devlet katliamı – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Tue, 07 Apr 2020 14:32:57 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Torino Anarşist Federasyonu: Salgın? İtalya’da Devlet Katliamı https://meydan1.org/2020/03/30/torino-anarsist-federasyonu-salgin-italyada-devlet-katliami/ https://meydan1.org/2020/03/30/torino-anarsist-federasyonu-salgin-italyada-devlet-katliami/#respond Mon, 30 Mar 2020 10:10:44 +0000 https://meydan.org/?p=56573 Cenazeler, Bergamo’daki mezarlığın önünde sıralanmıştı. Bu görüntü, diğerlerinden daha da fazla, bize tüm çıplaklığıyla gerçekliği gösteriyor. Bir çiçek bile bırakamazdınız. Akrabaları onlara yolun sonuna kadar eşlik edemediler. Yalnız, her şeyin farkında ve yavaşça boğularak öldüler. Pencerelerden belirli zamanlarda insanlar bağırır, şarkı söyler, tencere tava çalar, politikacılar ve medya tarafından uyandırılan milliyetçi bir ruhla toplanırlar. “Her […]

The post Torino Anarşist Federasyonu: Salgın? İtalya’da Devlet Katliamı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Cenazeler, Bergamo’daki mezarlığın önünde sıralanmıştı. Bu görüntü, diğerlerinden daha da fazla, bize tüm çıplaklığıyla gerçekliği gösteriyor. Bir çiçek bile bırakamazdınız. Akrabaları onlara yolun sonuna kadar eşlik edemediler. Yalnız, her şeyin farkında ve yavaşça boğularak öldüler.


Pencerelerden belirli zamanlarda insanlar bağırır, şarkı söyler, tencere tava çalar, politikacılar ve medya tarafından uyandırılan milliyetçi bir ruhla toplanırlar. “Her şey yoluna girecek. Başaracağız.”


Çılgınca bir hızla birbirini takip eden emirler yağdıran hükümet; tartışmayı, hatta çelimsiz ve demokratik bir karşı çıkışı, hatta temsili demokrasinin bitkin törenini bile askıya aldı ve hepimizi askeriye gibi kayıt altına aldı. “İtaat etmeyen veba yayıcısıdır, suçludur, delidir.”


Gelin birbirimizi anlayalım. Her birimiz kendi eylemlerimizden sorumluyuz. Biz anarşistleriz ve bu durumun gayet farkındayız; bizim için eylemlerimizin bireysel sorumluluğu, özgürlük ve eşitlik toplumunun temel dayanağıdır. En güçsüzlerle, yaşlılarla, canlarını -diğerlerinden daha fazla- riske atanlarla ilgilenmek; muazzam bir önemle hissettiğimiz sorumluluğumuzdur. Her zaman. Bugün her zamankinden de fazla.


Eşit derecede önemli bir sorumluluk ise gerçeği söylemektir. Üstü örtülen gerçeği favori düşmanları tarafından çarpıtılmış karanlık bir komploda arayanlar, gözlerini gerçekliğe kapatırlar; çünkü gözlerini açık tutanlar toplumun adaletsiz, şiddetli, köleleştirici, ölüm saçan işleyişini değiştirmek için savaşmak zorundadır.


İtalyan hükümeti, her gün olduğu gibi insanların hastalanıp öldüğü bugün bile askeri harcamalar için 70 milyon avro harcıyor. Bu artık yılın 366 gününden sadece birinde harcanan 70 milyon ile 6 yeni hastane inşa edilebilir ve donatılabilirdi; yine de maskeler, analiz laboratuarları ve gerçek gözlemlemeler için eküvyon çubuklarına yetecek kadar fazladan para kalırdı. Bir solunum cihazının maliyeti 4000 avro, günde 17500 adet solunum cihazı satın alınabilirdi; şu anki ihtiyacımızdan çok daha fazlası.


Son yıllarda, birbirini takip eden tüm hükümetler sağlık, tıbbi koruma ve yaşamlarımız için olan harcamaları sürekli azalttı. Geçen yıl, istatistiklere göre, ortalama yaşam süresi ilk kez azaldı. Kira, gıda ve ulaşım masraflarını karşılamak zorunda olan birçok insanın ilaçlara, muayane ücretlerine ve uzman doktorluk hizmetlerine yetecek parası yok.


Onlar küçük hastahaneleri kapattılar, doktor ve hemşire sayısını düşürdüler, yatak sayısından kıstılar; sağlık işçilerini yeteri kadar sağlık çalışanı olmadığı için fazladan çalışmaya zorladılar.


Bugün salgınla birlikte, masalarda oluşan kuyruklar yok, aylarca yıllarca süren teşhis süreci için oluşturulan bekleme listeleri yok; bütün randevuları ve incelemeleri iptal ettiler. “Salgın bittiği zaman geriye kalanları halledeceğiz.” Devletin karantinası yüzünden kaç kişi teşhis ve tedavi edilebilir kanserlerden ölecek, kaç kişi hastalıklarının kötüleşmesini izleyecek, kamu sağlığından geriye ne kaldı? Bu arada, özel klinikler birkaç reklam hamlesi yapıyorlar ve işlerini katlıyorlar çünkü zenginler hayatlarına tedavi olmadan asla devam edemezler.


Tam da bu yüzden hükümet bizden balkonlarda “Ölmeye hazırız, İtalya seslendi” şarkıları söylememizi istiyor. Onlar bizden tıpkı iyi askerler gibi, kesilecek hayvanlar gibi sessiz ve itaatkar olmamızı bekliyorlar. Sonrasında kalabilenler bağışıklı ve daha güçlü olacaklar. Ta ki bir sonraki salgına kadar.


Bu yüzden balkonlarımızdan, şehir surlarından, alışveriş kuyruklarından -maskelere rağmen- yüksek sesle haykıralım; devlet katliamı ile karşı karşıyayız. Eğer hükümet bunca yıl bizim sağlığımızı korumak amacıyla
seçimler yapsaydı kaç tane ölümden kaçınılabilirdi?


Yaptıkları şey hata değildi, canice bir seçimdi.


Enfektivologlar bizi şu anda içinde bulunduğumuz ciddi salgın riskinin ihtimal dahilinde olduğu konusunda yıllardır uyardılar. Nefeslerini boşa harcadılar.


Kâr mantığı insanlara bir şeyler vermenize izin vermez. Korumaya yatırım yapmamış ilaç şirketleri, salgın bittiği zaman iş yapacaklar. Onlar, toplum için çalışan ve zaten zengin olanları daha da zengin yapmaya çalışmayan araştırmacıların keşfettiği ilaçlar üzerinden kâr elde edecekler.


Yoksulları, kendilerini koruyacak hiçbir şeyleri olmayanları, içme suyuna bile erişimi olmayanları etkileyen salgınlara karşı bağışıklı olduğumuza inanmaya alışkınız. Dang, Ebola, sıtma, tüberküloz, yoksulların, “geri ve az gelişmiş” popülasyonların hastalıklarıydı.


Sonra, bir gün virüs birinci sınıfı da etkiledi ve İtalya ekonomisinin kalbine ulaştı. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.


Başlangıçta medya, uzmanlar ve hükümet bize hastalığın sadece yaşlıları, hastaları ve önceden başka rahatsızlığı olanları etkileyeceğini söyledi. Bu, sıradan bir olgu: Bunu bilmek için tıp mezunu olmaya gerek yok.


Böylece herkes -en kötü ihtimalle- bu yıl bir kez daha grip olacağını düşündü. Bu canice hazırlanmış bilgi; meydanları, partileri, etkinlikleri doldurdu. Bu, bilgilendirme ve anlama kabiliyetini de kapsayan bireysel sorumluluğun kaybolduğu anlamına gelmez, aksine hükümetin krizin etkisinden kurtulmak için giymeye çalıştığı kutsallık maskesini ortadan kaldırır. Hem kim bilir? Belki de bu sorumluluk duygusunu daha da güçlendirir.


Bize evimizin güvenli tek yer olduğunu söylüyorlar. Bu doğru değil. İşçiler her gün fabrikaya, Confindustria [İtalya’daki sanayi işverenlerinin örgütlenmesi] tarafından “devlet” sendikalarına [patronların çıkarları için her zaman çalışan daha büyük sendikalar] sunulan küçük ödüllere rağmen, herhangi bir gerçek koruma olmadan gitmek zorundalar. Orada yaşlılar, çocuklar, zayıf insanlar var.


Alışverişe çıkanlar veya biraz hava alanların sadece küçük bir kısmının koruması var; maskeler, eldivenler, dezenfektanlar hastanelerde bile mevcut değil.


Hükümet sağlıklıysanız korumanın gerekli olmadığını iddia ediyor ve bu bir yalan! Virüsün yayılması hakkında bize söyledikleri, açıkça bu yalanı ortaya çıkartıyor. Gerçek ise başka bir şey: İtalya’daki salgının başlamasından iki ay sonra, hükümet hastalığın yayılmasını durdurmak için gerekli korumayı satın almadı ve dağıtmadı.


Maliyetleri çok yüksek. Piedmont bölgesinde, aile doktorları telefonda ateş, öksürük, boğaz ağrısı olan kişilerle konuşur, onlara antipiretik almalarını ve beş gün boyunca evde kalmalarını tavsiye ediyor. Kimseye tahlil yapılmıyor. Hasta insanlarla yaşayanlar kendilerini tuzağa düşmüş bir halde buluyorlar: Acı çeken ve dayanışmaya ihtiyacı olanları yalnız bırakamazlar, eğer solunum hastalığının sebebi koronavirüsüyse enfekte olma riskini göze alıyorlar. Kaç kişi bilmeden enfekte oldu ve daha sonra hastalığı başkalarına yayarak onları da korumasız bıraktı?


Ev hapsi ve sokağa çıkma yasağı bizi salgından kurtarmayacak. Virüsün yayılmasını yavaşlatmaya yardımcı olabilirler ama durduramazlar.


Salgın, şirketlerin daha az harcama yapmalarını ve daha fazla kazanmalarını sağlayan çalışma koşullarını uygulama fırsatı haline geliyor. Conte’nin [Hükümet Başkanı] kararnameleri mümkün olan her yerde uzaktan çalışma imkanı sağladı. Şirketler bundan faydalanarak koşullarını çalışanlarına dayatıyorlar. Evde kalıyorsunuz ve internet üzerinden çalışıyorsunuz. Uzaktan çalışma, şirketlerin teklif edebilmesini ancak çalışanlarına dayatamamasını sağlayan 2017 yasası ile düzenlenmektedir.

Bu nedenle işçilere çalışma saatleri, kontrol şekilleri, bağlantı maliyetleri
ni karşılama hakkı, kaza durumunda masrafların karşılanması konusunda garanti veren bir anlaşmaya tabi olmalıdır. Bugün -Conte hükümeti tarafından Covid 19 salgını ile başa çıkmak için verilen kararname sonrasında- şirketler, evde kalma fırsatı için minnettar olması gereken işçiler için anlaşma veya garanti olmaksızın uzaktan çalışmayı zorlayabilirler. Bu nedenle salgın, direnç olmadan yeni sömürü formları dayatmak için bir bahane haline geliyor.


Sisteme entegre işçiler için sosyal güvenlik uygulamaları, işten çıkarılma fonları ve ek fonlar vardır; kayıtsız işçiler ve taşeronlar için neredeyse hiç bir güvence olmayacaktır. Çalışmayanlar ise herhangi bir gelire sahip olamayacaklar.


Her kim ki eleştirmeye cesaret ederse, rahatsız edici gerçekleri söylemeye cesaret ederse tehdit edilir, bastırılır, susturulur.


Hiçbir ana akım medya kuruluşu, herhangi bir tahrip ediciliği bulunmayan bir kurum olan Hemşireler Birliği’nin avukatlarının şikayetlerini dikkate almadı. Hemşireler, hastanelerde ne olduğunu söylemeden, hastalandıkları ve sessizce öldükleri sürece kahraman olarak tanımlanırlar. Gerçeği söyleyen hemşireler işten çıkarılma tehdidi altındadır. Enfekte olmanın bir iş kazası olduğu kabul edilmez; bu nedenle hastane şirketleri, kendilerini her gün koruma olmadan veya yetersiz koruma ile çalışırken bulanlara tazminat ödemek zorunda kalmazlar.


Kadınların özerkliği, Covid 19 salgınının hükümet yönetimi tarafından saldırıya uğruyor. Okullar kapalı olduğu için evde kalan çocukların bakımı, risk altındaki yaşlılar, engelliler -halihazırda iş güvencesizliğiyle ağır bir şekilde ezilen- kadınların omuzlarına kalıyor. Bu arada ev hapishanelerine dönüşen evlerde, kadın cinayetleri katlanıyor.


Birçok kişinin gürleyen sessizliğinde, bir hapishane isyanı sırasında 15 tutsak öldü. Polisin propagandası dışında, ölümleri hakkında hiçbir şey söylenmedi. Zaten ciddi durumda olan bazıları hastaneye kaldırılmadı, yüzlerce kilometre ötedeki hapishanelerde ölmeleri için polis minibüslerine bindirildiler. Bir katliam, bir devlet katliamı!


Diğerleri ise başka yerlere sürüldü. Hapishaneler dolup taşıyor, insanları parmaklıklar ardına kilitlemenin “normal” olduğu bir dünyada, tutsakların sağlığı ve onuru “normal” koşullarda bile garanti edilmiyor. Hükümet onları korumak için görüşleri askıya almaktan daha iyi bir şey bulamazken gardiyanlar her gün giriş-çıkış yapıyor. Tutsakların isyanı, aşırı kalabalıklığın norm olduğu yerlerde yayılma riskiyle, göz göre göre patlak verdi. Tutsakların mücadelelerine destek verenler saldırıya uğradı ve haklarında polis tarafından suç duyurusunda bulunulduğu bildirildi. Hükümetin kararnamelerinde yer alan tedbirlerin yardımıyla baskı acımasız boyutlara ulaştı. Torino’da tutsakların akrabalarının basit bir şekilde toplanmasını ve hapishanenin girişindeki faaliyetleri, Vallette hapishanesini [Torino’daki hapishane] çevreleyen sokaklara ulaşan her yere asker yerleştirerek engellediler.


Bulaşma riskine karşı kendiliğinden grev yapan işçiler, sağlık için sokaklarda gösteri yaptıkları için hükümetin emirlerini ihlal ettikleri gerekçesiyle kriminalize edildiler.


Üretimin bedeli hayatlarımızdan başka bir şey olmasa bile, hiçbir şey üretimi durduramaz. Kâr mantığı ve üretim önce gelir. Hükümet hapishane isyanı sonrası, başka toplumsal mücadelelerin de alevlenebileceğinden korkuyor. Takıntılı polis kontrolüne rağmen, ordu -tarihi boyunca ilk defa- çeşitli polis güçlerini desteklemek haricinde kamu düzeni işlevini de üstlendi. Askeriye polise dönüşüyor; birkaç onyıl önce başlayan geçiş süreci sona yaklaşıyor. Savaş durmuyor. Askeri görevler, askeri tatbikatlar, silah testleri son sürat devam ediyor. Covid 19 zamanında ise bu savaş yoksullara karşı.


Hükümet her türlü halka açık gösteri ve siyasi toplantıyı yasakladı.
Efendin için hayatını riske atmak sosyal bir görevdir, kültürel ve siyasal eylem suç faaliyetleri olarak kabul edilir.


Bu en çok sorun yaşayan kişilere gerçekten destek vermeyi sağlayan her türlü yüzleşme, tartışma, mücadele, dayanışma ağlarının inşasını önlemek için üstü pek örtülü bile olmayan bir girişimdir.


Demokrasinin ayakları kildendir. Salgın karşısında demokrasi yanılsaması, güneşte kalan kar gibi eridi. Konsey başkanının önlemleri coşkuyla kabul edildi; tartışma yok, parlamentodan geçiş yok, temsili demokrasi tapınağı sadece basit bir fermandır. Bu emirlere saygı duymayanlar, veba dağıtıcısı, katil, suçludur ve merhameti hak etmez.


Bu şekilde gerçek suçlular, sağlık bakımını kesen ve askeri harcamaları çoğaltanlar, hemşirelere maske bile garanti etmeyenler, her şeyi militarize eden ancak testleri “Her biri 100 avroya mal oluyor.” diye yapmayanlar, korku mahkumlarının övgüsüyle kendi suçlarından arınıyorlar.
Korku insancıldır. Bundan utanmamalıyız ama korkunun siyasi girişimcilerinin kendi suç politikalarına rıza göstertmek için onu kullanmasına da izin vermemeliyiz.


Onların küçük hastaneleri kapatmasını, herkes için değerli sağlık tesislerini yok etmelerini önlemek için mücadele ettik. Valdese’in, Oftalmico’nun, Maria Adelaide’nin [son yıllarda kapatılmış devlet hastaneleri], Susa’daki hastanenin ve ilimizin diğer birçok köşesindeki işçilerinin yanında, meydanlardaydık.


Kasım ayında Havacılık, Uzay Sanayi ve Savaş Fuarı’na karşı çıkmak için sokaktaydık. Her gün militarizme ve savaş harcamalarına karşı savaşıyoruz. No Tav [hızlı trene karşı hareket] mücadelesinin yanındayız, çünkü bir metrelik Tav [yeni demiryolu projesi] için 1000 saatlik yoğun bakım ücreti ödeniyor.


Bugün hapishanede ölmek istemeyenlerin yanındayız, polisin soruşturmalarla saldırdığı ve rapor ettiği işçilerin tarafındayız, çünkü virüsün yayılmasına karşı koruma eksikliğine dikkat çekiyorlar. Hemşirelerin korunmadan çalışmasına karşılar ve işlerini riske atarak hastanelerde neler olduğunu anlatıyorlar.


Bugün pek çok siyasi ve sosyal muhalefet hareketi sessizdir, tepki veremezler, ahlaki baskı ile ezilirler. Bu da dünün ve bugünün hükümet seçimlerinin tetiklediği, artan tehlike durumunu tartışmadan kabul etmeyenleri cezalandırır.


Hareket ve temasları sınırlamak mantıklıdır, ancak güvenlik için savaşmak daha da mantıklıdır. Bizi hapsedenlerin şiddetine karşı savaşacak yerler ve yollar bulmalıyız, çünkü bizi tanımıyorlar ve korumak istemiyorlar.
Anarşistler olarak biliyoruz ki özgürlük, dayanışma ve adalet mücadeleyle elde ediliyor, tek etiği kendileri için bizim koltuğumuzu ele geçirmek olan kimselere, özellikle hükümete devredilerek değil.


Hayır. Biz “ölmeye hazır değiliz”. [İtalyan milli marşının ünlü dizesi] Ölmek istemiyoruz ve kimsenin de hastalanıp ölmesini istemiyoruz. Sessiz katliam için askerliğe kayıt yaptıran piyadelerden değiliz. Biz firariyiz, isyancıyız, partizanız.


Hapishanelerin boşaltılmasını, evi olmayanlara bir tane verilmesini, savaş masraflarının iptal edilmesini, herkesin klinik muayenelere tabi tutulmasını, kendilerini ve başkalarını salgından koruyacak araçlara sahip olmasını istiyoruz.


Sadece en güçlünün hayatta kalmasını istemiyoruz, çok uzun yaşamış olanların da yaşamaya devam edebilmelerini istiyoruz.


Hasta olanların kendilerini seven ve onları rahatlatabilecek birine sahip olmalarını istiyoruz: İki tane eksik F35 avcı bombardıman uçağı ile, artık kimsenin yalnız ölmemesi için gerekli tüm korumaya sahip olacağız.
Her şey yoluna girecek mi? Başaracak mıyız? Bu, her birimize bağlı.


15 Mart 2015’te Kurulan Torino Anarşist Federasyonu Yoldaşları


(Bu yazıyı hayatını bilimsel araştırmaya adamış, hayatı sadece kâr getiren şeyi finanse eden endüstrinin açgözlü elinden almaya çalışan anarşist bir doktor olan Ennio Carbone’un anısına adadık. Ennio, normal zamanlarda, bugün yaşadığımız gibi bir pandemi riskini anlatmıştı. Bu zor günlerde sesini ve deneyimini özlüyoruz.)

Bu çeviri Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.


The post Torino Anarşist Federasyonu: Salgın? İtalya’da Devlet Katliamı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/03/30/torino-anarsist-federasyonu-salgin-italyada-devlet-katliami/feed/ 0
Batı Musul’a Gazetecilerin Girmesi Yasaklandı https://meydan1.org/2017/07/15/bati-musula-gazetecilerin-girmesi-yasaklandi/ https://meydan1.org/2017/07/15/bati-musula-gazetecilerin-girmesi-yasaklandi/#respond Fri, 14 Jul 2017 22:17:59 +0000 https://seninmedyan.org/?p=11193 Geçtiğimiz günlerde Irak Ordusu tarafından cihatçı terör çetesi IŞİD’den “kurtarıldığı” ilan edilen Musul kentinin iki yakasını birbirine birleştiren köprülerden kentin batısına gazetecilerin ve sivillerin geçişi yasaklandı. Sputnik’e konu ile ilgili bilgi veren Irak Ordusu’ndan bir yetkili, kararın gazetecilerin ve sivillerin “güvenliği için” alındığını iddia etti. Kentin batısında halen yer yer IŞİD’in keskin nişancıları ile ordu […]

The post Batı Musul’a Gazetecilerin Girmesi Yasaklandı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Geçtiğimiz günlerde Irak Ordusu tarafından cihatçı terör çetesi IŞİD’den “kurtarıldığı” ilan edilen Musul kentinin iki yakasını birbirine birleştiren köprülerden kentin batısına gazetecilerin ve sivillerin geçişi yasaklandı. Sputnik’e konu ile ilgili bilgi veren Irak Ordusu’ndan bir yetkili, kararın gazetecilerin ve sivillerin “güvenliği için” alındığını iddia etti. Kentin batısında halen yer yer IŞİD’in keskin nişancıları ile ordu güçleri arasında çatışmalar devam ediyor. Aynı zamanda bölgede IŞİD’in döşediği mayınların olduğu bilgisi de geliyor.

Kentin batısına yönelik alınan söz konusu yasak  kararı ise, akıllara devletlerin benzer durumlarda gerçekleştirdiği sivil katliamlarını getirdi. Batı Musul’dan son günlerde, IŞİD’e yardım ettikleri iddia edilen kişilerin infaz görüntüleri ve “eşlerinin IŞİD’li olduğu” söylenen kadınlara yönelik taciz haberleri geliyor.

 

The post Batı Musul’a Gazetecilerin Girmesi Yasaklandı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/07/15/bati-musula-gazetecilerin-girmesi-yasaklandi/feed/ 0
Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi https://meydan1.org/2015/10/29/devlet-teroru-ve-panik-psikolojisi/ https://meydan1.org/2015/10/29/devlet-teroru-ve-panik-psikolojisi/#respond Thu, 29 Oct 2015 10:47:57 +0000 https://test.meydan.org/2015/10/29/devlet-teroru-ve-panik-psikolojisi/ Tarih “devletlerin katliamları” ile kana bulanmış kırmızı kapaklı bir kitap gibidir. Karıştırdığınız her sayfadan kan ve vahşet akar, “devletin bekası” için harcanan hayatlar akar. Devletler yeryüzünün en büyük ve en organize terör örgütleridir. Buna rağmen devletin kendisi, akademiler ve sözüm ona terör uzmanları terörist kelimesini ısrarla ondan uzak tutarak çoğu zaman devrimcilere yapıştırır. Terör, devletlerce […]

The post Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi

Tarih “devletlerin katliamları” ile kana bulanmış kırmızı kapaklı bir kitap gibidir. Karıştırdığınız her sayfadan kan ve vahşet akar, “devletin bekası” için harcanan hayatlar akar. Devletler yeryüzünün en büyük ve en organize terör örgütleridir. Buna rağmen devletin kendisi, akademiler ve sözüm ona terör uzmanları terörist kelimesini ısrarla ondan uzak tutarak çoğu zaman devrimcilere yapıştırır. Terör, devletlerce uygulanagelen fiziksel ve psikolojik bir savaş stratejisidir. Adalet, özgürlük ve barış için mücadele eden insanlar, devletin terörüne en fazla maruz kalan kesimdir. Terör, devlet ile o kadar özdeş bir kavramdır ki, son dönemlerde adı sıkça anılan, yaşadığımız toprakları ve Ortadoğu’yu kana bulayan terör örgütü IŞİD bile ağabeylerine özenerek kendisine devlet unvanını yakıştırmaktadır. Bu, son derece manidardır.

Şurası açık ki, önce Amed sonra Suruç ve şimdi Ankara’da patlatılan bombalar canımızı çok yaktı; birçok dostumuzu, yoldaşımızı devletin bizzat organize ettiği bu saldırılarda yitirdik. Devlet, bu terör saldırılarıyla sadece canlarımızı almayı hedeflemedi; toplumun kimi yeteneklerini de zaafa uğratmaya, sakatlamaya çalıştı. Bomba belki Ankara’da patladı ama yarattığı acının yanında korku ve panik de bu toprakların dört bir yanında yankılandı, devlet bu konuda kısmen amaçladığını elde etti.

Bunun en belirgin yansımasını patlamadan iki gün sonra, Ankara metrosunda yaşanan “canlı bomba paniği”nde gördük. Metro hınca hınç doluyken, bir kadın endişe ve korku dolu bir sesle “Arkadaş canlı bomba” diye bağırdı. Gerisi tanıdık manzaralar. Korku, panik, izdiham…

Olayın asılsız olması, o an orada olanları rahatlatsa da, içinde yaşadığımız toplumun nasıl bir gerilimin içerisinde olduğuna, patlamadan sonra yaşanan travmanın ne kadar ciddi olduğuna dair bize ipuçları veriyor. Üstelik bu tek bir örnek; canlı yayın sırasında fünyeyle patlatılan bombalar, asılsız bomba ihbarları birbirini izledi. Şehir meydanlarında, metro istasyonlarında, GBT kontrolleri arttırıldı. Ağır silahlı polis ve askerler “vatandaşları korumak” için ortalarda fink atmaya başladı.

Amed’de, Suruç’ta ve Ankara’da patlattığı bombalarla yaşadığımız toprakları “terörize” eden devlet, bombanın doğal etkisi olan toplumsal travma (şok dalgası) ile yeni bir etki yakalamaya çalıştı, çalışıyor. Panik ve korku imparatorluğu!

Bir Bomba, Asla 1 Bomba Değildir!

Evet, bir bomba asla 1 bomba değildir. Bir yerde bir nükleer bomba patlarsa, patlamanın gücüyle oluşan şok dalgası kilometrelerce öteye kadar yayılır. Bir gölün ortasına bir taş atarsanız, taşın etkisinin halka halka büyüyerek kıyıya dek ulaştığını görürsünüz. Bir yere bir bomba bırakırsanız, sadece oradaki insanları öldürmezseniz, bu olaya doğrudan ve dolaylı olarak şahitlik eden herkeste bir şeyleri öldürmüş olursunuz. Yani Ankara’da patlayan bomba, hangi şekilde olursa olsun olayın yankılandığı her noktada patlamaya devam eder!

Tedirgin bakışlar, huzursuz davranışlar, kasılmış bedenler birbirine eklenip korku ve paniği büyütür. Evet, bomba patlamaya devam eder; evet bomba öldürmeye devam eder; cesaretimizi, onurumuzu, dayanışma arzumuzu sakatlar! Bomba en başta bedenleri parçalar ama en çok ruh ve beden bütünlüğümüzü parçalar. Kaldı ki, terörün ve asıl terörist olan devletin kastı da tam olarak budur. Yaşamı, yaşanmayacak hale getirene kadar korku, panikle doldurmak!

Bu şok dalgasının genişleyen halkaların içinde ne vardır peki? Elbette travma, korku, panik ve endişe. Hem de toplumun hiçbir bireyini es geçmeyecek şekilde yayılan bir travma. Patlamanın olduğu alanda sağ kalanlar, olayı sosyal medyadan bilgisayarın karşısında öğrenenler, televizyondan seyredenler, birilerinden duyanlar, ne olup bittiğini tam olarak anlamayan ama anne ve babaların suratlarındaki endişe ve korkudan tedirgin olan çocuklar ve elbette patlamada yaşamını yitirmiş olanların yakınları… Hatta ve hatta katliamı umursamayan ve belki de kısmen yaşananlara sevinenleri de içine alan bir halka ve şok dalgası…

Psikiyatri bu durumu Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak tanımlıyor. Travmanın etkisi olaya fiziksel ve duygusal yakınlığa göre fark gözetir: Olaya direkt maruz kalmayan, az önce adını andığımız halkaların çeperinde yer alanlarda, kızgınlık, yaşama karşı güvensizlik, korku, endişe ve hayatın anlamını sorgulama gibi hisler ve durumlar açığa çıkıyor. Diğer yandan halkaların merkezine yaklaştıkça travma daha da derinleşiyor.

Şok, korku, öfke, suçluluk, kaygı, çaresizlik ve umutsuzluk;

Gerginlik, yorgunluk, uyku sorunları, yeme bozuklukları, kalp atışlarında düzensizlik ve ani irkilmeler;

Huzursuzluk, güvensizlik, kendini reddedilmiş ya da yalnız hissetme, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği, çevreye ve olaylara yönelik ilgide azalma;

Olayla ilgili görüntülerin sürekli akla gelmesi, olayı hatırlatan en ufak şeylerin kişiyi o ana götürülmesi ve beraberinde konsantrasyon bozuklukları açığa çıkabiliyor.

Öte yandan, önceki saldırıda hedef olan politik ya da etnik grubun yeni bir saldırının hedefi olabileceği kaygısı da bu insanların yaşadıkları travmayı katmerleyen bir diğer etken oluyor.

Her ne kadar psikiyatrinin kendisi, bu noktada kişiler üzerinden doğru tespitler yapıyor olsa da, koyduğu çözüm önerileri oldukça güdük kalıyor. Tedaviler, seanslar, toplum merkezleri gibi çözüm arayışları yaşanan böylesine bir toplumsal olay için bir hayli kişisel kalıyor. Psikiyatri, her zamanki hatasına düşüp, toplumsal bir sorunun çözümünü bireylerin yaşamında olabilecek birkaç ufak değişiklikte arıyor.

Evet, acılarımız, korkularımız ve meseleyi ne derece farklı hissettiğimiz biricik olabilir. Fakat bu vaka, kesinlikle toplumsal bir vakadır. Bu saldırı devlet eliyle organize edilmiş, bütün detaylarıyla planlanmış, ölecek insanların politik görüşlerinden, bu meseleden toplumun geri kalanı ne kadar ve ne şekilde etkileneceği düşünülmüş, toplumda oluşan travmanın, devleti yönetmeyi kolaylaştıracağı, insanları sokaktan uzak tutacağı, gündelik sosyal yaşamı tahrip edeceği, toplum içerisindeki iletişimi, dolayısıyla insanların arasındaki ilişkiyi ve güven duygusunu sakatlayacağı öngörülmüş ve hatta insanların katillerinden kendilerini korumasını bekleyeceği “sağlıksız” bir gerçekliğin yaratılması ince ince hesaplanmıştır.

Elbette, ne bu korku ve panik havası çok anormal ne de toplumun içinde bulunduğu travmanın kendisi de garipsenecek bir şey. Dostlarını, yakınlarını, yoldaşlarını yitirmiş insanların ya da bu olaya herhangi bir şekilde maruz kalmış diğerlerinin yaşadığı ortama ve geleceğe karşı bir “…acaba…” ile yaklaşması bizi şaşırtmalı.

Fakat şunu unutmamalıyız ki, katillerimizin korumasına muhtaç kalmamak böyle alçakça saldırılara tekrar karşılaşmamak için, dahası kaybettiğimiz dostlarımızın arzularına ve inançlarına sahip çıkmak için korkunun yerini cesaretle, paniğin yerini sakinlikle değiştirmeli. Bizi bile isteye yalnızlığa ve yalıtılmışlığa gömmek isteyen bu iktidar odaklarına karşı “paylaşma ve dayanışmayı” yükseltmeli, yaşadığımız acıyı, hissettiğimiz öfkeyi kavgayla harmanlayıp mücadele etmeye devam etmeliyiz. Çünkü acılarımızı saracak, öfkemizi dindirecek, toplumu bu travmadan çıkartacak ve dostlarımızın anısını ve fikirlerini yaşatacak olan şey mücadelenin ta kendisidir!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayında yayımlanmıştır.

The post Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/10/29/devlet-teroru-ve-panik-psikolojisi/feed/ 0
” Devletin Bombaları Değişmez Bahaneleri Değişir ” – Rıfat Güven https://meydan1.org/2015/10/27/devletin-bombalari-degismez-bahaneleri-degisir-rifat-guven/ https://meydan1.org/2015/10/27/devletin-bombalari-degismez-bahaneleri-degisir-rifat-guven/#respond Tue, 27 Oct 2015 10:29:22 +0000 https://test.meydan.org/2015/10/27/devletin-bombalari-degismez-bahaneleri-degisir-rifat-guven/ Büyük bir kalabalık görünüyor uzaklardan.En önde bir resim,sağ yumruğu yukarıda işçilere ajitasyon atan bir adamın resmi.Resmin ardından on binlerce insan yürüyor. Bıkmadan usanmadan yürüyorlar, yüzleri öfkeli ve kararlı, kulakları sağır edercesine yükselen sloganlarla inletiyorlar yürüdükleri yolları, sokakları. Bir işçinin, bir inşaat işçisinin arkasından yürüyorlar. Yaşamını inşaat işçilerinin, ezilenlerin örgütlü mücadelesine adamış birini uğurluyorlar. Çok büyük […]

The post ” Devletin Bombaları Değişmez Bahaneleri Değişir ” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi- Devletin Bahaneleri Değişir Bombaları Değişmez Rıfat Güven

Büyük bir kalabalık görünüyor uzaklardan.En önde bir resim,sağ yumruğu yukarıda işçilere ajitasyon atan bir adamın resmi.Resmin ardından on binlerce insan yürüyor. Bıkmadan usanmadan yürüyorlar, yüzleri öfkeli ve kararlı, kulakları sağır edercesine yükselen sloganlarla inletiyorlar yürüdükleri yolları, sokakları. Bir işçinin, bir inşaat işçisinin arkasından yürüyorlar. Yaşamını inşaat işçilerinin, ezilenlerin örgütlü mücadelesine adamış birini uğurluyorlar. Çok büyük bir kalabalık iniyor yoksulların mahallesinden zenginlerin meydanlarına. Onlara korkmadıklarını sinmediklerini, yılmadıklarını göstermek için. Ankara’da patlayan bombanın sesinin sadece Ankara’da yankılanmadığını göstermek için.

Devlet, 10 Ekim günü, takviminde kansız geçmeyen günlerden birine bir yenisini daha ekledi. Resmi takvimi kanla yazılı devlet, yüzün üzerinde insanı öldürdü o gün.Bir kısım insanın da koltuklarında kamu spotlarını izlediği tam o sıralarda öldürdü. Televizyonlarda, gazetelerde kendisinin ve iktidarının meşruiyetinin propagandasını yapan devlet, sokaklardaki zoraki meşruluğunun sınırlarını gösterdi tekrar. Devletin savaşından bıkanlar yine onun barışında öldü. Saniyeler içinde katledildiler. Tekin Abi de onlardan biriydi. Devletin kan gölüne çevirdiği bu topraklarda ölümlere, katliamlara dur demek için gittiği barış mitinginde öldürüldü altı yoldaşıyla birlikte.

Ezilenlerin yan yana gelmesinden, örgütlenmesinden çok korkan devletin geçmişi, patlattığı patlattırdığı bombalarla doludur. Devletler ve iktidarlar için tarihin hanesindeki rakamlar değişir, gerekçeler değişir ama ezilenlerin bedenlerinde patlayan bombalar değişmez. Belki de zamanla değişen tek şey sadece bombaların tahrip gücüdür. Oysa devletin şiddeti bakidir. Zira devletin kendisi şiddettir. Kürtlerin, kadınların, işçilerin, ezilenlerin ölü bedenleri üzerinde yükselen şiddet.

Tekin Abi uğurlanıyor, on binlerin kalabalığında, ezilenlerin ellerinde yükseliyor bedeni. Kendisi gibi yıllarca şantiyelerde, tersanelerde, fabrikalarda, marketlerde, inşaatlarda köleleştirilerek yavaş yavaş ya da bir iş cinayetinde aniden öldürülen sınıf yoldaşlarının ellerinde yükseliyor bedeni. Çok büyük bir kalabalık iniyor yoksulların mahallesinden ,zenginlerin meydanlarına. Göstermek için, korkmadıklarını, sinmediklerini, yılmadıklarını. Yükseltmek için ezilenlerin sesini.

Bir inşaat işçisiydi o, yıllarını “kendi inşa ettikleri binaların altında kalmak istemeyenleri” örgütlemeye adamış bir devrimciydi. Bir yoksul, bir öteki, bir ezilendi. Kavgası sınırsız, sınıfsız, barış içinde yaşanan bir dünya içindi. O, 10 Ekim’de Ankara’da bir meydanda katledildi, diğer yüzlerce insan gibi. O meydandan yaklaşık 500 km uzaklıkta, bir diğer meydanda yoldaşları, işçiler, ezilenler and içiyordu. Hesap sormak için. Tek bir ses yankılanıyordu etrafta ;

Katil Devlet Hesap Verecek !

Rıfat Güven

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Devletin Bombaları Değişmez Bahaneleri Değişir ” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/10/27/devletin-bombalari-degismez-bahaneleri-degisir-rifat-guven/feed/ 0
” Devletin Afeti HESseli ” – Furkan Çelik https://meydan1.org/2015/09/07/devletin-afeti-hesseli-furkan-celik/ https://meydan1.org/2015/09/07/devletin-afeti-hesseli-furkan-celik/#respond Mon, 07 Sep 2015 11:50:58 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/07/devletin-afeti-hesseli-furkan-celik/ Felaket ve doğal afet gibi vakalarla katliam arasında ince bir çizgi vardır. Bir vakanın, çizginin hangi yanında olduğunu belirleyen şey ise çoğu zaman, vakada bir “niyet” olup olmadığı ya da yaşanan vakanın “bir el” tarafından hazırlanıp hazırlanmadığıdır. Fakat adı katliam ile neredeyse özdeşleşmiş olan devlet, yaptığı katliamları felaket, doğal afet ya da fıtrat olarak göstermek […]

The post ” Devletin Afeti HESseli ” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Devletin Afeti HESSeli- Furkan Çelik

Felaket ve doğal afet gibi vakalarla katliam arasında ince bir çizgi vardır. Bir vakanın, çizginin hangi yanında olduğunu belirleyen şey ise çoğu zaman, vakada bir “niyet” olup olmadığı ya da yaşanan vakanın “bir el” tarafından hazırlanıp hazırlanmadığıdır. Fakat adı katliam ile neredeyse özdeşleşmiş olan devlet, yaptığı katliamları felaket, doğal afet ya da fıtrat olarak göstermek hususunda oldukça yüzsüzdür. Devlet, altına imzasını attığı tüm katliamlarda, tıpkı Soma’da, Ermenek’te ve 17 Ağustos depreminde olduğu gibi, “niyeti”ni ve katliamı yapan “bir el”ini doğa gibi görünmeyen güçlerin arkasına saklar.

Soma’da 301 kişi yaşamını yitirirken, 17 Ağustos depreminde ölenlerin sayısı muammadır, binlerle ifade edilir. Bugün Artvin’de 8 kişi yaşamını yitirmiş, 3 kişi kaybolmuştur ve 17 kişi yaralıdır. Devlet erkanına ve medyaya göre, bu katliamlar “Soma’da Felaket”tir, “17 Ağustos Doğal Afet”idir ve “Artvin’de Sel baskını” vardır.

Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu “Suyu kontrol etmek lazım. Doğu Karadeniz’de ve Orta Karadeniz’deki yağışlarda yıllık yüzde 20 artış bekleniyor. Artış bir yana, 3-4 ay 48 saat durmadan yağacak yağmurlar söz konusudur. Bu da sel felaketi demektir. Biz HES’leri suyun enerjisini kırmak, taşkınları önlemek için yapıyoruz.” diyerek kendince HES’lerin önemini vurgulamıştır. Fakat HES projelerinin zorunlu bir parçası olan “dere ıslah çalışmaları”, yaşanan katliamın başlıca sorumlusudur. Çünkü bir derenin ıslahı demek, derenin yatağının değiştirilip daha da daraltılması demektir. Bu da yoğun yağışların olduğu dönemlerde artık yapılaşmaya açılmış eski dere yatağının sel suları altında kalması demektir! Görüldüğü gibi, Artvin’de bulunan 4 tane HES, selin önüne geçememiştir ve yine aynı bölgede yapımına başlanan ve yapımı planlanan 100 tane HES projesi de önüne geçemeyecektir! Kaldı ki, neredeyse Karadeniz’deki tüm derelerde HES’ler mevcut iken “suyu dizginlemek” gibi bir durum söz konusu değildir. Ayrıca, HES’lerden kurtulan sular Karadeniz Sahil Yolunu aşıp denize ulaşamadığından pek çok sel, taşkın ve heyelan yaşanıyor. HES’lerin küçük barajlar olduğunu unutmamak gerek. Bu kadar çok yağış alan bölgede, su kanallarının dolup da barajların taşmasında şaşılacak bir şey yoktur!

Üstelik tüm bunlara rağmen devlet, halkı “izinsiz yapılaşma” ile suçlamaktadır. Fakat bugün ıslah edilen dere yataklarının yapılaşmasını bizzat kendisi üstlenmiştir. Bugün Rize’de ıslah edilen dere yataklarında, birçok HES, Sanayi sitesi, okul ve hastane bulunmaktadır. Bu son yağışlarda da söz konusu yapıların selden etkilendiği görülmüştür.

Karadeniz tarih boyunca, hep çok yağış alan bir coğrafya olarak anılagelmiştir. Fakat her nedense böylesine büyük çaplı “doğal afet”ler, burada yaşama geçirilmeye başlanan talan projelerinden sonra belirginleşmiştir. Karadeniz’in en büyük talan projelerinden biri de 2009’da başlanan ve halen devam eden, Sinop’tan Sarp’a uzanan Karadeniz Sahil Yolu Projesidir. Yetkililerin söylediği gibi adeta herkese huzur getirmiştir(!) Bu öyle bir huzurdur ki, 2009’da Giresun’daki yoğun yağış sele sebep olmuş, bu yağışta biriken sel sularının tahliye olmasına ise sahil yolu engel olmuştur. 2010 Ağustos‘ta ise Rize Gündoğdu’daki yoğun sağanak yağış nedeniyle biriken yağmur suları Karadeniz Sahil Yolunu aşamamış, heyelana neden olmuş ve 12 kişi yaşamını yitirmiştir. Daha da eskiye gidecek olursak, Trabzon Sürmene’deki sel ve heyelanda 50, 2001’de Rize’de 10, 2002’de Rize Taşlıdere’de 34 kişi benzer nedenlerle yaşamını yitirmiştir.

Son zamanlarda HES’lere ve Karadeniz Sahil Yolu’na, madenler, taş ocakları ve Yeşil Yol Projesi de eklenmektedir. Fakat şu bilinmelidir ki, bahsi geçen tüm talan projeleri bize “katliam” olarak geri dönecektir. Rahat koltuklarında oturanlar, plazaların tepelerinden yaşam alanlarımızın talan edilme emrini verenler, yaşadığımız topraklardaki doğal varlıkları sömürerek zenginleşirken; onların neden olduğu tahribatlar yüzünden sel sularında boğulanlar, göçük altında kalanlar yine bizler oluyoruz. Onlar yaşamı son kırıntısına kadar tüketirken, biz de tükeniyoruz.

Bu tükeniş böyle devam ederken, insanlar katlediliyorken, dereler hapsedilmeye, topraklar susuz bırakılırken, biz yaşam savunucularına düşen şey ise, yerellere birlikte bu projelerin önüne geçmek, en açık tabirle, bize bu katliamları yaşatanların “felaket”i olmaktır.

Furkan Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Devletin Afeti HESseli ” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/07/devletin-afeti-hesseli-furkan-celik/feed/ 0
Lice’de Devlet Narkoterörü https://meydan1.org/2013/09/06/licede-devlet-narkoteroru/ https://meydan1.org/2013/09/06/licede-devlet-narkoteroru/#respond Fri, 06 Sep 2013 20:50:32 +0000 https://test.meydan.org/2013/09/06/licede-devlet-narkoteroru/ Her sene televizyonlardan izlediğimiz büyük uyuşturucu operasyonlarının anlamını düşünmek, özellikle medya manipülasyonunun anlaşıldığı bu günlerde daha fazla önem taşıyor. Bir yandan kötülüklerle savaş görevini gerektiği gibi yerine getiren devlet algısı yaratılmaya çalışılırken, öte yandan halkın politizasyonunu arttıracak gerçek gündem bir kafa karışıklığı yaratılarak unutturulmaya çalışılıyor. En son gösteri, basında bir hayli kendinden söz ettirdi. Film […]

The post Lice’de Devlet Narkoterörü appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Her sene televizyonlardan izlediğimiz büyük uyuşturucu operasyonlarının anlamını düşünmek, özellikle medya manipülasyonunun anlaşıldığı bu günlerde daha fazla önem taşıyor. Bir yandan kötülüklerle savaş görevini gerektiği gibi yerine getiren devlet algısı yaratılmaya çalışılırken, öte yandan halkın politizasyonunu arttıracak gerçek gündem bir kafa karışıklığı yaratılarak unutturulmaya çalışılıyor.

En son gösteri, basında bir hayli kendinden söz ettirdi. Film ve dizi oyuncularının yoğunluklu olarak gözaltına alındığı son uyuşturucu operasyonu, bir hafta sonrasında bile ana gündemlerden biri halindeydi. Gözaltına alınan oyuncuların, Taksim Direnişi’ne katıldığından dolayı gözaltına alındığı sosyal medyada çok konuşulanlardan olsa da, oyuncuların pişmanlık dolu ifadeleri basına yansıdığı aşamadan itibaren olayın “magazin” yönü daha ağır basmaya başladı.

Aslında, bu sansasyonel mağdurların polemiğinde unutturulan, uyuşturucu operasyonu sürecinin başlangıcı.

Lice’de Yaşananları Lice’yle Unutturmak

Diyarbakır’ın Lice ilçesinde, “kalekol” inşaatını protesto eden köylülere, askerler ateş açarak saldırınca köylülerden altısı yaralanmış ve 18 yaşındaki Medeni Yıldırım katledilmişti. Bu, devletin sözde barış sürecinde takındığı tavrın en büyük ifadelerinden biriydi. Medeni de yakın tarihte katledilen Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş gibi faili devlet cinayetlerden birine kurban gitmişti. Medeni’yi öldürenler de, diğerlerinde olduğu gibi devletin himayesinde aklanırken, birçok farklı ilde Medeni için bir dizi eylemlik gerçekleştirildi. Lice’de yaşanan adaletsizliğe karşı, belki bu sefer Kürdistan dışında da yoğun bir öfke oluşmuştu. Devlet terörüne karşı yaygınlaşan bu tarz bir duygu yoğunluğu ve birlikteliği, mevcut siyasal sistemi tüm farklı olasılıklarda zora sokabilir cinstendi.

Bu şekilde bir biraraya geliş, devletin beklemediği tarzda bir muhalefete sirayet ediyordu. Farklı etnisite, mezhep vb. farklılıkları politik bir ayırım mekanizması olarak kullanan devletin, Lice’den sonra bu politikası yerle bir olmuştu. Bu başarısızlık, ani bir şekilde telafi edilmeliydi, keza bu, yıllardan beri devam eden Türkleştirme politikalarının özellikle Kürdistan dışındaki bölgelerde sonu anlamına geliyordu.

Medeni ve Medenilerin katledilmesi, halkların kardeşliği sloganının devlet karşısında bir yerden somutlaşmasına vesile olmuştu. İşte tam da böyle bir ortamda, Lice’de (ki Lice’nin seçilmesi manidardır) başlatılan “uyuşturucu operasyonu şovuyla” tüm gündem kilitlendi

Devletin B Planı; Narkoterör

Devlet bu şova iyi hazırlanmıştı. Artan bu politizasyonu kırabilmek için devletin, sadece somut bir oyuna değil, aynı zamanda hazırladığı bu oyun üzerinden, birçok alanda kaybettiği meşru iktidar olma durumunu tekrar kazanmaya ihtiyacı vardı. Uyuşturucu operasyonu, ideolojik olarak devlete bu hizmeti verebilecek bir potansiyel taşıyordu.

Bir savaşa hazırlanır gibi hazırlanmıştı devlet. Diyarbakır ve Mardin jandarma özel harekat taburları, sivil jandarma komando alayı, Lice jandarma komando alayı, köy korucularından oluşan timler, skorsky helikopterler, taarruz helikopterleri, 18 kobra ve 13 kirpi tipi zırhlı araçtan oluşan bir ekip hazırlandı. Birçok televizyon kanalı, gazete vb. şovu yazmak ve hepimizin gözüne sokmak için hazırdı.

Uyuşturucu üretimi ve ticaretinde bulunan birçok kişiye eş zamanlı baskınlar düzenlenmişti. Devletin kolluk kuvvetlerinin başında bulunanlar, amacın “uyuşturucu parasıyla finansman sağlayan terörist yapılanmalara büyük bir darbe indirmek” olduğunu belirtmişti. Şovun ismi bile hazırdı; Narkoterör.

Narkoterör kavramlaştırması, sadece yaşadığımız coğrafyadaki siyasal yapılanmayı elinde bulunduranların uydurduğu bir terim değildi elbette. Narkoterör kavramı ve bununla ilgili politikaların, başka coğrafyalardaki devletlerin ilgili birimlerince kullanılıyor oluşu, TC’nin son dönemdeki operasyonlarını daha geniş bir bağlamda ele almayı zorunlu kılıyor.

Bir Devlet Politikası Olarak Uyuşturucu

Dünya üzerinde uyuşturucu üzerinden büyük finansmanın sağlandığı ve dolayısıyla bu finansmanı yaratan “illegal” grupların yoğunlaştığı yerler, uyuşturucu üretiminin yasal olarak yapılabildiği coğrafyalar. İlaç sanayisinde kullanılmak üzere gerçekleştirilen üretim, hem üretim hem de dağıtım aşamasındaki birçok “illegal” girişimle beraber farklı bir ekonomik hareketlilik alanının parçası haline geliyor.

Yasal olarak üretim yapabilecek coğrafyaların, özellikle yoksulluk ve sömürünün kendini en acımasız bir şekilde hissettirdiği alanlar olması, uyuşturucu üzerinden gelir elde etmeyi kolay kılıyor. Bu kadar kolay ve yüksek meblağlar elde edilebilecek bir alanın, küresel pazar ayağı da düşünüldüğünde yerel anlamda güçlü birkaç çetenin kontrolünde olmasının gerçekliği ortada. Bu kayıtdışı ekonomi alanları, devletlerin ve küresel sermaye gruplarının ekonomik güçlerine güç katabilecekleri, “illegal” paralarını aklayabilecekleri; tüm bunları yaparken “uyuşturucu, çeteler vb. birçok toplumsal sorunla mücadele ediyoruz” propagandasını yapabilecekleri danışıklı dövüş alanlarıdır.

En somut örnekleri görmek adına, Güney Amerika’da, uyuşturucu ticaretinin dünya yüzdesinin önemli bir bölümünü elinde barındıran devletlere bakılabilir. Bu devletlerin üst düzey yetkililerinin, bu çetelerin içerisinde önemli konumlarda bulunuyor olması, bu çetelerin aslında o kadar “illegal” olmadıklarının göstergesidir.

Kayıtdışı diye ifade edilen tüm ekonomik hareketlenmeler, devletler ve uluslararası siyasi ve ekonomik kuruluşlar tarafından olumsuzlansa da, devletlerin yoğunluklu göz yumduğu hatta kontrol ettiği ekonomik hareketlenmelerdir. Devletler ve şirketler, bugün olumsuzlanan tüm suç aktivitelerinin faili konumundadır.

TC’nin Uyuşturucu Politikası

1990’lı yıllarla beraber, özellikle Kürdistan coğrafyasında artan uyuşturucu hareketliliği, bir yandan devletle ilintili uyuşturucu çetelerinin oluşmasını sağlarken, öte yandan bölgede özellikle gençlerin politikleşmemesi için kültürel bir yozlaştırma aracı olarak uygulandı. Uyuşturucu operasyonuyla birlikte anılan Lice, 9o’lı yıllardan bu yana asker ve özel harekat timleri tarafından yakılarak boşaltılmaya çalışılan yerleşim bölgelerinden. Bu tarz baskı ve şiddet politikalarından istediği sonucu alamayan devlet, kültürel bir baskı kurmaya gitmiş; devlet terörüne karşı örgütlenecek yeni nesilleri hedef seçmiştir.

Uyuşturucu, siyasi ve ekonomik iktidar konumunda bulunan odaklar için, finans kaynağı olurken; diğer yandan toplumsal hareketlenmelerin engellenmesi için topluma aşılanmış bir virüs gibidir.

Bugün Lice’de, bu uyuşturucu üretimi yapılan alanların karakolların hemen yakınında olması ve bu kadar büyük bir ağın farkına geç varılıyor olması, TC’nin, Güney Amerika örneklerinde olduğu gibi bu ağın ne kadar içinde olduğunun görülmesi açısından önemlidir.

Yakın bir zamanda, İstanbul/Gülsuyu’nda devrimcilere karşı uyuşturucu çetelerinin başlatmış olduğu saldırılar, devletin uyuşturucu politikalarına ne kadar sıklıkla başvurduğunu görmek açısından son derece güncel ve yakın bir örnektir. Kentsel talan projelerinin uygulanması için halkın örgütlülüğünü kırmakta kullanılan uyuşturucuya karşı, Gülsuyu halkı ve devrimciler mücadele ederken; halkı silahlarla taramaya çalışan çeteler ve onları koruyan kolluk kuvvetleri bu işbirliğini gözler önüne seriyor.

Büyük uyuşturucu operasyon şovları, devletin uyuşturucu politikası devam ettikçe bitmeyecek. Uyuşturucuya karşı mücadeleye, en büyük uyuşturucu tedarikçisi ve aracısından başlamak gerek. Toplumsal yozlaşmanın, ekonomik sömürünün, siyasi baskının kökenini medya manipülasyonuna gelmeden devlette ve kapitalizmde aramak gerek.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.

The post Lice’de Devlet Narkoterörü appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/09/06/licede-devlet-narkoteroru/feed/ 0