berkman – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Fri, 16 Jul 2021 14:33:32 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Anarşizm Nedir? (29): Tüketim ve Değiş Tokuş – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/07/16/anarsizm-nedir-29-tuketim-ve-degis-tokus-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/07/16/anarsizm-nedir-29-tuketim-ve-degis-tokus-alexander-berkman/#respond Fri, 16 Jul 2021 14:33:29 +0000 http://meydan1.org/?p=73375 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 29. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Önce tüketimin örgütlenmesini ele alalım çünkü insanların çalışıp üretebilmeleri için önce yemek yemeleri gerekir. Arkadaşın […]

The post Anarşizm Nedir? (29): Tüketim ve Değiş Tokuş – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 29. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Önce tüketimin örgütlenmesini ele alalım çünkü insanların çalışıp üretebilmeleri için önce yemek yemeleri gerekir.

Arkadaşın soruyor: “Tüketimin örgütlenmesi ile neyi kastediyorsunuz?”

“Ölçeklendirerek dağıtmayı kastediyor sanırım.” diyorsun.

Evet. Elbette toplumsal devrim iyice örgütlendiğinde ve üretim normal bir şekilde işlediğinde herkese yetecek kadar yiyecek olacaktır. Ancak devrimin ilk aşamalarındaki yeniden yapılanma sürecinde kaynakları halka elimizden geldiğince eşit olarak dağıtmalıyız. Bu da ölçeklendirmeyle olacaktır.

“Bolşevikler eşit ölçeklendirme sistemine sahip değildi.” diye araya giriyor arkadaşın; “Farklı insanlar için farklı erzak türleri vardı.”

Aynen böyle yaptılar ve bu, en büyük hatalarından biriydi. Halk bunun yanlışlığını anladı. Halkta iğrenmeye ve hoşnutsuzluğa neden oldu. Bolşevikler denizciler için bir menü, askerler için daha düşük kalite ve nicelikte başka bir menü, vasıflı işçi için başka bir menü ve vasıfsız için dördüncü bir menü, ortalama biri için başka ve son olarak burjuva için başka bir menü ayrımı yaptı. En iyi ürünler ise Bolşeviklere, parti üyelerine, komünist memurlara ve komiserlere özel olan yiyeceklerdi. Bir zamanlar on dört kadar farklı yiyecek menüsü hazırladılar. Kendi sağduyun sana bu konuyla ilgili her şeyin yanlış olduğunu söyleyecektir. İnsanlara asker ya da denizci değil de işçi, tamirci ya da entelektüel oldukları için ayrımcılık yapmak adil miydi? Bu tür yöntemler adaletsiz ve zalimceydi: Anında maddi eşitsizlikler yarattılar. Konumun ve fırsatın kötüye kullanılmasına, vurgunculuğa, rüşvet ve dolandırıcılığa kapı açtılar. Aynı zamanda karşı-devrimi teşvik ettiler çünkü devrime kayıtsız ya da düşmanca olmayan insanlar ayrımcılık sebebiyle yaralanmışlardı ve bu nedenle karşı-devrimci etkilere karşı kolay bir hedef haline gelmişlerdi.

Bu ayrımcılık ve devamındaki diğer ayrımcılıklar, durumun ihtiyaçlar tarafından değil de yalnızca siyasi parti çıkarları tarafından dikte edildiğini gösterir. Devletin dizginlerini gasp eden ve halkın muhalefetinden korkan Bolşevikler; denizcilerin, askerlerin ve işçilerin gözüne girerek koltuklarını sağlamlaştırmaya çalıştılar. Ancak bu yollarla yalnızca öfke yaratmayı ve insanları kızdırmayı başardılar çünkü sistemin adaletsizliği aşikârdı. Dahası “kayırılan sınıf” olan proletarya bile askerlere daha iyi yemek verildiği için ayrımcılığa uğradığını hissetti. İşçi, asker kadar iyi değil miydi? İşçi ona cephane sağlamasaydı asker devrim için savaşabilir miydi? Asker de denizcinin daha fazla almasına karşı çıkmıştı. Denizci kadar değerli değil miydi? Herkes, partinin Bolşevik üyelerine bahşedilen özel yemek ve imtiyazları, özellikle de yüksek memurların ve komiserlerin -insanlar mahrumiyet içindeyken- yararlandığı konforu ve lüksleri kınadı.

Bu tür uygulamalara yönelik halk öfkesi, Kronstadt denizcileri tarafından çarpıcı bir şekilde ifade edildi. Mart 1921’de, son derece şiddetli ve açlıkla boğuşulan kışın ortasında denizciler halka açık bir toplantıda, ötelenmiş Kronstadt nüfusu için kendi fazladan yiyeceklerinden vazgeçmeye gönüllü olarak karar verdi. Bu gerçekten etik devrimci eylem, ayrımcılığa ve kayırmacılığa karşı genel duyguyu dile getirdi ve insanlarda var olan derin adalet duygusunu ortaya çıkardı.

Tüm deneyimler adil ve dengeli olan şeyin aynı zamanda uzun vadede en mantıklı ve pratik olan şey olduğunu öğretir. Bu durum, birey için olduğu kadar kolektif yaşam için de aynı derecede geçerlidir. Ayrımcılık ve adaletsizlik devrim için özellikle yıkıcıdır çünkü devrimin ruhu eşitlik ve adalete duyulan açlıktan doğar.

Toplumsal devrimin, herkese yetecek kadar üretebileceği aşamaya ulaştığında, anarşist bir fikir olan “herkese ihtiyacına göre” ilkesini benimseyeceğinden daha önce de bahsetmiştim. Endüstriyel olarak daha gelişmiş ve verimli ülkelerde bu aşamaya -doğal olarak- geri kalmış ülkelere göre daha erken ulaşılacaktır. Ama ulaşılıncaya kadar tek adil yöntem olarak eşit paylaşım, kişi başına eşit dağıtım sistemi zorunludur. Tabii ki, Rus Devrimi’nde de olduğu gibi, hamilelik sırasında ve sonrasında kadınlara ve çocuklara ya da hastalara ve yaşlılara özel önem verilmesi gerektiğini söylemeye gerek yok.

“Şunu anlamak istiyorum.” diyorsun. “Eşit paylaşım var diyorsun. O zaman hiçbir şeyi satın alamayacak mısın?”

Hayır, alım satım olmayacak. Devrim, üretim ve dağıtım araçlarının özel mülkiyetini de onunla birlikte kapitalist işleyişi de ortadan kaldırır. Kişisel mülkiyet sadece kullandığın şeyler için vardır. Yani saatin sana aittir ama saat fabrikası halka aittir. Arazi, makine ve diğer tüm kamu hizmetleri ne satın alınabilecek ne de satılabilecektir; kolektif mülkiyet olacaktır. Mülkiyet anlamında sadece fiili kullanım -sahiplik olarak değil kullanım hakkı olarak- kabul edilecektir. Örneğin kömür madencilerinin örgütü kömür madenlerinden sahip olarak değil işletme kuruluşu olarak sorumlu olacaktır. Benzer şekilde, demiryolu kardeşlikleri de demiryollarını işletecektir. Topluluğun çıkarları doğrultusunda ortaklaşa yönetilen kolektif mülkiyet, kâr amacıyla özel olarak yürütülen kişisel mülkiyetin yerini alacaktır.

“Ama hiçbir şey satın alamıyorsan, o zaman paranın ne anlamı var?” diye soruyorsun.

Hiçbir anlamı yok. Para işe yaramaz hale gelir. Onunla hiçbir şey alamazsın. Arz kaynakları, toprak, fabrikalar ve ürünler toplumun malı olduğunda, kolektifleştiğinde ne satın alabilir ne de satabilirsin. Para sadece bu tür işlemlerde kullanılan bir araç olduğu için bu koşullarda kullanışlılığını kaybeder.

“Ama nasıl değiş tokuş yapacaksın?”

Değiş tokuş ücretsiz olacak. Örneğin kömür madencileri, çıkardıkları kömürü halkın kullanımı için halka açık kömür tersanelerine teslim edecekler. Madenciler, sırayla topluluğun depolarından makine, alet ve ihtiyaç duydukları diğer malları alacaklar. Bu, ihtiyaç ve eldeki arz temelinde, para gibi bir araç olmaksızın ve kâr olmaksızın özgür değiş tokuş anlamına gelir.

“Peki madencilere verilecek makine ya da yiyecek yoksa?”

Eğer hiçbiri yoksa para da bu meselelere yardımcı olamaz. Madenciler para yığınlarını mı yiyecek? Bugün bu tür şeylerin nasıl yönetildiğini düşün. Para için kömür ticareti yaparsın ve yiyeceğini parayla alırsın. Bahsettiğimiz özgür topluluk, kömürü para aracı olmadan doğrudan yiyecekle değiştirecek.

“Ama neye dayanarak? Bugün bir doların aşağı yukarı ne kadar değerli olduğunu biliyorsunuz ama bir çuval un için ne kadar kömür vereceksiniz?”

Yani değer veya fiyat nasıl belirlenecek? Daha önceki bölümlerde gerçek bir değer ölçüsü olmadığını, fiyatın arz ve talebe bağlı olduğunu ve buna göre değiştiğini gördük. Kıtlık varsa kömürün fiyatı yükselir; arz talepten fazla ise ucuzlar. Kömür sahipleri daha büyük karlar elde etmek için üretimi yapay olarak sınırlarlar ve aynı yöntemler kapitalist sistem boyunca kullanılır. Kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla hiç kimse kömürün fiyatını yükseltmek veya arzını sınırlamakla ilgilenmeyecek. İhtiyacı karşılamak için gerekli olacak kadar kömür çıkarılacaktır. Aynı şekilde ülkenin ihtiyacı kadar gıda da yetiştirilecektir. Toplumun gereksinimleri ve üretimi sağlayacak olanlar arasında gerçekleşecek olan bu. Bu durum, insanların diğer tüm ihtiyaçları için olduğu gibi kömür ve gıda için de geçerlidir.

“Fakat yeterli miktarda ürün olmadığını varsayalım. O zaman ne yapacaksın?”

O zaman savaş ve kıtlık zamanlarında kapitalist toplumda bile yapılanı yapacağız: İnsanlar karneye tabi tutulacaktır. Tabi ki şu farkla; özgür toplulukta paylaştırma eşitlik ilkelerine göre yönetilecektir.

“Fakat farz edelim ki çiftçi, para olmadıkça şehre ürünlerini sağlamayı reddediyor. O zaman ne olacak?”

Çiftçi de parayı -herkes gibi- ancak onunla ihtiyacı olan şeyleri satın alabiliyorsa ister. Paranın onun için faydasız olduğunu çabucak anlayacaktır. Rusya’da devrim sırasında bir köylünün size bir çuval para karşılığında bir kilo un satmasını sağlayamazdınız. Ama eski bir çift çizme karşılığında en iyi tahıldan bir fıçı vermeye can atıyorlardı. Çiftçinin istediği pulluklar, kürekler, tırmıklar, tarım makineleri ve giysilerdir. Para değil. Bu yüzden buğdayını, arpasını ve mısırını sana verecektir. Başka bir deyişle, şehir her birinin ihtiyaç duyduğu ürünleri ihtiyaç bazında çiftliklerle takas edecektir.

Bazıları tarafından yeniden yapılanma sırasında değiş tokuşun belirli bir standarda dayanması gerektiği öne sürülmüştür. Örneğin devrim zamanında sıklıkla yapıldığı gibi her topluluğun kendi parasını basması önerilmiştir ya da bir günlük çalışmanın değer birimi olarak kabul edilmesi gerektiği ve sözde emek fişlerinin değişim aracı olarak hizmet etmesi gerektiği. Ancak bu önerilerin hiçbiri pratik yardım sağlamaz. Devrimde topluluklar tarafından basılacak para hızla değer kaybeder çünkü böyle bir paranın arkasında hiçbir güvenli garanti olamaz, bu olmadan da paranın hiçbir değeri yoktur. Benzer şekilde emek fişleri bir değişim aracı olarak belirli ve ölçülebilir herhangi bir değeri temsil etmeyecektir. Örneğin bir madencinin bir saatlik çalışmasının değeri ne olurdu? Doktorla on beş dakikalık görüş alışverişi mi? Tüm çabalar değer olarak eşit görülse ve bir saatlik emek birim haline getirilse bile ev boyacısının çalışma saati veya cerrahın ameliyatı, buğday cinsinden adil bir şekilde ölçülebilir mi?

Sağduyu, bu sorunu insan eşitliği ve herkesin yaşam hakkı temelinde çözecektir.

Arkadaşın “Böyle bir sistem düzgün insanlar arasında işe yarayabilir.” diye itiraz ediyor; “Peki ya tembeller? Bolşevikler ‘çalışmayan yemek de yemez’ ilkesini koymakta haklı değiller miydi?”

Hayır dostum, yanılıyorsun. İlk bakışta bu adil ve mantıklı bir fikirmiş gibi görünebilir. Ama gerçekte pratik değil. Yarattığı adaletsizlikler ve ayrımcılıklardan bahsetmiyorum bile.

“Nasıl yani?”

Pratik değildi çünkü çalışan veya çalışmayan insanları takip etmek için bir memur ordusu gerekiyordu. Suçlama, soruşturma ve resmi kararlar hakkında sonu gelmeyen tartışmalara yol açtı. Öyle ki insanları çalışmaya zorlama -onların kaçmalarından veya kötü iş yapmalarından korunma çabasıyla- kısa sürede çalışmayanların sayısını ikiye hatta üçe katladı. Sebebi ise zorunlu çalışma sistemiydi ve Bolşevikler çok geçmeden böylesi bir başarısızlığı var eden bu sistemden vazgeçmek zorunda kaldılar.

Dahası sistem diğer yönlerde daha da büyük kötülüklere neden oldu. Sistemin adaletsizliği, bir kişinin kalbine veya zihnine girip hangi fiziksel veya zihinsel durumun geçici olarak çalışmasını imkânsız hale getirdiğine karar verememenizde yatmaktadır. Sahte bir ilke getirdiğinde ve bunu uygulamaya çalıştığında iş birliğini baskıcı ve yanlış olduğu gerekçesiyle reddedenlerin muhalefetinin ne kadar büyüyeceğini düşün.

Akılcı bir topluluk hâlihazırda insanları izlemek için işçi olmayan daha fazla insan yaratmak veya onları cezalandırmak için hapishaneler inşa etmek yerine o sırada çalışıyor olsa da olmasa da herkese aynı şekilde davranmayı daha pratik ve faydalı bulacaktır. Çünkü herhangi bir nedenle bir insana yemek vermeyi reddedersen onu hırsızlığa ve diğer suçlara sürüklersin. Böylece suçluları beslemek yerine bakımı eskisinden çok daha külfetli olan mahkemeler, avukatlar, yargıçlar, hapishaneler ve gardiyanlar yaratırsın. Ayrıca onları hapse atsan bile beslemek zorunda kalırsın.

Devrimci topluluk, cezadan çok suçlularının toplumsal bilincini ve dayanışmasını uyandırmaya bağlı olacaktır. Üreten üyeleri tarafından belirlenen örneğe güvenecek ve bunu yapmakta haklı olacaktır. Çünkü çalışkan insanın tembele karşı doğal tavrı öyledir. Tembel insan toplumsal ortamı o kadar tatsız bulur ki tembellik içinde hor görülmektense çalışmayı ve hemcinslerinin saygısını ve iyi niyetini elde etmeyi tercih eder.

Görünüşte ani bir avantaj elde etmektense adil şeyi yapmanın daha önemli, sonuçta daha pratik ve kullanışlı olduğunu unutma. Yani adaleti yerine getirmek cezalandırmaktan daha önemlidir. Çünkü ceza hiçbir zaman adil değildir ve her iki taraf için de -hem cezalandırılan hem de cezalandıran için- zararlıdır; ruhsal olarak fizikselden daha zararlıdır ve bundan daha büyük bir zarar yoktur. Çünkü seni sertleştirir ve yozlaştırır. Bu, bireysel yaşam için koşulsuz olarak doğrudur ve aynı şekilde kolektif toplumsal varoluş için de geçerlidir.

Toplumsal devrimde hayatın her aşamasının yanı sıra anlayış ve sempati de özgürlük, adalet ve eşitlik temelleri üzerine inşa edilmelidir. Sadece bu şekilde var olabilir. Bu, bölgenin veya şehrinin barınma, yiyecek ve güvenlik sorunlarında da devrimin savunulmasında da geçerlidir.

Konut ve yerel güvenlik konusunda Rusya, Ekim Devrimi’nin ilk aylarında yol gösterdi. Kiracılar tarafından seçilen ev komiteleri ve bu tür komitelerin şehir federasyonları bu sorunları ele alıyordu. Belirli bir bölgenin tesislerinin istatistiklerini ve mahalle ihtiyacı olan başvuru sahiplerinin sayısını toplarlardı. Sonrasında eşit haklar temelinde kişisel veya ailevi ihtiyaçlara göre düzenlemeler yapılırdı.

Benzer şekilde ev ve bölge komiteleri şehrin tedarikinden sorumluydu. Dağıtım merkezlerindeki yemekler için bireysel başvuru, muazzam bir zaman ve enerji kaybıydı. Devrimin ilk yıllarında Rusya’da uygulanan ve çalışılan kurumlarda, dükkânlarda, fabrikalarda ve bürolarda erzak dağıtma sistemi de aynı derecede yanlıştır. Aynı zamanda daha adil dağılımı garanti eden, adam kayırma ve görevin kötüye kullanımına kapıyı kapatan daha iyi ve verimli yol ise evler veya sokaklarda gıdanın karneyle dağıtılmasıdır. Yetkili ev veya sokak komitesi, yerel dağıtım merkezinde komite tarafından temsil edilen kiracı sayısına göre erzak, giysi vb. tedarik eder. Eşit dağıtım, eşitsizlik ve ayrıcalık sistemi nedeniyle Rusya’da muazzam oranlara ulaşan gıda vurgunculuğunu ortadan kaldırmanın da avantajına sahiptir. Parti üyeleri veya siyasi gücü olan kişiler arabalar dolusu unu serbestçe şehirlere getirebilirlerken yaşlı bir köylü kadın tek bir somun ekmek sattığı için ağır şekilde cezalandırılıyordu. Vurgunculuğun gelişmesine ve Bolşeviklerin kötülükle başa çıkmak için özel alaylar oluşturmak zorunda kalmasına şaşmamalı. Hapishaneler suçlularla doluydu; idam cezasına başvurulmuştu; ancak devletin en sert önlemleri bile vurgunculuğu durdurmayı başaramadı çünkü vurgunculuk, ayrımcılık ve adam kayırma sisteminin doğrudan sonucuydu. Sadece eşitlik ve değiş tokuş özgürlüğü bu tür kötülükleri önleyebilir veya en azından minimuma indirebilir.

Sokağın ve mahallenin ihtiyaçlarının sokak ve mahalle gönüllü komiteleri tarafından karşılanması, en iyi sonuçları verir. Çünkü söz konusu mahallenin kiracıları olan bu tür organlar, ailelerinin ve arkadaşlarının sağlığı ve güvenliği ile kişisel olarak ilgilenirler. Bu sistem Rusya’da daha sonra kurulan düzenli polis gücünden çok daha iyi çalıştı. Çoğunlukla şehrin en kötü unsurlarından oluşan polis yozlaşmış, acımasız ve baskıcı olduğunu kanıtladı.

Maddi iyileşme umudu, daha önce de belirtildiği gibi, insanlığın gelişim hareketinde güçlü bir faktördür. Ancak bu teşvik tek başına yeni ve daha iyi bir dünya görüşü için ilham vermek, bu uğurda tehlike ve yoksunlukla yüzleşmelerine neden olmak için yeterli değildir. Bunun için sadece mideye değil daha çok kalbe ve hayal gücüne hitap eden, iyiye ve güzele, hayatın manevi ve kültürel değerlerine yönelik uykudaki özlemimizi uyandıran bir ideale ihtiyaç vardır. Kısacası insanın doğasında var olan toplumsal içgüdüleri uyandıran, onun empatisini ve kardeşlik duygularını besleyen, özgürlük ve adalet sevgisini ateşleyen ve en alt düzeydekilere bile -felaketlerde sıklıkla tanık olduğumuz gibi- düşünce ve eylem asaletini aşılayan bir ideal. Nerede yaşanırsa yaşansın felaket olacak şeyleri -deprem, sel, tren kazası- düşünelim. Oradaki kahramanca fedakârlık, cesaret dolu ve sınırsız yardım eylemleri, insanın gerçek doğasını, onun derinden hissedilen kardeşliğini ve birliğini gösterir.

Bu durum tüm zamanlardaki, iklimlerdeki ve toplumsal katmanlardaki insanlık için geçerlidir. Amundsen’in hikâyesi bunun çarpıcı bir örneğidir. Onlarca yıllık zorlu ve tehlikeli çalışmanın ardından ünlü Norveçli kâşif, kalan yıllarını barışçıl edebi arayışlarda geçirmeye karar verir. Kararını onuruna verilen bir ziyafette duyurur ve neredeyse aynı anda Kuzey Kutbu’na yapılan Nobile seferinin felaketle karşılaştığı haberi gelir. Amundsen o anda sakin bir hayata dair tüm planlarından vazgeçer ve böyle bir girişimin tehlikesinin tamamen farkında olan kayıp havacıların yardımına uçmaya hazırlanır. İnsani sempati ve sıkıntı içinde olanlara yardım etme dürtüsü, kişisel güvenlikle ilgili tüm düşüncelerin üstesinden gelir ve Amundsen, Nobile grubunu kurtarmak için hayatını feda eder.

Hepimizin derinliklerinde Amundsen’in ruhu yaşar. Kaç bilim insanı, hemcinslerine fayda sağlayacak bilgiyi aramak için hayatından vazgeçti, kaç doktor ve hemşire bulaşıcı hastalığa yakalanmış insanlara hizmet ederken öldü, kaç erkek ve kadın gönüllü olarak belirli sorunlarla karşı karşıya kaldı. Ülkelerini ve hatta bazı yabancı toprakları kırıp geçiren bir salgını kontrol etme çabası içinde adı sanı duyulmamış kaç kişi -sıradan işçi, maden işçisi, denizci, demiryolu çalışanı- kendisini Amundsen ruhuyla ölüme verdi? Saymakla bitmez.

Bu, toplumsal devrimle birlikte yükselecek olan idealizmdir. İnsanın doğasıdır. Onsuz devrim olamaz, onsuz devrim yaşayamaz. O olmadan insan sonsuza dek bir köle olarak güçsüz kalmaya mahkûmdur.

Bu ruhu örneklendirmek, geliştirmek ve başkalarına aşılamak anarşistin, devrimcinin, sınıf bilinçli proletaryanın işidir. O, kötülüğün ve karanlığın güçlerini yenebilir; özgürlük ve adaletten oluşan yeni bir dünya kurabilir.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (29): Tüketim ve Değiş Tokuş – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/07/16/anarsizm-nedir-29-tuketim-ve-degis-tokus-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (28): İlkeler ve Pratik – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/07/09/anarsizm-nedir-28-ilkeler-ve-pratik-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/07/09/anarsizm-nedir-28-ilkeler-ve-pratik-alexander-berkman/#respond Fri, 09 Jul 2021 18:05:05 +0000 http://meydan1.org/?p=73287 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 28. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Toplumsal devrimin temel amacı insanlar için koşulların acilen iyileştirilmesidir. Devrimin başarısı temelde buna bağlıdır. Bu, […]

The post Anarşizm Nedir? (28): İlkeler ve Pratik – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 28. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Toplumsal devrimin temel amacı insanlar için koşulların acilen iyileştirilmesidir. Devrimin başarısı temelde buna bağlıdır. Bu, ancak tüketim ve üretimi halkın gerçekten yararına olacak şekilde örgütleyerek başarılabilir. Toplumsal devrimin en büyük -aslında tek- güvencesi burada yatmaktadır. Rusya’da karşı-devrimi dize getiren Kızıl Ordu değil ayaklanma sırasında ele geçirdikleri topraklara can veren köylülerdi. Toplumsal devrim eğer yaşamak ve büyümek istiyorsa kitlelere somut kazanım sağlamalıdır. Halkın geneli, çabalarından gerçek bir avantaj elde edeceğinden emin olmalı ya da en azından yakın gelecekte böyle bir avantaj umudunu beslemelidir. Devrim, varlığını ve savunmasını ordu ve savaş gibi mekanik araçlara dayandırıyorsa kaybetmeye mahkûmdur. Devrimin gerçek güvenliği organiktir. Onun güvenliği sanayi ve üretimdir.

Devrimin amacı daha fazla özgürlüğü güvence altına almak, halkın refahını arttırmaktır. Özellikle toplumsal devrimin amacı insanların kendi çabalarıyla ekonomik ve toplumsal refah koşullarını oluşturmalarını, daha yüksek ahlaki ve manevi seviyelere çıkmalarını sağlamaktır.

Başka bir deyişle, toplumsal devrim tarafından kurulacak olan şey özgürlüktür. Çünkü gerçek özgürlük ekonomik fırsatlara dayanır. Onsuz özgürlük tümüyle bir yalandır, sömürü ve baskı uğruna takılan bir maskedir. En derin anlamda özgürlük, ekonomik eşitliğin çocuğudur.

Dolayısıyla toplumsal devrimin temel amacı, eşit fırsat temelinde eşit özgürlük tesis etmektir. Hayatın devrimci bir şekilde yeniden örgütlenmesine ekonomik, politik ve toplumsal olarak herkesin eşitliğini sağlamak için derhal başlanmalıdır.

Bu yeniden örgütlenme her şeyden önce emeğin ülkenin ekonomik durumuna tam olarak aşina olmasına bağlı olacaktır: Arzın eksiksiz envanterine, hammadde kaynaklarının tam bilgisine ve emek güçlerinin verimli bir yönetim için düzgün örgütlenmesine.

Bu, iyi örgütlenmiş ve akıllı işçi birliklerinin -ayaklanmadan sonraki gün- devrim için hayati bir önem taşıdıkları anlamına gelir. Tüm üretim ve dağıtım sorunu -devrimin yaşamı- buna dayanmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi devrimin amaçlarını gerçekleştirebilmesi için bu bilginin devrimden önce işçiler tarafından edinilmesi gerektiği açıktır.

Bu nedenle bir önceki bölümde ele alınan atölye ve fabrika komitesi çok önemlidir. Bunlar, devrimci yeniden yapılanmada belirleyici bir rol oynayacaklardır.

Çünkü yeni bir toplum aniden doğmaz, tıpkı bir çocuk gibidir. Yeni toplumsal yaşam, tıpkı anne karnındaki yeni yaşamın yaptığı gibi, eski bir yaşamın bedeninde gelişir. İşleyebilen eksiksiz bir organizma haline gelene kadar onu geliştirmek için zaman ve belirli süreçler gereklidir. Bu aşamaya gelindiğinde doğum, bireyselde olduğu kadar toplumsal olarak da ızdırap ve acı içinde gerçekleşir. Basmakalıp ama anlamlı bir deyim kullanırsak devrim, yeni toplumsal varlığın ebesidir. Bu, en gerçek anlamıyla doğrudur. Kapitalizm, yeni toplumun ebeveynidir; atölye ve fabrika komitesi, sınıf bilinçli emek ve devrimci amaçların birliği yeni yaşamın tohumudur. Bu işyeri komitesinde ve sendikada işçi, işlerini nasıl yöneteceğinin bilgisini edinmelidir: Bu süreçte toplumsal yaşamın uygun örgütlenme, birleşik emek ve dayanışma meselesi olduğu algısı gelişecektir. İnsanların patronluk taslaması ve yönetmesi değil işleri başaran şeyin özgür örgütlenme ve birlikte uyumlu çalışma olduğunu anlayacaktır; buğdayı büyüten ve çarkları döndüren, üreten ve yaratan devlet ve yasalar değil uyum ve işbirliğidir. Deneyim, ona insanların değil şeylerin yönetimini öğretecektir. İşyeri komitesinin günlük yaşamında ve mücadelelerinde işçi, devrimi nasıl yürüteceğini öğrenmelidir.

Mahalle, bölge ve eyalet bazında örgütlenen ve ulusal düzeyde özerk olan mağaza ve fabrika komiteleri, devrimci üretimi sürdürmek için en uygun organlar olacaktır.

Ulusal düzeyde özerk olan yerel ve bölgesel işçi konseyleri, halkın kooperatifleri aracılığıyla dağıtımı yönetmek için en uygun örgütlenme biçimi olacaktır.

İşçiler tarafından görev başında seçilen bu komiteler, kendi dükkân ve fabrikaları ile aynı sektördeki diğer dükkân ve fabrikalar arası bağlar kuracaktır. Tüm bir endüstrinin ortak konseyi o endüstriyi diğer endüstrilerle ilişkilendirecek ve böylece tüm ülke çapında bir işçi konseyleri federasyonu oluşturulacaktır.

Kooperatif birlikler ülke ve şehir arasındaki değişim aracıdır. Yerelde örgütlenmiş bölgesel ve ulusal olarak özerk olan çiftçiler, kooperatifler aracılığıyla şehirlerin ihtiyaçlarını karşılayacak ve karşılığında şehir sanayilerinin ürünlerini alacaklardır.

Her devrime umut ve özlemle dolu büyük bir halk coşkusu eşlik eder. Devrimin sıçrama tahtası budur. Ansızın ve güçlü olan bu yüksek gelgit, inisiyatif ve faaliyet için insan kaynakları yaratır. Eşitlik duygusu, insanın içindeki en iyiyi özgürleştirir ve onu bilinçli olarak yaratıcı kılar. Bunlar, toplumsal devrimin büyük motorları, hareket ettirici güçleridir. Onların özgür ve engelsiz varlığı, devrimin gelişimini ve derinleşmesini ifade eder. Onların bastırılması ise çürüme ve ölüm anlamına gelir. Devrim; ancak ve ancak insanlar onun doğrudan katılımcıları olduğunda, kendi hayatlarını kendileri tasarladığında, devrimi kendileri yaptığında ve insanlar bizzat devrim olduğunda büyür, güçlenir ve güvende olur. Ama faaliyetleri bir siyasi parti tarafından gasp edildiği veya özel bir örgütte merkezlendiği anda devrimci çaba, halkın pratikte dışlandığı nispeten küçük bir çevreyle sınırlı hale gelir. Bunun doğal sonucu olarak halkın coşkusu söner, ilgisi yavaş yavaş zayıflar. İnisiyatifi ve yaratıcılığı zayıflar ve şimdi olduğu gibi devrimin diktatöre dönüşen bir kliğin tekeli haline gelmesine sebep olur.

Bu devrim için ölümcüldür. Böyle bir felaketin önlenmesi ancak devrimle ilgili tüm konulara her gün katılmaları yoluyla işçilerin sürekli aktif kalmalarında yatmaktadır. Bu ilgi ve faaliyetin kaynağı iş yerleri ve sendikadır.

Halkın ilgisi ve devrime bağlılığı, devrimin adaleti ve eşitliği temsil ettiği hissine de bağlıdır. Bu, devrimlerin neden insanları büyük kahramanlık ve bağlılık eylemlerine teşvik etme gücüne sahip olduğunu açıklar. Daha önce de belirtildiği gibi, halk içgüdüsel olarak devrimde yanlışın ve haksızlığın düşmanını ve adaletin habercisini görür. Bu anlamda devrim, oldukça ahlaki bir unsur ve bir ilham kaynağıdır. Temelde insanları ateşleyebilecek ve onları manevi olarak yükseklere çıkarabilecek olan büyük ahlaki ilkelerdir.

Tüm halk ayaklanmaları bunun doğru olduğunu göstermiştir, özellikle de Rus Devrimi. Rus halkının Şubat ve Ekim günlerinde tüm engelleri bu kadar çarpıcı bir şekilde yenmesi, bu ruh sayesinde oldu. Hiçbir muhalefet, onların büyük ve asil bir davadan ilham alan bağlılıklarını yenemezdi. Ancak devrim yüksek ahlaki değerlerinden; adalet, eşitlik ve özgürlük unsurlarından yoksun kaldığında gerilemeye başladı. Onların kaybı devrimin sonuydu.

Manevi değerlerin toplumsal devrim için ne kadar önemli olduğunu ne kadar güçlü bir şekilde vurgularsak vurgulayalım, eksik kalır. Bu değerler ve devrimin aynı zamanda somut gelişim anlamına geldiği bilinci, yeni toplumun yaşamasında ve büyümesindeki dinamik etkilerdir. İki unsur arasında manevi değerler en başta gelir. Önceki devrimlerin tarihi insanların daha fazla özgürlük ve adalet uğruna maddi refahı feda etmeye istekli olduklarını ve bu uğurda acı çekmeye hazır olduklarını kanıtlıyor. Dolayısıyla Rusya’da ne soğuk ne de açlık köylüleri ve işçileri karşı-devrime yardım etmeye teşvik edemezdi. Büyük davanın çıkarlarına hizmet etmelerine rağmen karşılığında tamamen yoksunluk ve sefalet buldular. Devrimin bir siyasi parti tarafından tekelleştirildiğini, yeni kazanılan özgürlüklerin kısıtlandığını, bir diktatörlüğün kurulduğunu, adaletsizliğin ve eşitsizliğin yeniden egemen olduğunu gördüklerinde devrime kayıtsız hale geldiler. Bu düzmeceye katılmayı reddettiler, işbirliği yapmayı reddettiler, hatta karşı çıktılar.

Ahlaki değerleri unutmak, devrimin yüksek ahlâkî amaçlarına aykırı veya ters düşen uygulama ve yöntemlere girişmek karşı devrime ve felakete davetiye çıkarmaktır.

Bu nedenle toplumsal devrimin başarısının öncelikle özgürlük ve eşitliğe bağlı olduğu açıktır. Onlardan herhangi bir sapma sadece zararlı olabilir; gerçeği söylemek gerekirse bu sapma sonradan yıkıcı da olacaktır. Bu ilkeyi bütün devrim faaliyetlerinin özgürlük ve eşit haklar temelinde olması izler. Bu devasa şeyler için olduğu kadar küçük şeyler için de geçerlidir. Özgürlüğü sınırlamaya, eşitsizlik ve adaletsizlik yaratmaya yönelik herhangi bir eylem veya yöntem, yalnızca halkın devrime ve onun çıkarlarına aykırı tutumuyla sonuçlanabilir.

Devrimci dönemin tüm sorunları bu açıdan ele alınmalı ve çözülmelidir. Bu sorunlar arasında en önemlileri tüketim ve barınma, üretim ve değiş tokuştur.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (28): İlkeler ve Pratik – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/07/09/anarsizm-nedir-28-ilkeler-ve-pratik-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (26): Hazırlık – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/06/13/anarsizm-nedir-26-hazirlik-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/06/13/anarsizm-nedir-26-hazirlik-alexander-berkman/#respond Sun, 13 Jun 2021 15:48:14 +0000 https://meydan1.org/?p=72928 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 26. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Arkadaşın haykırıyor: “Devrime hazırlanın! Bu gerçekten mümkün mü?” Evet. Sadece mümkün değil aynı zamanda kesinlikle gerekli. […]

The post Anarşizm Nedir? (26): Hazırlık – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 26. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Arkadaşın haykırıyor: “Devrime hazırlanın! Bu gerçekten mümkün mü?”

Evet. Sadece mümkün değil aynı zamanda kesinlikle gerekli.

“Gizli hazırlıklardan, silahlı çetelerden ve savaşa liderlik edecek adamlardan mı bahsediyorsun?” diye soruyorsun.

Hayır dostum, bunlardan bahsetmiyorum.

Toplumsal devrim sadece sokak savaşları ve barikatlar demek olsaydı, o zaman mesele gerçekten de aklındaki hazırlıklar olurdu. Ama devrim bu değildir; çatışma aşaması en küçük ve en önemsiz kısmıdır.

Gerçek şu ki modern zamanlarda devrim artık barikatlar anlamına gelmiyor. Bunlar geçmişe ait. Toplumsal devrim çok daha farklı ve daha temel bir meseledir: Tüm toplumsal yaşamın yeniden örgütlenmesini içerir. Bunun kesinlikle sadece savaşarak başarılamayacağını kabul edeceksin.

Elbette toplumsal yeniden yapılanmanın önündeki engellerin kaldırılması gerekiyor. Bu yeniden yapılanmanın araçları halk tarafından güvence altına alınmalıdır. Bu araçlar şu anda devletin ve kapitalizmin elindedir ve bunlar, kendilerini güçlerinden ve mülklerinden yoksun bırakmaya yönelik her türlü çabaya direnecektir. Bu direniş bir çatışmayı içerecektir. Ancak çatışmanın asıl şey olmadığını, amaç olmadığını, devrim olmadığını unutmayın. Bu sadece önsözdür, ön hazırlıktır.

Bunu doğru anlaman çok önemli. Çoğu insanın kafası devrim hakkında çok karışıktır. Onlar için devrim sadece çatışmak, bir şeyleri parçalamak, yok etmek demektir. Bu tıpkı herhangi bir iş için kolları sıvamanın işin kendisini yapmak olduğunu düşünmek gibidir. Devrimin çatışma kısmı sadece kolları sıvamaktır. Gerçek, asıl görev ileridedir.

O görev nedir?

“Mevcut koşulların yok edilmesi” cevabını veriyorsun.

Doğru. Ancak sadece bir şeyleri kırıp parçalamakla o koşullar yok edilemez. Değirmenlerdeki ve fabrikalardaki makineleri harap ederek ücretli köleliği yok edemezsin, değil mi? Beyaz Saray’ı ateşe vererek devleti yok edemezsin.

Devrimi şiddet ve yıkım terimleriyle düşünmek, onun tüm fikrini yanlış yorumlamak ve tahrif etmektir. Pratik uygulamada, böyle bir anlayış feci sonuçlara yol açmaya mahkûmdur.

Ünlü anarşist Bakunin gibi büyük bir düşünür devrimden yıkım olarak bahsettiğinde, aklında yıkılması gereken otorite ve itaat fikirleri vardı. Bu nedenle, yıkımın inşa anlamına geldiğini, yanlış bir inancı yıkmanın gerçekten en yapıcı iş olduğunu söyledi.

Ama ortalama bir insan ve hatta çoğu zaman bir devrimci bile devrimden -kelimenin maddi anlamıyla yalnızca yıkıcı olarak- düşüncesizce söz eder. Bu yanlış ve tehlikeli bir görüş. Ondan ne kadar çabuk kurtulursak o kadar iyi.

Devrim ve özellikle toplumsal devrim yıkım değil inşadır. Bu yeterince vurgulanmaz ve biz bunu açıkça anlamadıkça devrim yalnızca yıkıcı olacak ve dolayısıyla her zaman bir başarısızlık olarak kalacaktır. Şiddet devrime doğal olarak eşlik eder ama bu mantıkla yeni bir ev inşa etmenin de yıkıcı bir eylem olduğu söylenebilir çünkü yenisini inşa etmek için eskisini yıkmanız gerekir. Devrim belirli bir evrim sürecinin doruk noktasıdır: Şiddetli bir ayaklanma ile başlar. O asıl işe başlamanın hazırlayıcısı olan kolları sıvamaktır.

Gerçekten de toplumsal devrimin ne yapacağını, neyi başaracağını bir düşünürsen onun yıkmak için değil inşa etmek için geldiğini anlayacaksın.

Yok edecek ne var?

Zenginliğin varlığı? Hayır, bu tüm toplumun zevk almasını istediğimiz bir şey.

Araziler, tarlalar, kömür madenleri, demiryolları, fabrikalar, değirmenler ve dükkanlar? Bunları yok etmek değil tüm insanlara faydalı kılmak istiyoruz.

Telgraflar, telefonlar, iletişim ve dağıtım araçları; onları yok etmek istiyor muyuz? Hayır, onların herkesin ihtiyaçlarına hizmet etmelerini istiyoruz.

O halde toplumsal devrimin yok edeceği şey nedir? Bu toplum için şeylerin devralınmasıdır, onların yok edilmesi değil. Toplum refahı için koşulları yeniden örgütlemektir.

Devrimin amacı yıkmak değil yeniden inşa etmek ve yeniden kurmaktır.

Bunun için hazırlık gereklidir çünkü toplumsal devrim, misyonunu basit bir ferman ya da emirle yerine getirecek olan İncil’deki Mesih değildir. Devrim, insanların elleri ve beyinleriyle gerçekleşir. Bunların devrimi gerçekleştirebilmeleri için devrimin amaçlarını anlamaları gerekir. Ne istediklerini ve bunu nasıl başaracaklarını bilmek zorundalar. Bunu başarmanın yolu ulaşılacak amaçlar tarafından gösterilecektir. Çünkü amaç, araçları belirler; tıpkı ihtiyacın olan şeyi yetiştirmek için doğru tohumu ekmen gerektiği gibi.

O halde toplumsal devrimin hazırlığı ne olmalıdır?

Amacın özgürlüğü güvence altına almaksa bunu otorite ve zorlama olmadan “yapmayı” öğrenmelisin. Hemcinslerinle barış ve uyum içinde yaşamayı düşünüyorsan sen ve onlar kardeşliği, birbirinize saygıyı geliştirmelisiniz. Onlarla karşılıklı yarar içinde birlikte çalışmak istiyorsan iş birliği yapmalısın. Toplumsal devrim, koşulların yeniden örgütlenmesinden çok daha fazlasını ifade eder: Yeni insani değerlerin ve toplumsal ilişkilerin kurulması, insanın insana karşı tavrının özgürlük ve bağımsızlık temelinde değişmesi anlamına gelir; bireysel ve kolektif yaşamda farklı bir ruh demektir ve o ruh bir gecede doğmaz. O en narin çiçek gibi yetiştirilecek, büyütülecek ve geliştirilecek bir ruhtur çünkü gerçekten de o yeni ve güzel bir varoluşun çiçeğidir.

“Her şey kendiliğinden düzelecek” gibi aptalca fikirlerle kendini kandırma. Hele insan ilişkilerinde hiçbir şey kendini düzenleyemez. Düzenlemeyi yapan insanlardır. Bunu kendi tutum ve anlayışlarına göre yaparlar.

Yeni durumlar ve değişen koşullar farklı bir şekilde hissetmemizi, düşünmemizi ve hareket etmemizi sağlar. Ancak yeni koşulların kendisi ancak yeni duygu ve fikirlerin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Toplumsal devrim böylesine yeni bir koşuldur. Devrim gelmeden önce farklı düşünmeyi öğrenmeliyiz. Devrimi ancak bu getirebilir.

Devlet ve otorite hakkında farklı düşünmeyi öğrenmeliyiz çünkü bugün yaptığımız gibi düşündüğümüz ve hareket ettiğimiz sürece örgütlü devlet kaldırıldığında bile hoşgörüsüzlük, zulüm ve baskı olacaktır. Hemcinsimizin insanlığına saygı duymayı, onu istila etmemeyi ya da zorlamamayı, onun özgürlüğünü bizimki kadar kutsal saymayı; özgürlüğüne ve kişiliğine saygı duymayı, herhangi bir biçimde zorlamadan kaçınmayı: Kötülüklerinin tedavisinin daha fazla özgürlük olduğunu, özgürlüğün düzenin yaratıcısı olduğunu öğrenmeli ve anlamalıyız.

Ayrıca eşitliğin fırsat eşitliği demek olduğunu, tekelin bunu inkâr etmek olduğunu ve eşitliği ancak kardeşliğin güvence altına aldığını öğrenmeliyiz. Bunu ancak kendimizi kapitalizmin dar mülkiyet anlayışının yanlış fikirlerinden kurtararak öğrenebiliriz.

Bunu öğrenerek gerçek özgürlük ve dayanışma ruhuna ulaşacağız; özgür birliğin her kazanımın ruhu olduğunu bileceğiz. Toplumsal devrimin iş birliğinin, dayanışma amacının, karşılıklı çabanın sonucu olduğunu anlayacağız.

Belki de bunun çok yavaş bir süreç, çok uzun sürecek bir iş olduğunu düşünüyorsun. Evet, bunun zor bir iş olduğunu kabul etmeliyim. Ancak kendine -daha uzun ve daha zor bir çalışma gerektirse bile- yeni evini verimli bir şekilde yapmaktansa hızlı ve kötü bir şekilde inşa etmenin ve sonunda başına yıkılmasının daha iyi olup olmadığını sor.

Toplumsal devrimin tüm insanlığın özgürlüğünü ve refahını temsil ettiğini, emeğin tam ve nihai kurtuluşunun buna bağlı olduğunu unutma. Ayrıca iş kötü yapılırsa bunun için harcanan tüm çaba ve ıstırabın bir hiç için olacağını ve belki de eskisinden daha kötü olacağını düşün. Devrimi adi bir iş gibi yapmak, eski tiranlığın yerine yeni bir tiranlık koymak demektir. Bunlar yeni oldukları için yeni bir son kullanma tarihleri vardır. Eskisinden daha güçlü yeni zincirler oluşturulması demektir.

Şunu da göz önünde bulundur. Aklımızda olan toplumsal devrim, birçok insan neslinin başarmak için uğraştığı işi başarmaktır çünkü tüm insanlık tarihi köleliğe karşı özgürlüğün, yoksulluk ve sefalete karşı toplumsal refahın, haksızlığa karşı adaletin mücadelesi olmuştur. Gelişme dediğimiz şey, iktidarın ve devletin gücünün sınırlandırılması; bireyin, halkın hak ve özgürlüklerinin artırılması yönünde sancılı ama sürekli bir yürüyüş olmuştur. Binlerce yıl süren bir mücadeledir. Bu kadar uzun sürmesinin ve henüz bitmemiş olmasının nedeni, insanların asıl belanın ne olduğunu bilmemeleridir: Şuna buna karşı savaştılar, kralları değiştirdiler, yeni devletler kurdular. Bir yöneticiyi sırf başka birini getirmek için indirdiler, “yabancı” işgalciyi sırf yerli olanın cenderesinde acı çekmek için ortadan kaldırdılar, Çarı indirip yerini parti diktatörlüğüne verdiler. Kanlarını ve hayatlarını ve her zaman özgürlük ve refahı güvence altına alma umuduyla kahramanca feda ettiler.

Ancak yalnızca yeni efendiler elde ettiler çünkü ne kadar kahramanca ve asilce savaşsalar da sorunun gerçek kaynağına, otorite ve devlet ilkesine asla dokunmadılar. Kölelik ve baskının kaynağının bu olduğunu bilmiyorlardı ve bu nedenle hiçbir zaman özgürlüğü elde etmeyi başaramadılar.

Ama şimdi gerçek özgürlüğün kralları veya yöneticileri değiştirmek olmadığını anlıyoruz. Efendi ve köle sisteminin tümden gitmesi gerektiğini, tüm toplumsal örgütlenmenin yanlış olduğunu, devlet ve zorlamanın ortadan kaldırılması gerektiğini, otorite ve tekelin temellerinin tümden sökülmesi gerektiğini biliyoruz. Hala böyle büyük bir görev için herhangi bir hazırlığın “fazla zor” olabileceğini düşünüyor musun?

O halde toplumsal devrime hazırlanmanın ve ona doğru şekilde hazırlanmanın ne kadar önemli olduğunu tam olarak anlayalım.

“Ama doğru yol nedir?” diye soruyorsun. “Peki bu hazırlığı kim yapacak?”

Kim hazırlayacak? Herkesten önce sen ve ben yani devrimin başarısıyla ilgilenenler, onu gerçekleştirmeye yardım etmek isteyenler. Ve sen ve ben derken her bir kadın ve erkeği kastediyorum; en azından her bir dürüst kadın ve erkek yani baskıdan nefret eden ve özgürlüğü seven herkes, bugün dünyayı dolduran sefalet ve adaletsizliğe tahammül edemeyen herkes.

Ve hepsinden öte, mevcut koşullardan, ücretli kölelikten, boyun eğmeden ve aşağılanmadan en çok acı çekenleri kastediyorum.

“İşçiler, elbette” diyorsun.

Evet, işçiler. Mevcut kurumların en kötü kurbanları olarak, bu kurumları ortadan kaldırmak onların çıkarınadır. Gerçekten “işçilerin kurtuluşunun işçilerin kendileri tarafından gerçekleştirilmesi gerektiği” söylenmiştir çünkü başka hiçbir toplumsal sınıf bunu onlar için yapmayacaktır. Ayrıca emeğin kurtuluşu aynı zamanda tüm toplumun kurtuluşu anlamına gelir ve bu yüzden bazı insanlar daha iyi bir günü getirmek için emeğin “tarihi ödevinden” söz ederler.

Ama “ödev” yanlış kelime. Birine dışarıdan, bir dış güç tarafından dayatılan bir görev veya amacı akla getirir. Bu yanlış ve yanıltıcı bir anlayıştır; özünde dini, metafizik bir duygudur. Gerçekten de eğer emeğin kurtuluşu “tarihi bir ödev” ise o zaman tarih, onun hakkında ne düşünürsek, ne hissedersek ya da ne yaparsak yapalım bunun yerine getirilmesini sağlayacaktır. Bu tutum, insan çabasını gereksiz, yersiz kılar; çünkü “olması gereken olacaktır”. Böylesi kaderci bir kavram her türlü inisiyatif ve kişinin aklını ve iradesini kullanması açısından yıkıcıdır.

Tehlikeli ve zararlı bir fikirdir. İnsanın dışında onu özgürleştirebilecek, ona herhangi bir “ödev” yükleyebilecek hiçbir güç yoktur. Ne cennet ne de tarih bunu yapamaz. Tarih, yaşananların hikayesidir. Bir ders verebilir ama bir ödev dayatamaz. Proletaryanın kendisini esaretten kurtarması “ödev” değildir, onun çıkarınadır. Emek bilinçli ve aktif olarak bunun için çaba göstermezse asla “olmayacaktır”. Kendimizi aptal ve yanlış “tarihi ödev” kavramından kurtarmamız gerekiyor. Halk ancak mevcut konumlarının gerçek bir kavrayışına ulaşarak, olanaklarını ve güçlerini fark ederek, birlik ve iş birliğini öğrenerek ve bunları uygulayarak özgürlüğe ulaşabilir. Bunu başarmakla, insanlığın geri kalanını da özgürleştirmiş olacaklar.

Bu nedenle proleter mücadele herkesin sorunudur. Bu nedenle bütün samimi kadın ve erkekler, büyük mücadelesinde emeğin hizmetinde olmalıdır. Gerçekten de özgürleşmeyi yalnızca emekçiler başarabilecek olsa da diğer toplumsal grupların yardımına ihtiyaç duyarlar. Çünkü devrimin, dünyayı yeniden düzenleme ve yeni bir uygarlık inşa etme -en büyük devrimci bütünlüğü ve tüm iyi niyetli, özgürlük seven unsurların akıllı iş birliğini gerektirecek bir çalışma- gibi zor bir sorunla karşı karşıya olduğunu hatırlamalısın. Toplumsal devrimin yalnızca kapitalizmi ortadan kaldırmakla ilgili olmadığını zaten biliyoruz. Tıpkı feodalizmden kurtulup köle olarak kaldığımız gibi kapitalizmden kurtulup eskisi gibi köle olarak da kalabiliriz. Özel tekelin köleleri olmak yerine, örneğin Rusya’daki insanların başına geldiği gibi -İtalya ve diğer topraklarda bu koşullar gelişmekte- devlet kapitalizminin hizmetkarları da olabiliriz.

Unutulmamalıdır ki toplumsal devrim bir boyun eğme biçimini bir başkasıyla değiştirmek değil seni köleleştirebilecek ve ezebilecek her şeyi ortadan kaldırmaktır.

Komplocu bir azınlık için bir siyasi devrim, bir yönetici hizibi diğerinin yerine koymakla başarılı sayılabilir. Ancak toplumsal devrim salt siyasi bir değişim değildir: Temelden ekonomik, etik ve kültürel dönüşümdür. Komplocu bir azınlık veya böyle bir işi üstlenen siyasi parti, büyük çoğunluğun aktif ve pasif muhalefetiyle karşılaşmak zorundadır ve bu nedenle bir diktatörlük ve terör sistemine dönüşmek zorundadır.

Düşman bir çoğunluk karşısında toplumsal devrim en başından başarısızlığa mahkûmdur. O halde devrimin ilk hazırlık çalışması insanları devrimin ve onun amaçlarının doğrultusunda kazanmaktan, en azından bu noktada nötrleştirmekten, onları devrim için mücadele etmeseler de devrime karşı savaşmamaları için aktif düşman pozisyonundan pasif sempatizan pozisyonuna çekmekten oluşur.

Toplumsal devrimin faaliyeti, çalışması elbette emekçilerin kendileri tarafından, emekçi halk tarafından yürütülmelidir. Ve burada emeğe ait olanın sadece fabrika işçisi değil aynı zamanda tarım işçisi olduğunu da unutmayalım. Bazı radikaller -tarım işçisinin varlığını neredeyse görmezden gelerek- sanayi proletaryasına çok fazla vurgu yapma eğilimindedir. Ancak fabrika işçisi, çiftçi olmadan ne yapabilir ki? Tarım, yaşamın birincil kaynağıdır ve bırakalım şehri, ülke tarım olmasaydı açlıktan ölürdü. Sanayi işçisini tarım işçisiyle karşılaştırmak ya da onların göreli değerini tartışmak boşunadır. Hiçbiri diğeri olmadan yapamaz; her ikisi de yaşam düzeninde ve devrimde, yeni bir toplumun inşasında eşit derecede önemlidir.

Devrimin tarımdan çok sanayi bölgelerinde patlak verdiği doğrudur. Bu doğal çünkü bunlar daha büyük emekçi nüfus merkezleridir ve dolayısıyla aynı zamanda halk memnuniyetsizliğinin de merkezidir. Eğer sanayi proletaryası devrimin omurgasında sırt omurlarıysa o zaman tarım işçisi de belkemiğidir. Belkemiği zayıfsa veya kırılırsa omurga, devrimin kendisi kaybolur.

Bu nedenle toplumsal devrim süreci hemsanayi işçisinin hem de tarım işçisinin elindedir. Ne yazık ki ikisi arasında çok az anlayış olduğu ve neredeyse hiç dostluk ya da doğrudan iş birliği olmadığı kabul edilmelidir. Bundan da kötüsü -ve şüphesiz bunun sonucu- tarla ve fabrika proleterleri arasında belli bir hoşnutsuzluk ve husumet vardır. Şehir insanı, çiftçinin zorlu ve yorucu çalışmasını çok az takdir ediyor. Çiftçi doğal olarak buna içerliyor; ayrıca fabrikanın yorucu ve çoğu zaman tehlikeli çalışmasına aşina olmayan çiftçi, şehir işçisine bir aylak gözüyle bakma eğilimindedir. İkisi arasında daha yakın bir yaklaşım ve daha iyi bir anlayış kesinlikle hayati önem taşımaktadır. Kapitalizm, iş bölümünden çok işçilerin bölünmesine dayanır. O; ırka karşı ırkı, çiftçiye karşı fabrika işçisini, vasıflıya karşı vasıfsız işçiyi, bir ülkenin işçilerini diğerininkilere karşı kışkırtmayı amaçlar. Sömürücü sınıfın gücü, parçalanmış, bölünmüş emekte yatar. Ama toplumsal devrim, emekçi yığınların birliğini ve her şeyden önce fabrika proleterinin sahadaki kardeşiyle iş birliğini gerektirir.

İkisi arasında daha yakın bir yaklaşım, toplumsal devrime hazırlıkta önemli bir adımdır. Aralarındaki gerçek temas birincil zorunluluktur. Ortak konseyler, delege değişimi, bir kooperatifler sistemi ve diğer benzer yöntemler, işçi ve çiftçi arasında daha yakın bir bağ ve daha iyi bir anlayış oluşturma eğiliminde olacaktır.

Ama devrim için gerekli olan tek şey fabrika proleterinin tarım işçisiyle olan iş birliği değildir. Yapıcı çalışmada kesinlikle ihtiyaç duyulan başka bir unsur daha var.

Dünyanın sadece ellerle kurulduğunu düşünme hatasına düşme. Aynı zamanda beyin gerektirir. Benzer şekilde devrimin de hem ellere hem de beyinlere ihtiyacı var. Birçok insan, tek başına kol işçisinin toplumun tüm işini yapabileceğini hayal eder. Bu yanlış bir fikirdir, sonu gelmez zararlara yol açacak çok ciddi bir hatadır. Aslında bu anlayış önceden büyük kötülüklere yol açtı ve devrimin en güçlü çabalarını bile alt edebileceğinden korkmak için iyi nedenler var.

İşçi sınıfı, sanayideki ücretli çalışanlar ve tarımdaki emekçilerden oluşur. Ancak işçiler; profesyonel unsurların endüstriyel örgütleyicinin, elektrik ve makine mühendisinin, teknik uzmanın, bilim insanının, mucidin, kimyagerin, eğitimcinin, doktorun ve cerrahın hizmetlerine kesinlikle ihtiyaç duyarlar. Kısacası proletarya profesyonel unsurlarla iş birliğine kesinlikle ihtiyaç duyar. Onların iş birliği olmaksızın üretken emek mümkün değildir.

Gerçekte bu profesyonel kişilerin çoğu da proletaryaya aittir. Onlar entelektüel proletaryadır, beynin proletaryası. İnsanın geçimini elleriyle mi yoksa kafasıyla mı kazandığının hiçbir öneminin olmadığı açıktır. Nitekim sadece ellerle ya da sadece beyinle hiçbir iş yapılmaz. Her türlü çabada her ikisinin de uygulanması gerekir. Örneğin marangoz görevi sırasında tahminde bulunmalı, ölçmeli ve hesap yapmalıdır: Hem elini hem de beynini kullanmalıdır. Benzer şekilde mimar, planını kâğıda çizmeden ve pratik kullanıma sokmadan önce düşünmelidir.

“Ama yalnızca emek üretebilir,” diye karşı çıkıyor arkadaşın; “beyin çalışması üretken değildir.”

Yanlış dostum. Ne el emeği ne de beyin çalışması tek başına bir şey üretemez. Bir şeyler yaratmak için her ikisinin birlikte çalışması gereklidir. Duvarcı ve sıvacı, mimarın planları olmadan fabrikayı kuramaz; mimar da demir-çelik işçisi olmadan köprü kuramaz. Hiçbiri tek başına üretemez. Ancak birlikte harikalar yaratabilirler.

Ayrıca, yalnızca üretken emeğin önemli olduğuna inanma yanılgısına düşme. Doğrudan üretken olmayan ancak varlığımız ve rahatlığımız için yararlı ve hatta mutlak olarak gerekli olan, dolayısıyla üretken emek kadar önemli olan pek çok iş vardır.

Örneğin demiryolu mühendisini ele alalım. Üretici değillerdir ancak üretim sistemindeki temel faktörlerdir. Demiryolları ve diğer ulaşım-iletişim araçları olmadan ne üretimi ne de dağıtımı yönetebilirdik.

Üretim ve dağıtım aynı yaşam direğinin iki noktasıdır. Birinin gerektirdiği emek, diğeri için gerekli olan emek kadar önemlidir.

Yukarıda söylediklerim kendileri doğrudan üretken olmasalar da ekonomik ve toplumsal hayatımızın çeşitli süreçlerinde hayati bir rol oynayan insan çabasının sayısız aşaması için geçerlidir. Bilim insanı, eğitimci, hekim ve cerrah, kelimenin endüstriyel anlamıyla üretken değildir. Ancak onların çalışmaları, yaşamımız ve refahımız için kesinlikle gereklidir. Uygar toplum onlarsız var olamazdı.

Bu nedenle ister beyin, ister kas; ister elle, ister zihinsel olsun, faydalı çalışmanın eşit derecede önemli olduğu açıktır. Kişinin aldığı maaş veya ücret, az veya çok maaş alması, siyasi veya diğer görüşlerinin ne olduğu da önemli değildir.

Yeni yaşamın inşası için devrimde, genel refaha faydalı çalışmalara katkıda bulunabilecek tüm unsurlara ihtiyaç vardır. Onların dayanışmacı iş birliği olmadan hiçbir devrim başarılı olamaz ve bunu ne kadar erken anlarsak o kadar iyi olur. Toplumun yeniden inşası; sanayinin yeniden düzenlenmesini, üretimin düzgün işleyişini, dağıtımın yönetimini ve günümüzün ücretli köleliğini özgürlük ve refah yaşamına dönüştürmek için sayısız diğer toplumsal, eğitimsel ve kültürel çabalarını içerir. Kafa ve kol proletaryası ancak el ele çalışarak bu sorunları çözebilecektir.

Kol ve entelektüel işçiler arasında uzaklık, hatta düşmanlık ruhunun var olması çok üzücü. Bu duygu her iki tarafta da anlayış eksikliğinden, ön yargıdan ve dar görüşlülükten kaynaklanmaktadır. Bazı işçi çevrelerinde hatta bazı sosyalistler ve anarşistler arasında bile işçileri entelektüel proletaryanın üyelerine karşı düşmanlaştırma eğilimi olduğunu kabul etmek üzücü. Böyle bir tutum aptalca ve canicedir çünkü toplumsal devrimin büyümesine ve gelişmesine ancak kötülük yapabilir. Bolşeviklerin ölümcül hatalarından biriydi; Rus Devrimi’nin ilk evrelerinde, ücretlileri kasıtlı olarak profesyonel sınıfların karşısına koydular, öyle ki gerçekten de aralarında dostça iş birliği imkânsız hale geldi. Bu politikanın doğrudan bir sonucu olarak endüstrinin akıllı yönlendirme eksikliği nedeniyle çökmesi ve eğitimli bir yönetim olmadığı için demiryolu ulaşımının neredeyse tamamen askıya alınmasıydı. Rusya’nın ekonomik bir batık ile karşı karşıya olduğunu gören Lenin, fabrika işçisinin ve çiftçinin tek başına ülkenin endüstriyel ve tarımsal yaşamını sürdüremeyeceğine ve profesyonel unsurların yardımının gerekli olduğuna karar verdi. Teknik, insanların yeniden yapılanma çalışmalarına yardım etmesini sağlamak için yeni bir sistem getirdi. Ancak değişim çok geç geldi çünkü yıllarca süren karşılıklı nefret ve baskı, kol işçisi ile entelektüel kardeşi arasında öyle bir uçurum yarattı ki ortak anlayış ve iş birliği son derece zorlaştı. Kardeşler arası savaşın etkilerini bir dereceye kadar geri almak için Rusya’nın yıllarca çok büyük ölçüde çaba göstermesi gerekti.

Bu değerli dersi Rus deneyiminden öğrenelim.

“Ama profesyonel unsurlar orta sınıfa aittir ve burjuva zihniyetlidirler.” diye itiraz ediyorsun.

Doğru, bu profesyonellerin olaylara karşı genellikle burjuva bir tavrı vardır ama çoğu işçi aynı zamanda burjuva fikirli değil midir? Bu sadece her ikisinin de otoriter ve kapitalist önyargılara batmış olduğu anlamına gelir. İnsanları -ister el işçisi, ister beyin işçisi olsunlar- aydınlatarak ve eğiterek ortadan kaldırılması gereken bunlardır. Bu, toplumsal devrime hazırlanmanın ilk adımıdır.

Ancak profesyonel insanların zorunlu olarak orta sınıflara ait oldukları doğru değildir.

Sözde entelektüellerin gerçek çıkarları, efendilerden çok işçilerledir. Emin olun çoğu bunun farkında değil. Nispeten yüksek ücretli demiryolu kondüktörü veya lokomotif mühendisi artık kendisini işçi sınıfının bir üyesi olarak hissetmiyor. Geliri ve tutumuyla da burjuvaziye aittir. Ancak bir kişinin hangi toplumsal sınıfa ait olduğunu belirleyen şey gelir veya duygu değildir. Bir dilenci kendini bir milyoner olarak görseydi, öyle mi olurdu? Kişinin kendisini hayal ettiği şey onun gerçek durumunu değiştirmez. Ve fiili durum şudur ki, emeğini satmak zorunda olan kişi bir çalışandır, maaşlı köledir, ücretlidir; bu itibarla onun gerçek çıkarları işçilerin çıkarlarıdır ve o, işçi sınıfına aittir.

Entelektüel proleter, kapitalist efendisine kazma ve kürekle bağlı olan insandan daha fazla bağlıdır. Kol işçisi iş yerini kolayca değiştirebilir. Belli bir patron için çalışmayı istemiyorsa başka bir patron arayabilir. Öte yandan entelektüel proleter kendi işine çok daha fazla bağımlıdır. Onun çalışma alanı daha sınırlıdır. Herhangi bir ticarette yetenekli olmayan ve fiziksel olarak bir gündelikçi olarak hizmet etmekten aciz olan o (kural olarak) nispeten dar bir alan olan mimarlık, mühendislik, gazetecilik veya benzeri iş alanıyla sınırlıdır. Bu onu işvereninin insafına bırakıyor ve bu nedenle onu, yedek kulübesindeki daha bağımsız iş arkadaşı olan kol işçisine karşı işverenin tarafını tutmaya meylettiriyor.

Ama maaşlı ve bağımlı aydının tutumu ne olursa olsun, o proleter sınıfa aittir. Yine de aydınların, işçilere karşı her zaman efendilerin yanında yer aldığını iddia etmek tamamen yanlıştır. “Genellikle öyleler” diye radikal ve fanatik bir söz duydum. Peki ya işçiler? Onlar da genel olarak efendilerini ve kapitalist sistemi desteklemiyor mu? Bu sistem onların desteği olmadan devam edebilir mi? Bununla birlikte, bundan yola çıkarak, işçilerin bilinçli olarak sömürücüleriyle el ele tutuştuğunu ileri sürmek yanlış olur. Entelektüeller için söylenenden daha doğru değil. Entelektüellerin çoğunluğu hâkim sınıfın yanındaysa bunun nedeni toplumsal cehalettir çünkü tüm “entelektüelliklerine” rağmen kendi çıkarlarını anlamazlar. Aynı şekilde gerçek çıkarlarından da benzer şekilde habersiz olan büyük emekçi halk -ulusal ve uluslararası dayanışmadan yoksun olduklarından bahsetmiyorum bile- iş arkadaşlarına karşı, hatta bazen aynı sektör ve fabrikada bile efendilere yardım ederler. Bu yalnızca birinin değil diğerinin de; kol işçisinin de kafa işçisi kadar farkındalığa ihtiyaç duyduğunu kanıtlar.

Entelektüeller için adalet adına, onların en iyi temsilcilerinin her zaman ezilenlerin yanında yer aldığını unutmayalım. Özgürlük ve kurtuluşu savundular. Çoğu zaman emekçilerin en derin özlemlerini dile getiren ilk kişiler oldular. Özgürlük mücadelesinde işçilerle sık sık barikatlarda omuz omuza savaştılar ve davalarını savunurken yaşamlarını yitirdiler.

Bunun kanıtını uzaklarda aramamıza gerek yok. Son yüz yıl içindeki her ilerici, radikal ve devrimci hareketin, entelektüel sınıfların en iyi unsurlarının çabalarından zihinsel ve ruhsal olarak ilham aldığı bilinen bir gerçektir. Örneğin Rusya’daki devrimci hareketin başlatıcıları ve örgütleyicileri; bir yüzyıl öncesine dayanan, proleter olmayan köken ve konumdan aydınlar, kadınlar ve erkeklerdi. Özgürlük aşkları da sadece teorik değildi. Kelimenin tam anlamıyla binlerce kişi bilgilerini, deneyimlerini ve yaşamlarını halkın hizmetine adadı. Böyle soylu kadın ve erkeklerin, kendilerini kendi sınıflarının gazabına ve zulmüne maruz bırakarak ve mazlumlarla el ele vererek, zenginlikten mahrum bırakılanlarla dayanışmalarına tanıklık ettikleri başka bir toprak yoktur. Yakın tarih de geçmiş gibi örneklerle doludur. Garibaldi’ler, Kossuth’lar, Liebknecht’ler, Rosa Luxemburg’lar, Landauer’ler, Lenin’ler ve Troçki’ler, kendilerini proletaryaya adayan orta sınıf aydınlarından başka kimlerdi? Her toprağın ve her devrimin tarihi, onların özgürlüğe ve çalışmaya özverili bağlılıklarıyla parlar.

Bu gerçekleri aklımızda tutalım, fanatik önyargılar ve temelsiz düşmanlıklar nedeniyle kör olmayalım. Entelektüel, geçmişte büyük hizmetlerde bulunmuştur. Toplumsal devrimin hazırlanmasına ve gerçekleştirilmesine katkıda bulunmaya ne kadar istekli ve yetenekli olacağı, işçilerin ona karşı tutumuna bağlı olacaktır.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (26): Hazırlık – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/06/13/anarsizm-nedir-26-hazirlik-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (24): Neden Devrim? – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/06/06/anarsizm-nedir-24-neden-devrim-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/06/06/anarsizm-nedir-24-neden-devrim-alexander-berkman/#respond Sun, 06 Jun 2021 15:25:18 +0000 https://meydan1.org/?p=72770 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 24. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Soruna dönelim: “Anarşizm nasıl gelecek? Bu konuda yapabileceğim bir şey var mı?” Bu önemli bir […]

The post Anarşizm Nedir? (24): Neden Devrim? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 24. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Soruna dönelim: “Anarşizm nasıl gelecek? Bu konuda yapabileceğim bir şey var mı?”

Bu önemli bir nokta çünkü her sorunda iki hayati şey var. Birincisi ne istenildiğinin tam olarak idrak edilmesi, ikincisi bunun nasıl elde edileceği.

Ne istediğimizi zaten biliyoruz. Herkesin özgür olacağı, herkesin eşit özgürlük temelinde kendi ihtiyaç ve arzularını karşılayabilme fırsatına sahip olacağı toplumsal koşullar istiyoruz. Başka bir deyişle, anarşist komünizmin özgür ve ortaklığa dayanan dayanışmacı refahı için çabalıyoruz.

Bu nasıl gerçekleşecek?

Biz kahin değiliz, zaten hiç kimse bir şeyin nasıl olacağını söyleyemez. Ama dünya dün var olmadı; insan -mantıklı bir varlık olarak- geçmişin deneyimlerinden yararlanmalıdır.

Peki bu deneyim nedir? Tarihe bakarsan, insanlığın tüm yaşamının bir varoluş mücadelesi olduğunu göreceksin. İlkel durumunda insan, ormanın vahşi hayvanlarıyla tek başına mücadele etti; çaresizce açlık, soğuk, karanlık ve fırtınayla yüzleşti. Cehaletinden dolayı doğanın bütün güçleri ona yıkım getirdiler ve o, tek başına onlarla savaşamayacak kadar güçsüzdü. Ama yavaş yavaş kendi türünden diğerleriyle bir araya gelmeyi öğrendi; birlikte güvende olmaya çalıştılar. Doğanın enerjisini ortak çabayla kendi faydalarına çevirmeye başladılar. Karşılıklı yardımlaşma ve ortaklıkla bu enerjiden faydalanmak yıldırımları zincirlemeyi, okyanusları köprülemeyi ve hatta havada ustalaşmayı başarana kadar insanın gücünü ve yeteneğini kademeli olarak artırdı.

Benzer şekilde, ilkel insanın cehaleti ve korkusu hayatı insanın insana, ailenin aileye, kabilenin kabileye karşı olduğu -insan; bir araya gelmenin, güçlerini birleştirmenin ve karşılıklı yardımlaşmanın acımasızlık ve kinden daha fazlasını başarabileceğini anlayıncaya kadar- sonsuz bir mücadeleye dönüştürdü.

Modern bilim, hayvanların da varoluş mücadelesinde bu kadar çok şey öğrendiğini göstermektedir. Bazı türler hayatta kaldı çünkü birbirleriyle savaşmayı bırakıp sürüler halinde yaşadılar ve bu şekilde kendilerini diğer hayvanlardan koruyabildiler. Birbirleriyle savaşmak yerine ortak çaba ve işbirliğiyle ilerlediler, barbarlıktan çıktılar ve uygarlaştılar. Daha önce birbirleriyle ölümüne savaşan aileler birleşti, ortak bir grup oluşturdu; gruplar birleşerek kabileler haline geldi ve kabileler uluslar halinde birleşti. Uluslar hala aptalca birbirleriyle savaşmaya devam ediyorlar ama bazıları yavaş yavaş geçmişten ders almaya, şimdi savaş olarak bilinen uluslararası katliamı durdurmanın bir yolunu aramaya başlıyor.

Maalesef toplumsal yaşamda hala barbar, yıkıcı ve kardeş katili durumundayız: Grup hala başka bir grupla, sınıf başka bir sınıfa karşı savaşıyor. Ama burada insanlar bunun anlamsız ve yıkıcı bir savaş olduğunu, dünyanın -güneş ışığı gibi- herkes tarafından zevk alınacak kadar büyük ve zengin olduğunu ve birleşmiş bir insanlığın, kendisine karşı bölünmüş halinden daha fazlasını başaracağını görmeye başlıyor.

Gelişme denilen şey sadece bunun gerçekleşmesidir, bu yönde bir adımdır.

İnsanın tüm gelişimi daha fazla güvenlik ve refah için, barış için çabalamaya dayanır. İnsanın doğal eğilimi karşılıklı yardımlaşma ve ortak çabaya yöneliktir, en içgüdüsel özlemi özgürlük ve sevinçtir. Bu eğilimler -tüm engellere ve zorluklara rağmen- kendilerini ifade etmeye ve savunmaya çalışırlar. İnsanlığın bütün bir tarihi şunu gösterir: Ne doğal güçler ne de düşman insanlar bu gelişimi engelleyemez. Uygarlığı tek bir cümleyle tanımlamam istense şunu söylerdim: İnsanın -insani ya da doğal- karanlığın güçleri karşısındaki zaferidir. Doğanın güçleriyle pek bir sorunumuz yok ama insanın karanlık güçleriyle savaşmalıyız.

Tarihte, egemen güçlerin -kilise, hükümet ve sermaye- karşı çıkışıyla karşılaşmadan yapılan tek bir önemli toplumsal gelişme yoktur. Gelişme sadece efendilerin karşı koyuşunu paramparça etmekle mümkün olur. Her gelişme acı bir mücadeleye mal oldu. Köleliği yok etmek uzun kavgaların sonunda gerçekleşti; halkın en temel haklarını güvence altına almak için başkaldırı ve ayaklanmalar gerekti; feodalizmi ve köleliği ortadan kaldırmak isyanları ve devrimleri gerekli kıldı. Kralların mutlak gücünü ortadan kaldırmak ve demokrasileri kurmak, kalabalıklar için daha fazla özgürlük ve refah kazanmak için iç savaşa ihtiyaç vardı. Yeryüzünde hiçbir ülke, tarihte hiçbir çağ yoktur ki büyük toplumsal kötülüğün güçleri, acı bir mücadele olmaksızın ortadan kaldırılsın. Geçtiğimiz günlerde Rusya’da Çarlık’tan, Almanya’da Kayzer’den, Türkiye’de Sultan’dan, Çin’de monarşiden vb. kurtulmak için yine çeşitli topraklarda çeşitli devrimler gerekti.

Herhangi bir hükümetin veya otoritenin, iktidardaki herhangi bir grubun veya sınıfın egemenliğini gönüllü olarak bıraktığına dair hiçbir kayıt yoktur. Her durumda güç kullanımı ya da en azından bunun tehdidi gerekir.

Otorite ve servetin ani bir fikir değişikliği yaşayacağını ve gelecekte, geçmişte olduğundan daha farklı davranacaklarını varsaymak mantıklı mıdır?

Sağduyun sana bunun boş ve aptalca bir umut olduğunu söyleyecektir. Hükümet ve sermaye, iktidarı korumak için savaşacaktır. Bunu ayrıcalıkları tehdit altında olduğunda -bugün bile- yapıyorlar. Varlıklarını sürdürmek için ölümüne savaşacaklardır

Bu nedenle, dünyanın efendileri ile mülksüzleştirilmiş sınıflar arasında belirleyici bir mücadelenin gerektiğini öngörmek kehanet değildir.

Aslında bu mücadele tüm zamanlar boyunca var olmuştur.

Sermaye ve emek arasında sürmekte olan bir savaş var. Bu savaş genellikle ‘sözde’ yasal biçimde ilerler. Ancak bunlar bile -grevler ve lokavtlar sırasında olduğu gibi- ara sıra şiddetle patlar. Çünkü hükümetin silahlı yumruğu her zaman efendilerin hizmetindedir ve bu yumruk, sermaye kârının tehdit altında olduğunu hissettiği anda harekete geçer. Sonunda ‘ortak çıkarlar’ ve emekle ‘ortaklık’ maskesini kaldırır ve her efendinin nihai argümanına; baskı ve güce başvurur.

Bu nedenle, hükümetin ve sermayenin, sessizce ortadan kaldırılmalarına izin vermeyecekleri kesindir; -bazı insanların inandığı gibi- mucizevi bir şekilde kendiliklerinden ‘kaybolmayacaklardır’. Onlardan kurtulmak için bir devrim gerekecektir.

Devrimden bahsedilince şaşkınlıkla gülümseyenler var. “İmkansız!” diyorlar kendilerinden emin bir şekilde. Fransa’da 16. Louis ve Marie Antoinette de başlarıyla birlikte tahtlarını kaybetmeden sadece birkaç hafta önce böyle düşünüyordu. Çar 2. Nicholas’ın sarayındaki soylular da onları silip süpüren ayaklanmanın arifesinde buna inanıyordu. “Bu bir devrim gibi görünmüyor.” diyordu üstünkörü gözlemleyenler. Ama devrimlerin ‘öyle görünmediğinde’ de bir çıkış yolu vardır. Daha ileri görüşlü modern kapitalistlerse işi şansa bırakmak istemezler. Ayaklanmaların ve devrimlerin her an mümkün olduğunu bilirler. Bu nedenle, özellikle Amerika’daki devasa şirketler ve büyük işverenler, halkın hoşnutsuzluğuna ve isyanına karşı paratoner görevi görecek şekilde hesaplanan yeni yöntemler uygulamaya başlıyor. İşçileri için ikramiyeler, kar paylaşımı ve işçiyi daha fazla memnun etmenin yanında finansal olarak endüstrisinin refahıyla ilgilenmesini sağlamak için tasarlanmış benzer yöntemler sunuyorlar. Bunlar proletaryanın gerçek çıkarlarına karşı kör olmasına sebep olur ancak işçinin, sonsuza kadar maaş köleliğinden -zaman zaman kafesi biraz genişlese de- memnun kalacağına inanma. Maddi koşulların iyileştirilmesi devrime karşı bir sigorta değildir. Aksine, isteklerimizin tatmini yeni ihtiyaçlar yaratır; yeni arzu ve özlemleri doğurur. İnsanın doğası budur, gelişmeyi mümkün kılan da budur. Emeğin hoşnutsuzluğu -tereyağlı da olsa- bir parça ekmekle bastırılamaz. Avrupa’nın daha iyi konumdaki sanayi merkezlerinde, Asya ve Afrika’dan daha kasıtlı ve aktif isyanların olmasının nedeni budur. İnsanın ruhu daima daha fazla rahatlık ve özgürlük arzular, bunu daha ileriye taşıyacak olanlar her zaman işçilerdir. Modern plütokrasinin, işçiye ara sıra daha kalın bir kemik atarak devrimi önleme umudu hayali ve temelsizdir. Sermayenin yeni politikaları bir süreliğine emeği yatıştırıyor gibi görünebilir ancak emeğin yürüyüşü, bu tür geçici önlemlerle durdurulamaz. Tüm planlara ve karşı koyuşa rağmen rağmen kapitalizmin ortadan kaldırılması kaçınılmazdır ve bu ancak devrimle gerçekleştirilecektir.

Devrim, insanın doğaya karşı mücadelesine benzer. Tek başına güçsüzdür ve başarıya ulaşamaz; yoldaşlarının yardımıyla tüm engellerin üstesinden gelir.

Tek başına bir işçi, büyük şirkete karşı bir şey başarabilir mi? Küçük bir işçi sendikası, büyük bir işvereni taleplerini yerine getirmeye zorlayabilir mi? Kapitalist sınıf, emeğe karşı savaşında örgütlüdür.

Devrim başarılı bir şekilde ancak işçiler örgütlendiğinde, bütün kıtada örgütlendiklerinde; dünyanın bütün ülkelerindeki proletarya emeğini birleştirdiğinde gerçekleşebilir çünkü sermaye uluslararasıdır ve efendiler emeğe karşı her büyük meselede güçlerini birleştirirler. 

Mesela bütün dünya plütokrasisinin Rus Devrimi’ne karşı çıkma sebebi budur. Rusya halkı sadece Çar’ı ortadan kaldırmak isterken uluslararası sermaye müdahale etmedi: Hükümet burjuva ve kapitalist olduğu sürece Rusya’nın hangi siyasi forma sahip olacağı onların umurunda değildi. Ama devrim, kapitalist sistemi ortadan kaldırmaya çalışır çalışmaz, her ülkenin hükümetleri ve burjuvazisi onu ezmek için birleşti. Bunda kendi egemenliklerinin devamı için bir tehdit olduğunu gördüler.

Bunu aklında tut arkadaşım. Çünkü devrimler ve devrimler vardır. Bazı devrimler sadece eskisinin yerine yeni yöneticiler getirerek hükümetin formunu değiştirir. Bunlar politik devrimlerdir ve bu nedenle genellikle çok az dirençle karşılanırlar. Ancak tüm ücretli kölelik sistemini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir devrim, bir sınıfın diğerini ezme gücünü de ortadan kaldırmalıdır. Yani sadece bir yönetici ya da hükümet değişikliği değildir, sadece siyasi bir devrim değildir; toplumun tüm karakterini değiştirmeye çalışan bir devrimdir. Bu toplumsal devrimdir. Bu nedenle, sadece hükümetle ve kapitalizmle savaşmak zorunda kalmayacak, aynı zamanda hükümete ve kapitalizme inanan muhalefetin popüler cehalet ve peşin hükmüyle de karşı karşıya kalacaktır.

Peki bu nasıl gerçekleşecek?

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (24): Neden Devrim? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/06/06/anarsizm-nedir-24-neden-devrim-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (23): Komünist Olmayan Anarşistler – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/06/03/anarsizm-nedir-23-komunist-olmayan-anarsistler-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/06/03/anarsizm-nedir-23-komunist-olmayan-anarsistler-alexander-berkman/#respond Thu, 03 Jun 2021 13:15:51 +0000 https://meydan1.org/?p=72727 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 23. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Devam etmeden önce kısa bir açıklama yapmama izin ver. Bunu komünist olmayan anarşistlere borçluyum. Çünkü […]

The post Anarşizm Nedir? (23): Komünist Olmayan Anarşistler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 23. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Devam etmeden önce kısa bir açıklama yapmama izin ver. Bunu komünist olmayan anarşistlere borçluyum.

Çünkü tüm anarşistlerin komünist olmadığını bilmelisin: Hepsi komünizmin -ortak mülkiyet ve ihtiyaca göre paylaşım- en iyi ve en adil ekonomik düzenleme olacağına inanmıyor.

Size ilk önce anarşist komünizmi açıkladım çünkü benim tahminime göre o, toplumun en arzu edilen ve işlevsel biçimi. Anarşist komünistler yalnızca komünist koşullar altında anarşizmin başarılı olabileceğini ve ayrım gözetmeksizin herkese eşit özgürlük, adalet ve refahın sağlanabileceğini savunuyorlar.

Ama komünizme inanmayan anarşistler var. Genel olarak bireyciler ve karşılıkçılar olarak sınıflandırılabilirler.

Bütün anarşistler şu temel üzerinde hemfikirdir: Devlet adaletsizlik ve baskı anlamına gelir. İstilacı, köleleştiricidir ve insanın gelişmesine, büyümesine en büyük engeldir. Hepsi, özgürlüğün ancak herhangi bir zorunluluğun olmadığı bir toplumda var olabileceğine inanıyor. Bu nedenle tüm anarşistler, devleti ortadan kaldırma temel ilkesi konusunda hemfikirler.

Çoğunlukla aşağıdaki noktalarda fikir ayrılığına düşerler:

Birincisi: Anarşinin ortaya çıkacağı koşullar. Anarşist komünistler yalnızca toplumsal bir devrimin devleti kaldırıp anarşiyi kurabileceğini söylerken bireyci anarşistler ve karşılıkçılar devrime inanmazlar. Mevcut toplumun giderek devletten çıkıp devlet dışı bir duruma dönüşeceğini düşünürler.

İkincisi: Bireyci anarşistler ve karşılıkçılar, özel mülkiyet kurumunu adaletsizliğin ve eşitsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin ana kaynaklarından biri olarak gören anarşist komünistlere karşı oldukları gibi bireysel mülkiyete inanırlar. Bireyciler ve karşılıkçılar, özgürlüğün “herkesin emeğinin ürününü alma hakkı” anlamına geldiğini savunuyorlar; bu tabi ki doğru. Özgürlük bunun karşılığıdır. Ancak soru kişinin ürününde hakkı olup olmadığı değil bireysel ürün diye bir şeyin olup olmadığıdır. Önceki bölümlerde modern endüstride böyle bir şeyin olmadığına işaret etmiştim: Emek ve emeğin tüm ürünleri toplumsaldır. Bu nedenle bireyin ürünü üzerindeki hakkıyla ilgili argümanın pratik bir değeri yoktur.

Kâr sistemi kullanılmadıkça ürün veya meta değiş tokuşunun bireysel veya özel olamayacağını da gösterdim. Bir metanın değeri uygunca belirlenemediğinden, hiçbir değiş tokuş adil değildir. Bu gerçek bence toplumsal mülkiyete ve ortak kullanıma götürür; yani en uygulanabilir ve adil ekonomik sistem olarak komünizme götürür.

Ancak belirtildiği gibi, bireyci anarşistler ve karşılıkçılar bu noktada anarşist komünistlerle aynı fikirde değiller. Ekonomik eşitsizliğin kaynağının tekel olduğunu iddia ediyorlar ve tekelin, devletin ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağını savunuyorlar. Çünkü tekel, devlet tarafından verilen ve korunan bir ayrıcalıktır. Serbest rekabetin, tekeli ve onun kötülüklerini ortadan kaldıracağını iddia ediyorlar.

Stirner ve Tucker’ın takipçileri olan bireyci anarşistler ve direniş göstermemeye inanan Tolstoycu anarşistler, anarşizmde ekonomik yaşam hakkında çok net bir plana sahip değiller. Karşılıkçılar ise bir yeni ekonomik sistem önerirler. Öğretmenleri Fransız filozof Proudhon’un doğrultusunda, karşılıklı bankacılığın ve faizsiz kredinin, devlet dışı bir toplum için en iyi ekonomik sistem olacağına inanıyorlar. Teorilerine göre herkese faizsiz ve ücretsiz kredi imkanı sunulması, gelirleri eşitleme ve kârı en aza indirme eğiliminde olacak. Böylece yoksulluğu olduğu kadar zenginliği de ortadan kaldıracaktır. Açık pazardaki ücretsiz kredi ve özgür rekabet ekonomik eşitlikle sonuçlanırken devletin kaldırılmasının eşit özgürlüğü güvence altına alacağını söylüyorlar. Karşılıkçı toplumun ve bireyci toplumun toplumsal yaşamı, gönüllü anlaşmanın ve özgür sözleşmenin kutsallığına dayanacaktır.

Burada bireyci anarşistlerin ve karşılıkçıların tavrının kısa bir özetini verdim. Pratik olmadığını ve hatalı olduğunu düşündüğüm bu anarşist fikirleri ayrıntılı olarak ele almak bu çalışmamın amaçlarından değildir. Bir anarşist komünist olarak okuyucuya en iyi ve en sağlam olduğunu düşündüğüm görüşleri sunmakla ilgileniyorum. Bununla birlikte seni komünist olmayan anarşist teorilerin varlığı konusunda bilgisiz bırakmamanın adil olacağını düşündüm. Onları daha yakından tanımak için genel olarak anarşizm üzerine kitapların kaynakçadaki listesine başvurabilirsin.

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (23): Komünist Olmayan Anarşistler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/06/03/anarsizm-nedir-23-komunist-olmayan-anarsistler-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (22): Anarşist Komünizm İşlevsel Midir? – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/05/30/anarsizm-nedir-22-anarsist-komunizm-islevsel-midir-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/05/30/anarsizm-nedir-22-anarsist-komunizm-islevsel-midir-alexander-berkman/#respond Sun, 30 May 2021 14:26:34 +0000 https://meydan1.org/?p=72655 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 22. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Önceki bölümde gördüğümüz gibi, hiçbir yaşam adalet ve doğruluk ilkeleri üzerine inşa edilmedikçe özgür ve […]

The post Anarşizm Nedir? (22): Anarşist Komünizm İşlevsel Midir? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 22. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Önceki bölümde gördüğümüz gibi, hiçbir yaşam adalet ve doğruluk ilkeleri üzerine inşa edilmedikçe özgür ve güvenli, uyumlu ve tatmin edici olamaz. Adaletin ilk şartı ise herkes için özgürlük ve fırsat eşitliğidir.

Devlet ve sömürü altında ne eşit özgürlük ne de fırsat eşitliği var olabilir. Günümüz toplumunun tüm kötülükleri ve sıkıntılarının sebebi budur.

Anarşist komünizm, bu tartışılmaz gerçeğin anlaşılmasına dayanmaktadır. Zorlamama ve baskılamama ilkesi üzerine kurulmuştur; başka bir deyişle, özgürlük ve fırsat eşitliği üzerine kurulmuştur.

Böyle bir temelde yaşanan yaşam, adaletin tüm taleplerini tam anlamıyla karşılar. Tamamen özgür olacaksın ve diğer herkes özgürlüğün tadını çıkaracak. Bu hiç kimsenin bir başkasını zorlama veya baskılama hakkına sahip olmadığı anlamına gelir çünkü herhangi bir türden baskı, özgürlüğüne müdahale anlamına gelir.

Benzer şekilde fırsat eşitliği herkesin hakkıdır. Bu sebeple varoluş araçlarının tekeli ve özel mülkiyeti, fırsat eşitliğinin güvencesi amacıyla ortadan kaldırılacak.

Bu basit herkes için özgürlük ve fırsat eşitliği ilkesini akılda tutarsak, anarşist komünist toplumun inşa edilmesinin önündeki sorunları çözebiliriz.

O halde insan kendisini politik olarak zorlayabilecek veya baskılayabilecek hiçbir otoriteyi tanımayacak. Devlet kaldırılacak.

Ekonomik olarak, özgür erişim fırsatını korumak için yaşam varlıklarının özel mülkiyetine izin verilmeyecek.

Toprağın tekeline, üretim, dağıtım ve iletişim makinelerinin özel mülkiyetine bu nedenle anarşi altında tolere edilemez. Herkesin yaşamak için ihtiyaç duyduğu şeyi kullanma fırsatı, herkes için erişilebilir olmalıdır.

Özetle anarşist komünizmin anlamı şudur: Devletin, zorlayıcı otoritenin, tüm kurumlarının ve özel mülkiyetin kaldırılması; ki bu da tüm zenginlik ve refaha özgür ve eşit katılım anlamına gelir.

Arkadaşın “Anarşinin ekonomik eşitliği sağlayacağını söylediniz.” diyor. “Bu herkes için eşit ücret anlamına mı geliyor?”

Öyle. Ya da başka bir deyişle kamu refahına eşit katılım anlamına geliyor. Çünkü bildiğimiz gibi emek toplumsaldır. Hiç kimse kendi çabasıyla hiçbir şey yaratamaz. Eğer emek toplumsalsa, bunun sonuçlarının yani üretilen zenginliğin de toplumsal olması kolektiviteye ait olması gerektiği mantıklıdır. Bu nedenle hiç kimse toplumsal zenginliğin özel mülkiyetinde hak iddia edemez. Zenginlikten herkes aynı şekilde keyif alabilmelidir.

“Ama neden her birine işinin değerine göre ücret vermeyelim?” diye soruyorsun.

Çünkü emeğin değerinin ölçülebileceği bir yol yoktur. Değer ve ücret arasındaki fark budur. Değer bir şeyin gerçek kıymetidir, ücret ise bir şeyin piyasada satılabilecek veya satın alınabilecek ölçüsüdür. Bir şeyin gerçek kıymetinin ne olduğunu kimse söyleyemez. Politik iktisatçılar genellikle, bir metanın değerinin onu üretmek için gereken emek miktarı Marx’ın söylemiyle “toplumsal olarak gerekli emek” olduğunu iddia ederler. Ama görünüyor ki bu bir ölçüm standardı değil. Marangozun bir mutfak sandalyesi yapmak için üç saat çalıştığını, cerrahın senin hayatını kurtaran bir ameliyatı gerçekleştirmek için sadece yarım saat harcadığını varsayalım. Kullanılan emek miktarı değeri belirliyorsa o zaman sandalye hayatınızdan daha değerlidir. Tabii ki bu durum apaçık bir saçmalık. Cerrahın ameliyatı yapabilmesi için ihtiyaç duyduğu çalışma ve uygulama yıllarını sayman gerekse bile, “bir saatlik ameliyatın” değerinin ne olduğuna nasıl karar vereceksin? Marangoz ve duvar ustasının da işlerini düzgün bir şekilde yapabilmeleri için eğitilmeleri gerekiyor, ancak onlarla iş yaparken çıraklıklarını hesaba katmazsın. Ayrıca her işçinin, yazarın, ressamın veya doktorun emek verirken kullanması gereken özel yetenekler ve kabiliyet de dikkate alınmalıdır. Bu tamamen bireysel, kişisel bir faktör. Bunların değerini nasıl tahmin edeceksin?

Bu yüzden değer belirlenemez. Aynı şey bir kişi için çok değerliyken bir başkası için çok az değerli veya değersiz olabilir. Aynı kişi için bile zaman zaman çok değerliyken zaman zaman az değerli olabilir. Bir elmas, bir tablo veya bir kitap, bir kişi için çok büyük bir değere sahip olabilir ve o kişi diğerlerine çok az değer verebilir. Aç olduğunda bir somun ekmek senin için çok değerli olacaktır, aç olmadığında ise çok daha az değerli olacaktır. Bu nedenle bir şeyin gerçek değeri tespit edilemez; değer bilinemeyen bir miktardır.

Ancak ücreti ise kolayca öğrenilir. Beş somun ekmek varsa ve on kişi birer somun ekmek almak isterse, ekmeğin fiyatı artacaktır. On somun ve yalnızca beş alıcı varsa o zaman da fiyat düşecektir. Ücret, arz ve talebe bağlıdır.

Metaların fiyatlar aracılığıyla değiş tokuş edilmesi kâr elde etmeye, faydalanmaya ve sömürüye götürür; kısacası kapitalizmin bir formuna götürür. Kârı ortadan kaldırırsan herhangi bir fiyat sistemi, herhangi bir ücret veya ödeme sistemi olamaz. Bu, değiş tokuşun değere göre olması gerektiği anlamına gelir. Ancak değer belirsiz veya kesinleştirilemez olduğu için değiş tokuş, sonuç olarak “eşit” değer olmaksızın -çünkü böyle bir şey yoktur- adil olmalıdır. Diğer bir deyişle emek ve ürünleri, ihtiyaca göre bedelsiz, kârsız, özgürce alınıp verilmelidir. Bu mantıksal olarak ortak mülkiyete ve ortak kullanıma götürür. Bu sistem mantıklı, adil ve eşitlikçi bir sistemdir ve komünizm olarak bilinir.

“Ama sadece herkesin aynı şekilde paylaşması mı gerekiyor?” diye sorguluyorsun. “Zeki ve ahmak, verimli ve verimsiz, herkes aynı mı? Herhangi bir ayrım yapılmamalı mı, yetenekli olanlar için özel bir takdir yok mu?”

Sana sırasıyla sorayım dostum, doğanın hediyelerini daha güçlü veya daha yetenekli komşusu kadar cömertçe bağışlamadığı adamı cezalandıralım mı? Doğanın kendisine yüklediği dezavantajların üzerine bir de adaletsizlik mi ekleyelim? Herhangi bir insandan makul olarak bekleyebileceğimiz tek şey, elinden gelenin en iyisini yapmasıdır. Daha fazlası mümkün mü? Ve John’un yapabileceği kardeşi Jim’inki kadar iyi değilse bu onun talihsizliğidir ancak bunun için herhangi bir şekilde cezalandırılmamalıdır.

Ayrımcılıktan daha tehlikeli bir şey yoktur. Daha az yetenekli olanlara karşı ayrımcılık yapmaya başladığın anda, tatminsizlik ve öfkeyi besleyen koşullar oluşturursun: Kıskançlığa, uyumsuzluğa ve rekabete yol açarsın. Daha az yetenekli insanlardan ihtiyaç duydukları hava veya suyu alıkoymanın acımasızlık olduğunu düşünüyorsun. Aynı ilke insanın diğer istekleri için de geçerli değil mi? Ne de olsa yemek, giyecek ve barınak meselesi dünya ekonomisindeki en küçük kalemdir.

Birinin elinden gelenin en iyisini yapmasını sağlamanın en kesin yolu ona karşı ayrımcılık uygulamak değil, ona başkalarıyla eşit bir şekilde davranmaktır. Bu, en etkili teşvik ve cesaretlendirmedir. Bu, adil ve insani olandır.

“Ama tembel insanla, çalışmak istemeyen insanla ne yapacaksın?” diye soruyor arkadaşın.

Bu ilginç bir soru ve tembellik diye bir şeyin var olmadığını söylediğimde muhtemelen çok şaşıracaksın. Tembel insan dediğimiz şey, genellikle yuvarlak bir delikteki kare şeklinde biridir. Yani yanlış yerdeki doğru kişi. Ve her zaman bir arkadaşın yanlış yerde olduğunda, verimsiz veya kayıtsız olacağını göreceksin. Çünkü sözde tembellik ve büyük ölçüde verimsizlik sadece uyumsuzluk ve yanlış yerleştirmedir. Eğilimlerin ya da mizacın nedeniyle uygun olmadığın şeyi yapmaya mecbur kalırsan bunda verimsiz olursun; ilgilenmediğin bir işi yapmaya zorlanırsan bu işte tembel olursun.
Çok sayıda insanın istihdam edildiği işleri yönetmiş olan herkes bunu kanıtlayabilir. Hapishanede yaşam, bu gerçeğin özellikle ikna edici bir kanıtıdır ve sonuçta çoğu insan için günümüzün varlığı büyük bir hapishaneden ibarettir. Hapishanede gardiyanlar, tutsakları hiçbir yetenek veya ilgilerinin olmadığı görevlere koyup her zaman tembel olduklarını, sürekli cezaya tabi olduklarını söyleyecektir. Ancak bu “inatçı hükümlüler” kendi eğilimlerine hitap eden bir işe atanır atanmaz, hapishanelerdeki tabirle “makbul insan” oluyorlar.

Rusya’da da bunun gerçekliği kendini yoğun bir şekilde gösterdi. İnsan potansiyellerini ve çevrenin onlar üzerindeki etkisini ne kadar az bildiğimizi, yanlış koşulları kötü davranışla nasıl karıştırdığımızı gösterdi. Yabancı topraklarda sefil ve önemsiz bir yaşam süren, evlerine dönen ve devrimde faaliyetlerine uygun bir alan bulan Rus göçmenler, kendi alanlarında harika işleri başardılar. Muhteşem örgütleyiciler, demiryolları kurucuları ve sanayi yaratıcıları haline geldiler. Bugün yurtdışında en çok tanınan Rus isimleri arasında, yetenekleri ve enerjilerinin uygun alan bulamadığı koşullar altında kayıtsız ve verimsiz olarak kabul edilen insanlar var.

Bu insan doğasıdır: Belirli bir alandaki verimlilik, onun için eğilim ve yetenek anlamına gelir. Endüstri ve sanayi ise kârı ifade eder. Bu yüzden dünyada günümüzde çok fazla verimsizlik ve tembellik var. Bugünlerde gerçekten kim kendisi için doğru olan yerde ki? Kim gerçekten sevdiği ve ilgilendiği şey üzerinde çalışıyor?

Mevcut koşullar altında ortalama bir insanın, kendisini eğilimlerine ve tercihlerine hitap eden görevlere adaması için çok az seçenek var. Doğduğun yer ve koşullar genellikle çalışma alanını veya mesleğini belirler. Finansçının oğlu banka hesaplarıyla ilgilenmektense odunları kırmak için daha yetenekli olsa bile o, odun kırıcısı olmaz. Orta sınıflar çocuklarını kolejlere göndererek onları doktor, avukat ya da mühendis yapar. Ancak ebeveynlerin eğitim almana imkan sağlayamayacak işçiler idiyse, önüne gelen herhangi bir işe girme ya da birinin çırağı olarak ticarete atılma ihtimalin yüksektir. Uğraşına ve mesleğine doğal tercihlerin, eğilimlerin veya yeteneklerin değil içine doğduğun koşullar karar verir. Öyleyse çoğu insanın, ezici çoğunluğun aslında yanlış yere yerleştirilmesi şaşırtıcı mı? Karşılaştığın ilk yüz kişiye yaptıkları işi seçip seçmeyeceklerini veya seçme özgürlüğü olsalardı devam edip etmeyeceklerini sor ve onlardan doksan dokuzu başka bir mesleği tercih edeceklerini kabul edecektir. Gereklilik ve maddi avantajlar ya da bunların umudu çoğu insanı yanlış yerde tutar.

Bir kişi ancak işine ilgisi olduğunda, ona karşı doğal bir çekim hissettiğinde, beğendiğinde verebileceğinin en iyisini verir. O zaman çalışkan ve verimli olacaktır. Modern kapitalizmden önceki günlerde zanaatkârın ürettiği şeyler neşe ve güzellik nesneleriydi çünkü zanaatkâr işini seviyordu. Çirkin devasa fabrikadaki modern angaryadan güzel şeyler çıkmasını bekleyebilir misin? O artık makinenin bir parçası, ruhsuz endüstride bir dişli; işçiliği mekanik ve zorla. Buna kendisi için değil başkasının yararına çalışmayı ve işinden nefret ettiği ya da en iyi ihtimalle haftalık ücretini güvence altına almak dışında hiçbir çıkarının olmadığı hissini ekleyin. Sonuç çekingenlik, verimsizlik, tembelliktir.

Faaliyet ihtiyacı, insanın en temel dürtülerinden biridir. Bir çocuğu izle ve eylem, hareket etme, bir şeyler yapma içgüdüsünün ne kadar güçlü olduğunu gör. Bu içgüdü güçlü ve süreklidir. Sağlıklı her insan için de durum aynıdır. Enerjisi ve canlılığı kendini göstermek ister. Seçtiği işi, sevdiği şeyi yapmasına izin ver; yaparken ne yorgunluk ne de kaçınma hissedecektir. Bunu fabrika işçisinin bir bahçeye ya da üzerinde çiçek ya da sebze yetiştirebileceği bir toprak parçasına sahip olacak kadar şanslı olduğunda gözlemleyebilirsin. Emeği ne kadar zahmetli olursa olsun, özgür seçimle kendi menfaati için yapılan en ağır işlerin bile tadını çıkarır.

Anarşizmde her bir insan, doğal eğilimlerine ve yeteneklerine hitap edecek herhangi bir mesleği takip etme fırsatına sahip olacak. Çalışmak, günümüzde yaşanan öldürücü angarya yerine, bir zevk haline gelecektir. Tembellik bilinmeyecek, ilgi ve sevginin yarattığı şeyler güzellik ve neşe nesneleri olacak.

“Ama emek bir zevk haline gelebilir mi?” diye sorguluyorsun.

Emek; bugün zahmetli, tatsız ve yorucudur. Ancak genellikle çok zor olan işin kendisi değildir: İşi böyle yapan şey, emek vermeye mecbur olduğun koşullardır. Özellikle uzun saatler, sağlıksız atölyeler, kötü muamele, yetersiz ücret vb. Yine de en tatsız işler bile çevreyi iyileştirerek daha hafif hale getirilebilir. Örneğin kanalizasyon temizliğini ele alalım. Pis bir iştir ve parası düşüktür. Bu tür işler için günde 5 dolar yerine 20 dolar alman gerektiğini varsayalım. İşini anında daha hafif ve daha keyifli bulacaksın. İşe başvuranların sayısı bir anda artacak. Bu insanların tembel olmadıkları, uygun şekilde ödüllendirilirlerse zor ve tatsız işlerden korkmadıkları anlamına gelir. Fakat bu tür çalışmalar önemsiz kabul edilir ve küçümsenir. Neden önemsiz kabul edilir? Çok kullanışlı ve kesinlikle gerekli değil mi? Salgın hastalıklar şehrimizi değil, sokak ve kanalizasyon temizleyicilerini mağdur etmiyor mu? Şüphesiz ki şehrimizi temiz ve sağlıklı tutan insanlar gerçek hayırseverlerdir, sağlığımız ve refahımız için aile hekiminden daha hayati önem taşırlar. Toplumsal fayda açısından temizlik işçisi doktorun profesyonel meslektaşıdır: Doktor, hasta olduğumuzda bizle ilgilenir ama temizlik işçisi sağlıklı kalmamıza yardımcı olur. Yine de temizlik işçisi küçümsenirken doktora saygı duyulur ve hürmet gösterilir. Neden? Temizlik işçisinin işi pis olduğu için mi? Cerrahın da çoğu kez gerçekleştirmesi gereken çok “pis” işler vardır. O zaman temizlik işçisi neden küçümsenir? Çünkü çok az para kazanıyor.

Sapkın medeniyetimizde her şey para standartlarına göre değerlenir. En yararlı işi yapan kişiler, istihdamları kötü ücretlendirildiğinde toplumsal ölçekte en düşük seviyededir. Bununla birlikte temizlik işçisinin günde 100 dolar almasına neden olacak bir şey olsaydı ve doktorla aynı ücreti kazansaydı, anında o “pis” temizlik işçisi toplumsal ölçekte yükselir ve birdenbire iyi ücret kazanan saygıdeğer birine dönüşürdü.

Görüyorsunuz ki ücret, maaş, ücret ölçeği; emeğin değer ya da kıymetini değil bugünkü kâr sistemimiz altında işin değerini ve aynı zamanda bir insanın kendisinin “değerini” belirler.

Mantıklı bir toplum -anarşist koşullar altında- bu tür meseleleri yargılamak için tamamen farklı standartlara sahip olacaktır. İnsanlar toplumsal açıdan yararlı olma istekliliklerine göre takdir edilecektir.

Böylesine yeni bir tavrın ne gibi büyük değişimler yaratacağını anlayabiliyor musun? Her birimiz, herkesin saygı ve hayranlığını istiyoruz; bu onsuz yaşayamayacağımız cansuyumuzdur. Hapishanede bile zeki yankesicinin ya da kasa hırsızının, arkadaşlarının takdirini ne kadar istediğini ve bunun için ne kadar çabaladığını gördüm. Çevremizin görüşleri davranışımızı yönetir. Toplumsal atmosfer değerlerimizi ve davranışlarımızı derinden belirler. Kişisel deneyimin sana bunun ne kadar doğru olduğunu söyleyecektir ve bu nedenle anarşist bir toplumda insanların daha hafif bir iş yerine, en yararlı ve zor işi yapmak isteyeceklerini söylediğimde şaşırmayacaksın. Böyle düşünürsen, artık tembellik veya kaçınma korkun olmayacak.

Ancak en zor ve en zahmetli görev, bugün olduğundan daha kolay ve daha temiz yapılabilir. Kapitalist patron, çalışanlarının emeğini daha hoş ve parlak hale getirmek için kullanabileceği parayı harcamayı umursamıyor. Yalnızca bu yolla daha büyük kârlar elde etmeyi umduğunda iyileştirmeler sunacaktır ancak tamamen insani nedenlerden dolayı ekstra harcamaya gitmeyecektir. Yine de sana burada, daha zeki işverenlerin fabrikalarını iyileştirmenin, onları daha sağlıklı ve hijyenik hale getirmenin ve genellikle çalışma koşullarının daha iyi hale getirilmesinin kârlarını arttırdığını görmeye başladığını hatırlatmalıyım. Bunun iyi bir yatırım olduğunun farkındalar: Artan memnuniyetle ve dolayısıyla çalışanlarının daha fazla verimliliği ile sonuçlanıyor. İlke net. Elbette bugün, bu ilke yalnızca daha büyük kârlar için sömürülüyor. Ancak bunlar anarşizmde kişisel kazanç uğruna değil işçilerin sağlığı uğruna emeğin hafifletilmesi için uygulanacaktır. Mekanik alanındaki gelişmemiz o kadar büyük ve sürekli olarak artmakta ki, zorlu işlerin çoğu modern makinelerin ve işçilikten tasarruf sağlayan cihazların kullanılmasıyla ortadan kaldırılabilir. Örneğin kömür madenciliğinde olduğu gibi birçok endüstride efendilerin çalışanlarının refahına kayıtsız kalması ve ilgili harcamalar nedeniyle, yeni güvenlik araçları ve temizlik gereçleri kullanılmamaktadır. Ancak kâr amacı gütmeyen bir sistemde teknik bilim, yalnızca emeği daha güvenli, daha sağlıklı, daha hafif ve daha keyifli hale getirmek amacıyla çalışır.

Arkadaşın, “Ancak ne kadar hafif çalışırsan çalış, günde sekiz saat çalışmak zevkli değildir” diye itiraz ediyor.

Tamamen haklı. Ama neden günde sekiz saat çalışmak zorunda olduğumuzu hiç düşündün mü? Çok uzun zaman önce insanların on iki ve on dört saat kölelik yaptıklarını, Çin ve Hindistan gibi geri kalmış ülkelerde hâlâ böyle olduğunu biliyor musun?

Günde en fazla üç saat çalışmanın dünyayı doyurmak, barındırmak, giydirmek ve onu sadece ihtiyaçlarla değil aynı zamanda tüm modern yaşam konforlarıyla sağlamak için yeterli olduğu istatistiksel olarak kanıtlanabilir. Mesele şu ki beş kişiden biri bugün üretken bir iş yapmıyor. Tüm dünya küçük bir emekçi azınlığı tarafından destekleniyor.

Her şeyden önce günümüz toplumunda yapılan ve anarşist koşullar altında gereksiz hale gelecek olan işin miktarını düşün. Dünyanın ordularını, donanmalarını alın ve savaş kaldırıldığında -tabii ki anarşizmde olduğu gibi- yararlı ve üretken bir çaba için kaç milyon insanın serbest kalacağını düşün.

Her ülkede günlük emek, ülkenin refahına hiçbir katkısı olmayan, hiçbir şey yaratmayan ve hiçbir işe yaramayan milyonları destekliyor. Bu milyonlar, üretici olmadan sadece tüketicidir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde 120 milyonluk bir nüfusta, çiftçiler de dahil olmak üzere 30 milyondan az işçi var. Her ülkede durum benzerdir.

Her 120 kişiye sadece 30 işçi düştüğü için emeğin uzun saatler çalışmak zorunda kalması şaşırtıcı mı? Katipleri, asistanları, acenteleri ve ticari gezginleri ile büyük işletme sınıfları; hakimler, kayıt tutucular, icra memurları vb. ile mahkemeler; personeliyle birlikte avukatlar lejyonu; milis ve polis güçleri; kiliseler ve manastırlar; hayır kurumları ve fakirler; gardiyanları, memurları, bakıcıları ve üretken olmayan hükümlü nüfusu ile hapishaneler; işi seni istemediğin veya ihtiyacın olmayan şeyleri almaya ikna etmek olan reklamcılar ve yardımcılarından oluşan orduları, tüm tembellik içinde lüks bir şekilde yaşayan sayısız unsurdan bahsetmiyorum bile. Bütün bunlar her ülkede milyonlarca kişidir.

Eğer tüm bu milyonlar kendilerini yararlı bir emeğe verseydi işçinin günde sekiz saat uğraşması gerekecek miydi? Eğer 30 kişi belirli bir görevi yerine getirmek için sekiz saat ayırmak zorundaysa 120 kişinin aynı şeyi başarması ne kadar az zaman alır? Seni istatistiklere boğmak istemiyorum, ancak günlük 3 saatten az fiziksel eforun dünyanın işini yapmak için yeterli olacağını kanıtlamak için yeterli veri var.

Dünyanın en zor işinin bile sadece günde üç saatte, en hijyenik ve sağlıklı koşullarda, kardeşlik ve emeğe saygı atmosferinde şu anki lanetli kölelik yerine bir zevk haline geleceğinden şüphen var mı?

Ayrıca bu kısa saatlerin daha da azalacağı günü önceden tahmin etmek zor değil. Çünkü teknik yöntemlerimizi sürekli geliştiriyoruz ve her zaman yeni iş gücü tasarrufu sağlayan makineler icat ediliyor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yaşamı Çin veya Hindistan’daki yaşamla karşılaştırarak görebileceğin gibi, mekanik gelişme daha az iş ve daha fazla konfor anlamına gelir. Çin ve Hindistan gibi ülkelerde varoluşun en yalın gereksinimlerini karşılamak için uzun saatler boyunca çalışılır, oysa Amerika’da ortalama bir işçi bile daha az çalışma saatiyle çok daha yüksek bir yaşam standardına sahiptir. Bilimin ve tekniğin gelişmesi, sevdiğimiz arayışlar için daha fazla boş zaman anlamına geliyor.

Kârın ortadan kalktığı mantıklı bir sistem altındaki örneklerin olanaklarını geniş ve detaylı bir şekilde özetledim. Böylesi bir toplumsal durumun en ufak detaylarına girmek gerekli değildir: Anarşist komünizmin herkes için özgür bir yaşamla en büyük maddi refah anlamına geldiğini göstermek için söylenenler yeterlidir.

Emeğin hoş bir egzersiz haline geleceği zamanı, fiziksel çabanın dünyanın ihtiyaçlarına eğlenceli bir şekilde uyarlanabileceğini tahayyül edebiliriz. İnsan daha sonra günümüze dönüp bakacak, bugünkü çalışmanın kölelik olup olmadığını merak edecek ve nüfusun geri kalanı zamanlarını, sağlıklarını ve halkın zenginliğini boşa harcarken alnının teriyle ekmeği kazananların -nüfusun beşte birinden daha azını oluşturanların- acı çektiği bir neslin akıl sağlığını sorgulayacak. İnsanların ihtiyaçlarının en özgür şekilde karşılanmasının neden açıklıkla kabul edilmediğini ya da doğal olarak aynı nesneleri arayan insanların, karşılıklı çekişmelerle hayatı zor ve sefil hale getirmekte neden ısrar ettiklerini merak edecekler. Lükslerle zengin bir dünyada insanın tüm varoluşunun sürekli bir yemek mücadelesi olduğuna -büyük çoğunluğa kalbin ve aklın daha yüksek arayışı için ne zaman ne de güç bırakan bir mücadele- inanmayı reddedecekler.

“Ama anarşizmle yaşam, ekonomik ve toplumsal eşitlikte herkesin ‘aynı’ olduğu anlamına gelmeyecek mi?” diye soruyorsun.

Hayır dostum, tam tersi. Çünkü eşitlik niceliksel eşitlik değil fırsat eşitliği demektir. Örneğin Smith’in günde beş öğüne ihtiyacı olması Johnson’ın da aynı öğün yemek yemesi gerektiği anlamına gelmez. Eğer Smith beş öğün yemek isterken Johnson yalnızca üç öğün yemek isterse her birinin tükettiği miktar eşit olmayabilir. Ancak her iki adam da kendi doğasının gerektirdiği kadar, ihtiyaç duyduğu kadar tüketmek konusundaki fırsatta tamamen eşittir.

Özgürlükte eşitliği tutsakların tutulduğu kamplardaki zoraki eşitlik ile özdeşleştirme hatasına düşme. Gerçek anarşist eşitlik, niceliği değil özgürlüğü ifade eder. Bu, herkesin aynı şeyleri yemesi, içmesi veya giymesi, aynı işi yapması veya aynı şekilde yaşaması gerektiği anlamına gelmez. Aslında tam tersidir.

İştahların farklılığı gibi, bireysel ihtiyaçlar ve zevkler de farklılık gösterir. Gerçek eşitliği oluşturan şey bunları tatmin etmek için fırsat eşitliğidir.

Bu eşitlik aynılaşmanın ötesinde, mümkün olan en geniş çeşitlilikteki faaliyet ve gelişmenin kapısını açar. Çünkü insan karakteri çok çeşitlidir ve bu çeşitliliğin bastırılması sadece tekdüzelik ve aynılaşma ile sonuçlanır. Bireyselliğini ifade etme ve eyleme dönüştürme özgürlüğü, doğal farklılıkların ve varyasyonların gelişmesi anlamına gelir.

İki çimen yaprağının birbirine benzemediği söylenir. İnsanlar çok çok daha az benzerdir. Dünyada iki kişi dış görünüşte bile tam olarak birbirine benzemez; fizyolojik, zihinsel ve ruhsal yapıları daha da farklıdır. Yine de bu çeşitliliğe ve bin bir karakter farklılığına rağmen, insanları günümüzde birbirine benzemeye zorluyoruz. Hayatımız ve alışkanlıklarımız, davranışlarımız ve tavırlarımız, hatta düşüncelerimiz ve duygularımız tek tip bir kalıba sıkıştırılır ve aynılık haline getirilir. Otorite, hukuk, yazılı ve yazılı olmayan, gelenek ve görenek ruhu bizi ortak bir çukura zorlar ve insanı bağımsızlık veya bireyselliğin olmadığı iradesiz bir otomat haline getirir. Bu ahlaki ve entelektüel esaret, herhangi bir fiziksel zorlamadan daha baskıcıdır, insanlığımız ve gelişimimiz için daha yıkıcıdır. Hepimiz onun kurbanlarıyız ve sadece son derece güçlü olanlar zincirlerini -sadece kısmen- kırmayı başarır.

Geçmişin ve şimdinin otoritesi sadece davranışımızı belirlemekle kalmaz, aynı zamanda zihnimize ve ruhumuza da hükmeder ve uyumsuzluğun, bağımsız tavrın ve alışılmışın dışında düşüncenin her belirtisini bastırmak için sürekli olarak çalışır. Toplumsal kınamanın tüm ağırlığı, geleneksel kurallara meydan okumaya cüret eden erkek ya da kadının başına gelir. Dövülmüş yolu takip etmeyi reddeden Protestan’a veya kabul edilen formüllere inanmayan kafirlere acımasız bir öç alma dalgası gelir. Bilimde ve sanatta, edebiyatta, şiirde ve resimde bu ruh adaptasyonu ve uyumu zorunlu kılarak yerleşmiş ve onaylanmış olanın, kalıplaşmış ifadede tekdüzelik ve aynılık içinde taklit edilmesiyle sonuçlanır. Ama daha da korkunç bir şekilde gündelik ilişkilerimizde ve davranışlarımızda yani gerçek yaşamda uygunsuzluk cezalandırılır. Ressam ve yazar zaman zaman gelenek ve emsallere karşı geldiği için affedilebilir çünkü sonuçta isyanları kağıt veya tuval ile sınırlıdır: Sadece nispeten küçük bir çevreyi etkiler. Onlar göz ardı edilebilir veya çok az zarar verebilecek eylemler olarak etiketlenebilir ancak kabul edilmiş standartlara meydan okumasını toplumsal hayata taşıyan eylem insanı için durum bu değildir. O zararsız olarak kabul edilmez. Örnek gücüyle, varlığıyla tehlikelidir. Toplumsal kanunları ihlal etmesi ne göz ardı edilebilir ne de affedilebilir. Toplum düşmanı olarak suçlanır.

Egzotik şiirlerde ifade edilen veya alçakgönüllü felsefi tezlerde maskelenen devrimci duygu veya düşünceye işte bu nedenle göz yumulabilir, resmi ve gayriresmi sansürden sıyrılabilir çünkü genel olarak halk tarafından ne erişilebilir ne de anlaşılır. Ancak aynı muhalif tavrı halk için dile getirirsen derhal yerleşik olanın korunmasını savunan tüm güçlerin ağızlarından köpükler saçarak seni kınamalarıyla yüzleşirsin.

Zorunlu uyum en öldürücü zehirden bile daha kısır ve öldürücüdür. Çağlar boyunca, insanın gelişmesinin önündeki en büyük engel olmuş, onu binlerce yasak ve tabu ile tehlikeye atmış, aklını ve kalbini eskimiş kanun ve kodlarla ağırlaştırmış, iradesini düşünce ve duygu zorunluluklarıyla, “yapmalısın” ve “yapmayacaksın” davranış ve eylemleriyle engellemiştir. Yaşam, yaşama sanatı; donuk, düz ve hareketsiz bir reçete haline geldi.

Yine de insan doğasının doğuştan gelen çeşitliliği o kadar güçlüdür ki bu yüzyıllarca süren aptallaştırma onun özgünlüğünü ve benzersizliğini tamamen ortadan kaldırmayı başaramamıştır. Haklısın. Büyük çoğunluk, geniş ovalara geri dönemeyecek kadar derin çukurlara düşmüş durumda. Ancak bazıları alışılagelmiş yoldan uzaklaşıyor, güzelliğin ve ilhamın yeni manzaralarının kalbe ve ruha seslendiği açık yolu buluyor. Dünya bu insanları kınıyor ama yavaş yavaş onların örneklerini takdir ve takip ediyor, nihayet onlarla yan yana duruyor. Bu arada bu yol göstericiler öldükten sonra onlar için anıtlar dikiyoruz ve onların ruhlarını paylaşan kardeşlerini, kendi çağımızın yol göstericilerini çarmıha germeye ve onları düşmanlaştırmaya devam ediyoruz.

Bu hoşgörüsüzlük ve zulüm ruhunun altında otorite alışkanlığı vardır: Baskın standartlara uymaya zorlama, emsal ve kurallara göre -ahlaki ve yasal olarak- başkaları gibi olmaya ve onlar gibi hareket etmeye zorlama.

Uygunluğun doğal bir özellik olduğu genel görüşü tamamen yanlıştır. Tam tersine beşikten beri zihne işlenen alışkanlıklardan kurtulup en ufak bir şans yakalandığında insan, benzersizliği ve özgünlüğü kanıtlar. Örneğin çocukları gözlemle, zihinsel ve ruhsal ifadede tavır ve tutum açısından çok çeşitli farklılıklar göreceksin. Ebeveyn ve öğretmenin otoritesine karşı isyanla, dışarıdan empoze edilen iradeye açık ve gizli bir muhalefetle tezahür eden, bireyselliğe ve bağımsızlığa, uyumsuzluğa içgüdüsel bir eğilim keşfedeceksin. Çocuğun tüm öğrenimi ve “eğitimi”, bu eğilimi bastırmak ve ezmek için sürekli bir süreçtir. Onun ayırt edici özelliklerinin, başkalarına benzememesinin, kişiliğinin ve özgünlüğünün ortadan kaldırılmasıdır. Yine de bir yıl boyunca süren baskı, bastırma ve kalıplamaya rağmen olgunluğa ulaştığında çocukta bir miktar özgünlük devam eder. Bu da bireyselliğin kaynaklarının ne kadar derin olduğunu gösterir. Mesela bir trajediye, büyük bir yangına aynı zamanda ve aynı yerde tanık olan herhangi iki kişiyi ele alalım. Her biri hikayeyi farklı bir şekilde anlatacak, her biri kendi doğal olarak farklı psikolojisi nedeniyle onu ilişkilendirme biçiminde ve yaratacağı izlenimde özgün olacaktır. Ama aynı iki kişiyle bazı temel toplumsal meseleler hakkında, örneğin yaşam ve devlet hakkında konuşun. Hemen benzer düşünceleri -yerleşik görüşü, egemen zihniyeti- ifade ettiklerini duyarsınız.

Neden? Çünkü insan; ilke ve kurallarla engellenmediği, alışılmışın dışında olma korkusuyla sınırlanmadığı ve kendisi için düşünme, hissetme özgürlüğüne bırakıldığında bağımsız ve özgür olacaktır. Ancak sohbet, toplumsal zorunluluklarımız alanındaki konulara değindiği anda, kişi tabuların pençesine düşer ve bir kopya, bir papağan olur.

Anarşizmde özgür yaşam, insanı yalnızca mevcut politik ve ekonomik köleliğinden özgürleştirmekten daha fazlasını yapacaktır. Bu, gerçek bir insan varoluşunun başlangıcı, yalnızca ilk adımı olacaktır. Böylesi bir özgürlüğün sonuçları, onun insanın zihni ve kişiliği üzerindeki etkileri çok daha büyük ve önemli olacaktır. Zorlayıcı dış iradenin ve onunla birlikte otorite korkusunun ortadan kaldırılması, ahlaki zorlamanın bağlarını ekonomik ve fiziksel bağlar kadar gevşetecektir. İnsanın ruhu özgürce nefes alacak ve bu zihinsel kurtuluş yeni bir kültürün, yeni bir insanlığın doğuşu olacak. Zorunluluklar ve tabular ortadan kalkacak. İnsan, bireysel eğilimlerini ve benzersizliğini geliştirmeye ve ifade etmeye başlayacak. Kamu vicdanı “yapmayacaksın” yerine “bütün sorumluluğu üstlenerek yapabilirsin” diyecek. Bu, insanlık onuru ve kendine güven konusunda evde ve okulda başlayan, hayata yeni bir tavırla bakan yeni bir ırkı yaratacak eğitime dönüşecek.

Yeni günün insanı, varoluşu tamamen farklı bir düzlemde görecek ve hissedecek. Onun için yaşamak bir sanat ve bir neşe olacak. Hayatı, herkesin olunabilecek en hızlı koşucu olmaya çalışması gereken bir yarış olarak görmeyi bırakacak. Boş zamanı işten daha önemli olarak görecek ve iş; boş zamanın, yaşamdan zevk almanın aracı olarak kendisine uygun olan pozisyona -geri plana- atılacaktır.

Hayat; daha ince kültürel değerler için çabalamak, doğanın gizemlerine nüfuz etmek, daha yüksek gerçeğe ulaşmak anlamına gelecektir. Zihninin sınırsız olanaklarını kullanma, bilgi sevgisinin peşinden gitme, yaratıcı dehasını uygulama, yaratma ve hayal gücünün kanatlarında uçma özgürlüğüne sahip olan insan; tam potansiyeline ulaşacak ve gerçekten de insan olacaktır. Doğasına göre büyüyecek ve gelişecektir. Tek tipliği küçümseyecek; insan çeşitliliği onun varlığın zenginliğine olan ilgisini artıracak ve daha tatmin edici bir his verecektir. Onun için hayat, işleyişten değil yaşamaktan ibaret olacak ve insanın yaratabileceği en büyük özgürlüğe, neşe içindeki özgürlüğe kavuşacaktır.

“O gün gelecekte, çok uzaklarda. Bunu nasıl gerçekleştireceğiz?” diye soruyorsun.

Gelecekte belki; yine de belki o kadar da uzakta değildir, bunu kimse söyleyemez. Her halükarda doğru yolda kalmak istiyorsak nihai amacımızı daima görüş alanında tutmalıyız. Anlattığım değişiklik bir gecede gerçekleşmeyecek; hiçbir şey bir gecede gerçekleşmez. Doğadaki ve toplumsal yaşamdaki her şeyde olduğu gibi kademeli bir gelişme olacaktır. Ancak mantıklı, gerekli ve kaçınılmaz bir gelişme olacağını söyleyebilirim. Kaçınılmazdır, çünkü insanın eğilimi hep bu yönde olmuştur; zikzaklar halinde olsa ve genellikle yolunu kaybetse bile bu eğilim her zaman doğru yola döner.

O halde “bu” nasıl var olacak?

Çeviri: Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (22): Anarşist Komünizm İşlevsel Midir? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/05/30/anarsizm-nedir-22-anarsist-komunizm-islevsel-midir-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (21): Anarşizm Mümkün Müdür? – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/05/19/anarsizm-nedir-21-anarsizm-mumkun-mudur-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/05/19/anarsizm-nedir-21-anarsizm-mumkun-mudur-alexander-berkman/#respond Wed, 19 May 2021 16:44:06 +0000 https://meydan1.org/?p=72479 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 21. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. “Eğer devletsiz yaşayabilseydik mümkün olabilirdi ama yaşayabilir miyiz?” diye soruyorsun. Soruna verilebilecek en iyi cevabı […]

The post Anarşizm Nedir? (21): Anarşizm Mümkün Müdür? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 21. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

“Eğer devletsiz yaşayabilseydik mümkün olabilirdi ama yaşayabilir miyiz?” diye soruyorsun.

Soruna verilebilecek en iyi cevabı senin hayatını inceleyerek verebiliriz.

Devlet var oluşunda nasıl bir rol oynuyor? Yaşamana yardımcı oluyor mu? Seni doyuruyor mu, giydiriyor mu, barınmanı sağlıyor mu? Çalışmak ve keyif almak için onun yardımına muhtaç mısın? Hastalandığında doktoru mu çağırırsın yoksa polisi mi? Devlet sana doğanın bahşettiklerinden daha fazlasını verebilecek kabiliyete sahip mi? Seni hastalıktan, yaşlılıktan veya ölümden koruyabilir mi?

Gündelik yaşantını düşün; devletin senin işlerine müdahale etmek, seni belirli şeyleri yapmaya zorlamak veya yapmaktan men etmek dışında hayatında hiçbir işlevi olmadığını göreceksin. Örneğin -istesen de istemesen de- seni vergi ödemeye ve kendisini desteklemeye zorlar. Üniforma giyip orduya katılmanı sağlar. Kişisel yaşamını istila eder, sana emreder, seni zorlar, ne yapacağını belirler ve sana genellikle istediği gibi davranır. Sana neye inanman gerektiğini bile söyler, başka türlü düşündüğün ya da davrandığında seni cezalandırır. Ne yiyip içeceğini bile belirler ve itaatsizlik ettiğin için seni hapseder veya vurur. Sana emreder ve hayatının her anına hükmeder. Seni kötü ve bir koruyucunun güçlü eline ihtiyaç duyan sorumsuz bir çocuk olarak görür; itaat etmezsen de seni sorumlu tutar.

Anarşizmde yaşamın ayrıntılarını daha sonra ele alacağız. Bu toplum biçiminde hangi koşulların ve kurumların var olacağını, nasıl işleyeceklerini ve insan üzerinde ne gibi etkilere sahip olabileceklerini göreceğiz.

Şimdilik ilk önce böyle bir koşulun mümkün olduğundan, anarşizmin uygulanabilirliğinden bahsedelim.

Günümüzde ortalama bir insanın varoluşu ne anlama gelir ki? Neredeyse tüm zamanını geçimini sağlamaya ayırıyorsun. Hayatını kazanmak için o kadar meşgulsün ki yaşamak için, hayatın tadını çıkarmak için neredeyse hiç zamanın kalmıyor. Zamanın olmadığı gibi paran da yok. Bir işin varsa şanslısın. Ekonomik durgunluk zaman zaman yükseliyor: İşsizlik var ve her yıl her ülkede binlerce kişi daha işsiz kalıyor.

Böylesi zamanlarda gelir yok, ücret yok. Endişe ve yoksunluk, hastalık, çaresizlik ve intihar var. Yoksulluk ve suç var. Bu yoksulluğu hafifletmek için -hepsi vergilerin tarafından finanse edilen- hayır kurumları, aşevleri, bedava hastaneler inşa ediliyor. Suçu önlemek ve suçluları cezalandırmak için polisi, hâkimleri, savcıları, hapishaneleri, gardiyanları, bütün devlet güçlerini fonlamak zorunda olan yine sensin. Daha anlamsız ve işlevsiz bir şey hayal edebiliyor musun?

Yasama meclisleri kanunları geçirir, hâkimler onları yorumlar, çeşitli memurlar onları infaz eder, polis suçluyu takip eder ve tutuklar, son olarak hapishane müdürü onu hapseder. Çok sayıda kişi ve kurum, işi olmayanı çalmaktan alıkoymakla meşgul ve çalmayı denerse de onu cezalandırıyor. Sonra ona, yokluğu ilk başta yasayı çiğnemesine neden olan, yaşamını idame ettirebileceği kaynaklar sağlanır. Kısa veya uzun bir dönemden sonra serbest kalır. Sonrasında eğer iş bulamazsa aynı hırsızlık, tutuklama, yargılama ve hapis döngüsü yeniden başlar.

Bu yaşadığımız sistemin saçma karakterinin kaba ama tipik bir örneğidir; aptal ve verimsiz. Yasa ve düzen ise bu sistemi destekliyor.

Gerçekte hayatımızın devletle hiçbir bağlantısı yok, devlete ihtiyacımız yok. Devlet sadece yasa ve düzenin devreye girmesiyle hayatımıza müdahil olabiliyorken yine de çoğu insanın devletsiz yaşayabileceğimizi hayal edememesi garip değil mi?

“Ama güvenlik ve kamu düzeni…” diye itiraz ediyorsun, “Yasa ve düzen olmadan buna sahip olabilir miydik? Bizi suçluya karşı kim koruyacak?”

Gerçek şu ki -önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi- “yasa ve düzen” denen şey gerçekten en kötü düzensizliktir. Az da olsa sahip olduğumuz bütün düzen ve barış, çoğunlukla devlete rağmen halkın sağduyusu ve ortak çabasından kaynaklanmaktadır. Devletin sana “hareket halindeki bir otomobilin önüne geçmemeni” söylemesine ihtiyacın var mı? Brooklyn Köprüsü’nden veya Eyfel Kulesi’nden atlamaman için onun emirlerine ihtiyacın var mı?

İnsan toplumsal bir varlıktır: Tek başına var olamaz, topluluk halinde yaşar. Bize güvenlik ve rahatlık sağlayan ortaklaşmalar karşılıklı ihtiyaç ve ortak çıkarlarla var olur. Bu tür bir birlikte çalışma özgürlük ve gönüllülük esasına dayanır; herhangi bir devletin zorlamasına gerek yoktur. Bir spor kulübüne veya bir müzik topluluğuna katılırsın çünkü eğilimlerin bu yöndedir ve diğer üyelerle seni kimse zorlamadan iş birliği yaparsın. Bilim insanı, yazar, sanatçı ve mucit, kendi yöntemleri doğrultusunda ilhamı ve ortak çalışmayı arar. Arzuları ve ihtiyaçları en iyi dürtüleridir: Herhangi bir devletin veya otoritenin müdahalesi bu dürtüleri yalnızca engelleyebilir.

Yaşam boyunca insanların ihtiyaçlarının ve eğilimlerinin birlik, karşılıklı koruma ve yardımı yarattığını göreceksin. İşleri yönetmekle insanları yönetmek arasındaki fark budur; bir şeyleri özgürce seçerek yapmak ile zorunlu olarak yapmak arasındaki fark. Anarşizm ile devlet arasındaki fark, özgürlük ve baskı arasındaki farktır. Anarşizm, zorunlu katılım yerine gönüllü işbirliği anlamına gelir; müdahale ve düzensizlik yerine uyum ve düzen demektir.

“Ama bizi suça ve suçlulara karşı kim koruyacak?” diye soruyorsun.

Bunun yerine, devletin gerçekten bizi onlardan koruyup korumadığını sor kendine. Suça neden olan koşulları yaratan ve sürdüren devletin ta kendisi değil mi? Bütün devletlerin kendini dayandırdığı hoşgörüsüzlük ve zulüm ruhu işgali ve şiddeti, nefreti ve acıyı büyütmüyor mu? Devletin yüzünden yoksulluk ve adaletsizlik artarken suç da artmaz mı? Devletin kendisi en büyük adaletsizlik ve suç değil mi?

Suç iktisadi koşulların, toplumsal eşitsizliğin, devletin ve tekelin ebeveynleri olduğu yanlışların ve kötülüklerin sonucudur. Devlet ve yasa ancak suçluyu cezalandırabilir. Suça ne çare olur ne de oluşmasını önler. Suçun tek gerçek çaresi, nedenlerini ortadan kaldırmaktır ve devlet bunu asla yapamaz çünkü o, bu nedenleri korumak için oradadır. Suç, ancak ona sebep olan koşullar ortadan kaldırıldığında ortadan kalkar. Devlet bunu yapamaz.

Anarşizm, bu koşulları ortadan kaldırmak demektir. Devletten, onun baskı ve adaletsizliğinden, eşitsizlik ve yoksulluktan kaynaklanan suçlar anarşizm ile ortadan kalkacaktır. Bunlar, suçun açık ara en büyük yüzdesini oluşturmaktadır.

Kıskançlıktan, tutkudan ve günümüz dünyasına hâkim olan zorlama ve şiddet ruhundan kaynaklananlar bazı diğer suçlar bir süre daha devam edecektir. Ancak bunlar, otorite ve mülkiyetin evlatları, onları geliştiren atmosferin ortadan kalkmasıyla birlikte sağlıklı koşullar altında yavaş yavaş ortadan kalkacaktır.

Anarşi bu nedenle ne suç doğuracak ne de suçun gelişmesi için herhangi bir alan açacaktır. Ara sıra meydana gelen anti-sosyal eylemler, daha önceki hastalıklı koşulların ve tutumların kalıntıları olarak görülecek ve suçtan ziyade sağlıksız bir ruh hali olarak ele alınacaktır.

Anarşi “suçluyu” izlemek, tutuklamak, zorlamak ve hapse atmak yerine, sürece önce onu doyurarak ve çalışmasını güvence altına alarak başlayacak ve sonunda onu doyurması gereken diğer pek çok kişiyi de doyurarak sona erdirecektir. Sadece bu örnek bile anarşizm ile hayatın şimdi olduğundan çok daha mantıklı ve basit olacağını gösteriyor.

Gerçek şu ki: Günümüzde yaşam işlevsel değil, hiçbir açıdan tatmin edici değil. Karmaşık ve karışık… Bu yüzden bu kadar çok sefalet ve hoşnutsuzluk var. Ne çalışan ne de sürekli “kötü zamanlarda” mülkiyetini ve gücünü kaybedeceğinden endişe duyan efendi hayatından memnun. Gelecek kaygısı yoksulların ve zenginlerin adımlarını aynı şekilde takip ediyor.

İşçinin; devletten ve kapitalizmden anarşiye -devletin olmadığı bir duruma- geçerek kaybedeceği hiçbir şeyi yok. Orta sınıfların da varoluşlarına olan güvenleri ancak işçiler kadar. İmalatçı ve toptancının, büyük sanayi ve sermaye ortaklıklarının iyi niyetine bağımlılar; her zaman iflas ve mahvolma tehlikesiyle karşı karşıyalar.

Anarşizmde herkesin yaşamı ve rahatlığı güvence altında olacak; özel mülkiyetin kaldırılmasıyla rekabet korkusu ortadan kalkacak. Herkes, kapasitesinin sonuna kadar yaşama ve hayatından zevk alma konusunda bütünlüklü ve engelsiz bir fırsata sahip olacak.

Buna barış ve birlikte yaşama bilincini; finansal veya maddi endişelerden bağımsız özgürlüğün getirdiği duyguyu; kıskançlığın veya zihnini rahatsız edecek iş rekabetinin olmadığı dostane bir dünyada, kardeşlerin dünyasında, özgürlük ve genel refah atmosferinde olduğumuzun farkına varılmasını ekle.

Anarşist toplumda insana açılacak harika fırsatları bugünün koşullarıyla düşünebilmek neredeyse imkânsızdır. Bilim insanı, günlük ekmeği hakkında taciz edilmeden, kendisini sevdiği uğraşlara tamamen adayabilecektir. Mucit, keşifleri ve icatlarıyla insanlığa fayda sağlayacak her tesisi emrinde bulabilecektir. Yazar, şair, sanatçı; hepsi özgürlüğün ve toplumsal uyumun kanatları üzerinde daha yüce başarılara yükselebileceklerdir.

Ancak o zaman doğruluk ve adalet varlığını bulacaktır. İnsanın ya da halkın hayatında bu duyguların rolünü küçümseme. Yalnızca ekmekle yaşamıyoruz. Doğru, fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılama fırsatı olmadan var olmak mümkün değildir. Ancak bunların doyumu hiçbir şekilde tüm yaşamı oluşturmaz. Mevcut medeniyet sistemimiz, milyonlarca insanı bu doyumdan mahrum bırakarak tabiri caizse mideyi evrenin merkezi haline getirdi. Ancak mantıklı bir toplumda hali hazırda bolca bulunan salt zorunlu ihtiyaç ürünleri, geçim kaynağının güvenliği, tıpkı hava gibi karşılıksız olmalıdır. Böylece insanda bulunan sempati, doğruluk ve adalet duyguları gelişme, tatmin olma, genişleme ve büyüme şansına sahip olabilir. Yüzyıllarca süren baskı ve sapkınlığa rağmen, adalet ve dürüstlük bugün bile hala insanın kalbinde yaşıyor. Yok edilemedi. Yok edilemez çünkü bu duygular doğuştan, insana ait, kendini koruma içgüdüsü kadar güçlü ve mutluluğumuz için hayati önem taşıyor. Çünkü bugün dünyada sahip olduğumuz tüm sefalet maddi refah eksikliğinden kaynaklanmıyor. İnsan, açlığa adaletsizlik bilincinin yokluğundan daha fazla dayanabilir. Sana haksız davranıldığının farkındalığı seni protesto ve isyana -en az açlık kadar, belki daha da hızlı bir şekilde- sürükleyecektir. Açlık, her isyanın veya ayaklanmanın doğrudan nedeni olabilir. Ancak bunun altında insanların adaletsizlik ve haksızlığa karşı düşmanlığı ve nefreti yatar. Gerçek şu ki doğruluk ve adalet hayatımızda çoğu insanın bildiğinden çok daha önemli bir rol oynamaktadır. Bunu inkâr edenler, tıpkı tarih konusunda olduğu gibi, insan doğası hakkında da çok az şey bilirler. Günlük yaşamda insanların adaletsizlik olarak gördükleri şeylere öfkelendiklerini sık sık görüyorsun. “Bu doğru değil!” sözü, insanın yanlış yapıldığını hissettiğinde gösterdiği içgüdüsel protestodur. Elbette herkesin yanlış ve doğru anlayışı geleneklerine, çevresine ve yetişmesine bağlıdır ancak anlayışı ne olursa olsun, doğal dürtüsü yanlış ve adaletsiz olduğunu düşündüğü şeye karşı tepki göstermektir.

Tarihsel olarak aynı durum geçerlidir. Doğru ve yanlış anlayışı uğruna çıkan isyanların ve savaşların sayısı, maddi koşullar uğruna olanlardan daha fazladır. Marksistler doğru ve yanlış anlayışlarımızın “ekonomik koşullarımız” tarafından oluşturulduğunu iddia edebilirler. Ancak bu, doğruluk ve adalet duygusunun insanlara her zaman idealleri adına kahramanlık ve fedakârlık yapmaları için ilham vermiş olduğu gerçeğini hiçbir şekilde değiştirmez.

Her yaştan Mesihler ve Budalar maddi kaygılar tarafından değil doğruluk ve adalet duygusuna bağlılıkları tarafından harekete geçirildi. Her mücadelenin öne çıkanları, kişisel sebepleri için değil davalarının adaletine olan inançları nedeniyle iftiraya uğradılar, zulüm gördüler, hatta yaşamlarını yitirdiler. John Huslar, Lutherler, Brunolar, Savonarolar, Galileolar ve diğer birçok dini ve toplumsal idealist, inandıkları davayı savunarak mücadele ettiler ve yaşamlarını yitirdiler. Benzer şekilde, Sokrates zamanından günümüze bilim, felsefe, sanat, şiir ve eğitimde insanlar hayatlarını hakikat ve adalet hizmetine adadılar. Siyasi ve toplumsal ilerleme alanında Musa ve Spartaküs’ten başlayarak, insanlığın en soyluları kendilerini özgürlük ve eşitlik ideallerine adadılar.

İdealizmin bu zorlayıcı gücü sadece istisnai bireylerle sınırlı değildir. Halklar da her zaman bundan ilham almıştır. Örneğin Amerikan Bağımsızlık Savaşı, Koloniler’de temsil edilmedikleri halde vergilendirmenin adaletsizliğine karşı halkın kızgınlığıyla başladı. Haçlı Seferleri Hristiyanlar için Kutsal Topraklar’ı güvence altına almak amacıyla iki yüz yıl boyunca devam etti. Bu dini ideal, doğruluk ve adalet adına altı milyon erkeğe, hatta çocuklara; anlatılmamış zorluklarla, salgınlarla ve ölümle yüzleşmeleri için ilham verdi. Son yaşanan Dünya Savaşı bile, neden ve sonuç bakımından kapitalist olmakla birlikte, milyonlarca insan bu savaşın haklı bir amaç için demokrasi için ve tüm savaşların sona ermesi için verildiğine inanarak savaştı.

Yani tarih boyunca, geçmişte ve modern zamanda, doğruluk ve adalet duygusu insanı bireysel ve toplu olarak fedakârlık ve bağlılık eylemlerine teşvik etti. Onu günlük varoluşunun ortalama sıkılığının çok üstüne çıkardı. Bu idealizmin kendisini zulüm, şiddet ve katliam eylemlerinde ifade etmesi elbette trajiktir. Bu biçimleri belirleyen; kralın, rahibin ve efendinin acımasızlığı, kendilerini arayışları, cehalet ve fanatizmdi. Ama bu biçimleri dolduran ruh, doğruluk ve adaletti. Tüm geçmiş deneyimler, bu ruhun her zaman hayatta olduğunu ve insan yaşamının her anında güçlü ve baskın bir faktör olduğunu kanıtlıyor.

Günümüzde, varoluşumuzun koşulları insanın bu en asil özelliğini zayıflatıyor ve bozuyor, tezahürünü saptırıyor ve onu hoşgörüsüzlük, zulüm, nefret ve çekişme ile dolduruyor. Ama insan maddi çıkarların yozlaştırıcı etkilerinden, cehaletten ve sınıf çelişkisinden kurtulduktan sonra doğuştan gelen doğruluk ve adalet ruhu kendisini ifade edebileceği yeni biçimler bulacaktır. Bu biçimler bireysel barış ve toplumsal uyuma doğru daha büyük kardeşlik ve iyi niyeti var edecektir.

Bu ruh ancak anarşiyle tam gelişimine ulaşabilir. Günlük ekmeğimiz için alçaltıcı ve acımasız mücadeleden kurtulmak, emeği ve refahı paylaşmak, insanın kalbinin ve zihninin en iyi nitelikleri olan gelişme ve bunun uygulaması için fırsatlara sahip olmak. İnsan gerçekten de -şimdiye kadar ancak rüyasında görebildiği haliyle- doğanın asil eseri haline gelecektir.

İşte bu nedenlerden ötürü anarşizm yalnızca belirli bir unsur veya sınıfın değil tüm insanlığın idealidir çünkü en geniş anlamıyla hepimize fayda sağlayacaktır. Anarşizm, insanlığın evrensel ve daimî arzusunun açık ve kesin ifadesidir.

Bu nedenle her erkek ve kadın anarşinin ortaya çıkmasına yardım etmekle hayati derecede ilgilenmelidir. Böyle yeni bir hayatın güzelliğini ve adaletini anlasalardı kesinlikle ilgilenirlerdi. Duygudan ve sağduyudan yoksun olmayan her insan anarşizme eğilimlidir. Yanlıştan ve adaletsizlikten, kötülükten, yolsuzluktan ve günümüzdeki hayatımızın pisliğinden muzdarip olan herkes, içgüdüsel olarak anarşiye sempati duyar. Kalbi şefkat, merhamet ve sempati karşısında ölmemiş olan herkes, anarşiyi büyütmekle ilgilenmelidir. Yoksulluğa ve sefalete, zorbalığa ve baskıya katlanmak zorunda olan herkes, anarşinin gelişini memnuniyetle karşılamalıdır. Özgürlüğü ve adaleti seven her erkek ve kadın bunun gerçekleştirilmesine yardım etmelidir.

Ve her şeyden önce ve en hayati olarak, dünyanın tüm ezilenleri ve bastırılmışlarının bununla ilgilenmesi gerekir. Saraylar yapan ama barakalarda yaşayanlar; yaşamın masasını kuran ancak yemek için masaya oturmasına izin verilmeyenler; dünyanın zenginliğini yaratan ve bundan mahrum bırakılanlar; yaşamı neşe ve güneş ışığıyla doldurdukları halde karanlığın derinliklerinde küçümsenenler; korku ve cehalet eliyle gücünden mahrum kalan yaşamın Samson’u*; Emek’in Çaresiz Titanı, beyin ve kas gücünün proletaryası, fabrikaların ve tarlaların halkı; anarşizmi büyük bir memnuniyetle kucaklamalıdır.

Anarşizm en güçlü çağrısını onlara yapıyor: Mahrum bırakıldıkları zenginliği onlara geri verecek; tüm insanlığa özgürlük ve esenlik, neşe ve güneş ışığı getirecek yeni gün için çalışması gereken, her şeyden ve herkesten önce onlardır.

“Muhteşem bir şey!” diyorsun; “Ama işe yarayacak mı? Ve ona nasıl ulaşacağız?”

Çeviri: Burak Aktaş


*Samson, doğaüstü güçleri olduğuna inanılan İbrani efsanevi kahraman

The post Anarşizm Nedir? (21): Anarşizm Mümkün Müdür? – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/05/19/anarsizm-nedir-21-anarsizm-mumkun-mudur-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (16): Bolşevikler – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/02/25/anarsizm-nedir-16-bolsevikler-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/02/25/anarsizm-nedir-16-bolsevikler-alexander-berkman/#respond Thu, 25 Feb 2021 15:59:49 +0000 https://meydan1.org/?p=70478 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 16. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Bölüm 16: Bolşevikler Bolşevikler kimlerdi ve ne istiyorlardı? Bolşevikler, 1903 yılına kadar Karl Marks ve […]

The post Anarşizm Nedir? (16): Bolşevikler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 16. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Bölüm 16: Bolşevikler

Bolşevikler kimlerdi ve ne istiyorlardı?

Bolşevikler, 1903 yılına kadar Karl Marks ve öğretilerinin takipçisi olan Rus Sosyalist Partisi üyeleriydi. O yıl, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi, örgüt sorunu ve başka küçük meseleler sebebiyle bölündü. Lenin’in liderliğindeki muhalefet, kendisini Bolşevikler olarak adlandıran yeni bir parti kurdu. Eski parti Menşevikler olarak tanındı.

Bolşevikler, ayrıldıkları ana partiden daha devrimciydi. Dünya Savaşı çıktığında, diğer sosyalist partilerin çoğunun yaptığı gibi, işçilerin davasına ihanet etmediler ve vatansever görünenlere katılmadılar. Anarşistlerin ve sol sosyalist devrimcilerin çoğu gibi Bolşevikler’in de “çatışan kapitalist grupların çekişmeleriyle proletaryanın çıkarının alakası olmadığı” gerekçesiyle savaşa karşı çıktığı söylenebilir. Şubat Devrimi başladığında Bolşevikler, tek başına siyasi değişikliklerin işe yaramayacağını, emek sorununu ve toplumsal sorunları çözmeyeceğini fark etti. Bir hükümeti diğerinin yerine koymanın sorunlara yardımcı olmayacağını biliyorlardı. İhtiyaç duyulan şey radikal, köklü bir değişimdi.

Marksistler Menşevik üvey kardeşlerini (Karl Marks’ın teorilerine inananlar) sevseler de Bolşevikler büyük ayaklanmaya karşı tavırlarında Menşevikler’e katılmadılar. Kapitalist sanayi tam olarak gelişmediğinden Rusya’nın proleter bir devrime sahip olamayacağı fikrini küçümsediler. Bunun yalnızca bir burjuva siyasi değişimi olmadığını anladılar. Halkın Çar’ın kovulmasından ve anayasadan memnun olmadığını biliyorlardı. İşlerin daha da geliştiğini gördüler. Toprağın köylüler tarafından alınması ve mülk sahibi sınıfların artan mülksüzleştirilmesinin “reform” anlamına gelmediğini anladılar. Menşevikler’e göre insanlara daha yakın olan Bolşevikler halkın nabzını tuttu ve muazzam olayların ruhunu ve amacını daha doğru bir şekilde değerlendirdi. Her şeyden önce Bolşevik lider Lenin, kendisinin ve partisinin, hükümetin dizginlerini kavrayabileceği ve Bolşevik plan üzerinden sosyalizmi kuracağı zamanın yaklaştığına inandı.

Bolşevik Sosyalizmi, siyasi iktidarın Bolşevikler tarafından proletarya adına ele geçirilmesi anlamına geliyordu. Komünizmin en iyi ekonomik sistem olacağı konusunda anarşistlerle anlaştılar; toprak, üretim ve dağıtım makineleri, tüm kamu hizmetleri ortak mülkiyette olacaktı. Anarşistler halkın bir bütün olarak bunların sahibi olmasını isterken Bolşevikler her şeyin devletin elinde olması gerektiğine inanıyordu. Bu da hükümetin yalnızca ülkenin siyasi hükümdarı değil aynı zamanda endüstriyel ve ekonomik efendisi olacağı anlamına geliyordu. Bolşevikler, ülkeyi yönetmek için halkın hayatı ve serveti üzerinde mutlak güce sahip olacak güçlü bir hükümete inanıyordu. Başka bir deyişle, Bolşevik fikir bir diktatörlüktü ve bu diktatörlük kendi siyasi partilerinin elinde olmalıydı.

Böylesi bir düzenlemeye “proletarya diktatörlüğü” adını verdiler çünkü onların partisinin, işçi sınıfının en iyi ve en önemli unsurunu, işçi sınıfının öncü koruyucusunu temsil ettiğini ve partilerinin bu nedenle proletarya adına diktatör olması gerektiğini söylediler.

Anarşistler ile Bolşevikler arasındaki en büyük fark şuydu: Anarşistler halkın, herhangi bir siyasi partinin emri olmaksızın kendi örgütleri aracılığıyla kendileri için karar vermelerini ve işlerini yönetmelerini istiyordu. Ortak mülkiyette gerçek özgürlük ve gönüllü iş birliği istiyorlardı. Bu nedenle anarşistler kendilerini özgür Komünistler veya Anarşist Komünistler olarak adlandırırken, Bolşevikler zorunlu olarak hükümet veya Devlet Komünistleriydi. Anarşistler, herhangi bir devletin halkı yönetmesini istemediler çünkü böyle bir yönetimin her zaman tiranlık ve baskı anlamına geldiğini savundular. Bolşevikler ise bir yandan kapitalist devlet ve burjuva diktatörlüğünü reddederken bir yandan da partilerinin olacak bir devleti ve diktatörlüğü istiyorlardı.

Bu nedenle, anarşistler ile Bolşevikler arasındaki farkın dünyalar kadar olduğunu görebilirsiniz. Anarşistler tüm devletlere karşıdırlar; Bolşevikler ise -kendi ellerinde olmak koşuluyla- devleti savunurlar. Zeki bir arkadaşımın daha sonradan söylediği gibi, “Büyük sopaya karşı değiller”; “Sadece sopanın doğru ucunda olmak istiyorlar.”

Bolşevikler, anarşistlerin savunduğu görüş ve yöntemlerin sağlam ve pratik olduğunu, devrimin başarısını ancak bu tür yöntemlerin garanti edebileceğini fark etti. Anarşist fikirleri kendi amaçları için kullanmaya karar verdiler. Böylece anarşistler insanlara ulaşmak için çok zayıf olsalar da anarşist yöntem ve taktikleri -tabi ki kendilerininmiş gibi davranarak- savunmaya başlayan Bolşevikler insanları etkilemeyi başardılar.

Ama bu yöntemler ve fikirler onlara ait değildi. İnsanların yararına olacak bir fikri kimin savunduğunun ya da gerçekleştirilmesine kimin ön ayak olduğunun önemli olmadığını söyleyebilirsin. Ama biraz düşünürsen tüm tarihin -özellikle Rus Devrimi’nin- kanıtladığı gibi, bunun çok önemli olduğunu anlayacaksın.

Önemli çünkü her şey gerçekleştirildiği amaç ve ruha, güdülere ve yöntemlere bağlıdır. En iyi fikir bile çok fazla zarar verecek şekilde uygulanabilir. Çünkü büyük fikirden ateşlenen insanlar bunun nasıl, ne şekilde ve hangi araçlarla yapıldığını fark etmeyebilir. Ama yanlış ruhla veya yanlış yollarla yapılırsa, en asil ve en ince fikir bile coğrafyayı ve halkları harap edebilir.

Rusya’da tam da böyle oldu. Bolşevikler, anarşist fikirleri savundu ve kısmen uyguladı, ancak Bolşevikler anarşist değildi ve bu fikirlere yürekten inanmadılar. Onları kendi amaçları -anarşist olmayan, anarşist düşünceye karşı gerçekten anti-anarşist olan amaçlar- için kullandılar. Bu Bolşevik amaçlar neydi?

Anarşist fikir her türden baskıyı yok etmek, bir sınıfın diğerine üstünlüğünü ortadan kaldırmak, şeylerin yönetimini insanın insana üstünlüğü yerine ikame etmekti; herkes için özgürlüğü ve refahı güvence altına almaktı. Anarşist yöntemler böyle bir sonucu ortaya çıkarmak için kurgulandı.

Bolşevikler, anarşist yöntemleri tamamen farklı bir amaç için kullandı. Siyasi tahakkümü ve hükümeti ortadan kaldırmak istemiyorlardı: Sadece kendi ellerine almak istiyorlardı. Amaçları, daha önce de açıklandığı gibi, partileriyle siyasi iktidarın kontrolünü ele geçirmek ve bir Bolşevik diktatörlük kurmaktı. Rus Devrimi’nde neler olduğunu ve “proletarya diktatörlüğünün” neden hızla proletarya üzerinde Bolşevik bir diktatörlük haline geldiğini anlamak için bunu çok net bir şekilde anlamak gerekiyor.

Bolşevikler, Şubat Devrimi’nden kısa bir süre sonra anarşist ilkeleri ve taktikleri kullanmaya başladı. Bunların arasında “doğrudan eylem”, “genel grev”, “kamulaştırma” ve benzer eylem biçimleri vardı. Söylediğim gibi Bolşevikler, Marksistler olarak bu tür yöntemlere inanmazdı. En azından devrime kadar onlara inanmamışlardı. Yıllar önce Bolşevikler de dahil olmak üzere her yerde sosyalistler, işçilerin kapitalist sömürüye ve hükümet baskısına karşı mücadelelerinde en güçlü silahı olarak anarşist genel grevin savunuculuğunu alaya almışlardı. Sosyalistlerin anarşistlere karşı savaş çığlığı “Genel grev genel bir saçmalıktır” idi. Sosyalistler, işçilerin doğrudan toplu eylemine ve genel greve başvurmasını istemediler; çünkü bu, işçilerin devrimi ve işleri kendi ellerine almasına yol açabilirdi. Sosyalistler, halkın bağımsız devrimci eylemini istemiyorlardı. Siyasi faaliyeti savundular. İşçilerin kendilerini yani sosyalistleri iktidara getirmelerini istediler, böylece işçileri devrimcileştirebileceklerdi.

Geçen kırk yılın sosyalist yazılarına bakarsan, sosyalistlerin her zaman genel greve ve doğrudan eyleme karşı olduklarına -çünkü aynı zamanda işçi sovyetlerinin başka bir adı olan mülksüzleştirmeye ve devrimci sendikalizme karşı olduklarına- ikna olacaksın. Sosyalist kongreler, tüm bu tür devrimci taktiklere karşı sert kararlar aldı ve sosyalist ajitatörler bu taktikleri şiddetle kınadılar.

Ancak Bolşevikler, bu anarşist yöntemleri kabul etti ve yeni doğmuş bir inançla onları savunmaya başladı. Tabi ki bu Şubat 1917’de, devrim patlak verdiğinde olmadı. Bunu çok daha sonra, halkın salt siyasi değişikliklerle yetinmediklerini ve anayasa yerine ekmek talep ettiklerini gördüklerinde yaptılar. Devrimin hızla hareket eden olayları, Bolşevikler’i -tıpkı Menşeviklerin, Sağ Sosyalist Devrimcilerin, Anayasal Demokratların ve reformcuların başına geldiği gibi- devrim tarafından geride bırakılmamak için halkın en radikal özlemlerine uymaya zorladı.

Bolşeviklerin anarşist yöntemleri bu şekilde kabulü çok ani oldu, sadece kısa bir süre önce ısrarla Kurucu Meclis için çağrıda bulunuyorlardı. Şubat Devrimi’ni izleyen aylar boyunca, Rusya’nın sahip olacağı hükümet biçimini belirlemek için temsili bir organın toplanmasını talep ediyorlardı. Bolşevikler’in Kurucu Meclis’i desteklemesi doğruydu, çünkü onlar Marksistti ve çoğunluk yönetimine inanıyor gibi davrandılar. Kurucu Meclis tüm halk tarafından seçilecekti ve meclisteki çoğunluk, meselelere karar verecekti. Fakat Bolşevikler’in meclis için ajitasyon yapmasının gerçek nedeni, insanların kendileriyle birlikte olduğuna ve Bolşevik Parti’nin mecliste çoğunluk olacağına emin olmalarıydı. Ancak mecliste azınlık oluşturacakları ortaya çıktı. Hükmetme umutları yok oldu. İyi hükümetler ve çoğunluğa inananlar olarak, halkın iradesine boyun eğmeleri gerekirdi. Ancak bu, Lenin ve arkadaşlarının planlarına uymuyordu. Hükümeti kontrol altına almanın başka yollarını aradılar ve ilk adımları Kurucu Meclis’e karşı şiddetli bir ajitasyon başlatmak oldu.

Elbette meclis ülkeye değerli hiçbir şey veremezdi. Tüm canlılıktan yoksun ve herhangi bir yapıcı çalışmayı başaramayan bir konuşma makinesiydi sadece. Devrim, herhangi bir yasama veya hükümet organından bağımsız, Kurucu Meclis dışında ve ondan da bağımsız bir gerçekti. Her türlü muhalefete rağmen, hukuka aykırı olarak, hükümete ve anayasaya rağmen başlamıştı ve gelişiyordu. Tüm karakteriyle yasadışı, hükümet dışı, hatta devlet karşıtıydı. Devrim, insanların sağlıklı doğal dürtülerini, ihtiyaçlarını ve özlemlerini takip etti. Gerçek anlamda, ruhu ve eylemi anarşistti. Yalnızca -toplumsal hastalıkların tedavisi olarak özgürlüğe ve halk inisiyatifine inanan- devlet karşıtı olan anarşistler, devrimi olduğu gibi memnuniyetle karşıladılar; etkisinin daha da büyümesi ve derinleşmesi için çalıştılar.

Bolşevikler de dahil olmak üzere diğer tüm partilerin tek amacı, devrimci harekete yular vurmak ve ona kendi özel yüklerini taşıtmaktı. Bolşevikler, partileri için siyasi iktidarı ele geçirmek ve Komünist Diktatörlüğü ilan etmek için halkın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Bunu Kurucu Meclis aracılığıyla gerçekleştirme umudu olmadığını görünce ona karşı çıktılar, onu kınamak için anarşistlere katıldılar ve daha sonra zorla dağıttılar. Ancak anarşistler bunu devletsiz fikirlerine uygun olarak dürüstçe yapabilirlerken, Bolşeviklerin benzer eylemlerinin ikiyüzlülük ve siyasi oyunlar olduğunu görebilirsin.

Kurucu Meclis’e muhalefetiyle birlikte Bolşevikler, anarşist cephaneliğinden bir dizi militan taktik daha ödünç aldı. Böylece “Bütün iktidar Sovyetlere!” diyerek büyük savaş çığlığını ilan ettiler, işçilere Geçici Hükümet’i görmezden gelmelerini, hatta meydan okumalarını ve taleplerini yerine getirmek için doğrudan eyleme başvurmalarını tavsiye ettiler. Aynı zamanda, genel grevin anarşist yöntemlerini de benimsediler ve “mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi” fikrinin aktif bir şekilde propagandasını yaptılar.

Bolşeviklerin bu taktiklerinin -daha önce de belirttiğim gibi- fikirlerinin mantıksal sonucu olmadığını, yalnızca siyasi tahakküm elde etme amacıyla insanların güvenini kazanmanın bir yolu olduğunu akılda tutmak önemlidir. Doğrusu, bu yöntemler Marksist teorilere gerçekten karşıydı ve Bolşevikler bu yöntemlere inanmıyorlardı. Bu nedenle, iktidara geldiklerinde tüm bu anti-Marksist fikir ve taktikleri reddetmeleri şaşırtıcı değildi.

Bolşevikler tarafından ilan edilen anarşist sloganlar sonuç getirmekte başarısız olmadı. Halk, bayraklarına doğru yürüdü. Hiç etkisi olmayan bir partiden -başlıca liderleri Lenin ve Zinovyev saklanıyordu, Troçki ve diğerleri gözden düşmüş ve hapisteydi- hızla devrimci proletarya hareketinin en önemli faktörüne dönüştüler.

İnsanların -özellikle de askerlerin ve işçilerin- taleplerine özen gösteren, ihtiyaçlarını enerji ve ısrarla dile getiren Bolşevikler, halk arasında ve Sovyetlerde -özellikle Petrograd ve Moskova’da- sürekli olarak daha fazla etki kazandı. Geçici Hükümet’in hareketsizliği ve herhangi bir önemli değişikliği gerçekleştirememesi, kısa sürede öfkeye dönüşecek olan genel tatminsizlik ve kızgınlığı derinleştirdi. Kerenski rejiminin iğrenç karakteri, Sovyetlerdeki Bolşeviklerin ellerini güçlendirmeye ön ayak oldu. Halk ile hükümet arasındaki kopuş her gün büyüdü, açık bir düşmanlık ve mücadeleye dönüştü.

Hükümetin apaçık çaresizliği, Kerenski’nin cephede saldırgan bir hareketi yeniden başlatma kararı, askeri firar için ölüm cezasının yeniden getirilmesi, devrimci unsurlara uygulanan zulüm ve liderlerinin tutuklanması krizi hızlandırdı. 3 Temmuz 1917’de hükümetin yasaklamasına rağmen binlerce silahlı işçi, asker ve denizci Petrograd sokaklarında eylem yaptı ve “Bütün iktidar Sovyetlere!” dedi. Kerenski, halk hareketini bastırmaya çalıştı. Hatta Petrograd proletaryasına “sağlıklı bir ders” vermek için cephedeki “güvenilen” alayları hatırladı. Ancak Kerenski’nin, Sosyal Demokrat liderlerin ve Sağ Sosyalist Devrimcilerin temsil ettiği burjuvazinin, yükselen dalgayı durdurma çabaları boşunaydı. Temmuz gösterileri bastırıldı ancak kısa süre içinde devrimci hareket Geçici Hükümet’i silip süpürdü. Petrograd Asker ve İşçi Sovyeti hükümeti ortadan kaldırdı ve Kerenski hayatını ancak kılık değiştirip kaçarak kurtardı.

İnsanlar Petrograd Sovyeti’ni destekledi. Bu destek önce Moskova’ya, oradan da ülke geneline yayıldı.

25 Ekim’de Geçici Hükümet’in kaldırıldığı ilan edildi, üyeleri tutuklandı ve Kış Sarayı, Petrograd Sovyeti Askeri-Devrimci Komitesi tarafından ele geçirildi. Aynı gün “İkinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi Oturumları” açıldı. Siyasi hükümet Rusya’da fiilen kaldırıldı. Artık tüm güç, Kongre’de temsil edilen işçilerin, askerlerin ve köylülerin elindeydi. Sovyetler, derhal kitlelerin iradesini gerçekleştirecek adımları düşünmeye başladı: Savaşı sona erdirmek, köylüler için toprak, işçiler için sanayi ve herkes için özgürlük ve refah.

Ekim 1917’deki Rus Devrimi’nin durumu buydu. Çar’ın lağvedilmesiyle başlayarak yavaş yavaş genişledi ve ülkenin kapsamlı bir endüstriyel ve ekonomik yeniden yapılanmasına dönüştü. Halkın ruhu ve ihtiyaçları, devrimin siyasi özgürlük, ekonomik eşitlik ve toplumsal adalet temelinde yaşamın yeniden inşasına doğru daha da ilerlemesine işaret ediyordu.

Bu ancak Şubat’tan Ekim’e kadar olan önceki büyük değişiklikler gibi başarılabilirdi; işçilerin ve köylülerin ortak çabasıyla, özgür iş birliğiyle. Artık ordunun büyük bir kısmı da onlara katılmıştı.

Ancak böyle bir gelişme Bolşevikler’in planına uymuyordu. Daha önce de açıklandığı gibi, amaçları kendi partileri tarafından kullanılan bir diktatörlük kurmaktı. Ancak diktatörlük, hükümdarın iradesinin ülkeye empoze edilmesi anlamına gelir. Bolşevikler kendilerini artık gerçek amaçlarını gerçekleştirecek kadar güçlü hissediyordu. Devrimci ve anarşist mottoları geride bıraktılar. Devrimin çalışmalarını sürdürebilmek için güçlü bir siyasi güç olması gerektiğini söylediler. Halkı monarşistlere ve burjuvaziye karşı koruma kisvesi altında baskıcı önlemler almaya başladılar. Nitekim Rusya’da kayda değecek kadar çarlık taraftarı veya monarşist yoktu. Halk çarlıktan kurtulmuştu ve artık Rusya’da bir monarşi ihtimali kalmamıştı. Burjuvaziye gelince, Rusya’da -Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa ve Almanya vb. son derece gelişmiş sanayi ülkelerinde olduğu gibi- hiçbir zaman örgütlü bir kapitalist sınıf olmamıştı. Rus burjuvazisi sayıca az ve zayıftı. Şubat Devrimi’nden sonra, ancak Kerenski Hükümeti’nin koruması altında var olmaya devam etmişlerdi. Hükümetin kaldırıldığı anda burjuvazi paramparça oldu. Köylüler ve işçiler tarafından topraklarına ve fabrikalarına el konulmasını durdurabilecek ne gücü ne de araçları vardı. Tuhaf görünse de, devrimin tüm bu dönemi boyunca, Rus burjuvazisinin mallarını geri kazanmak için organize ve etkili bir girişimde bulunmadığı bir gerçektir.

Amerika’da ne kadar farklı olurdu, bir düşünün. Orada güçlü ve iyi örgütlenmiş kapitalistler çok büyük bir direnç gösterirlerdi. Silah zoruyla kendilerini ve çıkarlarını korumak için savunma organları oluştururlardı. Orada da işler Rusya’da 1917’de olduğu gibi gittiğinde bunları yapacaklarından hiç şüphem yok. Ama dediğim gibi, Rusya’daki devrim, o ülkede gerçek bir burjuvazi veya kapitalist sınıf olmaması gibi basit bir nedenden ötürü, herhangi bir örgütlü ve etkili burjuva direnci üretmedi. Çarlık Generali Kornilov’un, cepheden getirilen Kazaklar ile Petrograd’a saldırması gibi askeri girişimler vardı ancak bu macera o kadar zararsızdı ki Kornilov’un ordusu başkente ulaşamadan eridi. Adamları neredeyse hiç ateş etmeden Petrograd’ın devrimci garnizonunun üzerine gitti.

Mesele şu ki halk devrim ile birlikteyken, herhangi bir düşmanın direnciyle devrimi bastırma ihtimali düşünülemez. Ekim 1917’de Sovyetlerin gücü ellerine aldığı Rusya’daki durum buydu.

Bolşevik planı, partileri adına hükümetin tüm kontrolünü ele geçirmekti. Sovyet örgütleri aracılığıyla işleri insanların kendilerinin yönetmesine izin vermek planlarına uymuyordu. Sovyetlerin söz hakkı olduğu sürece Bolşevikler amacına ulaşamadı. Bu nedenle ya Sovyetleri ortadan kaldırmak ya da onların kontrolünü ele geçirmek gerekiyordu.

Sovyetleri ortadan kaldırmak imkansızdı. Emekçi insanları temsil ediyorlardı. Sovyet fikri, yüzyıllardır Rus halkının değerli bir rüyasıydı. Rusya’nın uzak geçmişte bile çeşitli türden sovyetleri vardı ve tüm köy yaşamı sovyet ilkesi üzerine inşa edilmişti; yani tüm üyelerin eşit hak ve temsili. Köyün veya kasabanın işlerini gerçekleştiren halk meclisi olan eski Rus “mir”i, sovyet fikrinin biçimlerinden biriydi.

Bolşevikler, devrimci işçi ve köylülerin yanı sıra (üniformalı işçi ve köylü olan) askerlerin de sovyetlerin ortadan kaldırılmasına dayanamayacaklarını biliyordu. Onları kontrol etmenin tek alternatifi kaldı. Lenin’in “Amaç, araçları haklı çıkarır.” ilkesine bağlı olarak Bolşevikler, Sovyetlerdeki diğer devrimci unsurları gözden düşürmek ve elemek için hiçbir yöntemden kaçınmadı. Kitleleri aldatmak ve diğerlerine, özellikle de Sol Sosyalist Devrimciler ve anarşistlere karşı kışkırtmak amacıyla ısrarlı bir karalama ve itibarsızlık kampanyası yürüttüler. Sistematik olarak ve en Cizvit* yolla, Lenin’in “proleter diktatörlüğü” planını gerçekleştirebilmek için tek güç olmaya çalıştılar.

Böylesi taktiklerle Bolşevikler sonunda, gerçekte yeni hükümet haline gelen bir Halk Komiserleri Sovyeti kurmayı başardı. Bütün üyeleri -iki küçük istisna dışında- Bolşeviklerdi: Adalet ve Tarım Komiserlikleri’ne Sol Sosyalist Devrimciler başkanlık ediyordu. Çok geçmeden bunlar da elendi ve yerini Bolşevikler aldı. Halk Komiserleri Sovyeti, şimdi Rusya Komünist Partisi olarak yeniden adlandırılan Bolşevik Parti’nin siyasi makinesiydi.

Bu komünist partinin neyi temsil ettiğini, amaçlarının ve hedeflerinin ne olduğunu zaten biliyoruz. “Proletarya diktatörlüğü” etiketi altında münhasır Bolşevik egemenliğini güvence altına alma kararlılığını açıkça dile getirdiler.

Bu, Rusya tarihinin de gösterdiği gibi, devrim ve devrimin toplumsal ve ekonomik yeniden yapılanma hedefi için ölümcül oldu.

Neden?

Çeviren: Burak Aktaş


*Cizvitler ya da İsa Cemiyeti, genel merkezi Roma’da olan, Katolik Kilisesi’nin erkek bir tarikatıdır. “Fedai ruhlu bir Hristiyan edasıyla” anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.

The post Anarşizm Nedir? (16): Bolşevikler – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/02/25/anarsizm-nedir-16-bolsevikler-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (15): Şubat ve Ekim Arasında – Alexander Berkman https://meydan1.org/2021/01/28/anarsizm-nedir-15-subat-ve-ekim-arasinda-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2021/01/28/anarsizm-nedir-15-subat-ve-ekim-arasinda-alexander-berkman/#respond Thu, 28 Jan 2021 08:52:21 +0000 https://meydan1.org/?p=69481 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 15. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. Şubat ve Ekim Arasında New York, Madison Square Garden’da Çar’ın tahttan indirilmesini kutlamak için düzenlenen […]

The post Anarşizm Nedir? (15): Şubat ve Ekim Arasında – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 15. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Şubat ve Ekim Arasında

New York, Madison Square Garden’da Çar’ın tahttan indirilmesini kutlamak için düzenlenen çok büyük bir toplantıya katıldığımı hatırlıyorum. Büyük salon, yirmi bin kişiyle en yüksek coşkuya uyacak şekilde kalabalıktı. Konuşmacı “Rusya özgürdür!” diye başladı. Bildiriyi bir alkış, haykırış ve bağırış kasırgası karşıladı. Bu durum tekrar tekrar patlak vererek dakikalarca sürdü. Seyirci sessizleşip konuşmacı devam etmek üzereyken kalabalıktan bir ses geldi:

“Ne için özgür?”

Cevap gelmedi. Konuşmacı konuşmasına devam etti.

Ruslar basit ve saf insanlardır. Hiçbir anayasal hakka sahip olmadıkları için siyasete ilgileri yoktu ve bu yüzden yozlaşmamışlardı. Kongre ve parlamento hakkında çok az şey biliyorlardı ve onları daha da az önemsiyorlardı.

“Ne için özgür?” olduğunu merak ettiler.

Onlara “Çar ve onun zulmünden özgürsün.” diye cevap verildi.

“Bu çok güzel.” diye düşündüler. Asker sordu: “Peki ya savaş?”. Köylü sordu: “Peki ya toprak?”. İşçi kıpırdandı: “Peki ya düzgün bir yaşam?” Görüyorsun dostum, Ruslar o kadar “eğitimsizdi” ki herhangi bir şeyden kurtulmayla tatmin olmamışlardı; bir şeyler yapabilmek için özgür olmak istiyorlardı, istedikleri şeyleri yapmak için özgür olmak istiyorlardı. Ve istedikleri şey yaşama, çalışma ve emeklerinin meyvelerinden yararlanma şansıydı. Yani toprağa erişmek istiyorlardı, böylece kendileri için yiyecek yetiştirebileceklerdi. Madenlere, dükkanlara ve fabrikalara erişmek istiyorlardı, böylece ihtiyaç duydukları şeyleri üretebileceklerdi. Ancak Geçici Hükümet altında, tıpkı Romanovlarda olduğu gibi, bu şeyler zenginlere aitti; “özel mülkiyet” olarak kaldılar.  

Dediğim gibi sıradan bir Rus, siyaset hakkında hiçbir şey bilmiyordu ama kendisinin tam olarak ne istediğini biliyordu. İsteklerinin bilinmesini sağlamakta hiç zaman kaybetmedi ve onları elde etmekte kararlıydı. Askerler ve denizciler savaşı sona erdirme taleplerini Geçici Hükümet’e sunmak için kendi aralarından sözcülerini seçtiler. Temsilciler kendilerini Rusya’da Sovyet adı verilen asker konseyleri olarak örgütlediler. Köylüler ve şehir işçileri de aynısını yaptı. Bu şekilde ordunun ve donanmanın her bir dalı, her tarım ve sanayi bölgesi, hatta her fabrika kendi Sovyetlerini kurdu. Zamanla çeşitli Sovyetler, oturumlarını Petrograd’da düzenleyen “Rusya İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyeti”ni kurdu.

Sovyetler aracılığıyla halk artık taleplerini dile getirmeye başladı.

Milyukov’un önderliğindeki yeni liberal rejim -Geçici Hükümet- onları hiç dikkate almadı. İktidara geldiklerinde insanların ihtiyaç ve isteklerine kulak asmaları, tüm siyasi partilerin karakteristik özelliğidir. Geçici Hükümet bu açıdan Çarlık otokrasisinden farklı değildi. Zamanın ruhunu anlayamadı ve aptalca birkaç küçük reformun ülkeyi tatmin edeceğine inandı. Konuşmak ve tartışmakla, yeni yasa teklifleri sunmakla ve daha fazla yasa çıkarmakla meşgul oldu. Ama insanların istediği yasa değildi. Hükümet savaşı sürdürmekte ısrar ederken insanlar barış istiyordu. “Toprak ve ekmek!” diye bağırdılar ama ellerine sadece daha fazla yasa geçti.

Tarihin öğrettiği herhangi bir şey varsa o da bütün bir halkın iradesine meydan okuyamayacağınızdır. Bunu bir süreliğine bastırabilir, halk protestosunun gelgitini durdurabilirsiniz ancak halk, fırtına geldiğinde daha şiddetli bir şekilde öfkelenecektir. Sonra her engeli yıkacak, tüm muhalefeti silip süpürecek ve ivmesi onu asıl amacından daha da ileriye taşıyacaktır.

Her büyük çatışmanın, her devrimin hikayesi buydu.

Örneğin Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı hatırlayın. Büyük Britanya’ya karşı kolonilerin isyanı, George III Hükümeti tarafından talep edilen çay vergisini ödemeyi reddetmesiyle başladı. Kralın muhalefetiyle karşılaşan nispeten önemsiz -temsil olmaksızın vergilendirmeye- itiraz savaşla sonuçlandı ve Amerikan kolonilerinin İngiliz yönetiminden tamamen kurtarılmasıyla sonuçlandı. Böylece Birleşik Devletler Cumhuriyeti doğdu.

Fransız Devrimi de benzer şekilde küçük iyileştirmeler ve reformlar talebiyle başladı. 14. Louis, halkın sesine kulak vermeyi reddetmesi sonucu sadece tahtını değil kafasını da kaybetti ve Fransa’daki tüm feodal sistemin yıkılmasına neden oldu.

Çar II. Nicholas da birkaç önemsiz tavizin devrimi durduracağına inanıyordu. O da aptallığının bedelini tacı ve canıyla ödedi. Aynı kader Geçici Hükümeti de geride bıraktı. Bilge bir adam bu nedenle “Tarih tekerrür eder.” demişti. Her zaman aynı şeyleri yapan, devlettir.

Geçici Hükümet, çoğunlukla insanları anlamayan ve ihtiyaçlarından çok uzak olan muhafazakâr insanlardan oluşuyordu. Halk her şeyden önce barış istedi. Milyukov liderliğindeki ve daha sonra Kerenski yönetimindeki Geçici Hükümet genel mutsuzluk, ülkenin endüstriyel ve ekonomik hayatındaki ciddi çöküşe rağmen savaşı sürdürmekte kararlıydı. Devrimin yükselen dalgası kısa süre sonra Hükümet’i ortadan kaldıracaktı: İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti, meseleleri kendi eline almaya hazırlanıyordu.

Bu esnada halklar beklemedi. Cephedeki askerler zaten gereksiz ve yararsız katliam olarak gördükleri savaşı bırakmaya karar vermişlerdi. Yüz binlerce kişi savaş alanlarını terk edip çiftliklerine ve fabrikalarına dönüyordu. Orada devrimin gerçek amaçlarını uygulamaya koymaya başladılar. Onlara göre Devrim, basılı anayasalar ve kâğıt üstündeki haklar değil toprak ve atölye anlamına geliyordu. Haziran ve Ekim 1917 arasında -Geçici Hükümet “reformları” durmaksızın tartışmaya devam ederken- köylüler büyük toprak sahiplerinin mülklerine el koymaya başladılar ve işçiler sanayinin mülkiyetini aldılar.

Buna kapitalist sınıfı mülksüzleştirmek deniyordu. Yani efendileri, tekelleştirme hakları olmayan şeylerden; emekçi sınıflardan, halktan aldıkları şeylerden mahrum etmek.

Bu şekilde toprak toprak sahiplerinden; maden ve değirmenler “sahiplerinden”, depolar ise spekülatörlerden kamulaştırıldı ve hepsi mülksüzleştirildi. İşçiler ve çiftçiler, işçi sendikaları ve tarım örgütleri aracılığıyla her şeyi ellerine aldılar.

Milyukov’un “liberal” hükümeti, müttefikler istediği için savaşı sürdürmekte ısrar etmişti. Kerenski’nin “devrimci” hükümeti de halkın taleplerine sağır kaldı. Köylünün “izinsiz” toprak almasına karşı sert yasalar çıkardı. Kerenski, orduyu cephede tutmak için elinden gelen her şeyi yaptı ve hatta “firar” için ölüm cezasını yeniden uygulamaya koydu. Ancak insanlar artık hükümeti görmezden geliyordu.

Durum, bir ülkenin gerçek gücünün herhangi bir parlamentoda veya hükümette değil halkın; savaşan, emek veren ve üretenlerin elinde olduğunu bir kez daha kanıtladı. Kerenski bir zamanlar Rusya’nın sevilen idolüydü, herhangi bir Çar’dan daha güçlüydü. Yine de otoritesi kayboldu, hükümeti düştü. İnsanlar onun davaya hizmet etmediğini anlayınca kendi hayatı için kaçmak zorunda kaldı. O, Geçici Hükümet’in başında iken gerçek güç, üyelerinin çoğu devrimci işçiler köylüler ve askerlerden oluşan Petrograd Sovyeti’ne geçmeye başladı.

Nüfusun farklı sınıflarından oluşan yapılarda -kendi çıkarları doğrultusunda kaçınılmaz olduğu gibi- Sovyet’te de çeşitli ve hatta karşıt görüşler temsil edildi. Ancak bu koşullar altında en büyük etki her zaman halkın en derin duygularını ve ihtiyaçlarını dile getiren kişilerin etkisidir. Bu nedenle Sovyet’teki daha devrimci unsurlar, insanların gerçek isteklerini ve özlemlerini ifade ettikleri için yavaş yavaş hakimiyet kazandılar.

Sovyet içinde, Rusya’nın özgürlüğe ve refaha kavuşması için gereken tek şeyin Birleşik Devletler’inkine benzer bir anayasa olduğunu savunanlar vardı. Kapitalizmin iyi olduğunu iddia ettiler: Zengin ve fakir, efendiler ve hizmetkarlar olmalı; insanlar, demokratik bir hükümetin kendilerine vereceği hak ve özgürlüklerden memnun olmalıdır. Bunlar, Rusya’daki anayasal demokratlardı. Etkilerini çabucak kaybettiler çünkü “saf” Rus işçileri ve köylüleri özgürlüğün, kâğıt üzerindeki haklar ve özgürlükler olmadığını, çalışma ve emeklerinin meyvelerinden yararlanma şansı olduğunu biliyorlardı. Anayasası ve Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerika’yı örnek gösterdiler ve o ülkede anayasal olarak var olan adaletsizlik, yolsuzluk ve ücretli köleliği önemsemediklerini söylediler.

Bir sonraki daha liberal unsur, Menşevik olarak bilinen sosyal demokratlardı. Sosyalistler olarak kapitalizmin ortadan kaldırılacağına inandılar ancak devrimin bunu yapmanın zamanı olmadığını ilan ettiler. Neden bunu söylediler? Çünkü devrimin -öyle görünse bile- proleter bir devrim olmadığı iddia ettiler. Şu an toplumsal bir devrim olamayacağını ve bu nedenle ülkenin temel ekonomik koşullarını değiştirmemesi gerektiğini savundular. Onlara göre bu yalnızca bir burjuva devrimiydi, siyasi bir devrimdi ve bu nedenle yalnızca siyasi değişiklikler yapmalıydı. Menşevikler bunun bir burjuva devriminden başka bir şey olamayacağını ileri sürdü. Zaten ‘büyük’ Karl Marks, proleter devrimin ancak kapitalizmin en yüksek gelişme aşamasına ulaştığı bir ülkede gerçekleşebileceğini öğretmemiş miydi? Rusya, endüstriyel olarak çok geri kalmıştı ve bu nedenle, devrimi proleter olarak görmek Marks’ın öğretilerine aykırı olacaktı. Bu nedenle kapitalizm Rusya’da kalmalı ve insanlar ücret köleliğini kaldırmayı düşünmeden önce kapitalizme olgunlaşma şansı verilmelidir.

Sosyal demokratların Rusya işçileri arasında çok takipçisi vardı, birçok işçi sendikası Menşevik’ti. Ancak devrimin -yalnızca Marks elli yıl önce olamayacağını söylediği için- proleter olmadığı iddiası emekçilerin ilgisini çekmedi. Devrimi gerçekleştirmişlerdi, mücadele etmişler ve bunun için kan dökmüşlerdi. Çarı ve onun kliğini kovmuşlardı ve şimdi de sanayi patronlarını kovuyorlar, böylece ücretli köleliği ve kapitalizmi ortadan kaldırıyorlardı. Uzun bir süre önce ölmüş bir adam bunun yapılamayacağına inanıyor diye pratikte yaptıkları şeyi neden teoriye göre yapamadıklarını anlayamıyorlardı. Sosyalist liderlerin mantığı onlar için fazla ‘bilimsel’di. Sağduyuları onlara bunun tamamen saçmalık olduğunu söyledi ve Menşevikler, işçiler arasındaki takipçilerinin çoğunu kaybetti.

Diğer bir siyasi partiye Sosyalist Devrimciler adı verildi. Bu partide, geçmişte Çarlığa karşı aktif mücadele etmiş birçok devrimci vardı. Sosyalist Devrimciler’in, başta çiftçi nüfusu olmak üzere çok sayıda taraftarı vardı. Ancak ülke buna karşı çıkarken savaşın devamı için tavır alarak onları yabancılaştırdılar. Bu tavır partide de bir bölünmeye neden oldu, muhafazakâr unsur Sağ Sosyalist Devrimciler olarak anılırken daha devrimci hizip kendisine Sol Sosyalist Devrimciler adını verdi. Çar döneminde uzun yıllar Sibirya’da hapis cezasına çarptırılmış olan Maria Spiridonova liderliğindeki ikincisi, savaşın sona ermesini savundu ve özellikle daha yoksul tarım nüfusu içinde çok önemli bir takipçi kitlesi elde etti.

Rusya’daki en radikal unsur; derhal barış, köylüler için özgür toprak, üretim ve dağıtım araçlarının toplumsallaşmasını talep eden anarşistlerdi. Herkes için eşit haklar, kapitalizmin ve ücretli köleliğin kaldırılması ve hiç kimseye özel ayrıcalıklar verilmemesini istediler. Toprak, fabrikalar ve değirmenler, üretim makineleri ve dağıtım araçları tüm halkın malı olacaktı. Herkes yeteneğine göre çalışacak ve ihtiyaçlarına göre alabilecekti. Herkes için tam özgürlük ve karşılıklı çıkarlar temelinde ortak kullanım olacaktı. Anarşistler, iktidarı herhangi bir hükümete devretmeye veya bir siyasi partinin otoritesine karşıydı. Her türden hükümetin devrimi bastıracağını ve işçileri zaten elde ettikleri sonuçlardan mahrum edeceğini söylediler. Bir ülkenin yaşamının ve refahının siyasete değil ekonomiye bağlı olduğunu savundular. Yani insanların istediği yaşamak, çalışmak ve ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bunun için siyaset değil duyarlı bir ekonomi yönetimi gereklidir. Siyasetin, yaşamalarına yardım etmek değil insanları yönetmek ve onlara hükmetmek için bir oyun olduğu konusunda ısrar ettiler. Kısacası anarşistler; emekçilere kimsenin bir daha efendi olmasına izin vermemelerini, siyasi hükümeti ortadan kaldırmalarını ve tarımsal, endüstriyel ve toplumsal işlerini yöneticiler ve sömürücülerin yararına değil herkesin iyiliği için işletmelerini tavsiye ettiler. Halkı kendi örgütleri aracılığıyla Sovyetlerinin yanında olmaya ve çıkarlarını korumaya çağırdılar.

Anarşistlerin sayısı nispeten azdı. En devrimci unsur olarak Çarlık rejimi tarafından sosyalistlerden daha kötü zulüm gördüler. Birçoğu idam edildi, diğerleri hapsedildi ve örgütleri yasadışı ilan edilerek bastırıldı. Anarşistlere yakın olmak çok tehlikeliydi ve örgütlenme çalışmaları son derece zordu. Bu nedenle anarşistler 120 milyon nüfusa sahip geniş bir ülkede halkın geneli üzerinde çok fazla etki yaratamıyorlardı.

Ancak fikirlerinin insanların doğal içgüdülerine hitap etmesi bakımından büyük bir avantajları vardı. Anarşistler, yetenekleri ve sınırlı güçleri ölçüsünde barış, toprak ve ekmek talebini teşvik ettiler, bu taleplerin doğrudan kamulaştırma ve özgür bir komünal yaşamın oluşturulması yoluyla gerçekleştirilmesi için aktif olarak çabaladılar.

Rusya’da anarşistlerden çok daha kalabalık olan bir siyasi parti vardı. Bu parti, anarşist fikirlerin değerini anladı ve bunları gerçekleştirmek için çalışmaya koyuldu.

Bolşevikler.

Çev. Burak Aktaş

The post Anarşizm Nedir? (15): Şubat ve Ekim Arasında – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/01/28/anarsizm-nedir-15-subat-ve-ekim-arasinda-alexander-berkman/feed/ 0
Anarşizm Nedir? (13): Sosyalizm – Alexander Berkman https://meydan1.org/2020/12/26/anarsizm-nedir-13-sosyalizm-alexander-berkman/ https://meydan1.org/2020/12/26/anarsizm-nedir-13-sosyalizm-alexander-berkman/#respond Sat, 26 Dec 2020 16:52:53 +0000 https://meydan1.org/?p=68063 Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 13. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz. BÖLÜM 13: SOSYALİZM Bu soruyu sorduğunda, sosyalist sana şu cevabı veriyor: “Sosyalist partiye oy ver. […]

The post Anarşizm Nedir? (13): Sosyalizm – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 13. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.

BÖLÜM 13: SOSYALİZM

Bu soruyu sorduğunda, sosyalist sana şu cevabı veriyor:

“Sosyalist partiye oy ver. Partimizi seç. Kapitalizmi ortadan kaldırıp sosyalizmi kuracağız.”

Sosyalist ne istiyor ve bunu nasıl elde edeceğini söylüyor?

Sosyalistlerin birçok farklı grubu var. Sosyal Demokratlar, Fabiancı Sosyalistler, Nasyonal Sosyalistler, Hristiyan Sosyalistler ve daha birçok farklı etiket altındaki sosyalistler. Genel olarak, hepsi yoksulluğun ve adaletsiz toplumsal koşulların ortadan kaldırılmasına inanıyor. Ancak hangi koşulların ‘adil’ olacağı ve daha da önemlisi, onları nasıl hayata geçirecekleri konusunda çok da anlaşamıyorlar.

Bugünlerde kapitalizmi geliştirme çabalarına bile çoğu zaman ‘sosyalizm’ deniyor, oysa gerçekte bunlar sadece reformlardır. Bu tür reformlar sosyalist olarak kabul edilemez çünkü gerçek sosyalizm kapitalizmi ‘iyileştirmek’ değil onu tamamen ortadan kaldırmak anlamına gelir. Sosyalizm, emek koşullarının kapitalizm içindeyken özünde iyileştirilemeyeceğini öğretir. Aksine işçilerin çoğunun koşullarının, sanayiciliğin ilerleyerek gelişmesiyle birlikte giderek daha da kötüye gideceğini söyler. Yani kapitalizmi ‘reform’ ve ‘iyileştirme’ çabalarının doğrudan sosyalizme karşı çıktığını ve yalnızca sosyalizmin gerçekleşmesini geciktirdiğini savunur.

Önceki bölümlerde işçilerin köleleştirilmesinin, eşitsizliğin, adaletsizliğin ve diğer toplumsal kötülüklerin tekel ve sömürünün sonucu olduğunu; bu sistemin devlet denilen politik makine tarafından desteklendiğini gördük. Bu nedenle, kapitalizmin ve ücretli köleliğin ortadan kaldırılmasını desteklemeyen sosyalizm ekollerini –ki kendilerine sosyalist deme hakları yoktur- tartışmanın hiçbir amacı olmayacaktır. Tıpkı ‘zenginliğin adil dağıtımı’, ‘gelirin eşitlenmesi’, ‘tek vergi’ veya diğer benzer planlar gibi sosyalist olduğu iddia edilen önerilerden bahsetmenin faydasız olduğu gibi. Bunlar sosyalizm değil sadece reformdur. Örneğin Fabianizm’deki gibi sade bir salon sosyalizmi, halklar için hayati bir değere sahip değildir.

Öyleyse temelde kapitalizm ve maaş sistemini ele alan işçiyle ve yoksun bırakılmışlarla ilgilenen -Sosyal Demokrat Hareket olarak bilinen- sosyalizm ekolünü inceleyelim. Bu ekol sosyalizmin tüm diğer biçimlerini uygulanamaz ve ütopik olarak değerlendirir. Kendisini -tüm sosyal demokratların incili ve rehberi olan- Karl Marks tarafından formüle edilen gerçek sosyalizmin tek sağlam ve bilimsel teorisi dedikleri Kapital’in sesi olarak adlandırır.

O halde marksist sosyalistler olarak bilinen Karl Marks’ın sosyalist takipçileri ne öneriyor?

Kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça işçilerin asla özgür olamayacaklarını ve refaha eremeyeceklerini söylüyorlar. Üretim kaynakları ve dağıtım araçlarının özel girişimlerin elinden alınmasını öğretiyorlar. Yani toprak, makine, değirmenler, fabrikalar, madenler, demiryolları ve diğer kamu hizmetlerinin özel mülkiyete ait olmaması gerekir çünkü bu tür bir mülkiyet, işçileri ve genel olarak insanlığı köleleştirir. Bu nedenle, olmadıklarında insanlığın varlığını sürdüremeyeceği şeylerin özel mülkiyeti sona ermelidir. Üretim ve dağıtım araçları kamu malı haline gelmelidir. Serbest kullanım fırsatı; tekeli, faizi ve kârı, sömürü ve ücretli köleliği ortadan kaldıracaktır. Toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlik ortadan kalkacak, sınıflar ayağa kalkacak; tüm insanlar özgür ve eşit olacaktır.

Sosyalizmin bu görüşleri, çoğu anarşistin fikriyle tam uyum içindedir.

Şuanki mülk sahipleri mücadele etmeden mülklerinden vazgeçmeyecekler. Tüm tarih ve geçmiş deneyimler bunu kanıtlıyor. Ayrıcalıklı sınıflar her zaman kendi avantajlarına sahip çıkmışlar, toplum üzerindeki güçlerini zayıflatma girişimlerine de her zaman karşı çıkmışlardır. Bugün bile emeğin koşullarının iyileşmesi için verilen mücadelelere karşı çıkıyorlar. Bu nedenle -geçmişte olduğu gibi gelecekte de- onları tekellerinden, özel haklarından ve ayrıcalıklarından mahrum etmeye çalışırsan plütokrasinin karşı çıkacağı kesindir. Bu karşı çıkış, acı bir mücadeleyle bir devrime yol açacaktır.

Gerçek sosyalizm bu nedenle radikal ve devrimcidir. Radikaldir çünkü toplumsal sorunların kökenine kadar gider (radix Latince’de kök anlamına gelir); reformlara ve geçici değişikliklere inanmaz, her şeyi baştan sona değiştirmek ister. Devrimci, kan dökülmesini istediği için değil devrimin kaçınılmaz olduğunu açıkça öngördüğü için; mülk sahibi sınıflar ve mülksüzleştirilmişler arasında şiddetli bir mücadele olmaksızın kapitalizmden sosyalizme geçilemeyeceğini bilir.

“Ama bir devrim ise” diye soruyorsun, “sosyalistler neden onları göreve getirmemi istiyor? Devrim mücadelesini orada mı verecekler?”

Yerinde bir soru. Kapitalizm madem devrimle ortadan kaldırılacak, sosyalistler ne için görev arıyorlar, neden hükümete girmeye çalışıyorlar?

İşte tam da marksist sosyalizmin büyük çelişkisinin ortaya çıktığı yer, her ülkedeki sosyalist hareket için ölümcül olan ve onu işçi sınıfına herhangi bir şekilde faydası olmayacak şekilde etkisiz ve güçsüz kılan temel çelişki.

Sosyalizmin neden başarısız olduğunu, sosyalistlerin neden çıkmaz sokağa girdiğini ve işçileri neden özgürleşmeye götüremeyeceklerini kavramak için bu çelişkinin açıkça anlaşılması önemli bir gerekliliktir.

Bu çelişki nedir? Şudur: Marks, “devrimin, yeni bir topluma gebe olan kapitalizmin ebesi olduğunu” anlatmıştır. Yani kapitalizmden devrim olmaksızın sosyalizm çıkmayacaktır. Ama diğer yandan Marks Komünist Manifesto’sunda burjuvaziyi fethetmek için proletaryanın devletin siyasi mekanizmasını ele geçirmesi gerektiğinde ısrar etmiştir. İşçi sınıfı -Marks’a göre- sosyalist partiler aracılığıyla devletin dizginlerini kavramalı ve sosyalizmi başlatmak için siyasi gücü kullanmalıdır.

Bu çelişki, sosyalistler arasında büyük kafa karışıklığına neden oldu ve hareketi birçok fraksiyona ayırdı. Bunların çoğu, her ülkede bulunan sıradan sosyalist partiler, işlevi kapitalizmi ortadan kaldırmak ve yerine sosyalizmi getirmek olacak bir sosyalist hükümetin kurulması için siyasi iktidarın ele geçirilmesini savunuyor.

Böyle bir şeyin mümkün olup olmadığını kendin değerlendir. Sosyalistler en başta mülk sahibi sınıfların sert bir karşı çıkış olmaksızın servet ve ayrıcalıklarından vazgeçmeyeceklerini, bunun devrimle sonuçlanacağını kendileri kabul ediyorlar.

Düşün, yaptıkları işlevsel mi? Birleşik Devletler’i ele alalım. Elli yıldan fazla bir süredir sosyalistler Kongre’ye parti üyelerini seçtirmeye çalışıyorlar, yarım asırlık bir siyasi çalışmanın ardından Washington’daki Temsilciler Meclisi’nde sadece bir üyeleri var. Kongrede sosyalist çoğunluğu elde etmek, bu hızla gidilirse (ki bu hız gitgide azalacak) kaç yüzyıl alacak?

Sosyalistlerin bir gün bu çoğunluğu güvence altına alabileceklerini varsayalım. O zaman kapitalizmi sosyalizme çevirebilecekler mi? Tek tek eyaletlerin anayasalarının yanı sıra Birleşik Devletler Anayasası’nın da -her birinde üçte ikilik bir çoğunluk sağlanarak- düzeltilmesi ve değiştirilmesi gerekecektir. Dur ve düşün: Amerikan plütokratlar, tröstler, burjuvazi ve kapitalizmden yararlanan tüm diğer güçler; sessizce oturup anayasanın kendilerini mal ve ayrıcalıklarından mahrum bırakacak şekilde değiştirilmesine izin mi verecekler? Buna inanabiliyor musun? Jay Gould’un milyonlarını yasadışı olarak almakla suçlandığı sırada ne dediğini hatırlıyor musun? “Anayasanın canı cehenneme!” Ve her plütokrat, Gould kadar açık sözlü olmasa bile aynı şekilde hisseder. Anayasa olsun ya da olmasın, kapitalistler servetleri ve ayrıcalıkları için ölümüne savaşacaklardır. Ve devrimden kasıt tam da budur. Sosyalistleri göreve seçerek kapitalizmin ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağına ya da sosyalizmin oy pusulasıyla oylanıp oylanamayacağına kendin karar verebilirsin. Ancak oy pusulaları ve mermiler arasındaki bir kavgayı kimin kazanacağını tahmin etmek zor değil.

Eski günlerde sosyalistler bunu çok iyi anlamışlardı. Daha sonra siyaseti sadece propaganda amacıyla kullanmak istediklerini iddia ettiler. Sosyalist ajitasyonun özellikle Almanya’da yasak olduğu günlerdeydi. Sosyalistler “Bizi Reichstag’a (Alman parlamentosu) seçerseniz, o zaman işçilere sosyalizmi orada vaaz edebiliriz ve halkı onun için eğitebiliriz.” diyorlardı. Bunun o zaman için bir nedeni vardı, sosyalist konuşmaları yasaklayan yasalar Reichstag’da geçerli değildi. Sosyalistler, sosyalizmi savunma fırsatına sahip olmak için siyasi faaliyetten yana oldular ve seçimlere katıldılar.

Zararsız bir şey gibi görünebilir ancak bu, sosyalizmin mahvoluşunu getirdi. Çünkü amacınıza ulaşmak için kullandığınız araçlar çok geçmeden amacınız olur, bu her zaman için doğrudur. Örneğin varoluşun yalnızca bir aracı olan para, hayatımızın amacı haline geldi. Devlet de benzer şekilde. İlkel topluluk tarafından bazı köy işlerine katılmak üzere seçilen ‘yaşlı’ yöneticiye, efendiye dönüştü. Sosyalistlerde de böyle oldu.

Yavaş yavaş tavırlarını değiştirdiler. Seçim toplantıları sadece bir eğitim yöntemi olmaktan çıktı, yavaş yavaş siyasi makamı güvence altına almak için amaca dönüştü. Yasama organlarına ve diğer hükümet pozisyonlarına seçilmek onların tek amacı haline geldi. Değişim doğal olarak sosyalistlerin devrimci ateşlerinin yavaş yavaş sönmesine yol açtı; soruşturmalardan kaçınmak ve daha fazla oy almak için onları kapitalizm ve hükümete yönelik eleştirilerini yumuşatmaya zorladı. Günümüzde sosyalist propagandanın ana vurgusu artık politikanın eğitimsel değerine değil sosyalistlerin göreve fiilen seçilmelerine dayanıyor.

Sosyalist partiler artık devrimden bahsetmiyor. Şimdi Kongre veya Parlamento’da çoğunluk elde ettiklerinde sosyalizmi yasallaştıracaklarını iddia ediyorlar: yasal ve barışçıl bir şekilde kapitalizmi ortadan kaldıracaklarını söylüyorlar. Başka bir deyişle, devrimci olmaktan çıktılar; yasayla bir şeyleri değiştirmek isteyen reformculara dönüştüler.

Öyleyse son birkaç on yıldır bunu nasıl yaptıklarını görelim.

Neredeyse her Avrupa ülkesinde sosyalistler büyük bir siyasi güç elde etti. Bazı ülkelerde artık sosyalist hükümetler var, diğerlerinde sosyalist partiler çoğunluğa sahip; başkalarında ise yine sosyalistler başbakanların yardımcılığını yapan kademeler de dahil olmak üzere devlet kademelerini, devletteki en yüksek mevkileri işgal ediyorlar. Sosyalizm için neler başardıklarını ve işçiler için neler yaptıklarını inceleyelim.

Sosyalist hareketin yatağı olan Almanya’da Sosyal Demokrat Parti çok sayıda hükümet dairesine sahip; üyeleri belediye, ulusal yasama-yargı organlarında ve Bakanlar Kurulu’nda. İki Alman Devlet Başkanı, Haase ve Ebert, sosyalistti. Şimdiki Reichskanzler (Şansölye), Dr. Herman Müller, bir sosyalisttir. Reichstag Başkanı Herr Loebe aynı zamanda Sosyalist Parti üyesidir. Scheidemann, Noske ve hükümette, orduda ve donanmada en yüksek mevkilerde bulunan çok sayıda diğer kişi, güçlü Sosyal Demokrat Parti’nin liderleridir. Onlar partinin davasını savunması gereken proletarya için ne yaptılar? Sosyalizmi yarattılar mı? Ücretli köleliği kaldırdılar mı? En azından bu amaçlar için girişimlerde bulundular mı?

Almanya’daki işçilerin 1918’de ayaklanması Kayzer’i ülkeden kaçmaya zorladı ve Hohenzollern Hanedanı’nın hükümdarlığı sona erdi. Halk sosyal demokratlara güvendi ve onları iktidara getirdi. Ancak sosyalistler hükümette bir kez güvende olduklarında halka karşı çıktılar. Alman burjuvazisi ve askeri kliği ile birleştiler, kapitalizmin ve militarizmin kalesi haline geldiler. Sadece halkı silahsızlandırıp emekçileri bastırmakla kalmadılar, aynı zamanda ihanetlerini protesto etmeye cesaret eden her sosyalisti vurup hapse attılar. Noske, devrim sırasında ordunun sosyalist şefi olarak, askerlerini işçilere karşı çıkardı ve onları -onu iktidara getiren proleterleri, kendi kardeşi olan sosyalistleri- toptan katletti. En sadık ve gözü pek devrimcilerden ikisi olan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, 16 Ocak 1919’da Berlin’de sosyalist hükümetin göz yummasıyla ordu subayları tarafından soğukkanlılıkla öldürüldü. Anarşist şair ve düşünür Gustav Landauer ve Almanya’nın her yerinden çok sayıda işçi arkadaşı aynı kaderi paylaştı.

Haase, Ebert, Scheidemann, Noske ve onların Sosyalist teğmenleri devrimin hayati bir şeyi başarmasına izin vermediler. İktidara geldikleri an onu isyankâr emeği ezmek için kullandılar. Gerçek devrimci unsurların açık ve gizlice öldürülmesi, sosyalist hükümetin devrimi bastırmak için kullandığı araçlardan yalnızca biriydi. Sosyalist Parti, işçilerin yararına herhangi bir değişiklik yapmak bir yana, aristokrasinin ve efendi sınıfın tüm ayrıcalıklarını, çıkarlarını koruyarak kapitalizmin en gayretli savunucusu oldu. Bu nedenle Alman Devrimi, Kayzer’i kovmaktan başka hiçbir şey başaramadı. Krallık tüm unvanlarına, mülkiyetlerine, özel haklarına ve ayrıcalıklarına sahip olmaya devam etti; askeri kast, monarşi altında sahip olduğu gücü korudu; burjuvazi güçlendi, ekonomi kralları ve sanayi kodamanları eskisinden daha da büyük bir rahatlıkla Alman emekçisinin efendisi oldular. Arkasında milyonlarca oy bulunan Almanya Sosyalist Partisi, seçilmekte başarılı oldu. İşçiler ise tıpkı önceden olduğu gibi köle kaldılar ve acı çekiyorlar.

Diğer ülkelerde de manzara aynı. Fransa’da Sosyalist Parti hükümette güçlü bir şekilde temsil edilmektedir. Başbakanlık görevini de üstlenen Dışişleri Bakanı Aristide Briand, eskiden Fransa’daki partinin en büyük ışıklarından biriydi. Günümüzde kapitalizmin ve militarizmin en güçlü savunucusu. Eski sosyalist arkadaşlarının çoğu hükümetteki meslektaşlarıdır; daha birçok günümüz sosyalisti de Fransız Parlamentosu’nda ve diğer önemli mevkilerde bulunmaktadır. Sosyalizm için ne yapıyorlar? İşçiler için ne yapıyorlar?

Fransa’nın kapitalist rejimini savunmaya ve ‘istikrara kavuşturmaya’ yardım ediyorlar; yüksek devlet memurlarının daha iyi maaş alabilmesi için vergileri artıran kanunlar çıkarmakla meşguller. Onlar -Fransız kardeşleri gibi- işçileri kan kaybetmek zorunda olan Almanya’dan savaş tazminatı toplamakla meşguller. Fransa’yı ve özellikle okullardaki çocuklarını Alman halkından nefret etmeleri konusunda ‘eğitmek’ için çok çalışıyorlar; komşu ülkelere karşı şovenizm ve intikam ruhunu geliştirerek hazırladıkları bir sonraki savaş için daha fazla savaş gemisi ve askeri uçak inşa etmeye yardımcı oluyorlar. Fransa’nın her yetişkin erkek ve kadınını savaş durumunda seferber eden yeni yasa, önde gelen sosyalistlerden Paul Boncour tarafından tanıtıldı ve Temsilciler Meclisi’nin sosyalist üyelerinin desteğiyle kabul edildi.

Avusturya ve Belçika’da, İsveç ve Norveç’te, Hollanda ve Danimarka’da, Çekoslovakya’da ve diğer Avrupa ülkelerinin çoğunda sosyalistler iktidara geldi. Bazı ülkelerde tamamen iktidarlar, bazılarında ise kısmen. Ve her yerde, tek bir istisna olmaksızın aynı yolu izlediler. Her yerde ideallerinden vazgeçtiler, insanları aldattılar, siyasi yükselişlerini kendi çıkarları ve şanları için kullandılar.

Öfkeyle “Emeğin sırtında iktidara gelen ve sonra işçilere ihanet eden bu insanlar alçaklardır!” dediğini duyuyorum. Doğru ama hepsi bu kadar da değil. Bu sürekli ve düzenli ihanetin daha derin bir nedeni var. Bu neredeyse evrenselleşmiş olgunun daha büyük ve daha önemli bir nedeni var. Sosyalistler esasen diğer insanlardan farklı değildir. Tıpkı senin ve benim gibi onlar da insandır. Ve hiç kimse bir gecede alçak ya da hain olmaz.

Yozlaştıran şey iktidardır. İktidara sahip olduğunuz bilincinin kendisi, insanı tıpkı en iyi metali bile aşındıran en kötü zehir gibi yozlaştırır. Siyasetin her yerdeki pisliği ve kirliliği bunu yeterince kanıtlıyor. Dahası en iyi niyetlerle bile yasama organlarındaki veya hükümet pozisyonlarındaki sosyalistler, sosyalist nitelikte herhangi bir şeyi, işçilere fayda sağlayacak herhangi bir şeyi başarmada kendilerini tamamen güçsüz bulurlar. Çünkü siyaset, çalışma koşullarını iyileştirmenin bir yolu değildir. Asla olmadı ve olamaz.

Ahlaki yozlaşma ve kötüleşme yavaş yavaş gerçekleşir, o kadar kademeli olarak gerçekleşir ki kişi bunu fark etmez. Kongre’ye seçilmiş bir sosyalistin durumunu bir an için hayal edin. Diğer partilerden yüzlerce insan karşısında tek başınadır. Onların, kendisinin radikal fikirlerine karşı olduklarını hisseder, kendisini garip ve düşmanca bir atmosferde bulur. Ama o oradadır ve hali hazırda devam eden işe katılmak zorundadır. Bu işin çoğu -getirilen yasalar, önerilen yasalar- ona tamamen yabancıdır. Sosyalistin inandığı şeylerle hiçbir ilgisi yoktur, onu seçen işçi sınıfı seçmenlerinin çıkarlarıyla hiçbir bağlantısı yoktur. Bu sadece mevzuatın rutinidir. Ancak emeğe veya endüstriyel ve ekonomik duruma ilişkin bir yasa tasarısı ortaya çıktığında sosyalistimiz sürece katılabilir. Sürece katılır ve konuyla ilgili pratik olmayan fikirleri yüzünden ya görmezden gelinir ya da ona gülünür. Çünkü gerçekten pratik değiller. Yasalar en iyi senaryoda bile -önerilen yasa tekele yeni ayrıcalıklar verecek şekilde özel olarak tasarlanmadığında- kapitalist işleyişle ilgili konularla, bir hükümetle diğeri arasındaki bazı ticari antlaşmalar veya sözleşmelerle ilgilidir. Ama o sosyalist, sosyalist bir listeden seçildi ve kapitalist hükümeti ortadan kaldırmak, ticaret ve kâr sistemini tamamen ortadan kaldırmak onun görevidir, öyleyse sunulan ‘faturalar’ üzerine ‘pratik olarak’ nasıl konuşabilir ki? Elbette meslektaşları için bir alay konusu olur ve kısa süre sonra yasama salonlarında varlığının ne kadar aptal ve yararsız olduğunu görmeye başlar. Bu nedenle Almanya’daki Sosyalist Parti’nin en iyi insanlarından bazıları, örneğin Johann Most siyasi eyleme karşı çıktılar. Ama böyle dürüstlük ve cesarete sahip çok az insan vardı. Sosyalist genelde pozisyonunda kalır ve her geçen gün ne kadar anlamsız bir rol oynadığını fark etmek zorunda kalır. Çalışmada ciddi bir rol almanın, tartışmalarda sağlam fikirlerini ifade etmenin ve yargılamalarda gerçek bir faktör haline gelmenin bir yolunu bulması gerektiğini hisseder. Bu kendi onurunu korumak, meslektaşlarını saygıya zorlamak ve aynı zamanda seçmenlerine sadece bir kukla seçmediklerini göstermek için zorunludur.

Böylece rutini öğrenmeye başlar. Nehir taraması ve sahil ıslahı üzerine çalışır, ödenekleri okur, değerlendirilmek üzere gelen yüz faturayı inceler ve ara sıra söz aldığında -ki bu çok sık olmaz- sosyalist bakış açısıyla önerilen mevzuatı açıklamaya çalışır. Yapmak zorunda olduğu ‘sosyalist konuşmayı’ yapar. İşçilerin çektiği acılar ve ücretli kölelik suçları üzerinde durur; meslektaşlarına kapitalizmin kötü olduğunu, zenginlerin ve tüm sistemin ortadan kaldırılması gerektiğini bildirir. Sıkıcı konuşmasını bitirir ve oturur. Politikacılar ise birbirlerine bakışlar atar, gülümser ve şaka yaparlar; sonrasında ellerindeki işe dönerler.

Sosyalistimiz alay konusu olarak görüldüğünü algılar. Meslektaşları onun ‘ateşli havasından’ bıkmaktadır ve o, zeminini sağlama almakta gittikçe daha fazla zorlanır. Sık sık huzura çağrılır ve sadede gelmesi gerektiği söylenir. Ne konuşmasıyla ne de aldığı oyla kararlara en ufak bir şekilde bile etki edemeyeceğini bilir. Konuşmaları halka ulaşmaz bile; kimsenin okumadığı Meclis Tutanakları’nda kalır; siyasi entrikaların vahşi doğasında yalnız ve etkisiz bir ses olduğunun acı bir şekilde farkındadır.

O, seçmenleri yasama organlarına daha fazla yoldaş seçmeleri için çağırıyor. “Yalnız bir sosyalist hiçbir şeyi başaramaz.” diye sesleniyor. Yıllar geçiyor ve sonunda Sosyalist Parti, birkaç üyesinin daha seçilmesini başarıyor. Her biri ilk meslektaşlarıyla aynı deneyimi yaşıyor ancak şimdi sosyalist doktrinleri politikacılara vaaz etmenin yararsızdan daha kötü olduğu sonucuna hızla varıyorlar. Mevzuata katılmaya karar veriyorlar. Sadece ‘devrim çığırtkanı’ olmadıklarını; pratik insanlar, devlet adamları olduklarını, seçmenleri için bir şeyler yaptıklarını, çıkarlarını gözettiklerini onlara göstermeliler.

Bu durum onları yargılamalarda ‘pratik’ bir rol almaya, ‘iş konuşmaya’, yasama organında fiilen ele alınan konularla uyumlu olmaya zorlar. Bunların sosyalizmle veya kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla hiçbir ilgisi olmadığını gayet iyi biliyorlar. Tüm bu kanun yapma ve politik mumyalama, efendilerin halk üzerindeki hakimiyetini yalnızca güçlendirir; daha da kötüsü işçileri yasama meclislerinin kendileri için bir şeyler yapabileceğine inanmaya doğru yönlendirir ve onları siyasetle sonuç alabileceklerine dair sahte bir umutla aldatır. Bu şekilde onların durumlarını ‘iyileştirmek’ için yasa ve devlete ‘bir şeyleri değiştirmek’ için güvenmelerini sağlar.

Böylece devlet mekanizması işleyişini sürdürür, efendiler konumlarında güvende kalırlar. İşçilerin eylemleriyse yasama organlarındaki temsilcileri tarafından kendilerine ‘rahatlık’ sağlayacak yeni yasalar vaatleriyle durdurulur.

Yıllardır bu süreç tüm Avrupa ülkelerinde devam ediyor. Sosyalist partiler, üyelerinin çoğunu çeşitli yasama ve hükümet pozisyonlarına seçtirmeyi başardılar. Bu atmosferde yıllar geçiren, iyi işlerin ve maaşın tadını çıkaran seçilmiş sosyalistler, siyasi mekanizmanın bir parçası haline geldi. Sosyalist devrimin kapitalizmi ortadan kaldırmasını beklemenin faydası olmadığını hissetmeye başladılar. Hükümette sosyalist çoğunluk elde etmeye çalışmak, “iyileştirme” için çalışmak daha pratikti. Şimdiyse çoğunluğa sahip olduklarında devrime ihtiyaç duymayacaklarını söylüyorlar.

Sosyalistler yavaş yavaş, adım adım değiştiler. Seçimlerde artan başarı ve siyasi gücü güvence altına alarak daha muhafazakâr oldular ve mevcut koşullardan memnunlar. Burjuvazinin zenginliğinin, nüfuzunun atmosferinde yaşayarak ve işçi sınıfının yaşamından, acılarından uzaklaşarak ‘pratik’ dedikleri şey haline geldiler. Siyasi mekanizmanın işleyişini ilk elden görerek, onun ahlaksızlığını ve yolsuzluğunu bilerek o aldatma, rüşvet ve yolsuzluk bataklığında sosyalizm için umut olmadığını anladılar. Ancak az sayıda, çok az sayıda sosyalist, işçileri politikanın emeğin davasına yardım etme umutsuzluğu konusunda aydınlatacak cesareti buluyor. Böyle bir itiraf, maaşları ve avantajları ile siyasi kariyerlerinin sonu anlamına gelecektir. Bu yüzden onların büyük çoğunluğu düşüncelerini kendilerine saklamaktan ve yeteri kadar iyi yaşamaktan memnunlar. Güç ve konum, vicdanlarını yavaş yavaş bastırdı ve akıntıya karşı yüzecek güce ve dürüstlüğe sahip değiller.

Bir zamanlar dünyanın ezilenlerinin umudu olan sosyalizmin dönüştüğü şey budur. Sosyalist partiler, burjuvazi ve emeğin düşmanlarıyla el ele verdiler. İnsanlara, onların çıkarları için savaşıyormuş gibi görünerek kapitalizmin en güçlü kalesi haline geldiler. Oysa gerçekte sömürücülerle ortak bir amaç oluşturdular. Kendilerini o kadar unuttular ve orjinal sosyalizmlerine geri döndüler ki Büyük (Birinci) Dünya Savaşı’nda Avrupa’da bile sosyalist partiler, işçileri katliamlara yönlendirmek için devletlerine yardım ettiler.

Savaş, sosyalizmin iflasını açıkça gösterdi. Sloganı “Dünya işçileri birleşin!” olan sosyalist partiler, emekçileri birbirlerini öldürmeye gönderdi. Militarizmin ve savaşın düşmanları olmaktan ‘kendi’ topraklarının savunucuları haline geldiler ve işçileri askerlerin üniformasını giymeye ve diğer ülkelerdeki arkadaşlarını öldürmeye çağırdılar.

Gerçekten tuhaf! Yıllardır proleterlere kendi çıkarlarının efendilerininkine zıt olduğunu, emeğin ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmadığını’ söylüyorlardı ancak ilk fırsatta emekçileri orduya katılmaya ve katliam yapabilmesi için hükümeti desteklemeye ve para vermeye çağırdılar. Bu, Avrupa’nın her ülkesinde oldu. Doğru, savaşı protesto eden sosyalist azınlıklar vardı ancak sosyalist partilerdeki baskın çoğunluk onları kınadı, görmezden geldi ve katliam için birbirleriyle sıraya girdiler.

Bu, yalnızca sosyalizme değil tüm işçi sınıfına ve insanlığın kendisine karşı yapılmış en korkunç ihanetti. Amacı dünyayı kapitalizmin kötülüklerine, vatanseverliğin cani karakterine, savaşın acımasızlığına ve yararsızlığına karşı eğitmek olan sosyalizm; insan haklarının, özgürlüğün ve adaletin savunucusu, daha iyi bir günün umudu ve vaadi olan sosyalizm; sefil bir şekilde devletin ve efendilerin savunucusuna dönüştü. Militaristlerin ve milliyetçilerin bakıcısı oldu. Eski sosyal demokratlar ‘sosyal vatanseverler’ oldular.

Ancak bu, sadece ihanet yüzünden olmadı. Bu görüşü benimsemek, ana noktayı kaçırmak ve ondan çıkarılacak uyarı niteliğindeki dersi yanlış anlamak olacaktır. Hem doğası hem de etkisi bakımından ihanetti ve bu ihanetin sonuçları sosyalizmi iflas ettirdi, ona ciddiyetle inanan milyonları hayal kırıklığına uğrattı ve dünyayı karanlık gericilikle doldurdu. Ama bu yalnızca ihanet değildi, sıradan bir ihanet değildi. Gerçek sebep çok daha derinlerde yatıyor.

Harika bir düşünür (Hipokrat) “Ne yersek oyuz.” demişti. Yani yaşadığımız hayat, içinde yaşadığımız çevre, düşüncelerimiz ve yaptığımız eylemler, hepsi ince ince karakterimizi şekillendirir ve bizi olduğumuz kişi yapar.

Sosyalistlerin uzun siyasi faaliyeti ve burjuva partileriyle iş birliği, yavaş yavaş düşüncelerini ve zihinsel alışkanlıklarını sosyalist düşünce tarzlarından uzaklaştırdı. Yavaş yavaş sosyalizmin amacının insanları eğitmek, kapitalizm oyununu görmelerini sağlamak; onlara hükümetin düşman olduğunu, kilisenin onları cehalet içinde tuttuğunu, günümüz toplumunun üzerine inşa edildiği hurafeleri ve yanlışları sürdürmek için tasarlanmış fikirlerle aldatıldıklarını öğretmek olduğunu unuttular. Kısacası sosyalizmin insanların zihninden ve hayatlarından karanlığı kovacak; onları cehalet ve maddeciliğin bataklığından çıkaracak ve doğal idealizmlerini, adalet ve kardeşlik arayışını özgürlüğe ve aydınlığa doğru canlandıracak Mesih olduğunu unuttular.

Unuttular. ‘Pratik’ olmak için, bir şeyi ‘başarmak’ için, başarılı politikacılar olmak için unutmaları gerekiyordu. Bir bataklığa dalıp temiz kalamazsınız. Zaten unutmaları gerekiyordu çünkü amaçları ‘sonuç almak’, seçimleri kazanmak, iktidarı güvence altına almaktı. İnsanlara koşullarla ilgili tüm gerçeği anlatarak siyasette başarılı olamayacaklarını biliyorlardı çünkü gerçek sadece hükümeti, kiliseyi ve okulu düşmanlaştırmakla kalmaz, aynı zamanda insanların önyargılarını da açığa çıkartır. Bu yavaş ve zorlu bir süreçtir. Ancak siyasi başarı hızlı sonuçlar gerektirir. Sosyalistler mevcut güçlerle çok büyük bir çatışmaya girmemek için dikkatli olmalıydı; insanları eğitirken zaman kaybetmeyi göze alamazlardı.

Bu nedenle oy kazanmak onların ana hedefi haline geldi. Bunu başarmak için köşelerini tıraşlamaları gerekiyordu. Sosyalizmin yetkililer tarafından soruşturmayla sonuçlanabilecek, kiliseden hoşlanmayan veya bağnaz unsurların saflarına katılmasını engelleyebilecek kısımlarını yavaş yavaş tıraşlamak zorunda kaldılar. Uzlaşmaları gerekiyordu.

Onlar da bunu yaptı. Her şeyden önce devrimden bahsetmeyi bıraktılar. Acı bir mücadele olmadan kapitalizmin ortadan kaldırılamayacağını biliyorlardı ancak halka sosyalizmi yasayla, kanunla getirebileceklerini ve gerekli olanın hükümete yeterince sosyalist sokmak olduğunu söylemeye karar verdiler.

Hükümeti kötülüğün parçası olarak suçlamayı bıraktılar; işçileri -köleleştirme aracı olarak hükümetin gerçek karakteri hakkında- aydınlatmayı bıraktılar. Bunun yerine kendilerinin, sosyalistlerin ‘devlet’in en sadık ve en iyi savunucuları olduklarını iddia etmeye başladılar. Karşı olmak bir yana, onlar “yasa ve düzen”in en gerçek dostlarıydı. Yani onlar, sosyalistler, yasaları yapacak ve hükümeti yöneteceklerdi.

Bu nedenle hukuka ve devlete olan yanlış ve köleleştirici inancı zayıflatmak yerine, bu baskı aracı kurumların ortadan kaldırılması için onu zayıflatmak yerine, sosyalistler aslında halkın zorla otoriteye ve devlete olan inancını güçlendirmek için çalıştılar. Dünya çapında sosyalist partilerin üyeleri, devlete en güçlü şekilde inananlardır ve bu nedenle de devletçiler olarak adlandırılırlar. Ancak büyük öğretmenleri, Marks ve Engels, devletin yalnızca bastırmaya hizmet ettiğini ve insanlar gerçek özgürlüğe kavuştuğunda devletin ortadan kalkacağını açıkça söylemişti.

Siyasi başarı için sosyalist uzlaşma burada kalmadı. Daha da ileriye gitti. Sosyalist partiler oy kazanmak için halka organize dinin sahteliği, ikiyüzlülüğü ve tehdidi hakkında propaganda yapmama kararı aldı. Bir kurum olarak kilisenin, kapitalizmin ve köleliğin bir siperi olduğunu, her zaman böyle olduğunu biliyoruz. Açıktır ki kiliseye inanan, rahip tarafından yemin eden ve otoritesine boyun eğen insanlar, doğal olarak ona ve emirlerine itaat edeceklerdir. Cehalet ve batıl inançla dolu bu tür insanlar, efendilerin en kolay kurbanlarıdır. Ancak sosyalistler, seçim kampanyalarında daha büyük başarı elde etmek için, halkın önyargılarını kırmamak için din karşıtı propagandayı ortadan kaldırmaya karar verdiler. Dini bir ‘özel mesele’ olarak ilan ettiler ve kiliseye yönelik tüm eleştirilerini ajitasyonlarının dışında bıraktılar.

Kişisel olarak inandığınız şey aslında sizin özel meselenizdir ama diğer insanlarla bir araya geldiğinizde ve inancınızı başkalarına empoze etmek, onları sizin gibi düşünmeye zorlamak ve onları (gücünüz ölçüsünde) cezalandırmak için bir araya geldiğinizde, o zaman bu artık ‘özel meseleniz’ değildir. Onlara göre, insanlara kâfir oldukları gerekçesiyle işkence eden ve diri diri yakan engizisyonun bile ‘özel bir mesele’ olduğu söylenebilir.

Dinin ‘özel bir mesele’ olduğunu ilan etmeleri, sosyalistlerin özgürlük davasına en büyük ihanetlerinden biriydi. İnsanlık, dinsel zulmü ve engizisyonları mümkün kılan korkulu cehalet, batıl inanç, bağnazlık ve hoşgörüsüzlükten yavaş yavaş sıyrıldı. Bilimin ve tekniğin ilerlemesi, matbaa ve iletişim araçları aydınlanmayı getirdi; insan zihnini kilisenin pençelerinden bir dereceye kadar kurtarmış olan da bu aydınlanmadır. Aydınlanmanın da kendi dogmalarını kabul etmeyenleri lanetlemediğini söylemiyorum. Aydınlanmanın zulmü de hala devam ediyor ama bilginin ilerlemesi kiliseyi insanın zihni, yaşamı ve özgürlüğü üzerindeki eski mutlak etkisinden mahrum bıraktı; tıpkı gelişimin aynı şekilde hükümeti halka mutlak köle ve serf olarak muamele etme gücünden mahrum bırakması gibi.

Geçmişte insanlar için böylesine özgürleştirici bir nimet olduğunu kanıtlamış olan aydınlanma çalışmalarına devam etmenin ne kadar önemli olduğunu o zaman kolayca görebilirsin; devam etmek, böylece bir gün batıl inanç ve zorbalığın tüm güçlerini tamamen ortadan kaldırmamıza yardım edebilir.

Ancak sosyalistler dini ‘özel bir mesele’ ilan ederek bu en gerekli çalışmayı bırakmaya karar verdiler.

Bu tavizler ve sosyalizmin gerçek amaçlarının reddedilmesi oldukça iyi sonuç verdi. Sosyalistler ideallerin feda edilmesiyle siyasi güç kazandılar. Ancak bu ‘güç’ uzun vadede zayıflık ve yıkım anlamına geliyordu.

Uzlaşmaktan daha yozlaştırıcı hiçbir şey yoktur. Bu yönde atılan bir adım bir başkasını gerektirir, onu gerekli ve zorlayıcı hale getirir, kısa sürede sizi yuvarlanan bir kartopunun gücüyle sarar ve çığa dönüşür.

Sosyalizmin gerçekten önemli ve özgürleştirici özellikleri birer birer kamuoyunda daha olumlu karşılanan görüşleri güvence altına almak, soruşturmaları azaltmak ve “pratik bir şey” gerçekleştirmek için; yani daha fazla sosyalistin göreve seçilmesini sağlamak adına siyasete feda edildi. Her ülkede yıllardır devam eden bu süreçte Avrupa’daki sosyalist partiler milyonları bulan üyelik sayıları elde ettiler. Ancak bu milyonlar hiç de sosyalist değildi. Onlar, sosyalizmin gerçek ruhu ve anlamı hakkında hiçbir fikri olmayan parti üyeleriydi; eski ön yargılara ve kapitalist görüşlere batmış erkekler ve kadınlar: Burjuva zihniyetli insanlar, dar görüşlü milliyetçiler, kilise üyeleri, ilahi otoriteye ve dolayısıyla insan yönetimine inananlar, insanın insan tarafından yönetilmesine inananlar, devlete ve onun baskı-sömürü kurumlarına inananlar, ‘kendi’ hükümetlerini savunmanın gerekliliğine, vatanseverliğe ve militarizme inananlar…

Öyleyse, Büyük Savaş patlak verdiğinde birkaç istisna dışında her ülkede sosyalistlerin, yöneticilerinin ve efendilerinin anavatanı olan “anavatanı savunmak” için silahlanmaları şaşırtıcı mı? Alman sosyalisti, otokrat Kayzer için, Avusturyalı Habsburg monarşisi için, Rus çarı için, İtalyan kralı için, Fransız ‘cumhuriyeti’ için savaştı ve böylece bütün ülkelerden ‘sosyalistler’ on milyonu ölünceye ve yirmi milyonu sakat kalıncaya kadar birbirlerini katletti.

Siyasi, parlamenter eylem politikasının bu tür sonuçlara yol açması kaçınılmazdı. Çünkü gerçekte sözde politik ‘eylem’, işçilerin ve gerçek ilerlemenin amacı olduğu sürece, eylemsizlikten daha kötüdür. Politikanın özü yozlaşmadır, uzlaşmadır, ideallerinden ve tutarlılığından başarı için fedakârlıktır. Acı, kitleler için ve dünyadaki her saygın erkek ve kadın için bu ‘başarının’ meyveleridir.

Bunun doğrudan bir sonucu olarak, her ülkede milyonlarca işçinin cesareti kırılıyor ve umutlarını kaybediyorlar. Sosyalizm -haklı olarak böyle hissederler- onları aldattı ve onlara ihanet etti. Elli, hayır, neredeyse yüz yıllık sosyalist ‘çaba’; sosyalist partilerin tümüyle iflas etmesine, insanların hayal kırıklığına uğramasına neden oldu ve şimdi tüm dünyaya egemen olan ve emeği boğazından demir bir elle tutan bir gericiliğe yol açtı.

Sosyalist partilerin seçimleriyle ve politikalarıyla proletaryaya, ücretli kölelikten kurtulmasına yardım edebileceğini hâlâ düşünüyor musun?

Onların meyvelerinden onları tanıyacaksın.

“Ama Bolşevikler,” diye karşı çıkıyorsun, “işçilere ihanet etmediler. Bugün Rusya’da sosyalizm var!”

O halde Rusya’ya bir göz atalım.

The post Anarşizm Nedir? (13): Sosyalizm – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/12/26/anarsizm-nedir-13-sosyalizm-alexander-berkman/feed/ 0