıllarımda ne Çin Devrimi ve Hindistan’ın bağımsızlığını kazandığını ne de çoğu Afrika’da gerçekleşen ulusal devrimleri (sonrasında gerçekleşen Angola, Mozambik ve Güney Afrika’dakiler hariç) fark etmek için henüz çok gençtim. Küba Devrimi’nin ve Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın, Portekiz Devrimi’nin, Amerika’daki insan hakları hareketi ve siyahların özgürlük mücadelesinin, kadın özgürlük hareketinin ve gay özgürlük hareketinin farkındaydım. 60’lardaki savaş karşıtı harekete ve kültürümüzü inanılmaz derecede değiştiren genel radikalizasyon sürecine katıldım. O zamandan bu yana, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü, Doğu Avrupa’daki çatışmaları, İspanya’da faşizmin yıkılışını, İran Şahı’na karşı gerçekleşen devrimi ve Afrika’daki ırk ayrımının sonunu gördüm. Bu rejimler sonsuza kadar yok edilemez gibi görünüyordu, ancak şimdi hepsi ortadan kalktı. Söz konusu coğrafyalardaki sorunlar çözümden uzaksa, en azından mücadele farklı bir temelde yürütülmektedir.

Bu başarısız ve yarı-başarılı devrimler ve halk mücadeleleri tarihinden, bazı marksistlerin yaptığı gibi işçi sınıfının sosyalist-anarşist devriminin gerçekleşmesi gerektiğini ya da “kaçınılmaz” olduğunu anlatmak için bahsetmiyorum. Ancak tersine devrimin gerçekleşmeyeceğini de iddia edemeyiz. Tarih sona ermedi. Değişimler yaklaşıyor, pozitif ya da negatif. Halk mücadeleleri, toplumsal olaylar ve devrimler devam edecek.

Herhangi bir dönemde, kapitalizm az ya da çok stabil ve “başarılı” olabilir, en azından dünyanın kapitalist kesiminde. Böylece limitli (göreceli) kazanımlar sağlanabilir, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden süreçteki büyük patlamadan 60’ların sonuna dek olduğu gibi. Savaştan sonra, işçi sınıfının yaşam standardını önemli ölçüde arttırabildiği görüldü, en azından küresel kapitalist ülkelerde. Faşizm defededildi ve demokrasiye geçildi. Baskı altındaki halklar bile politik “bağımsızlık”larını kazandı ve bazıları bir derece endüstriyelleşti. Ya da öyle görünüyor.

Ancak kapitalizmin temel radikal eleştirisi hala geçerlidir (Anarşizm kadar özgürlükçü Marksizm tarafından da geliştirilen). Kapitalizm, dünya işçi sınıfı ve yoksulları için stabil, istikrarlı bir kalıcı refah sağlamak için uygun değil. “Üçüncü Dünya’nın” ekonomik ve endüstriyel gelişimi dengesiz ve karmaşık haldedir. Dünya ekonomisi olası bir çözülüşe doğru yokuş aşağı ilerliyor. Muhtemel Nükleer Savaş tehdidinin sürmesine neden olan nükleer silahlanmanın yayıldığı savaşlar devam ediyor. Onun ekolojik krizi, hepimizi etkileyecek olan korkunç yıkımı tehdit ediyor. Kapitalizmin politik demokrasiye bağlılığı sınırlı ve kolayca otoriter baskıya evriliyor. Programımız sosyalist-anarşist devrimdir, sadece iyi bir şey olduğu için değil, anarşist devrime ihtiyacımız olduğu için.

Devrimciler Reformları Desteklemeli Mi?

Çoğu zaman, direnişlerin çoğu, sistem içindeki iyileştirmeler için gerçekleşir: daha yüksek maaş ve daha iyi çalışma koşulları, herkes için sağlık hizmeti, ayrımcılıkla mücadele yasaları ve farklı etnisiteye sahip insanlar, kadınlar için olumlu politikalar, sendika örgütleme hakkı, polis gözetiminden korunma, ekolojik güvenlik, mevcut savaşın ne olursa olsun sona ermesi ve benzeri şeyler. Bunlardan hiçbiri kendinde kapitalizmin ya da devletin varoluşuyla hesaplaşmaz. Bu tür talepleri “geçici”, “rüşvetler ve yemler” olarak görerek kınayan, desteklemeyi ve hatta duruma karşı çıkmayı dahi reddederek ne kadar “devrimci” olduklarını ispatlayan radikal solcuların uzun bir tarihi vardır. Bu tür eğilimler bugün de varlığını sürdürmektedir. Benzer şekilde pek çok anarşist varoluşları gereği sendikalara katılmayı reddeder (en azından “devrimci sendika” olmayanlara). Nihayet, sendikalar kapitalistleri devirmenin yollarını arayacağı yerde onlarla anlaşmalar yapar! Aralarında ABD’li işçilerin çoğu ezilen halklardaki insanlar kadar fakir olana kadar, ABD’li işçilerin yaşam standartlarını savunmaya dahi karşı olacak kadar radikal olanları vardır. Açık bir şekilde “ilkelci” olan ve herkesin uygarlık öncesi avcı-toplayıcı yaşama dönmesini isteyenlerden bahsetmiyorum.

Benim devrimci anarşist eğilimim, kesinlikle bazı reformlar için gerçekleşecek olan direnişleri desteklemektir. Biz işçi sınıfının ve genel popülasyonun bir parçasıyız, ahlaki olarak onlardan üstün olduğu için onları aşağılayıp yargılayabilecek olan azınlık değil. Çok uzun zamandır kapitalist koşullar altında yaşamaya zorlanıyoruz, insanların daha iyi beslenebilmesinin ve daha fazla boş vakte sahip olmasının iyi bir şey olduğunu düşünüyoruz. İnsanların bir şeylerin iyileşmesini istemeye ve nihayet, çocuklarının orduya gönderilip öldürmeleri ve ölmeleri için baskı yapılmamasını istemeye hakkı vardır. İnsanların yaşamlarındaki küçük değişiklikler uğruna mücadele etmek için devrimi beklemelerine gerek yoktur -zaten beklemezler de. Devrimler arasındaki devrimci olmayan o uzun zamanlarda bu kesinlikle doğrudur.

Asıl mesele bizim reformlar için nasıl mücadele edeceğimizdir. Anahtar strateji “kapitalizmin sınırlarını kabul etmiyoruz” ilkesi olmalıdır. Patronlar maaşlarda artışı karşılayamadıklarını söylediklerinde, hatta kesintiye gittiklerinde, ya da devlet sağlık sigortasını karşılayamadığını deklare ettiğinde, pek çok sendika yetkilisi buna uyum sağlamaktadır. İşçi sınıfının bu “liderleri” çalıştıkları şirketlerinin iflas etmesini ya da devletin bütçesine zarar gelmesini istemediklerini söylerler. Buna da “gerçekçilik”.

Bizim bakış açımıza göre, her yönetici sınıf işçi sınıfıyla işbirliğine gider. ABD’de kapitalistler, geçmişteki kralların hayal bile edemeyeceği zenginliğe ulaştılar. Bunun karşılığında da işçilere (nispeten) yüksek bir yaşam standardı, (İskandinav ülkelerindeki kadar yüksek olmamakla beraber) ve (nispeten) bir ölçüde de özgürlük ve demokrasi (ki bu ayrıcalıklar da temel olarak beyazlar içindi tabii ki) verdiler.

Benzer şekilde, eski Sovyetler Birliği yöneticilerinin, düşük kalitede olsa da, işçilerine garanti bir iş, barınma ve sağlık bakımı sağlamak karşılığında kontrolsüz bir güce ve servete sahip olmalarında olduğu gibi.

Kapitalistler işçilerin hayat standartlarına saldırmaya başladığında -onlarca yıldan beridir saldırıyor olsalar da- aklımızda tutmamız gereken onların halka verdikleri sözü tutmadıkları olmalıdır. Eğer onlar bu oldukça endüstriyel herkes için refah ve özgürlüğü sağlayamıyorsa, o zaman bırakın da başka birisi ülkeyi yönetsin, yani işçiler. Eğer şirket yoksulluk için ağlıyorsa, o zaman bırakın da işçiler üretim süreçlerinin anlatıldığı kitaplara baksın. Eğer sahipleri firmayı yönetip işçilere maaşlarını ödeyemiyorsa, yapılacak şey tesisin (ofis, şantiye her ne ise) kolektifleştirilmesi ve işçilerin oluşturduğu topluluk tarafından çalıştırılmasıdır. Eğer devlet sosyal servisleri ödeyemeyeceğini söylüyorsa (hatta New Orleans şehrinin tamamını kaybettiler) o zaman bırakın da devletin yerine toplumsal dernekleri/örgütleri geçirelim. Maaşlarda kesintileri ve sosyal olanaklardaki kısıtlamaları kabul etmiyoruz. İşçilere karşı bu saldırıyı kabul eden bütün sendikacıları ve sendika destekli politikacıyı kınıyoruz.

Aynı durum bütün alanlarda geçerlidir. ABD hükümeti şimdi olduğu gibi bir savaşa “sıkışmış”, liberal demokratlar da ABD’nin kolonyal çıkarlarını kollarken nasıl olup da bu durumdan kurtulunacağını düşünüyor. Barış hareketinin “liderleri” bu tür burjuva siyasetçilerinin nasıl göreve getirilecekleri ve onları daha “makul” politikalar yürütmeye nasıl ikna edecekleri konusunda endişeli. Bunun yerine ulus devletlerin tüm bu uluslararası politikalarını, emperyalizmi, iktidarlı siyasetini ve “biz” ve “onlar” muhabbetini reddediyor; ABD güçlerinin her yerden, derhal çekilmesini talep ediyoruz ve tüm ABD askeri gücüne karşı çıkıyoruz.

Bu yönelim, ezilenler ve işçi hareketi içinde stratejik bir eğilim ile birlikte gitmeli. Anarşist işçiler işçi sınıfının politik bağımsızlığı için tutarlı bir şekilde militan olarak kalmalı. Her spesifik örnekte militanlığı ve bağımsızlığı nasıl yükselteceğimizi ve yasa koyuculara karşı nasıl daha güçlü mobilize olunup mücadele edileceğini ve başarılı olunacağını düşünmeliyiz. Mücadele daha militan, bağımsız ve demokratik -yani devrimci- olursa yasa koyucuların reform yapma zorunluluğu o kadar artar. Hareket içerisindeki devrimci kanadın varlığı, patronları reformistlerle daha fazla anlaşmaya zorlar (tıpkı Malcolm X’in insan hakları hareketi sırasında üzerinde durduğu gibi). Sadece reformların kazanılma ihtimalinin olduğu bir dönemde bile bir devrimci harekete ihtiyaç vardır.

Devrimciler reformlar için gerçekleştirilen mücadeleleri desteklerler, çünkü onlar mücadeledir. İnsanları yöneticilere karşı mücadele ettirecek olan ne varsa iyidir. Özgüvenlerini ve mücadele azmini yükseltecek ne varsa iyidir. Devrimler devrim olarak başlamaz, onlar sınıf mücadeleleri olarak başlar.

Reform ve devrim arasındaki ayrım o kadar keskin olmak zorunda değildir; bağlama göre değişir. Stabilite (İstikrar) ve refah dönemlerinde reform mücadeleleri sadece gelecek için verilen sözler açısından iyidir. Ancak sistem zorlukla karşılaştığında -ki bu başlamıştır- o zaman reform talepleri devrimci ayaklanmaların tetikleyicisi haline gelebilir. Geçmiş devrimlerden çıkarılan derslere baktığımızda bunun tekrar tekrar yaşandığını görürüz (Amerikan Devrimi’ni hızlandıran İngiliz çay vergisinden ya da Rus Devrimini başlatan işçi kadınların ekmek isyanından söz edebiliriz).

Anarşistler Devletten Talep Edilen Reformları Desteklemeli Mi?

Marksistler ve sosyal demokratlar devlet eylemi için reform çağrısı yaparlar. Devletçiliğin cevap olduğuna inanırlar: ya devlet mülkiyetine dayanan bir ekonomi ya da en azından kapitalist ekonominin güçlü bir devlet müdahalesi ve statüsüyle kontrol altına alınması. Anarşistler her zaman devletçi-kapitalist projelere karşı çıkmıştır. Devlet, kapitalist baskının bir aracından başka bir şey değildir, başka da bir şey olamaz. Onun büyümesini değil, parçalanmasını ummalıyız.

Neyse ki devlet, özel şirketlerden ne daha iyi ne de daha kötüdür. Devletten beklenen taleplere karşı tutumumuz taktiksel bir karaktere sahip olmalıdır, ilkesel değil. Mesela, açıktır ki “kamu hizmeti”nin “özelleştirilmesi” (devlet tarafından sağlanan hizmetin özel şirketlere devredilmesi) işçi sınıfına saldırı anlamına gelmektedir. Kamu çalışanlarını kapsayan sosyal güvenlikten kurtulmanın ve işçi sınıfına sağlanan hizmetlerde kesintiye gitmenin bir yoludur. Bu nedenden dolayı işçiler buna karşı çıkmakta haklıdır ve anarşistler de özelleştirme karşıtı mücadelenin bir parçası olmalıdır.

Kapitalizm içerisinde, devlet toplumu temsil ettiğini iddia eder ve kendisinin toplum olduğunu, “kamu” olduğunu iddia eder. Devletin toplumun çıkarları doğrultusunda hareket etmesini talep eden bu iddia bir yalan olarak görülmelidir. Pratikte, devletin çok fazla parası vardır ve bu para kapitalist sınıfın genel politikasının düzenlenmesi içindir. Anarşist işçiler herhangi bir kapitalist firmanın yönetiminden talep ettiğimiz şekilde bu durumla ilgili devletten taleplerde bulunabilirler. Eğer şirketlerden ücretlerimizi artımasını talep edebiliyorsak, devletten de asgari ücrete zam talep edebilmeliyiz. Eğer şirketlerden maaşta kesintiye gitmeksizin çalışma saatlerimizin azaltılmasını isteyebiliyorsak, aynı şekilde devletten maaşta kesinti olmadan legal çalışma süresinin kısaltılmasını da isteyebilmeliyiz. Bu sosyalist-anarşist ekonominin prensibidir: bütün iş, işçiler arasında bölünmeli ve bütün ürünler işçiler arasında paylaşılmalı.

Ancak anarşist işçiler asla devleti (ne şimdi ne de yeni bir tanesini) yönetmeye kesinlikle dahil olmamalıdırlar, kapitalist bir işletmeyi yönetmeye de aynı şekilde (bazı yönetim kurullarında oturan sendika bürokratlarının aksine). Asla seçim politikalarına alet olmamalıyız. Ne zaman ki ,farz edelim Bolivya, kendi doğal kaynaklarının yabancı kapitalistlerin elinden alınıp ulusallaştırılmasını talep ediyor, bununla hemfikir olmalı ancak şunu da belirtmeliyiz; “işçiler ve halk tarafından kontrol edilmeli”, devlet tarafından değil. Ne zaman ki ABD’li sol liberaller devlet tarafından ödenen sağlık sigortası (sosyalleştirilmiş sağlık hizmeti) için çağrı yaparsa, desteklemeliyiz ancak sağlık kooperatifleri ve halk örgütleriyle organize edilmesi gerektiğini söylerek, bürokratik makinelerle değil.

Reformizm Değil Reform

Reformları desteklemek liberalizmin ya da reformizmin stratejisini benimsemek anlamına gelmez. Liberaller reformları kapitalizmin eylemlerini temizlemek için kullanmayı umut ederler, işçilere daha iyi bir yaşam sağlamak, insanları derisinin rengine göre ayırt etmeyi durdurmak ve küçük ülkelerdeki savaşa son vermek (en azından müttefik kuvvetler arasında) için değil. Onlar zincirlerimizin pürüzlü kenarlarını törpüleyeceklerdi. Tarihsel olarak sosyalist reformistlerin (sosyal demokratların) en azından hayal güçleri daha cesurdu. Reformları kapitalizmden sosyalizme yavaş yavaş, adım adım ve barışçıl bir geçiş için kullanmak istediler.

Başka bir yerde tartıştığım gibi, anarşizmin reformist bir versiyonun yaygınlaştığını görüyoruz. En azından Proudhon’a dönen bir programı takip ederek, kapitalizmden anarşizme kademeli bir şekilde artan, barışçıl bir geçişi umarlar. Oluşturulan kooperatifler, topluluk merkezleri ve diğer alternatif enstitü ve aktivitelerle eski toplumun nihai mağlubiyetine kadar bunu yapmak için uğraşırlar. Galiba GM ve United Steel gibi şirketlerin yerini üretici kooperatifleri alacak. Burjuva devletinden bu gitgelleri fark etmesi ve kendisinin yerine geçecek sınıfa zorluk çıkarmadan yerini vermesi beklenmiyor.

Bütün bunlar çok tehlikeli, eğer hoş ise fanteziden ibaret. Burjuva sınıfı, kendi “alternatif kurumlarını” (işletmeler) feodal düzenin çatlaklarını doldurmak için geliştirmiştir ve hala kapitalizmi kabul ettirebilmesi için “Atlantik Devrimi” ile savaşmalıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada refaha, reformlara ancak minimal ölçekte ve baskı altında izin verilir, küresel kapitalist devletlerde bile yaygın bir sefalet vardır, ırka ve cinsiyete dayalı baskı vardır, saldırganlık nedeniyle savaşlar sürmektedir. “Üçüncü Dünya’nın” devrimci direnişleri, Orta Amerika’da, Günay Amerika’da ve başka yerlerde karşı devrimci terörle karşılaşmaktadır. Allande’nin Şili’si gibi reformist programlar bile kanla boğulmuştur. Şimdi ise dünya ekonomik gerileme ve krizle batmaktadır. Devletin şiddet içeren bir karşı çıkışı olmadan nasıl mevcut toplumun barışçıl bir reformla dönüşmesini bekleyebiliriz? Nasıl? Neden?

Kooperatifleri ve bazı sosyal faydaları “reform” diyerek eleştirmiyorum. Bunlar kendilerinde iyidirler ve mücadele için kullanışlı destek güçlerini oluştururlar. Alternatif medya, internet siteleri de dahil olmak üzere, mesajı dışarı çıkarmak için son derece kullanışlıdır. Ancak bu devletin ve kapitalizmin üstesinden gelmek için başarılı bir stratejinin kendisi değildir.

Devrim kanlı olmak zorunda değildir. Birleşik Devletler’de örneğin, toplumun %80’i işçi sınıfındandır (ücretli çalışan olarak düşünürsek). Eğer çoğunlukla devrimci bir program etrafında birleşirlerse, eğer silahlı güçlerin desteğini kazanmışlarsa (işçi sınıfın kadınları ve erkekleri) ve eğer yollarını takip etmekte kararlıysalar, ne olursa olsun, yöneten sınıf demoralize olabilir ve elindekileri kolayca verebilir. Eğer başka coğrafyalarda devrimler zafer kazandıysa, bu özellikle doğru olmalı.

Ancak bunun gerçekleşeceğine ilişkin hiçbir garanti yoktur. Birleşik Devletler’de kapitalist sınıf, dünya politikasında halihazırda gözlemlediğimiz gibi zalim ve merhametsizdir. Hiç şüphe yoktur ki eğer gerek olduğu düşünülseydi demokratik rejimin militer bir diktatörlükle başka ülkelerde olduğu gibi değişmesi kaçınılmaz olurdu. Ancak o kocaman bir “orta sınıf” tarafından desteklenmektedir. Derin bir şekilde ırkçı, cinsiyetçi ve dinci-muhafazakar duygular orta ve işçi sınıfının geniş kısmına yayılmış durumdadır. Devrimci işçi sınıfı yüksek oranda kutuplaştırılmış, derin bir şekilde ayrıştırılmış bir toplumla karşı karşıya kalabilir. Yalnızca faşist baskıyı engellemek için mücadele edilebilir, Meksika’dan destek için devrimci güçler gelebilir. Bütün bunlar kapitalist sınıf ve onun müttefiklerine bağlıdır.

Neyse ki sınıfımızın, kendisini savunacak silahları ve sayısı dışında bir şeyleri var. Endüstrinin, taşımacılığın ve servislerin ekonomik kollarını elimize geçirip, toplumu durdurabilir ya da başka bir temelde yeniden başlatabiliriz. Bu proleteryanın özel gücüdür. Bu, özsavunmanın gerekli olmadığı anlamına gelmez, polis ve faşist terörüne mutlaka direnilmelidir. Ancak bu, olumlu bir sonucu mümkün kılar.

Reformist tartışma, geçmiş bütün devrimlerin başarısız olduğunu tartışır. Bu doğru değildir, halkın belleğinde geçmiş deneyimlerin kazanımları durmaktadır, kapitalist ülkelerdeki (her ne kadar sınırlı olsa da) “demokrasi” ve özgürlükler dahil. Ancak geçmiş hiçbir devrimin yöneten azınlıklar kuralını sona erdirmediği konusuna katılıyoruz. Devrimin şu anda sorunları çözeceğini kanıtlayamayız. Ancak reformizm de; ne devlet sosyalizmi versiyonu olan şeklinin, ne de ılımlı anarşist versiyonun zaferiyle -kapitalist hükmü bitirerek- sonuçlanmadı. Gerekçeli analizin önemi budur, gerisi inanç ve sorumluluktan ibaret.

Çeviren: Zeynel Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (5): Programımız Anarşist Devrimdir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/04/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-5-programimiz-anarsist-devrimdir/feed/ 0
Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (4) : Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm https://meydan1.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/ https://meydan1.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/#respond Tue, 12 Nov 2019 14:37:05 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/ Anarşistlerin tarih boyunca yürüttüğü tartışmalar, mücadelenin örgütlenmesi üzerine yeni bakış açıları, yeni perspektifler kazandırma noktasında belirleyici olmuştur. Gazetemizin bu köşesinde tarihten anarşistlerin kendi aralarında yürüttüğü tartışmalar ya da anarşist düşünce içerisindeki belli tartışmalı konular üzerinden çeşitli çeviri yazılara yer vermeye çalıştık. Daha önce Kropotkin’in Onaltılar Manifestosu’nu yayınladığımız köşemizde, daha sonra “Suç ve Ceza Tartışması”, “Radikal […]

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (4) : Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Anarşistlerin tarih boyunca yürüttüğü tartışmalar, mücadelenin örgütlenmesi üzerine yeni bakış açıları, yeni perspektifler kazandırma noktasında belirleyici olmuştur. Gazetemizin bu köşesinde tarihten anarşistlerin kendi aralarında yürüttüğü tartışmalar ya da anarşist düşünce içerisindeki belli tartışmalı konular üzerinden çeşitli çeviri yazılara yer vermeye çalıştık. Daha önce Kropotkin’in Onaltılar Manifestosu’nu yayınladığımız köşemizde, daha sonra “Suç ve Ceza Tartışması”, “Radikal Coğrafya Tartışması” gibi tartışmalara yer verdik.
Şimdi de “Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm”tartışmasıyla, anarşistlerin anarşist devrim, insan doğası, toplumun örgütlenmesi üzerine düşüncelerini tarihsel bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalışacağız. Kropotkin kadar ismi duyulmamış olsa da coğrafya tezleriyle Karşılıklı Yardımlaşma düşüncesini
geliştiren insanlardan olan Elisee Reclus’nün konu hakkındaki yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
Reclus yazısında, evrim ve devrimi birbirini ikame eden, dışlayan değil birbirini tamamlayan olgular olarak ele alıyor. Evrimi hep insanın doğal gelişim seyri içerisinde hem de henüz insanlık tarihi yorumlanışındaki “kültürel evrim” gibi kuramların olmadığı zamanlarda, “kültür, sanat, bilimlerdeki gelişim” olarak iki ayrı başlıkta ele alan Reclus zamanının ötesinde bir kavrayışla düşüncelerini açıklıyor. John Clark ve Camille Martin’in seçkisine eklenen bu uzun metni orijinalinden kısaltarak sizlerle paylaşacağız.

“Evrim, Devrim ve Anarşist İdeal” – Elisee Reclus

Evrim insana dair her şeyi kapsar. Devrim de her şeyi kapsamalıdır. Ne var ki bu koşutluk toplumların hayatındaki tek tek olaylarda her zaman belirgin değildir. Tüm ilerlemeler birbirine bağlıdır, bilgimiz ve gücümüz oranında toplumsal ve siyasi, ahlaki ve maddi, bilimsel, sanatsal, endüstriyel tüm alanlarda ilerlemeyi arzularız. Her alanda, sadece evrimci değil, bir o kadar da devrimciyiz çünkü tarihin, bir dizi hazırlığı izleyen bir dizi başarıdan başka bir şey olmadığını biliyoruz. Zihinleri özgürleştiren büyük entelektüel evrimin mantıki sonucu, bireylerin başka bireylerle ilişkilerinde özgürleşmesidir.

Evrimin ve devrimin aynı olgunun birbirini takip eden iki yönü olduğunu söyleyebiliriz. Evrim devrimden önce gelir ve devrim de, gelecek devrimlerin anası olacak olan yeni bir evrime giden yolu hazırlar. Herhangi bir dönüşüm, hayat değişmeden gerçekleşebilir mi? Bir edimin o edimi yapma arzusundan sonra gerçekleşmesi gibi, devrim de kaçınılmaz olarak evrimi takip etmek zorunda değil midir? Bu ikisi ancak ortaya çıkış zamanlarıyla birbirinden ayırt edilir. Bir tortu nehri tıkadığında, sular engelin önünde yavaş yavaş birikir ve tedrici bir evrimin sonunda bir göl şekillenir. Sonra, aniden akış yönündeki sette bir sızıntı meydana gelir, bir çakıl taşının düşüşü bir su taşmasını tetikler. Baraj bir anda sarsılarak çöker, boşalan göl tekrar nehir olur. Böylece küçük bir karasal devrim meydana gelir.

Eğer devrim hep evrimden sonra geliyorsa bu, çevrenin direncinden kaynaklanmaktadır: Akıntının suyu iki yakanın arasından gürülder çünkü kıyı onu yavaşlatmaktadır, gökyüzünde şimşekler çakar çünkü atmosfer buluttaki elektriğe direnç gösterir. Çevrenin hareketsizliği, maddenin her dönüşümünü ve düşüncenin her gerçekleşmesini, değişim sırasında engeller. Yeni olgu, direnç ne kadar büyükse o kadar büyük bir zorlukla ya da daha büyük bir güçle ortaya çıkar. Herder, Fransız İhtilali’nden bahsederken bu konuya değinmiştir. “Tohum toprağa düşer ve uzun zaman ölü görünür, sonra aniden filizlenir, üstünü örten sert toprağı iter, düşmanı olan kil tabakasını deşer, böylece bitki olur, çiçek verir ve meyvesi olgunlaşır.” Bir de çocuğun nasıl doğduğunu düşünün. Anne rahminin karanlığında dokuz ay geçirdikten sonra, o da zarfını delerek şiddetle, bazen annesini bile öldürerek ileri fırlar. Devrimler de böyledir önceki evrimlerin zorunlu neticeleridir.

Ancak, evrimler her zaman adaletli olmadığı gibi devrimler de her zaman ilerleme değildir. Her şey değişir, doğadaki her şey ebedi bir devinimin parçası olarak hareket eder. Ama ilerlemenin olduğu yerde gerileme de olabilir ve eğer bazı evrimler hayatın çoğalması yönünde ilerliyorsa, başkaları da ölüme doğru yönelir. Durmak imkânsızdır, bir yöne ya da ötekine doğru hareket etmek gerekir. Hastalık, yaşlılık, kangren tıpkı ergenlik gibi birer evrimdir. Kurtçukların cesede üşüşmesi, bebeğin ilk çığlığı gibi bir devrimin gerçekleştiğinin göstergesidir. Fizyoloji ve tarih bize bazı evrimlerin gerilemeye işaret ettiğini, bazı devrimlerin ise ölümü içerdiğini gösterir.

İnsanlık tarihinin pek azını biliyoruz. Tüm bildiklerimiz birkaç bin yıl gibi kısa bir sürede yaşanan olaylar. Yine de bu deneyimler bize, evrimleri yavaş ilerlediği için çöken ve yok olan kabileler ve insanlar, kent ve imparatorluklar hakkında bilgi veriyor. Ülkelerin, ulusların yakalandıkları bu hastalıklar çok katmanlı ve çeşitlidir. Orta Asya’da göllerin ve nehirlerin kuruduğu, verimli arazilerin yerini tuz tortullarının aldığı muazzam genişlikteki topraklarda olduğu gibi, iklim ve toprak bozulmuş olabilir. Düşman orduları bazı bölgeleri o denli harap eder ki buralar sonsuza dek ıssız kalır; ne var ki, fetihler ve kıyımlardan, hatta yüzyıllar süren baskı dönemlerinden sonra bazı uluslar yeniden hayata dönmeyi başarmıştır. Böylece, bir ulus yeniden barbarlaşırsa ya da tümüyle yok olursa, gerilemesinin ve çöküşünün nedenlerini dış etkenlerde değil, topluluğun kendisinde ve esas yapısında aramak gerekir. Gerileme tarihini özetleyen temel bir neden -nedenlerin nedeni- vardır. Bu, toplumun bir kısmının diğerlerinin efendisi olması, birkaç kişinin ya da bir aristokrasinin toprak, sermaye, iktidar, eğitim ve onur tekelini elinde tutmasıdır. Bilinçsiz halk kitleleri bu az sayıda insanın tekeline karşı isyan etme iradesini göstermediği an, ölmüşler demektir; yok oluşları zaman meselesidir. Kara veba yakında bu özgürlüğü olmayan, işe yaramaz bireyler yığınını temizleyecektir. Katliamcılar Doğu’dan ya da Batı’dan koşuşurlar, kocaman kentler yerlerini çöle bırakır. Asur ve Mısır böyle ölmüş, Pers İmparatorluğu böyle yıkılmış ve tüm Roma İmparatorluğu birkaç büyük toprak sahibine ait olduğunda barbarlar köleleşmiş proleterlerin yerini almıştır.

Tarihteki tüm dönemler ve olaylar çift yönlü olduklarından, bunları kategorik olarak yargılamak yanlıştır. Ortaçağı ve düşüncenin karanlık gecesini sona erdiren yenilenişin örneği bize, biri çöküşe diğeri ise ilerlemeye neden olan iki devrimin nasıl aynı anda meydana gelebildiğini gösterir. Antikçağ’ın eserlerini yeniden keşfeden, kitaplarının ve öğretilerinin esrarını çözen, bilimi batıl inançlardan kurtararak insanları nesnel araştırmalara yönelten Rönesans dönemi, bir yandan da özgür kent ve beldeler döneminde tüm ihtişamıyla gelişen spontane sanat hareketinin sona ermesine neden oldu. Aniden taşarak kıyısındaki kırsal kültürleri yok eden bir nehir gibiydi. Her şeye yeniden başlamak zorunda kalındı, en azından özgün olan kadim sanat eserlerinin yerini bayağı taklitleri aldı!

Bilimin ve sanatların yeniden doğuşu, din dünyasında Hıristiyanlığın bölünmesi yani Reformasyon’la birlikte gerçekleşti. Rahiplerin cahil bıraktıkları halka bireysel hakları, zihnin özgürleşmesini getiren bu devrim, uzun zaman insanlığa yararlı dönüm noktalarından biri olarak kabul edildi. Bundan böyle insanların eşit ve kendi kendilerinin efendisi olacaklarına inanıldı. Ama şimdi Reformasyon’un, o zamana kadar entelektüel köleliği tekelinde bulunduran Katolik kilisesinin karşısında, başka buyurgan kiliselerin kurulmasıyla sonuçlandığını biliyoruz. Reformasyon sırasında, servet ve kadrolar yeni iktidarı güçlendirecek şekilde el değiştirdi, iki tarafta da halkı yeni biçimlerde sömürecek, Cizvitler ve Cizvit karşıtları gibi tarikatlar ortaya çıktı. Luther ve Calvin kendi görüşlerini paylaşmayanlara karşı Aziz Dominicus ve II. Innocentius ile aynı acımasız, hoşgörüsüz dili kullandılar. Engizisyonda olduğu gibi, casusluk yaptılar, hapsettiler, bedenleri parçaladılar, yaktılar; temelde onların öğretileri de krallara ve “Kutsal Söz”ün yorumcularına itaati esas alıyordu.

(…)

Halihazırda berbat durumda olsak da, bir sonraki devrimi haber veren muazzam bir evrim geçirdik. Bu evrim, kaynakların kısıtlılığını ve açların kaçınılmaz ölümünü vazeden ekonomi “bilimi”nin hatalı olduğunun kanıtlanması ve yakın geçmişe kadar yoksul olduğuna inanarak acılar çeken insanlığın, zenginliğinin farkına varmasıdır. “Herkese ekmek” ideali- nin bir ütopya olmadığı anlaşılmıştır. Dünya hepimizi beslemeye yetecek kadar geniş, refah içinde yaşatabilecek kadar zengin. Verdiği ürünler herkesin beslenmesine yetebilir; lifli bitkileri herkese giysi sağlayabilir; taşları ve killeri herkesi ev sahibi yapabilir. En basit haliyle ekonomik gerçek budur. Dünyanın ürettikleri, üzerinde yaşayanlara yettiği gibi, tüketim ansızın iki katına çıksa bile yetecektir. Mekaniğin, meteorolojinin, fizik ve kimyanın sunduğu tüm kaynakları harekete geçiren bilim, geleneksel yöntemlerle yapılan tarımı ileriye taşımasa bile bu böyledir. İnsanlığın geniş ailesinde, açlık sadece kolektif bir suç değil, tam anlamıyla saçmalıktır. Çünkü elde edilen ürün, tüketim ihtiyaçlarının iki katından fazladır.

Mutlak düşünce, ifade ve düşünceye kısıtlama getiren, söylenen sözcükleri geri alınamaz, son söz halinde taşlaştıran, hatta işçiye patronun emriyle elini kolunu bağlayıp açlıktan ölmesini vazeden kurumlarla uyuşmadığını söylemek gereksiz. Muhafazakarlar, devrimcilere “din, aile ve mülkiyet düşmanı” derken yanılmamışlardır. Evet, anarşistler hayatımıza dogmanın nüfuzunu ve doğaüstünün müdahalesini reddederler. Bu bakımdan, dayanışma ve kardeşlik idealleri için mücadele etseler de din düşmanıdırlar. Evet, “ticari anlaşmadan” başka bir şey olmayan evliliklerin feshedilmesini, yerine karşılıklı sevgi, saygı ve başkalarının onuru üzerine kurulu özgür birliktelikler getirilmesini isterler. Bu bakımdan, her ne kadar hayatlarını birleştirdikleri insanlara karşı sevgi duysalar, kendilerini adasalar da, ailenin düşmanıdırlar. Evet, toprak ve ürün istifçiliğini yok etmek, bunları herkese dağıtmak istiyorlar. Toprağın nimetlerini herkesin istifadesine sunmaktan duyacakları mutluluk, onları mülkiyetin düşmanı yapıyor. Tabii ki barışı seviyoruz, bizim idealimiz tüm insanların uyum içinde yaşaması. Ama savaş yanı başımızdan eksik olmuyor. Uzaktan bize, hüzünlü bir manzara gibi görünüyor çünkü insani meselelerin muazzam karmaşasında barışa giden yol mücadelelerle döşeli.

Ne cumhuriyetin, ne de başarılı “cumhuriyetçiler”in, yani iktidara gelenlerin bize hiçbir yararı olamaz. Aksini ummak safsata, tarihi bir saçmalık olurdu. Mülkiyet sahipleri ve yönetim sınıfı, tüm ilerlemelerin düşmanı olmaya mahkûmdur. Çağdaş düşüncenin, entelektüel ve ahlaki evrimin taşıyıcıları, toplumun mücadele eden, çalışan, baskı gören kesimidir. Düşünceleri geliştiren ve gerçekleştiren büyük zorluklarla, toplum arabasını sürekli ileriye götüren bu kesimdir, muhafazakârlar ise durmadan arabayı yoldan çıkarmaya, çamura saplamaya çalışırlar.

Ama ya evrimci ve devrimci arkadaşlarımız, sosyalistler, onlar da mı davaya ihanet edebilecek tiynette? Aralarından anlar da mi “devlet gücünü eline geçirmek” isteyenler başarılı olduğunda, onların da bir gerileme süreci yaşadıklarını görecek miyiz? Sosyalistler bir gün hakimiyet sağlarlarsa, kuşkusuz öncülleri cumhuriyetçiler gibi hareket edeceklerdir. Tarihin yasaları onların hatırına esnemeyecektir. İktidara geldiklerinde, engelleri ortadan kaldırmak ve bahanesi ya da yanılgısıyla da olsa, güçlerini kullanmaktan geri kalmayacaklardır. Dünya, kendini olağanüstü yetenekli gören, olağanüstü güçleriyle toplumu dönüştürebileceği hayaliyle yaşayan hırslı ve naif insanlarla dolu; ne var ki bunlar, lider konumuna yükseldiklerinde ya da yüksek yönetici mekanizmasında yer aldıklarında, tek başına kendi iradelerinin gerçek iktidar yani kamuoyu üstünde hiçbir etkisi olmadığını görürler, tüm çabaları çevrelerini saran kayıtsızlık, haset ve garez yüzünden kaynayıp gider. Bu durumda, hükümetin rutin işlerini yapmaktan, ailelerini zenginleştirmekten, arkadaşlarını kayırmaktan başka ne yapabilirler?

İktidar aygıtını ele geçirmeye niyetlenenler, kuşkusuz kendilerini amaçlarına ulaştıracak en emin yolları kullanmak zorundadırlar. Genel oy hakkına sahip olan cumhuriyetlerde kalabalıklara, kitlelere kur yaparlar. Şarap tüccarlarıyla seve seve ittifak kurar, tavernalarda halka inerler. Nereden gelirse gelsin tüm seçmenleri kabul edecekler, şekilcilik uğruna bütünlüğü feda etmekte sorun görmeyeceklerdir. Düşmanlarını aralarına alacaklardır ki, bunun organizmaya zehir zerk etmekten farkı yoktur. Monarşiyle yönetilen ülkelerde, çok sayıda sosyalist hükümet biçimini umursamadıklarını ilan ediyor, hatta, tek kişinin hükümranlığıyla insanlar arası kardeşçe yardımlaşmayı bir arada düşünmek mantıken mümkünmüş gibi, toplumsal dönüşüm planlarını gerçekleştirmekte yardım almak için kralın bakanlarına çağrıda bulunuyorlar. Fakat eyleme geçmek için sabırsızlananlar engelleri göremeyebilir, inançlılar dağları yerinden oynatacaklarını sanır.

Dinciye baktığında, onda bir sosyalist Hristiyan görmeye çalışır. Liberal burjuvaya bakarken kafasında bir reformcuyu canlandırır. Kimi zaman, “mülk sahibini” ya da “patronu” ürkütmemeye özen gösterir. Hatta kendi taleplerini onlara barış güvencesi olarak sunar. “1 Mayıs” sermayeye karşı verilen uzun mücadeleyi temsil eden gün, çelenkler ve danslarla kutlanan bir bayrama dönüşür. Seçmenlere yaptıkları bu yüzeysel jestlerin sonucunda, adaylar da yavaş yavaş hakikatin onurlu lisanını, mücadelenin uzlaşmaz tavrını unuturlar. Bu siyasetçiler peşinde oldukları makamlara gelmeyi, altın püsküllü kürsünün karşısındaki kadife sıralarda oturmayı başardıklarında, daha da çabuk yozlaşırlar. Bu noktada onlardan karşılıklı sırıtma, tokalaşma, yandaşlarını kayırma uzmanı olmaları beklenir.

[On- lar] belirleyici bir pozisyona geldiklerini zannederken belirlenen olmuşlardır. Tarihçi, bu kaçınılmaz sonucu saptamakla ve kendilerini düşüncesizce siyasete atan devrimciler için bir tehlike teşkil ettiğine dikkat çekmekle yetinmelidir.

Günbegün evrim bizi, şimdiden “toplumsal devrim dediğimiz, hem barışçı hem şiddet içeren dönüşümlere biraz daha yaklaştırıyor. Bu devrim, her şeyden öte şahısların ve şeylerin despotik gücünü ve kolektif emeğin ürünleri üzerindeki tekelciliği yok edecek.

Bu evrimsel süreçteki en önemli olay, İşçi Enternasyonali’nin ortaya çıkışıdır. Bu fikir, farklı uluslardan insanların, kardeşlik ve ortak çıkarlar doğrultusunda birbirlerine yardımlaşmaya başladıklarından beri kuşkusuz filizlenmekteydi. 18. yüzyıl felsefecileri Fransız İhtilali’ne “İnsan Hakları” bildirgesini yazdırdıkları gün kuramsal olarak da var oldu. Ama bu haklar sözde kalmıştır ve bu sloganı dünyaya haykıran meclis, aynı hakları kendi halkına uygulamamaya özen göstermiştir.

Hakkını talep etme ruhu mazlum kitlelere sirayet ettiğinde, görünüşte çok az önemi olan bir olay bile, değişimi mümkün kılan şok dalgaları yaratabilir, tıpkı bir kıvılcımın bir fıçı barutu patlatması gibi. Büyük mücadelenin işaretlerini şimdiden görebiliyoruz. Sözgelimi, 1890’da, bilinmeyen bir şahıs, bir ihtimal Avustralyalı bir yoldaş tarafından yapılan “1 Mayıs” çağrısı yankılandığında dünya işçilerinin ansızın aynı fikir doğrultusunda birleştiklerini gördük.. O gün, resmen sona erdirilmiş olan Enternasyonal’in, hayata döndüğünü gördük -liderlerin komutuyla değil, kitlelerin baskısıyla-.

Başka türden bir haykırış, ani, kendiliğinden, beklenmeyen bir feryat, daha da şaşırtıcı sonuçlara yol açabilir. Şu ya da bu neden, önemsiz bir olay, koşulların -tüm ekonomik koşulların- dayatması kimsenin kayıtsız kalamayacağı bir krize yol açacaktır. O anda, haksızlıkların, kefareti ödenmemiş acıların, hakim olamadıkları bir nefretin duygusunu kalplerinde biriktirenlerin muazzam enerjisi aniden patlayacaktır. Her gün böyle bir felakete gebedir. Bir işçinin görevinden uzaklaştırılması, yerel bir grev, beklenmedik bir katliam, devrime yol açabilir: Dayanışma hissi her gün artıyor ve yerel ölçekteki her sancı tüm insanlığı sarsmaya başlıyor. Birkaç yıl önce, fabrikalarda yeni bir isyan nidası yükseldi; işçiler “genel grev” diye haykırdılar. Bu terim garipsendi, sanki bir rüya tabiriymiş, düşsel bir umutmuş gibi anlaşıldı, ardından daha yüksek sesle tekrar edildi ve şu anda öyle güçlü bir şekilde yankılanıyor ki kapitalistlerin dünyasını titretiyor. Hayır, genel grev imkânsız değildir. İngiltere, Belçika, Fransa, Almanya, Amerika ve Avustralya’da ücretle çalışanlar, hep birlikte aynı gün, emeklerini patronlarından esirgeyebileceklerinin farkına vardılar.

Başarısızlıkların hiçbiri bizi yıldıramaz çünkü art arda gelen çabalar toplumsal iradenin durdurulamayacak kadar güçlü olduğuna işaret ediyor. Arayış içinde olanları ne hayal kırıklıkları ne de alaylar caydırabilir. Ayrıca önlerinde bir “kooperatif-tüketici dernekleri ve başka kooperatifler- örneği var ki bunların kuruluşu çoğaldı ve son derece verimli çalışıyorlar. Kuşkusuz bu dernekler arasında da kısa süreli ömürlü olanlar var- özellikle de en başarılı olanlar; elde ettikleri kazanç ve bu kazancı çoğaltma arzusu kooperatif üyeleri arasında para sevgisini yaygınlaştırdı ya da en azından ilk yılların devrimci tutkularından sapmalarına yol açtı. En büyük tehlike de budur, çünkü insan her zaman mücadeleden kaçmak için bahane üretmeye hazırdır. Devrimci davaya tam bağlılığın getirdiği sorunları ve tehlikeleri bir yana itip kendini yalnızca işine adamak o kadar kolay ki.

Bununla birlikte çalışkan ve samimi anarşistler, her yerde ortaya çıkan ve birbirleriyle birleşerek gittikçe genişleyen organizmalar meydana getiren, sanayi, taşımacılık, ziraat, bilim, sanat ve eğlence gibi çok çeşitli iş dallarına yayılan bu kooperatiflerden büyük dersler çıkarabilirler. Karşılıklı yardımlaşmanın bilimsel pratiği yayılıyor ve kolaylaşıyor, geriye sadece, tüm bu hizmet takasını basitleştirmek, sadece üretim ve tüketim istatistiklerinin kayıtlarını tutarak, artık işlevsiz kalan borç ve kredileri kaydeden “defter-i kebirler”den kurtulmak kalacak.

Çeviri: Murat Devres

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (4) : Evrimci Anarşizm ve Devrimci Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/12/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-4-evrimci-anarsizm-ve-devrimci-anarsizm/feed/ 0
Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (3) : Radikal Coğrafya Tartışması – Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt https://meydan1.org/2017/03/07/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-3-radikal-cografya-tartismasi-simon-springerin-radikal-bir-cografya-neden-anarsist-olmak-zorundadir-makalesine-kisisel-bir-yanit/ https://meydan1.org/2017/03/07/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-3-radikal-cografya-tartismasi-simon-springerin-radikal-bir-cografya-neden-anarsist-olmak-zorundadir-makalesine-kisisel-bir-yanit/#respond Tue, 07 Mar 2017 05:00:03 +0000 https://test.meydan.org/2017/03/07/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-3-radikal-cografya-tartismasi-simon-springerin-radikal-bir-cografya-neden-anarsist-olmak-zorundadir-makalesine-kisisel-bir-yanit/   D. Harvey’nin S. Springer’e Cevabı “Dinle Anarşist!” Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt Simon Springer, radikal bir coğrafyanın neden köhne bir Marksist yaklaşımdan çok taptaze anarşist bir yaklaşım benimsemesi gerektiği konusunda etkili ve ihtilaflı bir makale yazdı. Bu türden her polemikte olduğu gibi Springer’in makalesinde de bir […]

The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (3) : Radikal Coğrafya Tartışması – Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>


Toplumsal muhalefetin gündemini meşgul eden farklı tartışmalarda ve farklı disiplinlerde olduğu gibi toplumsal muhalefetin gündeminde yaratıcı bir bakış açısı yaratan ve böylece iyi bir eleştirel literatür oluşturan uzam/mekan politikalarında da anarşist bir perspektifin var olması gerektiğini belirtmiştik.

Bu bağlamda geçtiğimiz sayıda bu bölümde radikal coğrafyacı Simon Springer’in 2004 yılında Dialogues in Human Geography dergisinde yer almış “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” yazısından bazı bölümleri sizlerle paylaşmıştık. Bu sayıda, David Harvey’nin Springer’in makalesine cevap olarak yazdığı “Dinle Anarşist!” Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt adlı makalesini sizlerle paylaşıyoruz. Radikal Coğrafya Tartışmasının son bölümünde de Springer’in Harvey’e verdiği cevaptan bölümleri bir sonraki sayımızda yayınlayarak tartışmayı sona erdireceğiz.  

 

D. Harvey’nin S. Springer’e Cevabı

“Dinle Anarşist!” Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt

Simon Springer, radikal bir coğrafyanın neden köhne bir Marksist yaklaşımdan çok taptaze anarşist bir yaklaşım benimsemesi gerektiği konusunda etkili ve ihtilaflı bir makale yazdı. Bu türden her polemikte olduğu gibi Springer’in makalesinde de bir yanlış bilgi, abartma ve ad hominem eleştiri kotası var ama tartışmaya değer, önemli meseleler de gündeme getiriyor.

Öncelikle kendi konumumu açıkça belirteyim. Son (anarşizmle uzun süredir devam eden bağlantısını kopardıktan sonraki) yazılarında “Solun geleceği[nin], son tahlilde, günümüzde ve ufukta belirmeye başlayan gelecekte, hem Marksizm hem de anarşizm içerisinde geçerli olan şeyleri kabul etme yetisine bağlı” olduğunu düşünen Murray Bookchin’le aynı duyguları paylaşıyorum (ama onunla tamamen aynı fikirde değilim). “Devrimci geleneğin -Marksizmin ve anarşizmin- en iyi yönlerini, bugün karşı karşıya olduğumuz türden sorunlara değinen yollar ve biçimlerde bir araya getirebilecek yaklaşım”ı tanımlamamız gerekiyor.

Makalesine bakarsak Springer böyle bir projede yer almak istemiyor. Daha çok, anarşizmle Marksizm arasındaki ilişkiyi, bu ikisi sanki birbirlerini dışlıyormuş, hatta birbirine düşmanmış gibi kutuplaştırmaya azmetmiş görünüyor. Bence bu anlamsız bir çaba. Kendi Marksist bakış açıma göre, son birkaç yıldır (“Occupy” gibi hareketlerde) epey bir siyasi aktivizmi harekete geçiren otonomist ve anarşist fikir ve taktikler takdir ve analiz edilmeli, uygunsa desteklenmelidir. Gezi Parkı ve Brezilya şehirlerinin sokaklarında olup bitenlerin veya “Occupy”ın ilerici hareketler olduğunu düşünüyorsam ve bunlar ister bütünüyle, ister kısmen anarşist ve otonomist düşünce ve eylemle hayat bulmuşlarsa, neden onlarla olumlu bir ilişki kurmayayım ki? (…)

Toplumsal anarşistler mekan, yer ve çevre sorunlarına tipik olarak çok daha fazla ilgi ve duyarlılık gösterir (bunlar, çoğu coğrafyacının disiplinin merkezinde olduğunu kabul edeceğinin düşündüğüm genel kavramlar). Marksist gelenek bu tür konulara, ne yazık ki toptan ilgisizdir. Ayrıca kentleşmeyi, kentli toplumsal hareketleri, mekan üretimini ve eşitsiz coğrafi gelişmeleri (kuruluşunda Marksist sosyologların belirgin rol oynadığı, 1977’de yayımlanmaya başlayan İngilizce yayımlanmaya başlayan İngilizce-Fransızca International Journal of Urban and Regional Research [Uluslararası Kent ve Bölge Araştırmaları Dergisi] ve Lefebvre gibi aşikar istisnalar dışında) büyük oranda göz ardı eder. Ana akım Marksizm, çevre meselelerinin veya kentleşmenin ve kentsel-toplumsal hareketlerin sermayenin çelişkileri içindeki önemini ancak görece yakın zamanda (örneğin, 1970’lerden beri) görmeye başladı. 1960’larda çoğu ortodoks Marksist, çevre meselelerini küçük burjuva romantiklerin derdi sayardı (1971 tarihli Post-Scarcity Anarchism [Kıtlık Sonrası Anarşizm] içindeki çok okunan makalesi “Listen Marxist!”te [Dinle Marksist!] duygularını açığa vuran Murray Bookchin’i çileden çıkaran da buydu). (…)

1972’de yazdığım etkili bir makaleyle radikal değişimi ben başlatmışım ve Steen Folke de radikal coğrafyanın sadece Marksist olabileceğinde ısrar ederek değişimi tamamlamış gibi gösteriyor Springer. Ardından, eserlerim “takip eden coğrafyacıların büyük çoğunluğu için mihenk taşı” olduğundan, “üretkenliğim” radikal coğrafyayı Marksist saf içine hapsediyor. Anlaşılan Springer radikal coğrafyayı bu baskıcı Marksist güçten kurtarmak, gerçek anarşist kökenlerine dönmesini sağlamak istiyor.(…)

Peki, benim sözde (ve sık sık şüpheli) Marksizm’im ile Springer’ın anarşizmini ayıran temel fark ve engeller neler? Bu konuda Springer’ın tartışmasını pek doğru bulmuyorum. Springer, bütün Marksistleri, komünizm tarihi sonlandıracak stabil aşamaya gelmeye çalıştığında güya yitip gidecek bir komünist devlet, bir proletarya diktatörlüğü kurması kaçınılmaz olan bir öncü partinin teleolojisine inanan küresel bir proleter sınıf kavramına kapılıp gitmiş, elinde bir tarihte aşamalar teorisi, sokak sokak gezip satmaya çalışan işlevselci tarihçiler olarak karikatürize ediyor. Evet, belirli tarihsel dönemlerde bazı komünistlerin ve bazı durumlarda komünist partilerin parti dogması olarak bu çizgiye paralel bir şeyler (nadiren bu kadar basit bir biçimde olsa da) ileri sürdüğü inkar edilemez. Ama ben şahsen, Marksist eğilimleri olan coğrafyacıyla karşılaşmadım ki bu şekilde düşünsün; ayrıca Marksist gelenekte böyle şeyler söylemeye biraz yaklaşmamış (Lukacs ve Gramsci’den tutun, E. P. Thompson, Raymond Williams, Terry Eagleton’a kadar) yığınla yazar var. Üstelik çağdaş Marksist ekonomi-politiğin büyük kısmı çağdaş sermayenin kriz eğilimlerini anlamaya çalışmakla o kadar meşgul ki, bu saçmalıklarla uğraşacak vakti yok. Ama Springer, (Marksist eğilimleri olan bir coğrafyanın değil) kendisinin seçip tanıladığı, yanlışlığı tarihsel olaylarla son derece açık şekilde kanıtlanmış temalar üzerinden, biz Marksistlerin tek yaptığının köhnemiş temaları ısıtıp ısıtıp kullanmak olduğunu iddia ediyor. Dahası, anlaşılan biz Marksistler anarşistlere her baktığımızda sadece, rakipsiz düşman olarak devleti görüp ona karşı duran insanlar görüyor, dolayısıyla anarşistlerin de anti-kapitalist olduğunu yadsıyoruz. Bütün bunlar paranoyak saçmalıklar değilse, safi karikatür. İki gelenek arasındaki ilişkinin bütün gerçek ve girift karmaşıklığını, olsa olsa 1872’de Paris Komünü’nün acı yenilgisiyle zehirlenmiş siyasi atmosferdeki Marx ile Bakunin kavgasının çizdiği bir ideolojik çerçeveye tıkıştırıyor. Açık fikirli, özgürlük sevdalısı anarşist Springer’ın, şu anda önümüzde açık olan düşünsel ve siyasi olasılıkları haczetmeye çalışması tuhaf. (…)

Kentleri tarihsel-coğrafi açıdan inceleyen bir uzaman olarak, Marksistlerin gündelik yaşam politikaları pahasına üretime öncelik vermesinden her zaman rahatsız oldum, hatta bununla mücadele ettim. Sınıfsal ve toplumsal eşitsizliklerin işyerindeki iş bölümleri kadar, konut farklılaşmasının bir ürünü olduğunu, bir “bütün” olarak kentin hem sınıf mücadelesinin hem diğer toplumsal mücadelelerin başta gelen bir alanı olduğunu ve bu mücadelelerin büyük kısmının gündelik yaşam alanında gerçekleştiğini uzun zamandır savunuyorum. Bu tip mücadeleler değerin üretiminden çok değerlendirilmesiyle ilgilidir. 1984 gibi erken bir tarihte “Halkların coğrafyası halka dayanmalı ve halkın vicdanının kaynağına giden derin köklerle gündelik hayatın kumaşına dokunmalıdır” diyordum.

Kent açısından bakıldığında değer üretimi bile yeniden düşünülmelidir. Örneğin, Marx, taşımanın bir değer olduğunda ve artı değer üretme potansiyeline sahip olduğunda ısrar etti. Hızla yükselen lojistik sektörü değer ve artı değer üretimiyle dolu. ABD’de en büyük işverenlerden biri artık General Motors değil McDonalds iken araba üretmenin değer ürettiğini ama hamburger yapmanın üretmediğini nasıl söyleriz? Manhattan’da 86. ve 2. Caddelerin kesişiminde durduğumda sayısız dağıtım arabası, otobüs ve taksi sürücüsü görüyorum; Verizon ve Con Edison işçileri kablo tamiri için sokakları kazıyor; sokağın aşağısında su şebekesi tamir ediliyor; başka işçiler yeni metroyu inşa ediyor; sokağın bir tarafındaki iskeleyi söküp, diğer tarafındakini kuruyor; bu arada kahve dükkanı kahve yapıyor, 24 saat açık lokantadaki işçiler yumurta çırpıp çorba satıyor. Bisikletle evlere Çin yemeği götüren şu çocuk bile değer yaratıyor. Son zamanlarda dikkate değer oranda artan, geleneksel olarak tanımlanan imalat ve tarımdaki işler değil, bu türden işlerdir ve hepsi de değer ve artı değer üretir. Manhattan koca bir değer yaratım adasıdır. Kent yaşamının üretim ve yeniden üretiminde çalışanların sadece yarısı bu türden değer ve artı değer üretiminde çalışsa, geleneksel imalattaki otomasyondan ve tarımın sanayileşmesinden kaynaklanan kayıpları kolaylıkla telafi eder. İş başındaki çağdaş proleterler bunlardır ve Springer ana akım Marksist düşüncenin büyük kısmının bu yeni durumu (ki aslında tamamen yeni de olmadığı ortaya çıkıyor) anlamakta güçlük çektiğinden yakınmakta gayet haklı. Pek çok toplumsal anarşist grubun içinde yerleşmiş olduğu proleter dünya budur. (…)

Gündelik yaşam perspektifleriyle hiçbir sorunum yok ve bu konudaki toplumsal anarşist duruşu alkışlıyorum. Bununla birlikte bir ikazım var: bireysel veya yöresel perspektiften bakıldığında gündelik yaşam sorunları, bir bütün olarak kentin yaşam sorunlarından farklı görünüyor. Kropotkin’den Patrick Geddes’e, Mumford’a ve anarşizmden esinlenen şehir planlamacılarına geçiş işte bu yüzden benim için önemli bir mesele haline geliyor. Şehirdeki kent yaşamını bir bütün olarak nasıl düzenlemeli ki insanların gündelik yaşamı “pis, hayvanca ve kısa” olmasın? Bu, biz radikal coğrafyacıların üzerinde durması gereken bir soru. Toplumsal anarşist geleneğin bu kısmı -aradaki basamakları atlayıp yerel düzeydeki hırslar ve gayetler ile metropol ölçeğinde meseleleri bütünleştirivermesi- açıkça kusurlu olsa da paha biçilmezdir. Çoğu anarşistin, anlaşılan buna Springer dahil, hiyerarşiden esinleniyor göründüğü veya devlet eliyle müzakere etmeyi ya da devlet erkini kullanmayı gerektirdiği için bunu göz ardı etmesinden, hatta elinin tersiyle itmesinden üzüntü duyuyorum. (…)

Eğer anarşizm Springer’ın dediği gibi birincil olarak “yeni örgütlenme biçimleri yaratma arzusuyla her günü yeniden fiilen icat etmekle” ilgiliyse, yüzde yüz destekliyorum. Eğer çalışma, yaşama, yaratma, eylemde bulunma, düşünme ve kültürel etkinlikleri ayırmıyor, bunları tek parça bir yaşam ağı içinde (bütünlüklü olarak) bir arada tutuyor ve o yaşamı yeniden şekillendirmeye çalışıyorsa, buna ben de yüzde yüz katılırım. Gündelik yaşamı farklı (Raymond Williams’ın ifadesiyle) “duygu yapıları” etrafında yeniden şekillendirme arayışı, Springer ve biyopolitikayla uğraşan otonomistler için olduğu kadar, benim için de kritik öneme sahip.

Ama bence sonuçlar bundan da genel. Hepimizin perspektiflerini birleştiren şey, giderek daha anlamsız görünen bir toplumsal dünyada, bulabildiğim en iyi isimle “bir anlam arayışı”dır. Bu, giderek daha da yabancılaştırıcı hale gelen bir dünyada olabildiğince yabancılaşmamış bir yaşam sürmek için gerçek bir girişimde bulunmayı gerektirir. Tanıdığım toplumsal anarşistlere bu girişime duydukları derin kişisel ve düşünsel adanmışlıktan dolayı hayranlık duyuyorum. (…)

Springer isyancı politikaları devrimci politikalara tercih ediyor. Sebebini, devrimciler hiçbir zaman gelmeyen devrim için durmadan planlar yaparak “tarihin bekleme odası”nda sonsuza kadar otururken asilerin “bunu şimdi yapmasına” dayandırıyor. Eh bazen yapar, bazen yapmazlar.

Bağımsız eylemlerle kendiliğinden doğan, “amaçtan yoksun bir araç” olarak görülen ve “birbirimizi özgürleştiremeyiz, ancak kendimizi özgürleştirebiliriz” fikri üzerine temellendirilen sürekli isyanlara ben şahsen güvenmiyorum. İsyan yoluyla bireysel özgürleşme iyi güzel de diğer herkes ne olacak?

Bookchin’in bütün bu konulardaki çizgisini eksik olsa da ilginç buluyorum. Islah edilemez birer baskı ve insan özgürlüğünü yadsıma araçları olarak gördüğü devlete ve hiyerarşilere kararlılıkla karşı durmakla birlikte Bookchin, iktidarı alma zorunluluğu konusunda naif değildi:

Her devrim, hatta temel değişime yönelik her girişim, iktidardaki elitlerin direnciyle karşılaşacaktır. Devrimi savunma çabaları -hem fiziki hem kurumsal ve idari – iktidarın toplanmasını, yani hükümet yaratılmasını gerektirecektir. Anarşistler devletin ilgasını isteyebilir, ama burjuva devletin doludizgin terörle topyekun geri dönmesini önlemek için bir şekilde zor kullanmak zorunlu olacaktır. Zira liberter bir örgütün, devrimci kitlelerin de desteğiyle iktidarı alabilecekken yersiz “devlet” yaratma korkusu yüzünden bundan kaçınması en iyi ihtimalle kafa karışıklığı, en kötü ihtimalle toptan bir cesaret iflasıdır.

(…) Springer’ın “dünün harcanmış fikirler denizinde havanda su dövmek” olarak gördüğü işte bu! Buradaki sorun, Springer’ın mutabakata dayalı yataylığı tek kabul edilebilir örgütlenme biçimi olarak fetişleştirmesidir. Uygun ve etkili çözümlerin incelenmesi önünde duran tek ve dışlayıcı dogma budur. Son yıllarda farklı çizgiden anarşistlerin benimsediği (bazılarını yerli pratiklerden uyarladığı), Graeber’in ifadesiyle, “zengin ve büyüyen bir örgütsel araçlar gösterisi”ne evet diyorum. Olası sol örgütlenme biçimleri repertuarına çok büyük katkıları oldu. Ve elbette demokrasiyi yeniden icat etme kritik amacının temel bir mesele olması gerektiğinde hemfikirim (kim olmaz ki). Ama kanıtlar açıkça gösteriyor ki, bir yandan tutarlı bir anti-kapitalist politika peşinden koşarken bir yandan da demokrasiyi yeniden icat edeceksek, bugün pek çok anarşist ve otonomistin kendini içine hapsettiğinin ötesine geçen örgütlenme biçimlerine ihtiyacımız var. Örneğin, Negri ve tanıdığım birkaç Yunan anarşisti gibi ben de Syriza’yı ve Podemos’u destekliyorum; devrimci oldukları için değil, farklı bir siyaset türüne ve farklı bir toplumsal ilişkiye yer açılmasına yardım ettikleri için. Siyasi gücün harekete geçirilmesi esastır ve devletin bir radikalleşme alanı olabileceği göz ardı edilemez. Otonomist ve anarşist meslektaşlarımın pek çoğundan ayrıldığım noktalar işte bunlar.

Ama bu katıldığımız diğer pek çok anti-kapitalist mücadelede işbirliği yapmamıza ve birbirimize yardım etmemize engel değil. Gerçek fikir ayrılıkları verimli işbirliklerine engel olmamalı. Velhasıl, ulaştığım sonuç şudur: bırakın radikal coğrafya neyse o olsun: radikal coğrafya; bütün “izm”lerden bağımsız, ne daha az, ne daha çok.

İngilizce’den Çeviren Erkan Ünal’ın Cogito dergisinin 84. sayısında yer alan çevirisinden yararlanılmıştır.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (3) : Radikal Coğrafya Tartışması – Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/03/07/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari-3-radikal-cografya-tartismasi-simon-springerin-radikal-bir-cografya-neden-anarsist-olmak-zorundadir-makalesine-kisisel-bir-yanit/feed/ 0
Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Errico Malatesta, Pierre Monatte https://meydan1.org/2015/09/13/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari2-devrimci-sendikalizm-ve-anarsizm-errico-malatesta-pierre-monatte/ https://meydan1.org/2015/09/13/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari2-devrimci-sendikalizm-ve-anarsizm-errico-malatesta-pierre-monatte/#respond Sun, 13 Sep 2015 17:42:23 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/13/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari2-devrimci-sendikalizm-ve-anarsizm-errico-malatesta-pierre-monatte/ Toplumsal devrim mücadelesinde bir araç olan sendika ve sendikanın işçi mücadelesindeki rolü, 1800’lü yılların sonundan bugüne dek anarşistlerin temel tartışma konularından biridir. Dünyanın farklı coğrafyalarından anarşist örgütlenmeler konuya dair farklı perspektifler geliştirmişse de, bir işçi sendikası iken toplumsal devrimin bütünlüklü örgütü haline gelen CNT (Confederación Nacional Del Trabajo- Ulusal Emek Konfederasyonu) deneyiminin henüz temellerinin atıldığı […]

The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Errico Malatesta, Pierre Monatte appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Toplumsal devrim mücadelesinde bir araç olan sendika ve sendikanın işçi mücadelesindeki rolü, 1800’lü yılların sonundan bugüne dek anarşistlerin temel tartışma konularından biridir. Dünyanın farklı coğrafyalarından anarşist örgütlenmeler konuya dair farklı perspektifler geliştirmişse de, bir işçi sendikası iken toplumsal devrimin bütünlüklü örgütü haline gelen CNT (Confederación Nacional Del Trabajo- Ulusal Emek Konfederasyonu) deneyiminin henüz temellerinin atıldığı 1900’lü yılların başında yapılan sendikalizm tartışmaları, anarşistlerin farklı coğrafyalarda toplantılar, kongreler düzenlemesini gerektirmişti. 1907’de Amsterdam’da gerçekleşen Uluslararası Anarşist Kongre, geniş katılımı ve tartışmaların çok boyutluluğu ile bu toplantıların en önemlileri arasındadır. Uluslararası Anarşist Kongre, Errico Malatesta, Pierre Monatte, Rudolf Rocker, Emma Goldman, Luigi Fabbri, Benoît Broutchoux gibi anarşist hareketin önemli isimleri dahil, Avrupa, Kuzey Amerika ve Güney Amerika kıtalarından 14 farklı ülkede bulunan anarşist örgütlenmenin temsilcilerinin katılımıyla gerçekleşti. Toplumsal devrim, anarşist hareketin örgütlülüğü ve anti militarizmin gündem edildiği kongrenin en belirgin tartışması ise, Errico Malatesta ile Pierre Monatte arasında geçen sendikalizm tartışması oldu. Monatte, sendikaların ideolojilerden bağımsız olarak “işçi sınıfının” örgütlü gücü olduğunu ve anarşistlerin de buralarda örgütlenerek sınıf mücadelesi vermeleri gerektiğini savunduğu konuşmaya karşılık Malatesta, sendikalizmin kendi başına yeterli olmadığını savunarak, işsizlerin ve vasıfsız işçilerin yer alamadığı sendikaları sert bir dille eleştirir. Monatte’in sendikalizmin toplumsal devrimin koşullarını yaratacağını, Malatesta’nın ise sendikaların toplumsal devrim yolunda bir amaç değil, ancak kesinlikle gözardı edilemeyecek bir araç olabileceğini vurguladığı konuşmalarını gazetemizin Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları bölümüne taşıyoruz. George Woodcock’un The Anarchist Reader kitabından alıntılanarak düzenlenen bu metin, coğrafyamızda anarşist hareketin verdiği toplumsal devrim mücadelesinin de perspektifini yansıtacaktır.

Meydan Gazetesi- Malatesta Monatte

Pierre Monatte: Devrimci Sendikalizm

Anarşizm ve sendikalizm arasındaki ortaklığı görmemek için kör olmak gerekir. Her ikisi de toplumsal devrim yoluyla kapitalizmin ve ücretli sistemin kökünü kazımayı istemektedir. Sendikalizm, işçi sınıfı hareketinin yeniden canlanışının bir kanıtı olarak var olmakta ve anarşizm de işçiler arasındaki kökenleri hakkında bir bilinci yeniden canlandırmaktadır. Diğer yandan, anarşistlerin işçi sınıfı hareketini devrimci yola taşımaya ve doğrudan eylem fikrini halka yaymaya olan katkıları hiç de az değildir. Sendikalizm ve anarşizm bu yollar üzerinden birbirinin karşılıklı yararına olacak şekilde bir diğerini etkilediler.

Devrimci sendikalizm fikri Fransa’da, Confédération Générale du Travail’ın(CGT) militanları arasında ortaya çıkıp gelişti. Konfederasyon’un uluslararası işçi sınıfı hareketinde bütünüyle benzersiz bir yeri var. Kendisinin tamamen devrimci olduğunu beyan eden ve hiçbir siyasi partiyle, en gelişmiş olanlarıyla bile, hiçbir bağlılığı olmayan tek örgütlenme odur. Fransa dışında başka birçok memlekette sosyal demokrasi başroldedir. Fransa’da CGT, hem sayısal güç hem de sahip olduğu etkiyle sosyal demokrasiyi, Sosyalist Parti’yi çok geride bırakmış durumdadır. Sadece işçi sınıfını temsil ettiğini ileri sürerek, geçen yıllar içinde kendisine verilen tüm ayrıcalıkları kesinlikle reddeti. Onun gücü otonomidir ve otonom kalmak istemektedir.

CGT’nin bu duruşu, siyasi partilerle temas etmeyi reddetmesi sabrı taşmış düşmanlarının dilinde ona “anarşist” ünvanını kazandırdı. Ancak hiçbir şey bundan daha yanlış olamazdı. Sendikalardan ve emekçi sendikalarından oluşan bütün bir grup olan CGT resmi bir doktrine sahip değildir. CGT’de tüm doktrinler temsil edilir ve bunlar eşit hoşgörüyle karşılanırlar. Bir grup anarşist konfederal komitede çalışır, bunlar burada sosyalistlerle bir araya gelir ve birlikte çalışırlar ki bu sosyalistlerin çoğu -geçerken kaydetmek gerekir ki- sendikalar ve Sosyalist Parti arasındaki bir ittifak fikrine anarşistlerden hiç de az düşman değillerdir.

… Eğer sendikalist uygulamalarımızda, görüşlere dayalı sendikaları kabul etmeyen, her meslek ve kasaba için sadece bir sendika olmasını gerektiren temel ilişkiye bağlı kalmamış olsaydık, ne işçi sınıfı birliğinin gerçekleştirilmesini, ne de devrimcilerin koalisyonu CGT’yi tek başına şu anki zenginlik ve itibar düzeyine taşıyabilirdik. Sendikanın politik tarafsızlığı bu ilkenin sonucudur. Sendika anarşist, ya da Guesdist¹ veya Allemanist ya da Blanquist² olamaz, olmamalıdır da. O sadece işçi sınıfı olmalıdır. Çoğunlukla çok ince ve yüzeysel olan fikir ayrılıkları sendikada ikinci sıradadır ve anlaşma bu şekilde sağlanır. Pratik hayatta çıkarlar fikirlerden önce gelir. Okullar ve hizipler arasındaki tüm çekişmelere rağmen, işçilerin çıkarları, hepsinin ücret yasasına tabi olması nedeniyle birbirinin benzeridir. Ve onlar arasında tesis edilmiş olan uyumun sırrı budur, sendikalizmin gücünü oluşturan ve onun geçen yıl, Amiens Kongresi’nde kendi kendine yeterli olduğunu gururla söylemesini sağlayan sır budur.

Bütün memleketlerdeki proleterlerin Fransız proletaryasının sendikalist deneyiminden yararlanması önemlidir. Ve bu deneyimde, kurtuluşu için mücadele eden bir işçi sınıfının olduğunun her yerde tekrarlanmasını garantilemek anarşistlerin görevidir. Anarşistler, örneğin Rusya’da anarşist sendikaları ve Belçika ve Almanya’da Hristiyan ve sosyal demokratik sendikaları üreten partizan sendikacılığa Fransız tarzı bir sendikalizmle, tarafsız, ya da daha doğrusu, bağımsız bir sendikalizmle karşı çıkmalıdırlar. Bir işçi sınıfının olduğu gibi, bununla aynı şekilde, her sanayide ve her kasabada bir işçi sınıfı örgütünden, bir tek sendikadan daha fazlası olmaması gerekir. Sınıf mücadelesi ancak bu koşulla her dakika rakip okulların ve hiziplerin hırgürüyle engellenmekten kurtulup olanca genişliğiyle gelişebilir ve maksimum sonucu gerçekleştirilebilir.

Sendikalizm, Amiens Kongresi’nin 1906’da ilan ettiği gibi kendi kendine yeterlidir. Bu ifade biliyorum ki hiçbir zaman tamamen anlaşılmadı; anarşistlerce bile. Bununla işçi sınıfının, en sonunda çoğunluğu elde ederek, kendine yeterli olmaya ve kurtuluşu için başka hiç kimseye güvenmemeye niyet etmesi kastediliyor. Bu kadar incelikle ifade edilmiş bir eylem istediğinde, bir anarşist nasıl bir yanlışlık bulabilir?

Sendikalizm işçilere bir yeryüzü cenneti vaat etmekle zaman harcamaz. Onları bu cenneti fethetmeye çağırır, onları eylemlerinin asla tamamen boşuna olmadığına ikna eder. O bir istek, enerji ve verimli düşünme okuludur. Uzun zamandır kendi üzerine kapanmış olan anarşizme yeni perspektifler ve yeni umutlar kazandırır. O halde bırakın tüm anarşistler sendikalizme gelsin; çalışmaları onlar için çok verimli olacaktır ve sosyal rejime karşı darbeleri çok daha kesin sonuç verecektir.

 

Meydan Gazetesi- Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmalarıa2

Errico Malatesta: Sendika Bir Araçtır Anarşizm ise Amaç!

Monatte sendikalizmin toplumsal devrim için gerekli ve yeterli bir araç olduğu sonucuna ulaştı. Bir başka ifadeyle, Monatte sendikalizmin kendi başına yeterli olduğunu beyan etti. Ve bu, bana göre, kökten yanlış bir doktrindir.

Geçmişte olduğu gibi bugün de anarşistlerin işçi sınıfı hareketlerine girdiğini görmekten memnun olurum. Dün olduğu gibi bugün de, sendikaları destekleyen biri olduğum anlamında ben bir sendikalistim. Anarşist sendikalar istemiyorum, bu hemen sosyal demokratik, cumhuriyetçi, kraliyetçi ve başka türlerde sendikalara meşruluk kazandıracaktır ve işçi sınıfını kendi içinde her zamankinden daha fazla bölecektir. Hatta kızıl sendikalar görmek dahi istemiyorum, çünkü sarı sendikalar-patronların kontrolünde bulunan sendikalar- görmek istemiyorum. Görüşlerine bakmaksızın tüm işçilere açık sendikalar, tamamıyla tarafsız sendikalar görmeyi daha çok isterim.

Bu nedenle işçi sınıfı hareketine en aktif katılımdan yanayım. Ancak, böyle düşünmemin nedeni her şeyden önce, bu yolla alanı büyük ölçüde genişleyecek olan propagandamızın çıkarlarıdır. Ama bu katılımın, en derin düşüncelerimizden vazgeçmekle eş anlamlı olduğu hiçbir şekilde düşünülmemelidir. Sendikaların içinde anarşist olarak kalmalıyız; bu tanımın tüm gücü ve genişliğiyle! İşçi sınıfı hareketi, benim düşünceme göre bir araçtan daha öte değildir. Her ne kadar, şüphesiz elimizdeki araçların en iyisi olsa da. Ancak araçları amaç olarak benimsemeyi reddediyorum ve aynı şekilde, anarşist fikirlerin bütünlüğünün ya da daha basit ifade edecek olursak, diğer propaganda ve ajitasyon araçlarımızın gözden yitmesini istemem.

Sendikalistler, diğer yandan, araçları bir amaca dönüştürmeye, parçayı bir bütün olarak görmeye meyilliler…

Sendikalizm kendini devrimci sıfatıyla güçlendirse bile, çalışma koşullarının ıslahından başka bir erişilir amacı olmayan, kanuna dayanan ve hatta tutucu olan bir hareketten daha fazlası değildir ve asla olmayacaktır. Büyük Kuzey Amerika sendikalarının bize verdiği kanıtlar dışında başka kanıt aramaya gerek duymuyorum. Bu sendikalar, halen zayıf oldukları zamanlarda bile kendilerini en radikal devrimcilikle dolu olarak gösterip olabildiğince güç ve servet kazanarak tamamen tutucu örgütlenmeler haline geldiler. Tamamen üyelerini fabrikanın, atölyenin ya da madenin aristokratları yapmakla ilgilendiler. Örgütlü olmayan işçilere ve sosyal demokratlarca mahkum edilmiş beş parasız proletaryaya paternalistik3 kapitalizme olduklarından çok daha düşmanlar! Ama sendikalizmin hesaba katmadığı, ya da daha doğrusu sadece bir engel olarak gördüğü, gittikçe artan işsiz proletaryayı bizler, yani diğer anarşistler unutmayız ve onları savunmak bizim görevimizdir. Çünkü en çok acı çekenler onlardır.

İzninizle tekrar ediyorum: Anarşistler, işçi sınıfı sendikalarına girmelidir. Her şeyden önce burada anarşist propaganda yürütmek ve üretimin yönetimini eline geçirebilecek grupların -hepimizin ümit ettiği o günde- yanımızda olmasının tek yolu bu olduğundan. Son olarak da sendikaları özel çıkarlar dışında başka bir şeyi savunmaktan caydıran iğrenç kafa yapısına karşı canla başla savaşmak için sendikalara girmeliyiz.

Bana göre Monatte’in ve tüm devrimci sendikalistlerin temel hatası sınıf mücadelesini çok basite indirgeyen anlayışlarıdır. Bu anlayışa göre tüm işçilerin -tüm işçi sınıfının- ekonomik çıkarları benzerdir, bu anlayışa göre işçilerin kendi çıkarlarını savunmayı ele almaları yeterlidir ve bütün proletaryanın çıkarları aynı zamanda kapitalizme karşı savunulacaktır.

Gerçekliğin oldukça farklı olduğunu iddia ediyorum. Burjuvazi gibi, herkes gibi, işçiler de devletin varlığından ve özel mülkiyetten türeyen ve ancak onlar ortadan kaldırıldığında ortadan kalacak olan evrensel rekabet yasasına tabidir. Bu nedenle, kelimenin gerçek anlamıyla, ortada hiçbir sınıf çıkarı olmadığı için bir sınıf da yoktur. İşçi “sınıfının” ortasında da burjuvazinin ortasında olduğu gibi, rekabet ve savaş devam etmektedir. Bir kategoriye ait işçilerin ekonomik çıkarları, bir diğer kategoriden olanlara kesinlikle karşı olacaktır. Ve her yerde hem ekonomik hem ahlaki olarak burjuvaziye, proleteryaya olduğundan daha yakın işçiler görülmektedir. Size işçilerin grevlerde ne sıklıkla şiddet kullandığını hatırlatmama lüzum yok. Peki, bu şiddet polise ve yöneticilere karşı mı? Tabi ki de değil; yine kendileri gibi sömürülmüş ve hatta kendilerinden daha fazla aşağılanmış olan grev kırıcılara karşıdır. Hem de işçilerin gerçek düşmanları, sosyal eşitliğin gerçek engelleri halen polis ve işverenlerken.

Yine de ekonomik dayanışmanın yokluğunda bile işçiler arasındaki ahlaki dayanışma mümkündür. Anonim çıkarların savunusundan kendilerini ayırmış olan işçiler, onun farkında olmayabilirler. Ama toplumsal dönüşüme yönelik ortak bir iradenin onları yeni insanlara dönüştürdüğü gün bu ortaya çıkacaktır. Günümüz toplumunda, dayanışma sadece ortak bir idealin himayesi altında gelişen bir paylaşım sonucunda ortaya çıkabilir. Anarşistlerin rolü, sendikalarda bu ideali canlandırmaktır. Şu anda onlara pekala taraflı görünen şu “acil çıkarlara” zarar vermek pahasına da olsa, onları aşamalı olarak toplumsal devrime yöneltmektir.

Sendikalist eylemin bizi bir takım tehlikelere soktuğunu kimse ikna edemez. Bu tehlikelerin en büyüğü şüphesiz sendikalarda bulunan memuriyetlerdeki militanların, özellikle de bu maaşlı bir memuriyet olduğunda, (bu sistemi) onayında yatmaktadır. Gelin bunu genel bir kural olarak alalım: Bir sendikada kalıcı ve maaşlı bir memura dönüşen bir anarşist, propaganda açısından kaybedilmiştir, anarşizm açısından kaybedilmiştir! Bu noktadan sonra o, kendisine ödeme yapanların emri altındadır ve bu kişilerin hepsi anarşist olmadığı için, vicdanı ve çıkarları arasında sıkışan maaşlı bir memur, ya vicdanını dinlemek ve pozisyonunu kaybetmek, ya da çıkarlarının peşinden giderek anarşizme veda etmek zorundadır!

İşçi sınıfı hareketinde memurların varlığı, yalnızca parlamenter rejimdekiyle kıyaslanabilecek bir tehlikedir. Her ikisi de yozlaşmaya yol açar ve yozlaşma ile ölüm arasındaki mesafe çok da fazla değildir.

Ve şimdi gelin genel grevi düşünelim. Kişisel olarak bu ilkeyi kabul ediyorum. Yıllardan beri de tüm gücümle onun propagandasını yapmaktayım. Genel grev bana her zaman toplumsal devrimi başlatmak için mükemmel bir araç gibi görünmüştür. Ancak, genel grevin silahlı ayaklanmayı gereksiz kıldığı yönündeki feci yanılsamaya düşmemek için tetikte olmalıyız.

Bize üretimi aniden durdurmak yoluyla birkaç gün içinde açlıktan ölerek, teslim olmak zorunda kalacak olan burjuvaziyi yok etmekte işçilerin başarılı olacağı söyleniyor. Bundan daha görkemli bir saçmalık düşünemiyorum. Bir genel grev sırasında açlıktan ölecek ilk kişiler, tüm stoklarını tamamlayan burjuvalar değil, yaşamak için sadece emeğine sahip olan işçiler olacaktır.

Genel grev, bize önceden söylendiği haliyle salt bir ütopyadan ibarettir. Ya işçi, üç günlük grevin ardından açlıktan ölüp başını öne eğip atölyelere geri dönecek, biz de tahtaya yeni bir yenilgi daha yazmış olacağız ya da üretimi ana kuvvetle ele geçirmeye çalışacak. Onu durdurmak için kimin beklediğini görecek! Burjuvaların kendileri dışında askerler, polisler ve ardından meseleye kurşun ve bombalar karışmadan olmayacak. Ayaklanma olacak ve zafer en güçlü olanın olacak.

Bu nedenle genel greve her derde deva bir ilaç gibi bakmakla kendimizi sınırlandırmak yerine, gelin şu kaçınılmaz ayaklanma için hazırlanalım.

Ama onu gerçekçi terimlerle düşünsek bile, genel grev yine de büyük dikkatle kullanılması gereken iki uçlu bir bıçaktır. Geçim koşulu müddetsiz bir şekilde ertelenemez. Er ya da geç insanları besleyecek araçları ele geçirmek gerekecek ve bunun için, grev bir ayaklanmaya dönüşene dek bekleyemeyiz.

İşçilerden istememiz gereken, çalışmayı sonlandırmaları değil daha çok ona kendi yararlarına olacak şekilde devam etmeleridir. Bu olmaksızın genel grev, dükkanlarda birikmiş olan tüm ürünleri derhal ele geçirmeye yetecek kadar güçlü olsa bile çok geçmeden genel bir açlığa dönüşecektir. Genel grev fikri temelde hepten hatalı bir inançtan doğmaktadır; burjuvazi tarafından biriktirilen ürünleri ele geçirmekle insanlığın, üretmeksizin kim bilir kaç ay ve kaç yıl boyunca tüketime devam edebileceği inancından…

Geçmişte kendilerini işçi sınıfı hareketinden ayıran yoldaşlar için kederlendim. Bugün birçoğumuzun, ters uca düşüp aynı hareket içinde yutulmamıza izin vermiş olduğumuz için kederleniyorum. Bir kere daha söyleyecek olursam, işçi sınıfı örgütlenmesi, grev, genel grev, doğrudan eylem, boykot, sabotaj ve silahlı ayaklanmanın kendisi, bunlar sadece araçtır. Anarşizm ise amaçtır. Arzuladığımız anarşist devrim bir tek sınıfın çıkarlarının çok daha ötesindendir: O köleleştirilmiş insanlığın üç bakış açısından, ekonomik, siyasi ve ahlaki olarak tam özgürlüğünü planlar. Gelin bu nedenle tek yönlü basite indirgenmiş herhangi bir eylem planına karşı tetikte olalım. Sendikalizm, işçi sınıfının bizim kullanımımıza soktuğu güçler nedeniyle mükemmel bir eylem aracıdır, ancak bizim tek aracımız olamaz. Aksi halde, çabalarımıza değer olan bir amacı, Anarşizmi gözden yitirmek zorunda kalırız.

 

Dip Notlar :

1 – Lules Basile Guesde: Fransız sosyalist bir gazeteci ve politikacı

2 – Louis Auguste Blanqui’ye atfedilen bir devrim anlayışı

3 –Paternalizm: Latince pater(peder, baba) kelimesinden türeyen kavram, halkın bir türlü büyüyemeyen bir çocuk olduğunu ve toplumsal yaşamın karmaşıklığını çözümleyebilecek yetisi olmadığını öne sürer. Halkın bu yüzden bir siyasi iktidara (devlete) zorunlu olarak bağlı olacağını savunur.

Halil Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Errico Malatesta, Pierre Monatte appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/13/anarsist-teori-ve-pratik-tartismalari2-devrimci-sendikalizm-ve-anarsizm-errico-malatesta-pierre-monatte/feed/ 0