ezen ezilen ilişkisi – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Wed, 09 Oct 2013 16:50:53 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 “Benlerden Biz Olmak” – Didem Erbak https://meydan1.org/2013/10/09/benlerden-biz-olmak-didem-erbak-2/ https://meydan1.org/2013/10/09/benlerden-biz-olmak-didem-erbak-2/#respond Wed, 09 Oct 2013 16:50:53 +0000 https://test.meydan.org/2013/10/09/benlerden-biz-olmak-didem-erbak-2/ Anarşistler her koşulda her zaman örgütlü olmuşlardır “Ben”i önemseyerek “biz” olma çabasındaki anarşizmin örgüt ve örgütlülük gibi kavramlarla olan ilişkisini anlamak için, yaklaşık iki yüz yıllık anarşizm tarihini incelemeliyiz. Bu incelemede göreceğiz ki anarşistler her koşulda örgütlü olmuşlardır. Anarşizm ezen ezilen çelişkisinde diğer -izm’ler ile en belirgin farklılığını, iktidar kavramına yaklaşımında belirginleştirmiştir. İktidarsız ilişkiler özgürlüğün […]

The post “Benlerden Biz Olmak” – Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Anarşistler her koşulda her zaman örgütlü olmuşlardır

“Ben”i önemseyerek “biz” olma çabasındaki anarşizmin örgüt ve örgütlülük gibi kavramlarla olan ilişkisini anlamak için, yaklaşık iki yüz yıllık anarşizm tarihini incelemeliyiz. Bu incelemede göreceğiz ki anarşistler her koşulda örgütlü olmuşlardır. Anarşizm ezen ezilen çelişkisinde diğer -izm’ler ile en belirgin farklılığını, iktidar kavramına yaklaşımında belirginleştirmiştir.

İktidarsız ilişkiler özgürlüğün garantisidir

Anarşistler “iktidarı” yıkılması gereken bir kavram olarak tanımlarken, yaratılacak iktidarsız ilişkilerin özgürlüğün garantisi olduğunu savunurlar. Sosyalistlerse toplumu dönüştürebilmek için “iktidarı” kazanılması gereken bir araç olarak tanımlar ve iktidarı kazanmayı savunurlar. -Belirtmeliyim ki araç, her denemede amaca dönüşmüştür- Anarşistlerin iktidara yaklaşımı şu düşünsel farklılığı netleştirmiştir: Sosyalistler, “Devrim yapmak istiyorsan toplumsal iktidarı kazanır ve toplum içi ilişkilerini belirlersin” anlayışındayken; anarşistler, “Devrim yapmak istiyorsan şimdi, şu anda, toplumsal ilişkilerini dönüştürmeye başlarsın, iktidarı kazanmakla uğraşmaktansa yaşamın yeniden yapılandırılması için uğraşırsın. Böylece parça parça dönüştürdüğün yaşamların etkisiyle bütünü dönüştürürsün” anlayışındadırlar.

Anarşistler için bireyler arası “şimdi” başlayan iktidarsız ilişkilerde, bireyin dönüşümü ve toplumun dönüşümü iç içedir. Fabrikada patronun altında ezilen bir işçinin evinde bir eş, baba ya da anne olarak ezene dönüşmesi toplumsal bir sorunsal olduğu kadar, bireyin dönüşümüyle alakalı bireysel bir sorunsaldır. Bir ezilenin toplumsal ilişkiler içerisinde zaman zaman ezen olabileceğini, ezen ezilen çelişkisinin sadece ekonomik bir çözümlemeyle anlaşılamayacağı açıktır.

İktidarlı toplumlardaki toplum ilişkilerinde bir işçinin, erkek kadın ilişkisi içerisinde bir “erkek” olarak ezenleşmesi, edinilmiş bir gündelik davranış eylemidir. İşçinin bu iktidarlı davranışlarından sıyrılması, bu iktidarlı davranışlarının farkındalığıyla mümkündür. Böylesi bir farkındalık yaşamış olan birey, kendisi gibi farkındalıkları olan diğer bireylerle bu iktidarlı davranışlarını yok ederek, iktidarsız davranışların var edilmesini sağlayabilecektir.

Bireyin ve toplumun dönüşümü

Farkındalıklarımız ve kendimiz gibi olan diğer bireylerle kuracağımız bu “devrimci etkileşim” içerisinde, güçlenecek bir toplumsal ilişki biçimini yaratabiliriz. Bu dönüşüm, hem işçinin bireysel dönüşümü hem de içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerin dönüşümü olacaktır. Ekonomik açıdan her daim ezilen olan bir bireyle her daim bir ezen olacak bireyi eşitleyemeyiz. Bu eşitsizlikte, bazı ender deneyimlerde patronun da çeşitli farkındalıklar yaşayarak dönüştüğü deneyimlenmiş olsa da bunun genelleşebileceğine inanamayız. İktidarın baskısıyla dönüşmek zorunda kalan bireydense, farkındalıklar ve etkileşimler sonrasında kendi iradesiyle dönüşen bireyin toplumu dönüştürmesini savunmuştur hep anarşistler. Bu, toplumsal bir devrimin olmazsa olmazıdır. Yani anarşizm bireyin kendinde başlarken, toplumsal ilişkilerinde sürer ve hiç bitmez.

Farkındalıkların ve etkileşimin, bireyin ve toplumun dönüşümdeki pozisyonunu anlamalıyız. Toplumsal ilişki, bireyin diğer bireylerle kurduğu ilişki anlamında olsa da her daim bireyin iradesi dahilinde değildir. İktidarlı ilişkilerle bezenmiş toplumlarda birey, içinde kaldığı bu iktidarlı ilişki biçimine uyum sağlamak zorundadır. Toplum içi yaşanan adaletsizliklerin bireyde yaratacağı farkındalıklar ve çevresiyle kuracağı etkileşimler, böylesi bir sistemin yıkılabilmesi için yeterli değildir. Hem bireyin kendisinin dönüşümünde hem de diğer bireyleri dönüştürme çabası içerisinde örgütlenmesi kaçınılmazdır.

İnsan ancak kendi kadar özgür insanların arasında özgürdür

İktidarsızlığımız –anarşistliğimiz- üzerimizdeki iktidarın baskısına karşı koymakla başlamaz. Bir başkası üzerinde baskı kurmamamızla başlar. Bireysel dönüşümümüzün sağlamasını, ancak ve ancak bir başkasıyla kurduğumuz ilişkide yapabiliriz. -Burada bir “başka”nın kapsamını açmalıyım, birey toplum ilişkisini parça ve parça, parça ve bütün ilişkisi çapında tartışırsak insanın diğer canlılar ve varlıklarla kurduğu ilişkide de bu şablonu bulabiliriz. Bu açının paralelinde, tüm canlı ve varlıkların da birer “başka” olduğunu düşünebiliriz.- Yani birey, yapısı gereği diğer bireylerle ilişki kurar ve bu ilişki, biz anarşistlerin çözümlemesi gereken şeydir. Ve anarşizm de bu ilişkinin kendisiyle uğraşır. Birbirimizi dönüştürebileceğimiz kaçınılmaz fırsat, kendimiz gibi olanlarla kurduğumuz ilişkilerdir. -İnsan ancak kendi kadar özgür insanların arasında özgürdür- Kendimiz gibi olanlarla kuracağımız ilişkinin kaçınılmaz fırsatından faydalanmalıyız.

Günümüzdeki bir anarşist anlayış olan “örgüt, örgütlenme eleştirisi ve örgütsüzlük savunusu”, olumsuz örgütlenme deneyimlerinin neden olduğu bir sonuçtur. Bu olumsuz deneyimlerin, iktidar kavramıyla ve iktidar davranışlarıyla bir sıkıntısı olmayan sosyalist deneyimler olması da dikkat çekicidir. Bu olumsuz örgütlenme deneyimlerinin olumsuzluk kaynağını, daha ayrıntılı incelemeliyiz. Başlangıçta bu olumsuzlukların sadece sosyalist örgütlerde yaşanıyor gibi tanımlanıyor olmasının da yanlış olduğunu söylemeliyim. Doğrusu, iktidarın kendisi ve iktidarlı davranışlarla sıkıntısı olmayan tüm örgütlenmeler için bu olumsuzluklar kaçınılmazdır. İktidarı olağan kabullenmek, özünde sorunlu bir anlayıştır. Bu anlayış ilk insandan bu yana, insanın insanla, diğer tüm canlı ve varlıklarla kurduğu ilişkilerin iktidarlı olduğu savını savunur. Yaşamın uyumunu görmezden gelirken, yaşamın içinde rekabet ve bencilliği bulmaya çabalar. Bu çaba, iktidarın davranışlarını normalleştirme çabasıdır. İktidar davranışı ise merkezi, otoriter, statülü ve hiyerarşik olmak zorundadır. Merkezi bir örgütlenmede, merkez konumundaki üst statülü bireylerin aldığı kararın tartışmasız bir şekilde hiyerarşik olarak daha alt statüdeki ve hatta statüsüz bireylerce uygulanıyor olması saçmalığının anormalliğidir.

Birçok kişinin sorumluluğunu kendi iradesinde bulunduran üst statülü bireyin bireyliğinden ve alınan kararı tartışmasız uygulayan alt statülü ve statüsüz bireylerin bireyliğinden aynı şekilde bahsedebilir miyiz? Bu ve benzeri ve daha farklı birçok uygulamayla bireyin yadsındığı aşikârdır. Ancak burada anlaşılmaz olan, iktidarsız ilişkileri savunan anarşistlerin örgütlenmenin karşısına koydukları olumsuz savların, iktidarlı örgütlerin deneyimlerinden üretilmesi talihsizliğidir. Bu talihsizliğin bir yanılgı olduğu da oldukça açıktır.

Anarşistlerin iki yüz yıllık tarihi boyunca sayısız örgütlenme yaratmış olduğu bilindiğinde ve yarattığı bazı örgütlenmelerin yüz yıla yakındır sürdürülüp örgütlü bir şekilde toplumsallaştığı düşünüldüğünde, günümüz yeni anlayışının büyük bir tarihsel bilgisizlikten oluştuğu söylenebilir. İki yüz yıllık tarih çok fazla kitap sayfası demekse ve okunmuyorsa, “günümüzdeki anarşist örgütlenmeler” başlığında çok da detaya inmeden genel bir araştırma yapılarak yüzlerce anarşist örgüte ulaşılabileceği de söylenebilir.

Anarşistler, bireyin yadsınmadığı ilişkilerle dolu yüzlerce örgütlenme kurmuş ve kurmaktadırlar. Çeşitli birçok yöntem deneyen anarşist örgütler, iktidarlı örgütlerin merkezi, otoriter, statülü, hiyerarşik modeline karşın; merkezsiz, bütünün parçaları yönettiği değil her parçanın kendini yönettiği ama parçaların oluşturduğu bir bütünün gücüyle, anti-otoriter, herhangi bir statü oluşturmaksızın gönüllü-geçici inisiyatiflerin üst-alt hiyerarşisi olmaksızın ve bireyin sonsuz söz söyleyebileceği forumlarla kurulu örgütler kurmuşlardır.

Çünkü ezen ezilen ilişkisinde bir ezilen olarak yalnızca bu ezilmişlikten ve sadece kendisini kurtarmak istemeyen bireylerdir anarşistler. Şunu bilirler; bu kurtuluş, toplumsal bir kurtuluş olmalıdır. Bu sebeple, her yerde, her zaman iktidarın adaletsizliklerine karşı koymuş ve tüm karşı koyanlarla birlikte örgütlenmişlerdir. Ve örgütlü mücadelelerinden asla vazgeçmemişlerdir.

Örgütsel ilişkiler, biz anarşistlerin kendimizi gerçekleştirebileceği tek olanaktır. İktidarların ezilenleri, kolay yönetilecek ve bireyliğini bulamamış birer “egoya” dönüştürmek istemesi ne kadar olağansa, biz anarşistlerin de hiçbir iktidar tarafından yönetilmeyecek örgütlü bireylere dönüşmek istememiz bir o kadar olağandır. Ve anarşist bir birey olmak istiyorsak bunu kapitalizmin keşmekeş yalnızlığında aramamalıyız. Çünkü bireyliğimizi, benlerden biz olan anarşizmin kalabalığında bulacağız.

Didem Erbak

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Benlerden Biz Olmak” – Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/10/09/benlerden-biz-olmak-didem-erbak-2/feed/ 0
Ekolojik Uyum Yaşamın Kurtuluşudur https://meydan1.org/2013/08/31/ekolojik-uyum-yasamin-kurtulusudur/ https://meydan1.org/2013/08/31/ekolojik-uyum-yasamin-kurtulusudur/#respond Sat, 31 Aug 2013 15:58:30 +0000 https://test.meydan.org/2013/08/31/ekolojik-uyum-yasamin-kurtulusudur/ İçinde bulunduğumuz ekosistemde, insan sadece insanlarla değil, diğer canlı ve varlıklarla da sürekli ilişki halindedir. Milyonlarca yıllık tarihi boyunca insanın, insanlarla ve doğa içerisindeki diğer varlıklarla uyum içinde sürdürdüğü bu ilişki, iktidarlı ilişki biçimlerinin gözlemlendiği ilk toplumlardan bu yana süregelmiştir. Bu tarihin sadece son altı bin yıllık diliminde, iktidar ve mülkiyet ilişkileri hem insanlar arasında hem de insanların diğer canlılar ve varlıklarla kurduğu ilişkilerde görülmeye […]

The post Ekolojik Uyum Yaşamın Kurtuluşudur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
İçinde bulunduğumuz ekosistemde, insan sadece insanlarla değil, diğer canlı ve varlıklarla da sürekli ilişki halindedir.
Milyonlarca yıllık tarihi boyunca insanın, insanlarla ve doğa içerisindeki diğer varlıklarla uyum içinde sürdürdüğü bu ilişki, iktidarlı ilişki biçimlerinin gözlemlendiği ilk toplumlardan bu yana süregelmiştir. Bu tarihin sadece son altı bin yıllık diliminde, iktidar ve mülkiyet ilişkileri hem insanlar arasında hem de insanların diğer canlılar ve varlıklarla kurduğu ilişkilerde görülmeye başlanmıştır. Bu süreç içerisinde insan, içinde bulunduğu doğaya uyum yetisini kaybetmiş, bunun yerine iktidarlı ilişki biçimlerinin belirgin karakteristik özelliklerinden bencillik ve rekabet ile yaşamı şekillendirmiştir. Günümüzde de bencillik ve rekabetle dolu, devlet ve kapitalizmle içselleşmiş iktidarlı ilişki biçimleri sosyal, ekonomik ve ekolojik olarak yaşama karşı saldırısını sürdürmektedir. Binlerce yıldır süren bu saldırıya karşı direnen ve reddeden yaşam, karşılıklı paylaşma ve dayanışmayla yaratılan uyumun kendisidir. Ve yaşam, ne olursa olsun, devletin ve kapitalizmin bu yok edici anlayışına rağmen süregelecek enerjiyi, bu uyumuyla tekrar tekrar yaratmaktadır. Yaşamın bu uyumu ise kapsadığı tüm canlılar ve varlıklar için bir kurtuluştur.

Bugün, yaşadığımız coğrafyada da devlet ve kapitalizmin saldırısına maruz kalan toprağın, suyun, havanın; devasa rüzgar panellerinde ölen kuşların, denize bırakılan kimyasal atıklarla ölen balıkların, bitmek tükenmek bilmeyen tüketim anlayışı için öldürülen tavukların, ineklerin, balinaların, yakılan ormanlardan ovalara indiği için öldürülen ayıların, otoban diye kesilen ağaçların, enerji diye boruların içine sıkıştırılan derelerin, maden diye kazıla kazıla talan edilen toprağın, kazan-kazan için yapılan üretimin atıklarıyla kirlenen havanın; devletlere piyonlaştırılan, şirketlere köleleştirilen, betonla sıkıştırılan insanların kurtuluşudur ekolojik uyum. Bu uyumun tek bir parçası bile eksikse, uyum tam değildir; yani hepimiz eksiğizdir. Ve kurtuluş asla tek başına değil, beraber bu uyum için mücadelededir.

İnsanın düşlediğini eyleme durumudur özgürlük. Fakat düşlediğini eylerken bir başkasının özgürlüğünü de önemsemektir. Bu, yaşamın uyumunun bir yansımasıdır aslında. Bu uyumdan yoksunluk demek, özgürlüğü kaybetmek demektir. Bu kayboluşta başlar tüm tahakküm ilişkileri. İnsanın insana olan tahakkümü, insanın diğer canlılar ve varlıklarla kurduğu ilişkilerde de kendini belirginleştirmiştir. Binlerce yıldır sürmekte olan iktidarlı ilişkiler bireyin bir başka birey üzerindeki tahakkümünü olağanlaştırırken diğer canlılar ve varlıklar üzerindeki tahakkümünü de olağanlaştırmıştır. Bu tahakküm ilişkilerinin paralelinde belirginleşen mülkiyetçi anlayış ise insanın kendi dışındaki canlıların ve varlıkların üzerinde de mülkiyetçi davranmasıyla beraber ekolojik uyumsuzluğu daha da arttırmıştır.

Ekolojik uyumdan yoksunlaşan insan, ihtiyaçlarını karşılamakta çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. İhtiyaçların karşılanmasında, iktidar ilişkileri içerisinde belirginleşmeye başlayan tahakküm, iktidarın kolaycılığı bir yöntem olarak benimsemesini sağlamıştır. Hem birey hem de topluluk kullandığı bu kolaycı yöntemle ihtiyaçlarının karşılanmasında sıkıntıları, ihtiyaçları biriktirerek ve mülkiyetine geçirerek aşmak istemiştir.

Biriktirme eylemi esnasında, ekolojik uyumdaki dayanışma, topluluk içi görevlendirmeye dönüşürken; ekolojik uyumdaki paylaşma ise iktidar tarafından mülkiyetine geçirilenlerin dağıtımına dönüşüyor. Toplulukta pozisyonu farklılaşmış kişi ya da kişiler, yani iktidar tarafından yapılan bu dağıtım topluluk içi ceza ve ödüllendirmelerin de temelidir.
İnsan dışındaki canlılarda bulunmayan bu eylem yani biriktirme, biriktirileni mülkiyetine geçirme, uyumun uyumsuzluğa dönüşmesinde ve insanla insan dışı yaşamın ayrışmasında en önemli ayraçtır. Bu iktidarlı anlayış beraberinde insan, insan dışı canlıları ve varlıkları da mülkiyetine geçirmiştir. İnsan diğer canlıların ve varlıkların enerjisinden faydalanmak için o canlıyı ve varlığı mülkiyetine geçirerek, özgürlüğünü kısıtlamış ve böylece tutsaklığı da ilk defa deneyimlemiştir. İktidarlı anlayış içerisinde oluşmaya başlayan olumsuz eylemlere, özgürlüğün kısıtlanması yani tutsaklığın meşruluğu da eklenmiştir.

İnsanın mülkiyet eylemi, insan dışı canlılarda yoktur. Herhangi bir başka canlı ihtiyacından fazlasını biriktirmez. Herhangi bir avcı avladığı bir başka canlıdan sadece ihtiyacı kadarıyla beslenirken, ihtiyacının karşılanması sonrasında beslenmeyi bırakır. Arı ve karıncalarla ilgili biriktirme tahlillerinde ise bu hayvanların toplayıcılık yapamayacakları dönemler için geçici biriktirme yaptıkları anlaşılmalıdır. Kaldı ki bu biriktirmeler, ihtiyacından fazlasını biriktirmesi değil, ihtiyacı kadarının saklanmasıdır. Ekolojik uyumda olmayan bir başka belirgin iktidar özelliği ise, bir canlının başka bir canlının enerjisinden yararlanmasıdır. Böylesi bir yarar ilişkisi  içinde olmayan canlılar, diğer hiçbir canlıyı mülkiyetine geçirerek özgürlüğünü kısıtlayıcı bir eylem içerisinde bulunmaz.

Mülkiyetçiliği bulamadığımız tüm canlıları kapsayan bu ekolojik uyum iktidarla bezenen insanı bir nevi dışlamıştı. İktidar ve türevleri, bu ekolojik uyum içerisinde kendini bulamazken, insan ekolojik uyumdan yoksunlaşarak karşısında kaldığı yaşamın tümünü mülkiyetine geçirmek istiyordu. Kriter olarak “insanlığa yararı” esas alınarak yapılan değerlendirmelerle, tüm canlılar ve varlıklar adeta insanlık için birer araca dönüşüyor; yaşam üzerinde kurulacak hâkimiyet ise insanlığın amacına dönüşüyordu.

Bütünüyle karşıtlaşan bu iki karakter arasında bir tarafta sömürücü saldırısıyla “iktidarlı insan” diğer tarafta ise bu saldırıya karşı ısrarla direnen ama gün geçtikçe bir bileşenini daha kaybederek uyumunu yitirmekte olan bir yaşam var. Bu karşıtlık insan ve yaşam arasındaki bir karşıtlık olarak belirginleşiyor gibi olsa da bu görünümün yanılgısına düşmeden karşıtlığın iktidar ve yaşam arasında olduğunu anlamalıyız. Çünkü bu karşıtlığın bir parçası da bu iktidardan mustarip olan insanın ta kendisidir. Karşıtlığı insan ve yaşam olarak görürsek, insanın insan üzerindeki iktidarını, ezenin ezilen üzerindeki tahakkümünü görmez oluruz. Direniş, yaşamın iktidara uyumsuzluğudur. İktidar yaşam üzerindeki tahakkümü ne zaman ve nerede uygularsa uygulasın, orada yaşam bir direniş olmuştur. İktidar karşılaştığı bu direnişler sonrasında kendisini yenilemiş ve geliştirmiştir.

İktidarlı ilişkilerin belirli kalıplarla daha da
örgütlü bir yapıya dönüşmesi, devletsi ilişki
biçimlerinin artması, devletin algılarda olağanlaşması, iç içe bir evrilme süreciyle oluşmuştur. Devlet varlığının belirginleşmesi, devletin bireyler ve toplum üzerindeki tahakkümünün artması, onları belgeleyerek vatandaş yapmasıyla sürmüştür. Bu başka bir anlamda devletin insanları mülkiyetine almasıdır. Mülkiyetindeki vatandaşlarının tüm yaşamsal kararlarını belirleyen, vatandaşlarının sosyal ve ekonomik statülerini dağıtan devlet, böylece ezen ezilen ilişkisini belirginleştirmiş ve vatandaşlarının sömürü hiyerarşisini oluşturmuştur. Bu hiyerarşi içerisinde hiçbir pozisyonu olmayan diğer canlılar ve varlıklar ise devletin daha planlı ve programlı sömürüsüyle karşı karşıya kalmaktadır.

İnsandan hayvana, sudan toprağa oluşan bu sömürü sözde “insanlığın yararına” yapılarak, sömürünün içselleştirilmesi istenmiştir. “İnsanlığın yararına” dogmasının oluşmasıyla artık geriye dönülemeyecek bir ilerleme saplantısı, devletin ve beraberindeki sömürü sisteminin en önemli karakteristik özelliğine dönüşmüştür. Deneyimin bilgiye dönüşmesi ve bilginin ilerleme için kullanılması, insanın bilgiyle olan ilişkisini de çarpıtmıştır. İnsanın, deneyimini aktararak bilgiye dönüştürme eylemi, bilgiyi paylaşma ve dayanışmayla özgürleştirmekte ve ekolojik uyumun insandan insana aktarılmasını sağlamaktaydı. İktidar ise bilginin erişimini kısıtlayarak bilgiyi kendi tekelinde bir tahakküm aracına dönüştürdü. Bu, bilginin iktidarın ilerlemeci anlayışını uygulamasını kolaylaştırdı.

Devlet ve sömürü sistemleri, kapitalizmde bilginin erişimini kısıtlarken, tekelleşmesini ister. İnsanlığa entegre edilmiş bu ilerlemeci anlayış, tüm yaşamı sömürmeyi, bir “insanlık yararı şov”a dönüştürerek uygulamaktadır. İnsanın yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarının hayvan endüstrisiyle karşılanmasında ilerleyen tekniklerle yapay gün ışığıyla daha fazla yumurtlatılan tavuk çiftlikleri adeta şov gibi gösterilmekte, bunun tavuklar için bir işkence olduğu gerçeği yok sayılmaktadır. Ya da kürkünden kıyafet yapılmak istenilen bir fokun katledilişinin bir katliam olduğu gerçeği de görmezden gelinmektedir. Bir litre asitli içecek için en az yirmi litre temiz suyun kullanıldığı kapitalizmde “temiz su” tüketilmeye devam ederken, suyun önemi de gittikçe artmaktadır. Ekolojik uyumun çok önemli bir bileşeni olan suyun, kapitalizm için karlı bir meta olan asitli içecek üretiminde bir araç olarak önem kazanması, çok da şaşılacak bir hal almamaktadır. “Temiz su kaynakları tükeniyor” söyleminin sakladığı bu gerçek, bugün suyu yani dereleri şirketlerin talanıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu talan, aslında bir AVM’nin bile enerjisini karşılayamayacak olan Hidro Elektirik Santral bahanesiyle, derelerin şirketlerin mülkiyetlerine geçirilmesidir. HES projeleri, birincil olarak enerji üretimi için suyun borulara sıkıştırılması gibi gözükse de ikincil olarak suyun satılmak için kapaklanmasıyla sürecektir ve suyun sömürücü patronun ya da katliamcı şirketin mülkiyetine geçmesiyle tamamlanacaktır. Dere yataklarının kurutulması suyun aktığı dere yatağındaki ekolojik yaşamı bitirecek ve bu bitişin neden olacağı etkileşimin sonucunda tüm ekolojik sistem gün be gün artan bir yitişle bozulacaktır.

Bir şekilde isteyerek ya da istemeyerek dahil olduğumuz bu tahribatın hangi tarafında olduğumuz çok önemlidir. Devletlerin piyonu, şirketlerin işçisi olarak yaşadığımız bu kapitalist sistem içerisinde işleyişine ikna olalım ya da olmayalım, ekolojik uyumun yitirilmesinden hepimiz etkileneceğiz. Bugün yaşamlarımızda devletin, kapitalizmin ve iktidarlı ilişkilerin, ilerlemeci anlayışın tartışmasız tarafıysak şunu da bilmeliyiz; yarın ekolojik uyumu tümden kaybetmemiz hepimizin sorunudur. Ekolojik uyumun yavaş yavaş yitirilmesiyle açığa çıkan ekolojik sorunlar, gündelik yaşamda belirginleşmektedir. Sorunların bir bir görülmesi, sorunları çözmek isteyen bir direnişi de beraberinde örgütlemektedir. Devlet ve kapitalizm iktidar geleneği sayesinde direnişin oluşum aşamasında önlemlerle direnişi yönlendirme becerisine sahiptir. Bu sahip olduğu beceri sayesinde yönlendirebildiği direnişleri, özellikle ekolojik uyumun tümü için yapılacak bütünsel bir mücadele olmasından uzaklaştırır. Uzaklaştırarak bütünsel olan ekolojik uyum sorununun sadece bir parçasına yoğunlaştırdığı direnişi, kendisi için sakıncalı olmayan bir anlayışa yakınlaştırır. Kapitalist sistemin bir parçası olan insan, aslında kendisinin de bir etken olduğunun farkındadır. Bu farkındalığı zamanla bir vicdan rahatsızlığına dönüşmüştür. Ekolojik uyumun bütünsel sorununu çevre sorununa indirgeyen “çevreci bir ekolojik anlayış”, sorunun bütünsel olduğunu anlayamamıştır. Bu bütünsellik insanın insanla ve diğer tüm canlı ve varlıklarla olan ilişkisini kapsar. İnsanın insanla olan ilişkisinde, yani toplumsal ilişkisinde açığa çıkan tüm sorunlar ekolojik uyumsuzluğun bir yansımasıdır. Erkeğin kadınla, yaşlının gençle olan tahakküm dolu ilişkisinden, bilenin bilmeyen üzerindeki tahakkümüne ve emeğin tahakkümüne kadar birçok adaletsizliği içinde barındıran toplum kendi toplumsal devriminin gerekliliğini ekolojik uyumun yaratılmasında aramalıdır. Toplumsal devrimin gerçekleşmesi, ekolojik uyumun yaratılmasıyla bir bütünlüğün göstergesidir.

Herhangi bir şirkete ait fabrikanın atık sorununu bir çevre sömürüsü olarak algılayan çevreci anlayış, aynı fabrikanın işçileriyle olan emek sömürüsü sorununun birbirleriyle alakalı olduğunu anlayamaz. Ekolojik uyumu önemsemeyen fabrikadan, atığıyla canlıların yaşamını önemsemezken, çalıştırdığı işçilerin yaşamını önemsemesini de bekleyemeyiz.

Ekolojik uyumun hiçbir bileşeni arasında önem hiyerarşisi olmaksızın kurulacak bütünlükçü bir mücadele yaratılmalıdır. Hayvanın özgürlüğünden suyun, toprağın, havanın özgürlüğüne, tüketim mabetlerine yetmeyecek enerji üretim santrallerin talanından kentsel dönüşümün rant talanına, bu sömürü sisteminin iktidar merkezli anlayışından mülkiyetçi anlayışına, yani kapitalizme karşı topyekûn oluşturulacak bütünlüklü mücadele ile yeniden yaratacağımız hiyerarşisiz, statüsüz, otoritesiz, mülkiyetsiz, iktidarsız yaşam yani ekolojik uyum kurutuluşumuz olacaktır. Bu kurtuluş, yaşamın tutsaklıktan kurtuluşudur. Yani özgürlüktür.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.

The post Ekolojik Uyum Yaşamın Kurtuluşudur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/08/31/ekolojik-uyum-yasamin-kurtulusudur/feed/ 0