Çikolata – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 11 Jun 2015 00:34:56 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz https://meydan1.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/ https://meydan1.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/#respond Thu, 11 Jun 2015 00:34:56 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/ İletişim denilen şeyin var olabilmesi için, iletişime açık en az iki canlıya ihtiyaç vardır. İletişim bu iki kişi arasındaki “etkileşim”den doğar. Sağlıklı bir iletişimin anahtarı ise az önce bahsettiğimiz “etkileşim”in ta kendisidir. Eğer bu olmazsa ya iletişim ortadan kalkacaktır ya da bu münasebetin kendisi “tek yönlü iletişim”e dönüşecektir. Biz buna “telkin” ya da komut” diyebiliriz. […]

The post ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Subliliminal Mesajlar

İletişim denilen şeyin var olabilmesi için, iletişime açık en az iki canlıya ihtiyaç vardır. İletişim bu iki kişi arasındaki “etkileşim”den doğar. Sağlıklı bir iletişimin anahtarı ise az önce bahsettiğimiz “etkileşim”in ta kendisidir. Eğer bu olmazsa ya iletişim ortadan kalkacaktır ya da bu münasebetin kendisi “tek yönlü iletişim”e dönüşecektir. Biz buna “telkin” ya da komut” diyebiliriz. Tıpkı günümüzde olduğu gibi yukarıdan aşağı doğru örgütlenen toplumlarda “tek yönlü iletişim” favori iletişim biçimidir. Dünyaya sahip olduğunu düşünenler tebaalarına farklı yöntemlerle telkinlerde bulunurlar. “Çalış”, “tüket” ve “itaat et”! Kimi zaman ve kimi yerlerde bunu doğrudan yapan efendiler kimi zamanda bunu gizli kapaklı yollarla yapmaya çalışırlar. Özellikle “Kitle İletişim Araçları” bu “tek yönlü iletişim” biçimini gizli kapaklı yöntemlerle uygulamak konusunda bir hayli ustadır.

Birden fazla yolla, başka bir deyişle, tekrara düşen telkinlerle yinelenen mesajlar, subliminal mesaj olarak adlandırılıyor. Akıllı ürün yerleştirmeden, çok hızlı görüntü verme yöntemine; resminin içine gizlenmiş kelimeler veya görüntülerden, alışılagelmiş sembollere kadar bir çok yöntemi olan subliminal mesaj gönderme, 1900’lü yıllardan bugüne kullanılagelmekte!

Gözümüzün gördüğü her görüntü, kulağımızın işittiği her ses ya da soluduğumuz her kokunun ancak çok sınırlı bir kısmını algılayabiliyoruz. Ancak tüm bu veriler beynimizin bir köşesinde kaydediliyor ve depolanıyor. Mesela, merdivenleri çıkarken kaç tane olduğunu saymasak bile, bu sayılıyor ve kaydediliyor. İşte subliminal mesajların hedefi, algılayamadığımız ama depolanan verilerin bölgesine yönelik oluyor.


Sübliminal mesaj denince akla gelen en önemli deneylerden biri, reklamcı James Vicary’nin takistoskop cihazıyla yaptığı deneydir. A.W Volkman tarafından geliştirilen takistoskop, bir saniyenin 1/3000’i gibi kısa bir sürede açılıp kapanan objektif kapağı sayesinde mesajlar (görüntü ya da resim) yansıtan bir film projektörüdür. Bir sinema salonunda gerçekleştirilen bu deneyde, projektörle yollanan “cola için ve mısır yiyin” mesajı salondaki mısır satışlarını % 57.8, cola satışlarını % 18.1 arttırmıştır. Günümüzde bu yöntem,  filmlere gözümüzün algılamadığı ek kareler eklenmesine dönüşmüştür. 24 kareden oluşan videoya yerleştirilen 25. kare, gözün bu kareyi görmezden gelmesi yüzünden fark edilmez, ancak subliminal mesaj olarak algılanır

Hollanda Nijmeyen Üniversitesinden Johan Karremans‟ın bir çalışmasında susuzluğu gösteren konuları göstermiş ve bunlardan önce saniyenin binde biri sürede “Lipton” diye mesaj göndermiştir. Bundan sonra, deneklere bir içecek seçmeleri söylendiğinde, %80 oranında “Lipton” markasını seçmişlerdir

Bir diğer belirgin örnek ise “Kuzuların Sessizliği” filminin afişindeki kelebekte saklıdır! Kelebeğin baş kısmında çıplak kadın bedenlerinden oluşan bir kurukafa vardır. Korku ve arzuyu aynı anda içeren bu mesaj, bizde filme dair bir merak uyandırır. Özellikle reklam filmlerinde, içecek şişelerinin, dondurma, çikolata ya da sandviçlerin fallik imgeyle tanımlanması sık kullanılan bir tekniktir.

2000 yılında ABD seçimlerinde G. Bush’un ekibi, rakibi Al Gore’u hedef alarak bir reklam filmi yapıyor. Reklam filminin bir bölümünde geçen bureaucrats kelimesinin rats (sıçanlar) kelimesi Al Gore’un yüzünün üstüne gelecek şekilde yerleştiriliyor.

Bu mesajların büyük çoğunluğu görsel yollarla verilse de kimi zaman farklı duyu organlarına yönelik mesajlarda üretilebiliyor. Yaşadığımız topraklarda dört, dünyada on beş adet şirket, sadece tüketici davranışlarını değiştirecek kokular üzerine çalışıyor. Giyim mağazaları, süpermarketler, AVM’ler bu  kokularla donatılırken, kimi ürünlerde cezbedici kokularla ürünün tüketimini arttırmayı başarabiliyor. Girdiğiniz bir süpermarketin, ısısı, ışıklandırılması, çalınan müzikler ve raf dizilimi dahi sizi tüketime daha doğrusu daha çok tüketime davet ediyor.

Fakat mesele subliminal mesajlar olunca komplo teorileri ile gerçekler birbirine karışıyor. Özellikle yaşadığımız topraklarda her görüntüden bir anlam çıkarma kaygısı, “allah diyen aslan” tadında karikatürize edilerek önümüz sürülüyor. Bu “niyetli” okumalar, subliminal mesajlar gerçeğinin ciddiyetini tartışılır hale getiriyor. Çizgi filmlere yerleştirildiği söylenen “sex” kelimeleri, herhangi bir görüntüdeki herhangi bir siluetin “kahve falına” bakarcasına “çıplak kadın”lara benzetilmesi açıkçası meseleyi sulandırıyor. Hele ki bütün bunların dünyanın ahlakını bozmak için masonlar, yahudiler ya da illuminati tarafından yapıldığının iddia edilmesi ise meseleyi büsbütün  inandırıcılıktan uzaklaştırılıyor.

Fakat bu iddiaları bir kenara koyacak olursak, yıllardan beri insanları daha rahat kontrol altına almak için envai çeşit yol deneyen devlet adamlarının, kapitalistlerin ve reklamcıların bu ve benzeri yöntemleri kullanmadıklarını söylemek en hafif tabirle saflık olur. Yaşamımızın göbeğine yerleşmiş tüketim malları onların üzerine sürülmüş cinsel çağrışımlar, kulağımızın ardında “tüket tüket” diye fısıldayan dış sesler, kafamızı kaldırdığımız her noktada yüzümüze çarpan reklamlar, politikacıların, patronların durmadan ürettikleri yalanlar, her gün ve her dakika bilincimize saldırmaya devam ediyor. Saldırının kendisi bilinci alt – üst ederken, bedenlerimizi ve yaşamımızı da kontrol ediyor. Gerçekler ise tüm bu makyajın ve karmaşanın ortasında bizler tarafından bulunmayı bekliyor!

Büşra Cengiz

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/feed/ 0
” Hangisi ? ” – Dilan Yaman https://meydan1.org/2015/06/11/hangisi-dilan-yaman/ https://meydan1.org/2015/06/11/hangisi-dilan-yaman/#respond Wed, 10 Jun 2015 22:56:39 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/11/hangisi-dilan-yaman/ “Pardon bir bakar mısınız? Fazla uzun sürmeyecek.” Eğer kalabalık bir caddede yürüyorsak hepimiz duymuşuzdur bu cümleleri. Vaktimiz varsa, ardından cevaplamamız istenilen bir dizi soruyla karşı karşıya kalırız. Bazen halihazırdaki, bazen de piyasaya yeni girmeye hazırlanan bir ürünle ilgilidir bu sorular. Gazoz ya da kahve, ped ya da çikolata, banka ya da sigorta, neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz. […]

The post ” Hangisi ? ” – Dilan Yaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Mann von der Presse hält ein Klemmbrett und ein Mikrofon

“Pardon bir bakar mısınız? Fazla uzun sürmeyecek.”

Eğer kalabalık bir caddede yürüyorsak hepimiz duymuşuzdur bu cümleleri. Vaktimiz varsa, ardından cevaplamamız istenilen bir dizi soruyla karşı karşıya kalırız. Bazen halihazırdaki, bazen de piyasaya yeni girmeye hazırlanan bir ürünle ilgilidir bu sorular. Gazoz ya da kahve, ped ya da çikolata, banka ya da sigorta, neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz. Ama durmuşsak, sorulara da yanıtlar vermeye başlamışsak, bir anketin deneği olmuşuz demektir.

Yaş, cinsiyet, meslek gibi kişisel özelliklerimizi de öğrenmek isteyen bu anketlerde, bazen içerek, bazen de dokunarak o ürünle ilgili bize yöneltilen soruları seçenekler dahilinde işaretlememiz istenir.

Peki, neden? Neden bu sorular ve cevaplar, neden yüzdeler ve oranlar?

Anket sorularına verilen yanıtlar, tek tek sayılır, işlenir ve anket şirketince birer istatistiki bilgiye dönüştürülerek anketi yaptıran şirkete sunulur. İstatistiksel bilgiden elde edilen sonuçlar, her durumda, değiştirilme, gereğinden az ya da çok gösterilme, abartılma “risk”ini ve “imkan”ını taşır. Yoksa şirketleri binlerce dolar harcama yaparak anket yapmaya şevklendiren şey bu “imkan” mı?

Gerçekten de, hemen her gün karşılaştığımız anketler, uygulanma biçimi, soruların seçimi, vermemizi bekledikleri yanıtların sıralanması gibi bir çok ayrıntıyla, aslında, davranış biçimlerimizi, alışkanlıklarımızı, tercihlerimizi ölçmenin ötesinde bizi kendi ürünlerini satın almaya istekli de kılmaya yöneltiyor. Bunu da, anketlerden kendi hesaplamalarına göre elde ettiklerini söyledikleri sonuçlar pekiştirmiş oluyor. Yani anket de reklamın, tanıtımın bir parçası oluveriyor böylece.

Öyle ya, neticede, şirketlerin ana amacı kar elde etmek olduğuna göre, her bir yeni satış da kar olarak dönecektir. Daha fazla kar için de pazarı genişletmek gerekir. Peki pazarın durumu ne, işte hemen her gün yolumuza çıkan anketörlerin bize yaptırmaya çalıştığı anketlerin ana amacı da bu: pazar araştırması. Bize sorulan her soru ve bizim masumane verdiğimiz her cevap, şirketlere kar olarak dönebilir. Anketlerin gizli bir görevinin de, tüketim alışkanlıklarını değiştirip satın alma isteği uyandırmasıdır diyebiliriz.

Çalışanına yok, ankete var

Ancak, bir ürünün üretilmesi için gereken ham maddeyi, doğayı talan ederek elde eden şirketler, zaten çalışanlarına da en düşük ücretleri vererek kar marjlarını yükseltmeyi sürdürürken, pazar araştırması için bütçelerinden büyük büyük meblağlar ayırmaları ilginçtir. Elbette buradan da bir çıkarları vardır şirketlerin: şirketler, yeni ürünlerini pazara sunmadan önce yapacakları/yaptıracakları pazar araştırması anketleriyle pazarın risklerini önceden görebilme ve ona göre konum alabilme imkanı da bulmuş olurlar. Bu da onları daha da büyük, daha tekel, yani daha da adaletsiz kılar.

Anketlerin pazar araştırması dışında en yaygın kullanım alanlarından biri de bir okulda okuyanlar, bir mesleği yürütenler ya da bir kentte yaşayanlar gibi alanlara yönelerek, o alanlarla ilgili verileri toplar gibi yapıp aslında sorduğu sorularla ankete katılanları fişlemek. Yani “sizce…” diye başlayan sorular, aslında genel ekonomik ya da politik gidişatla ilgili, katılımcının görüşünü almak gibi masum bir soru gibi görünse de, eleştirel düşünceye ya da tam zıddı bir görüşe sahip olanları kolayca bulup ayıklamaya da pekala yarayabilir anketler. Bildiğimiz dilleri yazarak etnik kökenimizi bulmaları hiç de zor değil, okuduğumuz gazetelere bakarak politik görüşümüzü bulmaları pekala mümkün. İnancımız, mezhebimiz, hatta cinsel yönelimimiz, anketlerin bize sorduğu sorularla açığa çıkabilir ve bir gün aleyhimizde kullanılabilir bir veriye dönüşebilir. Hatta, bir üniversitenin yeni dönem öğrenci kaydı sırasında yaptığı ankette “hiç protesto eylemine katıldınız mı” sorusu, sizi doğrudan karakola da düşürebilir. Yani görüşümüz alınıyor diye verdiğimiz cevaplarla, kendi evimizin kapısına çarpı işareti yapmış olabiliriz.

İster bir ürün için yapılan pazar araştırması olsun, ister de bir alan soruşturması gibi olsun, anketler, asıl amaçlarını soruların ardına gizleyerek insanları aldatmakta, yönlendirici yanıt seçenekleriyle algımıza saldırıp davranışlarımızı etkileyerek kendi çıkarlarına uygun hale getirmeye çalışır.

“Fazla zamanınızı almayacak” bir soru da biz soralım: Bu yazıyı okuduktan sonra anketlere hala güvenebilirim diyebilir misiniz?

Dilan Yaman

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Hangisi ? ” – Dilan Yaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/11/hangisi-dilan-yaman/feed/ 0
“ Roboski Anormal: Çocuklar Çikolata Yemiyor, Kola İçmiyor! ” – Mine Selin Sayarı https://meydan1.org/2012/12/24/roboski-anormal-cocuklar-cikolata-yemiyor-kola-icmiyor-mine-selin-sayari/ https://meydan1.org/2012/12/24/roboski-anormal-cocuklar-cikolata-yemiyor-kola-icmiyor-mine-selin-sayari/#respond Mon, 24 Dec 2012 10:34:57 +0000 https://test.meydan.org/2012/12/24/roboski-anormal-cocuklar-cikolata-yemiyor-kola-icmiyor-mine-selin-sayari/ Türkiye Psikiyatri Derneği “İkinci Uludere Raporu”nu açıkladı: “Roboski Anormal: Çocuklar Çikolata Yemiyor, Kola İçmiyor!” 34 kişinin canına mal olan Roboski katliamının birinci yılını arkada bırakılırken Türkiye Psikiyatri Derneği tarafından hazırlanıp yayımlanan “İkinci Uludere Raporu” Roboski katliamının bölgede yaşayan insanlar üstünde bıraktığı korkunç psikolojik etkileri tekrar gündeme getirmek amacıyla bir çok farklı mecrada kullanıldı. Rapor, bölge […]

The post “ Roboski Anormal: Çocuklar Çikolata Yemiyor, Kola İçmiyor! ” – Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Türkiye Psikiyatri Derneği “İkinci Uludere Raporu”nu açıkladı: “Roboski Anormal: Çocuklar Çikolata Yemiyor, Kola İçmiyor!”

34 kişinin canına mal olan Roboski katliamının birinci yılını arkada bırakılırken Türkiye Psikiyatri Derneği tarafından hazırlanıp yayımlanan “İkinci Uludere Raporu” Roboski katliamının bölgede yaşayan insanlar üstünde bıraktığı korkunç psikolojik etkileri tekrar gündeme getirmek amacıyla bir çok farklı mecrada kullanıldı. Rapor, bölge halkının yaşadığı çaresizliği, öfkeyi ve adalet talebini gündeme getirerek halkta oluşan tepkiyi yansıtması açısından aslında oldukça etkili. Ancak metni dikkatli inceleyenlerin gözünden bu rapor, tabiri caizse acemi nalbant gibi meselenin kah nalına kah mıhına vuruyor..

Roboski halkının kola ile imtihanı..

Raporda Uludere katliamının ardından çocuklardaki psiko sosyal bozukluklar şöyle betimleniyor: “Çocukların, özellikle öğrencilerin çok ciddi davranış problemleri var. Kızgın ve öfkeliler… Okul camlarını kırmak ya da bir çocuktan beklenmeyecek ölçüde aşırı politize söylemler söz konusu.” Ve ekleniyor “Okulun eşyalarına zarar veriyorlar, ders başarıları düşmüş durumda. Çocuklar, çikolata, kola gibi besinler bile tüketmiyor.” Olaydan sonra öğrencilerde agresif davranışlar, slogan atma, disiplinize edilememe, aniden bağırma ve parti yöneticileri gibi konuşma davranışlarının gözlemlendiği de ekleniyor.

Raporun aslında ilk bakışta masum görünen bu tespiti, sağlıklı bir çocuğun nasıl olması gerektiğini, hastalık belirtilerini göstererek alttan alta bilincimize aşılıyor. Kola içmeyen ve politik düşüncelerini sık sık dile getiren sosyopat ve disiplinsiz çocukların karşısına, kolasını içen, televizyon izleyen, okuluna gidip dersini çalışan akıllı uslu çocuklar yerleştiriliyor. Böylece Roboski gibi Türkiye’nin diğer illerine göre bambaşka bir sosyal ve politik karaktere sahip bölgesinde yaşayan çocuklar, yine ezenlerin akıl ve değer sistemine göre yargılanarak “hasta” kabul ediliyor.

Asimilasyon ve ötekileştirme, yani bugün Kürt çocuklarının yaşadığı sorunların kaynağı, yalnızca bir dilin başka bir dil üstünde kurduğu baskının da ötesinde, bütünlüklü ve sistematik olarak uygulanır. Bazen egemen devletin ve milletin kendi dilini dayatması, bazen egemen sınıfın kendi değerlerini ve kültürünü ezilenlere, çocuklara ve gençlere aşılaması, bazen ise insanlarla ilişki kurma, mantık süzgecinden gerçirme ve dile dökmedeki biçimsel dayatmayla kendini gösterir.

Bu ötekileştirme biçimleri, gün gelir adı Şırnak değil Şirnex olan ve merkezinde ne Mc Donald’s ne de Burger King’in olduğu bir şehrin dağlık köyünde yaşayan çocuk ve kadınları kola içmemelerine istinaden ruh hastası yapar. Aynı şekilde öğretmenlerinin ne dediklerini bile anlamadıkları okulları zaten her yıl anadilde eğitim talebiyle boykot eden çocukları, ders başarılarının düşmesiyle görecelendirir. Bizler de kapitalizmin giremediği bir bölgenin kapitalizmin koşullarına göre değerlendirildiği, devletin sistematik olarak kendini dayattığı çocukların “disiplin kurallarıyla” ölçüldüğü bir tabloyla karşı karşıya kalırız. Raporu okurken, Mars’tan dünyaya düşmüş akil bilim insanları ile bölge halkının karşılaşmasını izlerken buluruz kendimizi. Sonra bir de bakmışız ki halkın öfkesine tercüman olmak adına yapılan “iyi niyetli” değerlendirmeler, tarafsız ve “nesnel” görüneyim derken, acemi nalbant gibi meselenin kah nalına kah mıhına vuruyor.

Roboski halkı iyileşmek istemiyor.. derken?

Söz konusu metnin raportörü Hira Selma Kalkan bir televizyon programı ile yaptığı söyleşide, halktaki mevcut yası şöyle açıklıyor: “Kadınlar mezardan çıkmıyor, uzun süreler mezarda kalıyorlar, bu acıyı tekrar tekrar yaşıyorlar. Hatta sanki acıyı bırakmak istemiyor gibiler. Gelelim, destek verelim size iyi gelir mi diye sorduk, “iyi gelir ama istemiyoruz, acımızı unutmak istemiyoruz” dediler. Yani o acılı ve mağdur duruma sarılma halleri var, aslında bu da rahatsız edici bir şey. Acılı bir olay yaşandı ya, bu onların tek gerçeği oluyor. Çözemedikleri zaman da bu acı, hayatlarındaki en büyük olay- tabi ki büyük olay ama, şimdi bir şey söyleyeceğim, kör ölür badem gözlü olur.. Tek yaşam dayanakları burası gibi oluyor. Bu acıdan beslenme hali ortaya çıkıyor. Bu acıdan kurtulmak istemiyor.. Niye istemiyor? Bir suçluluk duygusu yaşıyor, benim oğlum ölmüş ben kola nasıl içerim diyor. Bu kalanların suçluluk duygusu.. Ben onu nasıl koruyamadım diyor, suçluluk duygusu onları acıya yapıştırıyor. İyileşmeleri için hem suçluluk duygusunu çözmek lazım, hem o acıyla baş etme yöntemi bulmak zorundayız…”

Selma Hira Kalkan’ın bu konuyu yorumlarken gerçekten söylemek istediklerini tasarlayarak mı yoksa yıllar boyunca öğrendiği anaakım psikiyatrın kurbanı olarak mı yaptığını niyet okumasından öte yorumlamak güç. Ama yıllar yılı psikiyatrinin toplumsal travma sonrası insan davranışlarının onların kendi bireysel rahatsızlıklarından kaynaklandığını belirten asıl hastalıklı yaklaşımı yazık ki burada da açığa çıkmış görünüyor.

Roboski katliamında hala süregelen ve unutulmak istenmeyen öfke ve yas hali, bireysel ve münferit bir hastalık belirtisi değil, kendilerine bu acıyı çektirenlere karşı ‘politik’ bir tavırdır. Hatta şöyle diyelim, kişilerin kendisi dahi buna “politik” bir tavır demeyebilir, bunun “politik” olduğu bilincine ve bilgisine sahip olmayabilirler, ama onların olaya ve yaşadıklarına karşı aldıkları tavrı “suçluluk duygusu” gibi bir kavramla açıklamak bu tavrı yalnızca değersizleştirmekle kalmaz, aynı zamanda ötekileştirir. Öyle ki bu değerlendirme, Roboski halkının devlete karşı aldığı tavrı toplumun gözünde itibar edilmemesi gereken ve zaten ruh sağlığı yerinde olan insanlar tarafından uygulanmayacak bir yöntem olarak gösterir. Bu ise toplumun duyarlılığını arttırmak için çabalayan bir psikiyatristin değil, düpedüz devletin ve kapitalizmin dilidir..

Vicdani retten Roboski’ye sosyopat kişilik bozukluğu..

Görünüşe bakılırsa Roboski katliamının ardından sisteme entegre olamayan çocuk ve kadınlar, kendileriyle ilgilenen başkaca psikiyatrlar tarafından anti-sosyal kişilik bozukluğu, hiperaktivite, depresyon ve bunun gibi bir çok farklı modern hastalık tanısıyla karşı karşıya bırakılacaklar.

İlginç olmayan bir tesadüf.. Vicdani retlerini açıklayarak askere gitmeyi ve kardeş kanı dökmeyi reddedenlere açılan “askerlikten soğutma” davasında “otorite ile uyumsuz olma ve bu nedenle suç işlemeye eğilim” olarak tanımlanan anti sosyal kişilik bozukluğu teşhisi, akla zarar bir yargı sürecini beraberinde getirmişti. Bu süreçte devlet “bilimsel” veriler ışığında vicdani retçilerin askere gitmemek yönünde aldıkları politik tavrı, “kişilik bozukluğu” tanısıyla değersizleştirip ötekileştirmek için elinden geleni arkasına koymadı. Savaşmayı reddedenlerin sistem ile birebir yaşadıkları sorunların onların bireysel sıkıntılarından ileri geldiğini iddia etti. Bu şekilde anaakım psikiyatri, baskı ve eşitsizliğin kaynağının toplumsal ya da politik değil, “kötü sistem yoktur çürük elmalar vardır” derken kastedildiği gibi bireysel veya kişiler arası olduğunu öğretmeye çabaladı. Sosyal değişimi hedefleyen hareketler artık başka yöne çevirebilecek bilimsel ve meşru bir hatta sahipti.

Kim bilir belki bir gün, katliamı yaşayan Roboski’li çocuklar kendi kardeşlerini öldüren uçağın pilotu olmak istemediklerini, katil devlete asker olmayacaklarını, kardeş kanı dökmeyeceklerini söyleyecekler.. Ve bu sefer katliamı yapan aynı devlet, bugün yazılmış raporlarda belirtilerini gösteren hastalıklara istinaden, verdiği çürük raporuyla hapislerde süründürecek aynı çocukları..

Kim hasta kim değil, bu çok daha uzun bir tartışmanın konusu elbet. Ama insanın insanı, kendi kardeşini, amcasını, babasını öldürmeyi reddetmesine hastalık diyenlerin “akıllı” sayıldığı şizofrenik bir toplumda, hastalığın belirtisini dahi tespit ederken en az 3 kere düşünmek gerekiyor. Hiç değilse çocukların kola içmedikleri için ruh hastası ilan edilmeyeceği günlere özlem duyanlar için..

Mine Selin Sayarı

The post “ Roboski Anormal: Çocuklar Çikolata Yemiyor, Kola İçmiyor! ” – Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/12/24/roboski-anormal-cocuklar-cikolata-yemiyor-kola-icmiyor-mine-selin-sayari/feed/ 0