film – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 14 May 2020 10:08:39 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 İstanbul Film Festivali Bu Yıl Online Gerçekleşecek https://meydan1.org/2020/05/14/istanbul-film-festivali-bu-yil-online-gerceklesecek/ https://meydan1.org/2020/05/14/istanbul-film-festivali-bu-yil-online-gerceklesecek/#respond Thu, 14 May 2020 08:33:51 +0000 https://meydan.org/?p=58448 Korona krizi nedeniyle gündelik yaşam çeşitli kısıtlamalarla sürerken kültür-sanat alanında da değişimler kendisini göstermeye başladı. Bir çok etkinlik iptal edilir ya da ileri bir tarihe ertelenirken, İstanbul Film Festivali bu yılki film gösterimlerini online yaparak gerçekleştirmeyi planlıyor. 15 Mayıs’ta başlayacak olan online film festivalinde, her akşam 21:00’da yeni bir film festivalin internet sitesi üzerinden erişime […]

The post İstanbul Film Festivali Bu Yıl Online Gerçekleşecek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Korona krizi nedeniyle gündelik yaşam çeşitli kısıtlamalarla sürerken kültür-sanat alanında da değişimler kendisini göstermeye başladı. Bir çok etkinlik iptal edilir ya da ileri bir tarihe ertelenirken, İstanbul Film Festivali bu yılki film gösterimlerini online yaparak gerçekleştirmeyi planlıyor.

15 Mayıs’ta başlayacak olan online film festivalinde, her akşam 21:00’da yeni bir film festivalin internet sitesi üzerinden erişime açılacak ve o film için bilet alanlar tarafından 5 gün boyunca izlenebilecek. Film ücretleri kredi kartıyla ödenebilecek ve her film için 1200 kişilik kontenjan olacak.

Festival gösterim programında Berlin ve Venedik Film Festivalleri’ne seçilmiş 15 film bulunuyor. Teknik olarak ilk kez denenecek bu uygulama belki de önümüzdeki günlerin yeni kültür-sanat etkinliklerinin biçimlerini de belirleyebilir gibi görünüyor.

The post İstanbul Film Festivali Bu Yıl Online Gerçekleşecek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/14/istanbul-film-festivali-bu-yil-online-gerceklesecek/feed/ 0
“İki Gözüm: Ahmet” Filminin Gösterimi Durduruldu https://meydan1.org/2020/02/01/iki-gozum-ahmet-filminin-gosterimi-durduruldu/ https://meydan1.org/2020/02/01/iki-gozum-ahmet-filminin-gosterimi-durduruldu/#respond Sat, 01 Feb 2020 14:42:15 +0000 https://meydan.org/?p=54096 Ahmet Kaya’nın eşi ve kızları, sanatçının hayatını konu alan ‘İki Gözüm: Ahmet’ filminin gösteriminin durdurulması için açtığı davada ailenin ihtiyati tedbir talebini kabul eden mahkeme, 7 Şubat’ta vizyona girmesi beklenen filmin gösteriminin durdurulmasına karar verdi. Dava, “kişilik haklarına yapılan saldırının önlenmesini” talebiyle açılmış ve karar verilene kadar ortaya çıkabilecek zararların önlenmesi için “filmin yayınlanmasının dava […]

The post “İki Gözüm: Ahmet” Filminin Gösterimi Durduruldu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Ahmet Kaya’nın eşi ve kızları, sanatçının hayatını konu alan ‘İki Gözüm: Ahmet’ filminin gösteriminin durdurulması için açtığı davada ailenin ihtiyati tedbir talebini kabul eden mahkeme, 7 Şubat’ta vizyona girmesi beklenen filmin gösteriminin durdurulmasına karar verdi.

Dava, “kişilik haklarına yapılan saldırının önlenmesini” talebiyle açılmış ve karar verilene kadar ortaya çıkabilecek zararların önlenmesi için “filmin yayınlanmasının dava sonuçlanıncaya kadar tedbiren durdurulması” talep edilmişti.

Talebi kabul eden mahkeme, ihtiyati tedbir yoluyla “İki Gözüm: Ahmet”in ve filme ilişkin her türlü görüntü ve içeriğin sinemalarda, kitle iletişim araçlarında, internette, televizyon kanallarında yayınlanmasının, çoğaltılmasının ve dağıtılmasının dava sonuçlanıncaya kadar durdurulmasına karar verdi. Dava devam ederken nihai karar önümüzdeki günlerde verilecek.

The post “İki Gözüm: Ahmet” Filminin Gösterimi Durduruldu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/02/01/iki-gozum-ahmet-filminin-gosterimi-durduruldu/feed/ 0
Köpekleri Değil İnsanı Anlatan Filmler – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2018/10/16/kopekleri-degil-insani-anlatan-filmler-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2018/10/16/kopekleri-degil-insani-anlatan-filmler-gursat-ozdamar/#respond Tue, 16 Oct 2018 13:26:46 +0000 https://test.meydan.org/2018/10/16/kopekleri-degil-insani-anlatan-filmler-gursat-ozdamar/ Kimi zaman iyi bir dost, kimi zaman bize göz olan rehberlerimiz, kimi zaman bizi güvende hissettiren gücümüz, kimi zaman sadece yanımızda dolaştırdığımız, kimi zaman da dişlerini etimizde hissettiğimiz köpekler… Neredeyse 10 bin yıl önce evcilleştirilen, o zamandan bu yana evimizin ve yaşamımızın bir parçası olan köpekler pek çok kültür sanat eserine de konu oldu. Bir […]

The post Köpekleri Değil İnsanı Anlatan Filmler – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kimi zaman iyi bir dost, kimi zaman bize göz olan rehberlerimiz, kimi zaman bizi güvende hissettiren gücümüz, kimi zaman sadece yanımızda dolaştırdığımız, kimi zaman da dişlerini etimizde hissettiğimiz köpekler…

Neredeyse 10 bin yıl önce evcilleştirilen, o zamandan bu yana evimizin ve yaşamımızın bir parçası olan köpekler pek çok kültür sanat eserine de konu oldu. Bir çok resim yapıldı, roman yazıldı onlar hakkında. Filmlere de konu oldu köpekler, hatta başrol oyuncusu dahi oldular.

Köpek Kalbi ve Köpek Dişi filmleri ise her ne kadar isimlerinde köpek geçiyor ve filmlerde köpek yer alıyor olsa da, köpek sembolleştirmesiyle esasen insanın hallerini anlatan filmler. Benzer distopya filmleri gibi, önce kendi yarattığı gerçekliği izleyiciye kabul ettirerek başlayan Köpek Kalbi ve Köpek Dişi filmleri, kurdukları hikayelerle asıl olarak otoriter ve baskıcı yönetimleri irdeliyor ve eleştiriyor.

Köpek Kalbi (Sobach’e Serdtse) belirli bir zamanda ve belirli bir coğrafyada var olan despot bir yönetimi bir bilimkurgu hikaye üzerinden başarıyla tasvirlerken Köpek Dişi (Kynodontas) filmi bir baba, bir anne ve üç çocuktan oluşan bir aile üzerinden genel olarak kapalı ve baskıcı yönetimlerin işleyişlerini ve bunun toplum tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilişini ele alıyor.

Köpek Dişi

Geçtiğimiz ay gösterime giren Köpek Dişi aslında yeni bir film değil, 2009 yapımı. O zamandan beri film internetten izlenebiliyordu. Ama bu eşsiz filmi sinema salonunda, büyük perdede izlemek ayrı bir keyif açıkçası.

Yorgos Lanthimos’un yönettiği Köpek Dişi’nin senaryosunu Lanthimos ile beraber Efthymis Filippou ortaklaşa yazmış. Film, devletin kökenlerini ailede arıyor. Böylece bir aile üzerinden devletin ne demek olduğuna tanık oluyoruz.

Filmin konusuna gelince, babaları tarafından ancak köpek dişleri düşüp yeniden çıktığında dışarıya çıkabileceklerine inandırılmış olan üç genç, anne ve babalarıyla beraber şehirden uzak müstakil bir evde yaşamaktadırlar. Baba, çocuklarının dış dünya ile bağlantı kurmalarını engellemiş ve yalnızca kendisinin belirlediği biçimde yaşamalarını sağlamak için dili bile kendine göre biçimlendirmiştir. Deniz koltuktur, otoyol bir rüzgar türü, tüfek ise güzel beyaz bir kuş! İzleyene ilk başta tuhaf görünen bir yaşam. Oysa içerisinde yaşadığımız dünyada bize öğretilenler bundan ne kadar tuhaf? Örneğin özgürlük, satın alabilme serbestliği mi? Mutluluk, yeni bir ayakkabı mı? Peki bizler de devletin ve kapitalizmin istediği gibi davranmayı seçmiyor muyuz? Her sabah işe gidip patronları memnun etmemiz bu evde yaşayanların davranışlarından daha saçma değil mi? Peki asker olup ölmeyi ya da öldürmeyi seçtiğimizde ya da buna zorlandığımızda bizim evi ve bahçeyi korumak için köpek gibi uluyan bu aile üyelerinden ne farkımız kalıyor?

2009 yılında Cannes’dan ödülle dönen ve iki yıl sonraki Oscar’da en iyi yabancı film dalında dikkatleri üzerine çeken Köpek Dişi’nde anlatılan aile gerçekte yok! Ama Lanthimos’un bu filmle sorgulamaya açtığı ve tartıştırmak istediği pek çok şeyin içinde yaşıyoruz. Filmde evin büyük kızı köpek dişinin düşmesini beklemeyip kendisi kırıyor ve babasının arabasının bagajına saklanarak dışarı çıkıyor. Film burada bitiyor ve yönetmen bagaj kapağının açılıp açılmadığını izleyicinin yorumuna bırakıp gidiyor. Belki de aile ya da devlet baskısıyla kapatılmış olanların da dışarı çıkmak için harekete geçmesini arzuluyor.

Köpek Kalbi

Sharik isimli bir sokak köpeğinin ünlü bir profesör olan Philip Philipovich tarafından frankeştaynvari bir biçimde dönüştürülmesini konu edinen Köpek Kalbi, önce Mikhail Bulgakov’un yazdığı bir roman, ardından da Natalya Bortko’nun senaryolaştırıp Vladimir Bortko’nun yönettiği bir film olarak kendini duyurdu.

Günlerdir aç ve neredeyse ölmekte olan Sharik, profesörün kendisine sunduğu sucuk yüzünden ona güvenerek onun peşinden laboratuvarına gider. Ancak burada başına gelecekleri tahmin edemez. Profesörün amacı farklıdır, Sharik’i bir deneyinde kullanmak. Zorlu bir ameliyatla Profesör Sharik’e ölmüş bir insanın hipofizini ve testislerini nakleder. Bir süre sonra bir insan gibi düşünmeye başlasa da, Sharik ne insan ne de köpek olabilmiştir, çünkü kalbi hala köpek kalbidir.

Bulgakov, romanında, Ekim Devrimi sonrası Bolşevik Parti kadrolarının yeni bir toplum inşa etme sürecini eleştirir. Ama bunu yaparken var olan sansürü delebilmek için kişi ve olayları farklılaştırarak yer yer mizahi yer yer de bilim kurgu bir öykülendirmeye gider. Ameliyat ile devrimi, profesör ile de Lenin’i simgeler. Sharik ise ezilen yoksul Rus halklarını temsil etmektedir. Bulgakov’un, daha devrimin ilk yıllarında kaleme aldığı bu romanda, sınıfsız bir topluma geçiş aşaması olarak savunulan proleterya diktatörlüğünün baskıcı ve otoriter bir devletten başka bir şey olmayacağını öngörmesi dikkat çekici. Devrim sürecinde Kropotkin, kaleme aldığı bir bildiride “anarşistler, azınlıkların kitleler üzerinde kendi iktidarlarını oluşturmak ve örgütlemek için başvurduğu bir kuvvet olan devletin, bu ayrıcalıkları yıkacak bir kuvvet olarak hizmet edemeyeceğini savunurlar” diyerek Lenin’in kurmak istediği devletin bir çözüm olamayacağını net bir biçimde ifade etmişti. Benzer biçimde Paul Avrich’in o dönemden alıntıladığı üzere anarşistler “bolşevizm, devlet iktidarının adını, kuramını ve hizmetkarlarını değiştirebilir, ancak özünde iktidarı ve despotluğu yalnızca yeni biçimlerle korumaktan başka bir şey yapmaz” şeklindeki düşüncelerini yaymaktaydılar. Bulgakov’un daha ilk yıllarında Sovyet Devleti’ni başarılı bir biçimde çözümlediği romanını yazarken anarşistlerin bu konudaki düşüncelerinden etkilenmemiş olması düşünülemez.

Film, romanın yazımından yıllar sonra, ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra çekilebiliyor. Yönetmen, filmin renklerini yalnızca siyah ve kahverengi tonlarda tutarak bizi o yıllara götürmeye destek olmuş. Ya da romanın yazıldığı yıllardaki teknolojiyle çekilen filmlerin aşağı yukarı bu renklerde olacağını varsayarak romanın yazarı Bulgakov’a ve elbette romanı sansürleyenlere ayrı ayrı selam göndermiş denilebilir. Öyle ya, sansür kurulu otoriter bir yönetimin, bürokratik bir devletin özgürlük olduğunu düşünüyor ve toplumun da öyle düşünmesini istiyordu.

Tarih, gücü elinde tutarak halklara zulmedenlerin, onları insanlıktan çıkararak ezmeye çalışanların korkunç sonları ile dolu. Tarih özünden, değerlerinden, kültürlerinden, dillerinden zorla koparılmaya çalışılan bireylerin ve toplumların isyanları ile dolu.

Günün birinde bilim kurgu filmlerini keyif almak için izleyeceğiz. Köpekler üzerinden insanı anlatmaya çalışmaları, sembollerle ve göndermelerle bize mesajlar vermeleri, devletin ne kadar kötü bir şey olduğunu tekrarlamaları için değil.

Gürşat Özdamar

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.

The post Köpekleri Değil İnsanı Anlatan Filmler – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/10/16/kopekleri-degil-insani-anlatan-filmler-gursat-ozdamar/feed/ 0
KELEBEKLER’in Peşinde Koşan Hayatlar – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2018/04/28/kelebeklerin-pesinde-kosan-hayatlar-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2018/04/28/kelebeklerin-pesinde-kosan-hayatlar-gursat-ozdamar/#respond Sat, 28 Apr 2018 09:11:54 +0000 https://test.meydan.org/2018/04/28/kelebeklerin-pesinde-kosan-hayatlar-gursat-ozdamar/   Bir yol hikayesi olarak başlayan ve gittikçe “kendini bulma” meselesine dönüşen anlatımıyla Kelebekler filmi, bir aile dramını absürt komiklikler arasında vermenin yanı sıra, tanrının varlığını sorgulayan imam karakteri ile de son günlerde yükselen deizm tartışmalarına dahil olmuşa benziyor. Filmin, Kültür Bakanlığı’ndan destek alamamasında da kimi eleştirmenlerce beğenilmemesinde de bu durumun göz ardı edilmemesi gerektiğini […]

The post KELEBEKLER’in Peşinde Koşan Hayatlar – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

Bir yol hikayesi olarak başlayan ve gittikçe “kendini bulma” meselesine dönüşen anlatımıyla Kelebekler filmi, bir aile dramını absürt komiklikler arasında vermenin yanı sıra, tanrının varlığını sorgulayan imam karakteri ile de son günlerde yükselen deizm tartışmalarına dahil olmuşa benziyor. Filmin, Kültür Bakanlığı’ndan destek alamamasında da kimi eleştirmenlerce beğenilmemesinde de bu durumun göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Kelebeklerin hikayesiyle başlıyor film; “Kelebeklerin peşinden koşan bir adam varmış. Topladıkları kelebekleri derisinin altına gömmüş. Bir gün olmuş, iki gün olmuş, adam hiç hareket etmemiş. Ve kelebekler kanatlarını çırparak çıkmışlar adamın derisinin altından. Uçmuşlar, uçmuşlar…”

Hemen ardından astronotların grevine geçen filmin ana karakterleri; en büyük kardeş olarak tanıdığımız Cemal (Tolga Tekin), aktör olarak yola çıkıp hayvanların konuşturulması üzerine kurulu videolarda seslendirme yapan Kenan (Bartu Küçükçağlayan) ve hayatı iş üzerine kurulu olan eşinden ayrılan Suzan (Tuğçe Altuğ).

Bu üç kardeşin buluşma hikayesi, her ne kadar hayatları tamamen birbirinden ayrı geçse de, hep onları “kardeş” yapan bir şeylerin olduğunu, Tolga Karaçelik’in güçlü mizahıyla gösteriyor. Aslında bir kara komedi olan film, yer yer yanaklardan süzülen birkaç damla gözyaşının da şahitliğini yapıyor.

Babalarından gelen bir telefonla 30 yıl sonra, doğdukları ve annelerinin intiharından beri hiç gitmedikleri köye giden üç kardeş, köye giderken de köyde de birtakım “garip”, anlaşılması güç, akla mantığa aykırı olaylar yaşıyorlar. Tüm bu “akla mantığa aykırılık” aslında yaşamlarımızın ne kadar “anlamsızlaştığının” da bir göstergesi olarak çıkıyor karşımıza. Bunun yanında özellikle erkek kardeşler arasındaki ego savaşı, yaşananlardan her zaman bir diğerinin sorumlu tutulması gibi, herkesin ailesinde olan olaylar bir bir geçiyor gözlerimizin önünden. Özellikle Tanrı’nın varlığından “emin olmayan” imam ve son sahnedeki ulu çınar ağacının atındaki kör çoban filmin en önemli detaylarından.

Baharda çiçeklerin açmasıyla kendilerini her yerde gösteren Kelebekler, bir filmin hem güldürüp hem şaşırtabileceğinin, zaman zaman gözleri doldurabileceğinin başarılı bir örneği. Yönetmen Tolga Karaçelik, Gişe Memuru (2011) ve Sarmaşık (2015) filmlerinin ardından bağımsız sinema festivali Sundance’te Büyük Jüri Ödülü’nü alan Kelebekler filmiyle yine adından söz ettirdi.

Yönetmen Tolga Karaçelik’in Sundance’da ödül aldığı sırada yaptığı konuşma ise sinema sektöründe yaşanan sıkıntıları gözler önüne sermesi bakımından önemliydi. Daha önceki filmi Sarmaşık’ı 19 günde, Kelebekler’i ise sadece 18 günde çektiklerini belirten Karaçelik, “sanırım burada böylece durup akıllı bir adam görüntüsü vermem en iyisi, çünkü ağzımı açacak olursam aptalca şeyler söyleyeceğim.” diyerek başladı konuşmasına. Filmi bu denli kısa sürede bitirmek zorunda kalışından filmin yapımcısının sorumlu olduğunu belirten Karaçelik, “yapımcım da burada, onu alkışlamanızı rica ederim, ki düzgün bir film çekebilmek için en az 6 hafta gerektiğini anlasın” diyerek yapımcının alkışlarla protesto edilmesini sağladı. Karaçelik, filminin dağıtıcı şirket tarafından 70 gibi oldukça az kopya ile dağıtılmasından duyduğu rahatsızlığı da belirtti ve “bu filmin yeterince iyi olmadığını düşünen tüm satıcı firmalara da teşekkür ederim, çünkü günümüzde hangi filmi izleyip izlemeyeceğimize onlar karar veriyor” dedi.

Filmlerinde müzik kullanımına önem vermenin yanı sıra belirli şeyleri semboller ya da simgelerle anlatmayı seçen Karaçelik’in hiç bir sembol kullanmadan, doğrudan söyledikleri hiç de yabana atılır şeyler değil. Kelebekler gibi filmlere, Karaçelik gibi yönetmenlere daha çok ihtiyacımız var.

Gürşat Özdamar

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.

The post KELEBEKLER’in Peşinde Koşan Hayatlar – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/04/28/kelebeklerin-pesinde-kosan-hayatlar-gursat-ozdamar/feed/ 0
Pera’da Beden Politikaları Film Gösterimi https://meydan1.org/2018/04/11/perada-beden-politikalari-film-gosterimi/ https://meydan1.org/2018/04/11/perada-beden-politikalari-film-gosterimi/#respond Wed, 11 Apr 2018 06:41:05 +0000 https://seninmedyan.org/?p=35015 Pera Müzesi’nin duyurusuna göre 19 – 25 Nisan tarihlerş arasında Barbara Hammer’in Beden Politikaları konseptli 10 filmi ücretsiz olarak gösterilecek. “Pera Film, Amerikan deneysel sinemasının öncü kadın sanatçılarından Barbara Hammer’ın film ve videolarından retrospektif niteliğinde, çarpıcı bir seçki sunuyor. Barbara Hammer: Beden Politikaları adlı programda sanatçının beden, kimlik ve toplumsal cinsiyet temalı 10 eseri gösteriliyor. İsviçre’de […]

The post Pera’da Beden Politikaları Film Gösterimi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Pera Müzesi’nin duyurusuna göre 19 – 25 Nisan tarihlerş arasında Barbara Hammer’in Beden Politikaları konseptli 10 filmi ücretsiz olarak gösterilecek.

“Pera Film, Amerikan deneysel sinemasının öncü kadın sanatçılarından Barbara Hammer’ın film ve videolarından retrospektif niteliğinde, çarpıcı bir seçki sunuyor. Barbara Hammer: Beden Politikaları adlı programda sanatçının beden, kimlik ve toplumsal cinsiyet temalı 10 eseri gösteriliyor. İsviçre’de bulunan European Graduate School’da ders vermeye devam eden Hammer’in, son yıllarda New York, Modern Sanat Müzesi (MoMA); Londra, Tate Modern; Paris, Jeu de Paume gibi önemli sanat kurumlarında üretimlerine çeşitli gösterim ve sergilerle yer verildi. Şimdi sıra Pera Müzesi’nde!”

Filmler ve Tarihleri; (Bu program kapsamındaki Pera Film gösterimleri ücretsizdir. Rezervasyon alınmamaktadır.)

The post Pera’da Beden Politikaları Film Gösterimi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/04/11/perada-beden-politikalari-film-gosterimi/feed/ 0
”Patronların Korkulu Rüyası Molly Maguires”– Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2016/07/01/patronlarin-korkulu-ruyasi-molly-maguires-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2016/07/01/patronlarin-korkulu-ruyasi-molly-maguires-gursat-ozdamar/#respond Fri, 01 Jul 2016 11:48:58 +0000 https://test.meydan.org/2016/07/01/patronlarin-korkulu-ruyasi-molly-maguires-gursat-ozdamar/ Bir yanda, hiçbir güvenlik önleminin olmadığı, her an bir yerlerden büyük taşların yağdığı, kömür taşıyan asansörlerin halatlarının koptuğu, çamur içinde yüzülen bir madende saatlerce çalışarak hayatlarını kazanmaya çalışan işçiler. Diğer yanda bu sefaletin asıl kaynağı olan ve bundan beslenmeyi sürdüren patronlar. Gözünüzün önüne Soma ya da Kozlu mu geldi? Evet, oradaki koşullar da buna çok […]

The post ”Patronların Korkulu Rüyası Molly Maguires”– Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Untitled-2_309

Bir yanda, hiçbir güvenlik önleminin olmadığı, her an bir yerlerden büyük taşların yağdığı, kömür taşıyan asansörlerin halatlarının koptuğu, çamur içinde yüzülen bir madende saatlerce çalışarak hayatlarını kazanmaya çalışan işçiler. Diğer yanda bu sefaletin asıl kaynağı olan ve bundan beslenmeyi sürdüren patronlar.

Gözünüzün önüne Soma ya da Kozlu mu geldi? Evet, oradaki koşullar da buna çok benzer ama bu yazıda asıl olarak, 1800’lü yıllarda Pennsylvania’daki kömür madenlerinde çalışan göçmen işçilerin ve özellikle İrlandalıların mücadelelerinin anlatıldığı, Arthur H. Lewis’in romanından Martin Ritt tarafından filme alınan The Molly Maguires’ten söz etmek istiyoruz.

Vizyona girdiği yıllarda beklediği ilgiyi bulamasa da, yıllar sonra büyük bir festivalin klasik kategorisinde tekrar gösterime girdiğinde dikkatleri üzerine çeken ve Türkçe’ye “İhanet” olarak çevrilen The Molly Maguires filminde, kömür madenlerinde kötü koşullarda çalışmak zorunda bırakılan madencilerin örgütü olan Molly Maguires ve bu örgütü engellemek üzere görevlendirilen gizli bir ajanın hikayesi konu ediliyor.

Ajan McParlan’ın Görevi Buydu: Molly Maguires’i Bitirmek!

Filmlerinde sosyal statülerin insan ilişkilerine olan etkisine değinen, özellikle ırkçılık ve işçi sendikalarını konu edindiği eserleriyle tanınan yönetmenin 1970 yılında çektiği bu film, 14 dakika 51 saniye süren ve sadece müzik ile görüntüden oluşan destansı bir sahneyle açılıyor.

1873-79 yılları arasında patlak veren ekonomik krizle, işçilerin yaşam koşulları “yaşanmaz hale” gelir. İşçiler, giderek kötüleşen bu koşullar sebebiyle, öncesinde İrlandalı toprak ağalarına karşı verdikleri mücadeleyi, bu kez de göç ettikleri bu topraklarda patronlara ve devlete karşı vermeye başlar. Grevlerle başlayan mücadeleden sonuç alamayınca ise başka bir yol denemeye karar verirler: Sabotaj! Adeta bir harabeye dönüşmüş maden ocağını, raylara yerleştirdikleri patlayıcılarla kullanılamaz getirirler.

Örgütledikleri sabotaj eylemine karşı işçiler arasındaki dayanışmayı bozmaya çalışan patronlarsa polise başvurur ve işçilerin arasına sızıp bilgi alacak bir “ajan” görevlendirmeye karar verir. Film boyunca Ajan McParlan’ın çeşitli repliklerinden, onun, sistem içinde yükselme arzusunun yanı sıra göçmen nefretiyle bezenmiş ırkçılığı da sezilir. Ancak birbirleriyle özel iletişim yöntemleri geliştirmiş ve sıkı yoldaşlık ilişkileri kurmuş bu örgütlenmenin bir parçası olmak çok zordur.

Pennsylvania’ya bağlı Lackawanna, Luzerne, Columbia, Schuylkill, Carbon ve Norhumberland gibi kentlerde örgütlü olan Molly Maguires, patronlar için ciddi bir tehlikedir ve İrlanda kökenli örgütlerin çoğunda olduğu gibi çalışmalarını gizli yürütür. Bu sebeple, sendika çalışmalarında açık faaliyet yürüten işçiler hedef haline gelir ve işçilerin katledilmeleriyle sonuçlanan saldırılar söz konusu olur.

Maden ocağında kömür tozundan kapkara olmuş sıkılı bir yumruğun, silahlarını işçilere doğrultmuş polislerin bulunduğu yerin tam ortasından deldiği afişiyle akıllara kazınan filmin belki de en vurucu sahnesi, sonunda yer alıyor. Film, göstermelik bir yargılama sürecinin ardından idama mahkum edilen Jack Kehoe’nin, onun hücresini ziyaret eden McParlan’a söylediği “Asla özgür olamayacaksın!” cümlesiyle sonlanıyor.

Ezen ezilen ilişkisine ve bu ilişkinin iktidarlı tarafındaki çelişkileri üzerine yoğunlaşan bu film, çekilmesinin üzerinden yıllar geçtikten sonra dahi aynı etkiyi uyandırabilecek güçlü bir mesaja sahip. 1800’lü yılları anlatan filmde gösterilen çalışma koşullarına Soma’da ve Kozlu’da yaşananlardan aşina oluşumuz, kapitalizmin zamandan bağımsız olarak her yere nüfuz ettiğini gösteriyor. Ama ezilenler, Zonguldak’ta gerçekleşen ve yakın zamanda kazanımla sonuçlanan direnişte de olduğu gibi özörgütlülükleriyle, patronların korkulu rüyası olmayı sürdürüyorlar, sürdürecekler.

Gürşat Özdamar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayınlanmıştır

The post ”Patronların Korkulu Rüyası Molly Maguires”– Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/07/01/patronlarin-korkulu-ruyasi-molly-maguires-gursat-ozdamar/feed/ 0
“Kilisenin EnsArsızları” – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2016/05/03/kilisenin-ensarsizlari-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2016/05/03/kilisenin-ensarsizlari-gursat-ozdamar/#respond Tue, 03 May 2016 20:57:47 +0000 https://test.meydan.org/2016/05/03/kilisenin-ensarsizlari-gursat-ozdamar/ Tecavüzcü Din Görevlileri ve İktidarlardan Hesap Soran Gazeteciler Geçtiğimiz haftalarda Karaman’da Ensar Vakfı’na ait evlerde 45 öğrenciye tecavüz edildiğinin ortaya çıkması ile birlikte başlayan tartışmalar sürerken, benzer bir olayı konu alan bir filmden söz etmek istiyoruz: Spotlight. “Bu film, iktidarlardan hesap soran gazeteciler için!” Katolik kilisesindeki çocuklara taciz ve tecavüz olaylarını açığa kavuşturmaya çalışan bir […]

The post “Kilisenin EnsArsızları” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gtazetesi- Kilisenin Ensarsızları Gürşat Özdamar

Tecavüzcü Din Görevlileri ve İktidarlardan Hesap Soran Gazeteciler

Geçtiğimiz haftalarda Karaman’da Ensar Vakfı’na ait evlerde 45 öğrenciye tecavüz edildiğinin ortaya çıkması ile birlikte başlayan tartışmalar sürerken, benzer bir olayı konu alan bir filmden söz etmek istiyoruz: Spotlight.

“Bu film, iktidarlardan hesap soran gazeteciler için!”

Katolik kilisesindeki çocuklara taciz ve tecavüz olaylarını açığa kavuşturmaya çalışan bir gazeteci ekibinin gerçek öyküsünden senaryosu yazılmış Spotlight filmi, geçtiğimiz ay en iyi film dalında Oscar ödülünü almıştı. Başta Batman rolüyle tanıdığımız Michael Keaton olmak üzere oyuncuların iyi performansları ve doğallığı filme bir belgesel havasını katmasının yanı sıra, hikayeyi kolay takip etmemizi ve bu hassas konuda karakterlerle empati yapmamızı kolaylaştırıyor.

2001 yılında Boston Globe gazetesi editörü Walfer ve muhabirler Sacha Pfeifer, Rezendes ve Mat Carrol’dan oluşan Spotlight ekibi, eski gazete kupürlerinden başlayarak rahipleri ve kiliseyi karşılarına alan bir mücadeleye girişirler. Olay çok vahimdir, kiliselerde pedofili yaygındır, rahipler çocuklara tecavüz etmektedirler ve kilise de kurum olarak bunu örtbas etmektedir.

Gazetecilerin yoğun çabaları, soruşturmaların ısrarla sürdürülmesi ve kimi itiraflar ve tanıklıklar sonunda, söz konusu tecavüz olayından ötürü bazı rahipler yargılansa da, kilisenin ağırlığı kendisini burada da gösterir. Kilise, nispet yapar gibi, tacizlere göz yumduğu ispat edildiği için istifa etmek zorunda kalan Boston Kardinali’ni en büyük Katolik kiliselerinden biri olan, Roma’daki Basilica Di Santa Maria Maggiore Kilisesi’ne atar.

“Bütün bir köy bir çocuğu yetiştirdiği gibi, bütün bir köy ona tecavüz de edebilir”

Filmde kiliselerdeki tecavüz, rahipler tarafından o kadar yaygın ve olağan karşılanmaktadır ki, “bütün bir köy bir çocuğu yetiştirdiği gibi, bütün bir köy ona tecavüz de edebilir” gibi bir görüşü ifade edebilmektedirler. Spotlight ekibinden Sacha’nın, Peder Paquin ile görüşmesi korkunçtur: Sacha’nın “Sizin o çocukları taciz ettiğiniz doğru mu?” sorusunu “Evet, ama dediğim gibi onlardan hiç zevk almadım” diye cevaplar.

Aslında bu durumdan yalnızca rahipler haberdar değildir. Kimi zaman avukatlar, kimi zaman gazeteciler bu durumu görmezden gelmekte, gerçeği gizleyerek kilisenin otoritesini pekiştirmektedirler. Çevresinden duyacağı tepkiler yüzünden sessiz kalan aileler de bu durumu kuvvetlendirmektedir. Film, bu “herkesin bildiği ama bir şey yapmadığı” mesajını da bir sahnede bir ışık oyunuyla gösteriyor (film, adını Spotlight ekibinden aldığı kadar buradaki ışık oyunundan da alıyor denebilir) ve izleyiciyi de bu “suç”a ortak ediyor. Ve asıl sorgulamayı izleyicinin yapması bekleniyor.

“Sorgulanmayan bir hürmet, otoriteye itaat ve gizlilik, tacize uygun bir ortam yaratıyor”

Spotlight ekibinden Michael Rezendes, kendisine Ensar Vakfı’ndaki tecavüz olaylarıyla ilgili düşüncesini soran bir gazeteciye “bu işte başka öğretmenlerin de olup olmadığı muhakkak ortaya çıkarılmalı” diyor ve ekliyor: “Sorgulanmayan bir hürmet, otoriteye itaat ve gizlilik, tacize uygun bir ortam yaratıyor. Buralardaki dinamik tamamen itaat eden ve otoriteyi hiç sorgulamayan kişiler üzerine kurulu. Dolayısıyla da bu kişiler meselenin örtbas edilmesine çok uygun bir ortam yaratmış oluyor. Herkes ağız birliği etmişçesine, otoriteyi sorgulamaktan kaçınırsa, biz hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayız.”

Böyle olmak zorunda değil!

Filmin sonunda bu tecavüz olayına karışanların bir bir isimleri geçiyor. Rahiplerin %6’sında pedofili gözlemleniyormuş. Bu elbette tespit edilebilenler. Bu oranın çok daha yüksek olduğuna kuşku yok. Yine Spotlight ekibinin yargıya taşıdığı olay sonrası hapis cezası alan rahiplerden John Geoghan’ın, sonradan, başka bir nedenle müebbete mahkum Joseph Druce tarafından boğularak öldürülmüş olduğunu öğreniyoruz. Rahibin son sözü “böyle olmak zorunda değildi” olmuş. Böyle olmak zorunda değildi!

Bugün bir örneği de Ensar Vakfı’nda ortaya çıkan tecavüz olayının tek sorumlusu elbette o öğretmen değil. Özgecan Aslan’ın katilinin yalnızca Suphi Altındöken olmaması gibi. Güç ve iktidar hırslarını doyurmada sınır tanımayan erkek algıyla beslenen herkes ve buna zemin oluşturan her kurum, bunu görüp de söylemeyen herkes sorumlu. Ama bugün paralel ya da yandaş gibi söylemlerin yarattığı kavram karmaşası arasında töre ya da namus katliamlarının ardı arkası kesilmediği gibi, kendilerince kutsal sayılan bilgilerin aktarıldığı yurt ya da vakıflarda taciz ve tecavüz olaylarının giderek çoğalması, bu işin çivisinin iyice çıktığını gösteriyor. Ama gerçekleri konuşması gereken gazeteciler suskun.

Filmin yönetmeni Thomas McCarthy’nin Oscar ödülünü aldığında yaptığı konuşmadaki sözleri oldukça anlamlı: “Bu filmi iktidarlardan hesap soran gazeteciler için yaptık”

Evet, bu filmden çıkarılacak ders; nerede ve hangi kılığa girmiş olursa olsun otoriteyi, iktidarları sorgulamak, onlarla hesaplaşmak olsa gerek. Gerçek gazetecilerin ısrarla yapması gereken de bu olmalı. Spotlight bunun için önemli. Bunun için izlenmeli.


Gürşat Özdamar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Kilisenin EnsArsızları” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/05/03/kilisenin-ensarsizlari-gursat-ozdamar/feed/ 0
“İşte Özgür Dünya” – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2016/04/29/iste-ozgur-dunya-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2016/04/29/iste-ozgur-dunya-huseyin-civan/#respond Fri, 29 Apr 2016 11:44:00 +0000 https://test.meydan.org/2016/04/29/iste-ozgur-dunya-huseyin-civan/ 2007 yapımı bir Ken Loach filmi… Film, Doğu Avrupa’dan İngiltere’ye giden göçmenlerin yaşadıklarını, tam da ters köşe bir perspektiften, göçmenleri kaçak olarak çalıştıran istihdam bürolarından birinden yola çıkarak anlatır. Göçmenleri kaçak bir şekilde çalıştırtan ajans sahibi Angie, göçmenleri merdiven altı işlerde çalıştıran patronlarla yaptığı anlaşmalarda “Mesaiye kalırlar, vardiyada çalışırlar, her saat çalışırlar, parayı sorun etmezler…” […]

The post “İşte Özgür Dünya” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>


Meydan Gazetesi- İşte Özgür Dünya Hüseyin Civan
2007 yapımı bir Ken Loach filmi… Film, Doğu Avrupa’dan İngiltere’ye giden göçmenlerin yaşadıklarını, tam da ters köşe bir perspektiften, göçmenleri kaçak olarak çalıştıran istihdam bürolarından birinden yola çıkarak anlatır. Göçmenleri kaçak bir şekilde çalıştırtan ajans sahibi Angie, göçmenleri merdiven altı işlerde çalıştıran patronlarla yaptığı anlaşmalarda “Mesaiye kalırlar, vardiyada çalışırlar, her saat çalışırlar, parayı sorun etmezler…” vurgusu yaparak işyeri sahiplerinin kendi istihdam bürosu ile anlaşmasını sağlamak ister. Film Angie’nin yaşadıklarına yoğunlaşır gibi görünse de arka plandaki işleyiş, sert bir kapitalizm gerçeği olarak gözler önüne serilir.

Mart ayında Brüksel’de gerçekleşen TC-AB görüşmeleri sonrası kabul edilen bire bir değişim formülü ya da namı diğer Samsom Planı, ilk uygulamasını geçtiğimiz günlerde, Midilli’den Dikili’ye oradan da Kırklareli’ndeki geri gönderme merkezine gönderilen ilk göçmen kafileleri aracılığıyla fiiliyata kondu.

Masrafların AB tarafından karşılanması, AB’den plan karşılığında alınacak bilmem kaç milyar Euro olması ya da Avrupa’ya girişin artık vizesiz olması ihtimali, tabi ki savaştan bir oraya bir buraya kaçmak zorunda bırakılanlar için bir anlam ifade etmiyor.

Samsom Planı

Aslında planın devreye geçirilmesi “son derece insani bir kaygı” ile yapılıyor gibi gösterildi: Ege’de yaşanan ölümleri durdurmak. Plan, Hollanda’daki iktidarın koalisyon ortağı PvdA partisinin (İşçi Partisi) lideri Diederik Samsom tarafından hazırlandı. Partisinin “çevre meseleleri” sorumlusu olan Samsom, 2012’den bu yana partisinin başkanlığını yapıyor. Parti’nin “çevre meseleleri”ni emanet ettiği Samsom, Hollanda Greenpeace’indeki önemli statüsünden Echte Energy şirketine CEO olarak transferiyle vazgeçer. Sorun çözümüne sorun üretenlerden biriyle çözüm bulmak… Dahiyane bir fikir…

Bu “insani” sorumlulukla işlerliğe geçirilen plan, bunu birkaç ayakta gerçekleştirecek. Mesela plan aracılığıyla, iade edileceğini bilen göçmen, artık insan kaçakçılarına para vermeyecek! Tabi zaten gümrük noktalarında devlet yetkilileriyle anlaşmalı olarak gerçekleşen bu organizasyonun bu devletli kısmı şimdilik es geçilmiş görülüyor. Çünkü aynı geniş organizasyon, kimlerin iade edilip edilmeyeceği noktasında belirleyici olabilir. Yani kaçakçılar için değişen bir durum yok.

Proje ilk önerildiğinden bu yana, göçmen nakillerinin nasıl gerçekleştirileceği bilinmiyordu. Eğer göçmenlere iltica başvurusu hakkı tanımadan kitlesel bir sınır dışı etme eylemi gerçekleşirse, bu durum AB yasalarına aykırı olur. Bu nakillere aracılık eden özel sınır güvenlik firması Frontex yetkilileri, her seferinde iltica başvurusu olmadığına ilişkin yaptıkları açıklamalarla hepimizin yüreğine su serpiyor! Herhangi bir iltica başvurusunun olmaması en büyük yasal dayanak. Sınırın iki yakasında da yeteri kadar tercüman olmadığı için, öte yandan mevcut prosedüre ilişkin göçmenlere herhangi bir bilgilendirme yapılmadığı için iltica başvurusunun yapılmaması bir yana göçmenlerin önemli bir kısmının kimliği dahi tespit edilemiyor.

Göçmen İstihdam Büroları

Türkiye’deki Suriyeli göçmen sayısının 3 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Bire bir değişim planı ile bu sayının artacağı aşikar. Ana akım medyanın Suriyelilerin ne kadar güzel istihdam ettirildiğinin haberlerini yaptığı son aylarda, Türkiye’de bulunan Suriyelilerin sadece 7 binine çalışma izni verildiği, geri kalanlarının ise kayıt dışı olarak çalıştırıldığı istatistikleri ayan beyan ortada duruyor.

AB’nin kirli elleri olarak adlandırılan Frontex’in sınır güvenliğindeki hikayeler BM bünyesinde faaliyet gösteren birçok STK tarafından bile dillendirilmiş, ırkçılığa varan uygulamalar farklı çalışmaların konusu olmuştu. Frontex göçmenlerin bulunduğu botların batırılmasından, sınır geçişlerinde göçmenlerin ölümüyle sonuçlanan farklı vakalara hayli kabarık bir geçmişi olan bir şirket. Ellerini kirletmek istemeyen AB’nin kirli elleri… 

Sendikalar ve emek örgütlerinin son aylarda tartıştığı özel istihdam büroları aslında bir alt başlığı daha taşıyor. Taşeron sistemden daha kötü bir sisteme; kiralık işçi sistemine olanak verecek özel istihdam büroları, özellikle göçmenler için kurulmuş olan çalışma ajansları adı altında halihazırda yürürlükteydi. Ocak ayında, Bakanlar Kurulu’ndan “Suriyelilerin iş gücü piyasasına dahil olması” için çıkan bir dizi karar, bu ajansların işleyişini değiştirmeye şimdiden başladı.

Yaşadığımız coğrafyada göçmenlerin büyük bir çoğunluğu kayıt dışı bir şekilde istihdam ediliyor. Ucuz iş gücü olarak görülen göçmenler, asgari ücretinin yarısına bile çalıştırılmıyor. Kolaylıkla uzun saatler, izin olmadan, tüm haklardan mahrum bir şekilde, yani kısacası köle gibi çalıştırılan göçmenlerin her geçen gün artan sayısı, Göçmen İstihdam Büroları için büyük bir vurgun kapısı…

Hem de bu vurgun yakın bir zamanda devlet güvencesiyle işleyecek. Tabi ki bu güvence, kayıt dışı istihdamı bitirmeyecek, aksine 3 milyonu aşacak Suriyeli göçmenlerin daha ucuza, daha uzun saatler, daha kötü koşullarda çalışmasına neden olacak.

Farklı işletmeler, bu istihdam büroları aracılığı ile göçmen işçileri çalıştırmaya şimdiden başladı. Tabi Göçmen İstihdam Büroları da reklamlarına…

Patronlarla yapılacak yeni göçmen işçi pazarlıkları, göçmen amele pazarları, güvencesiz işler, esnek çalışma, yerli işçilerle yaşanacak sorunlar… Yakın zamanda hepimizi bekleyen yeni bir dünya; Ken Loach’un kapitalizmin kapitalistlere sunduğu dünyadan esinlenerek filmine koyduğu o ironik isim gibi, İşte Özgür Dünya…

Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.

The post “İşte Özgür Dünya” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/04/29/iste-ozgur-dunya-huseyin-civan/feed/ 0
Sinema: ” Sıkıyönetim “ https://meydan1.org/2015/09/19/sinema-sikiyonetim/ https://meydan1.org/2015/09/19/sinema-sikiyonetim/#respond Fri, 18 Sep 2015 21:54:12 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/19/sinema-sikiyonetim/ “Olağanüstü zamanlarda ve durumlarda ülkede güvenliğin sağlanması için ordunun yardımıyla gerçekleştirilen yönetim, örfi idare.” TDK, Güncel Türkçe Sözlük “Görünmeyen Ayaklanma” ya da “Sıkıyönetim” adlarıyla Türkçeye çevrilen “Etat de Siege”, 1972 yılında Fransa’da çekildi. Filmlerinde politik suikastlerden, faşist çeteler ve devletler arasındaki işbirliğinden bahsetmesiyle öne çıkan Costa-Gavras’ın, senarist arkadaşı Franco Solinas ile beraber yazdığı film Gavras’ın […]

The post Sinema: ” Sıkıyönetim “ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
film

“Olağanüstü zamanlarda ve durumlarda ülkede güvenliğin sağlanması için ordunun yardımıyla gerçekleştirilen yönetim, örfi idare.”

TDK, Güncel Türkçe Sözlük

“Görünmeyen Ayaklanma” ya da “Sıkıyönetim” adlarıyla Türkçeye çevrilen “Etat de Siege”, 1972 yılında Fransa’da çekildi. Filmlerinde politik suikastlerden, faşist çeteler ve devletler arasındaki işbirliğinden bahsetmesiyle öne çıkan Costa-Gavras’ın, senarist arkadaşı Franco Solinas ile beraber yazdığı film Gavras’ın “Sıkıyönetim Üçlemesi”nin üçüncü filmi. 1963 yılında, Gregoris Lambrakis’in öldürülmesi üzerine çektiği “Z” (Ölümsüz) ve daha sonra 1952 Prag Mahkemeleri döneminde Çekoslovakya’da yaşanılanları konu eden “L’aveu” (İtiraf)’nün ardından yönetmen, serinin bu son filminde 60’lı yılların sonunda Uruguay devletinin şiddetini artırmasıyla başlayan süreci ve sonrasında yaşanılanları anlatıyor.

Film, Ağustos ayında Uruguay’a postallar, tanklar ve uzun namlulu silahlarla gelen kış mevsiminde geçiyor. Otoyollara, sokaklara, caddelere serilmiş yüzlerce kolluk kuvveti, devletin yetiştirdiği yüzlerce ölüm makinesi bütün bir halkı denetimden geçirmektedir.

Uruguay’da Askeri Darbe

Film boyunca hiç yabancı olmadığımız görüntülerle karşılaşırız. Tek suçu yolu kullanmak olan, didik didik aranan şoförler, okullarına polisi sokmadıkları için saldırılan öğrenciler… Toplumun politiğinden, apolitiğine her bireyi darbenin kanlı çizmeleri altında ezilmektedir.

Devlet nereden, ne oranda saldırırsa saldırsın, direniş her daim varlığını sürdürür. Bir yerde iktidar varsa ona karşı direniş de mutlaka oluyor çünkü. Film ilerliyor… Tupamarolar, gerçekleştirecekleri bir eylem için yolda seyahat eden arabalara el koymaya başlıyor. El koydukları arabaların sahiplerini yoksul mahallelerde bir gezintiye çıkarıyorlar. Hemen sonraki sahnede ise bu sefer bir polis şefi, trafikte durdurduğu araçların birinden içeri kafasını uzatıyor ve konuşuyor; “Polis… Özel bir durum nedeniyle arabanıza el koymak zorundayım.” Film, iki el koymanın arasındaki farkları net olarak gösteriyor.

Tupamaros (Tupamaro Gerillaları)

1936’da Uruguay’da kurulan Ulusal Kurtuluş Örgütü’nün yaygın adı. “Söz ayrıştırır, eylem birleştirir” temel sloganlarıydı. İsimlerini Peru köylü direnişinin simgesi Tupac Amaru II’den alan şehir gerillası örgütü, bankaları ve işyerlerini soyup yoksulların ihtiyacını karşıladığı eylemlerle adını duyurdu. 1975’teki askeri darbeyle birçok üyesi zindanlarda tutsak edildi, 300 kadar Tupamaro bizzat devlet tarafından katledildi. 1985 yılında Uruguay’ın sözde “demokrasi”ye dönmesiyle, yasal bir zeminde, parti olarak siyaset yürütmeye başladılar. 

Daha sonra Tupamaro’ların, uzun süre takip edip kaçırdıkları kişinin kim olduğunu öğreniyoruz. Philip Michael Santore… 1970’te Tupamaro gerillalarının rehin aldığı Uluslararası Gelişme Örgütü üyesi, Amerikalı Dan Mitrione’dan esinlenilerek yaratılan bu karakter, dönemin Latin Amerika siyasetinde ABD etkisini anlatan kilit rollerden birini üstleniyor. Uruguay polisine, halka gözdağı vermek için işlenen cinayetlerin inceliklerini, işkence tekniklerini öğreten Santore, cezaevlerinde kurşuna dizilen devrimcilerin, eylem yaptıkları için katledilenlerin faili oluyor.

Devletin şiddetini en sert uyguladığı darbe dönemlerinde, devletin propagandası, tetiğe dayalı parmağın sahipleri masum birer kurban, ateş altında olanlar ise “ülkesinin kalkınmasını istemeyen, vatanına milletine saygısı olmayan düşmanlar” olarak sunuyor. Costa-Gavras ise yalın bir hikaye içerisinde bu propagandanın gerçek dışılığını ortaya koyuyor.

Gürşat Özdamar
[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

The post Sinema: ” Sıkıyönetim “ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/19/sinema-sikiyonetim/feed/ 0
” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz https://meydan1.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/ https://meydan1.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/#respond Thu, 11 Jun 2015 00:34:56 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/ İletişim denilen şeyin var olabilmesi için, iletişime açık en az iki canlıya ihtiyaç vardır. İletişim bu iki kişi arasındaki “etkileşim”den doğar. Sağlıklı bir iletişimin anahtarı ise az önce bahsettiğimiz “etkileşim”in ta kendisidir. Eğer bu olmazsa ya iletişim ortadan kalkacaktır ya da bu münasebetin kendisi “tek yönlü iletişim”e dönüşecektir. Biz buna “telkin” ya da komut” diyebiliriz. […]

The post ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Subliliminal Mesajlar

İletişim denilen şeyin var olabilmesi için, iletişime açık en az iki canlıya ihtiyaç vardır. İletişim bu iki kişi arasındaki “etkileşim”den doğar. Sağlıklı bir iletişimin anahtarı ise az önce bahsettiğimiz “etkileşim”in ta kendisidir. Eğer bu olmazsa ya iletişim ortadan kalkacaktır ya da bu münasebetin kendisi “tek yönlü iletişim”e dönüşecektir. Biz buna “telkin” ya da komut” diyebiliriz. Tıpkı günümüzde olduğu gibi yukarıdan aşağı doğru örgütlenen toplumlarda “tek yönlü iletişim” favori iletişim biçimidir. Dünyaya sahip olduğunu düşünenler tebaalarına farklı yöntemlerle telkinlerde bulunurlar. “Çalış”, “tüket” ve “itaat et”! Kimi zaman ve kimi yerlerde bunu doğrudan yapan efendiler kimi zamanda bunu gizli kapaklı yollarla yapmaya çalışırlar. Özellikle “Kitle İletişim Araçları” bu “tek yönlü iletişim” biçimini gizli kapaklı yöntemlerle uygulamak konusunda bir hayli ustadır.

Birden fazla yolla, başka bir deyişle, tekrara düşen telkinlerle yinelenen mesajlar, subliminal mesaj olarak adlandırılıyor. Akıllı ürün yerleştirmeden, çok hızlı görüntü verme yöntemine; resminin içine gizlenmiş kelimeler veya görüntülerden, alışılagelmiş sembollere kadar bir çok yöntemi olan subliminal mesaj gönderme, 1900’lü yıllardan bugüne kullanılagelmekte!

Gözümüzün gördüğü her görüntü, kulağımızın işittiği her ses ya da soluduğumuz her kokunun ancak çok sınırlı bir kısmını algılayabiliyoruz. Ancak tüm bu veriler beynimizin bir köşesinde kaydediliyor ve depolanıyor. Mesela, merdivenleri çıkarken kaç tane olduğunu saymasak bile, bu sayılıyor ve kaydediliyor. İşte subliminal mesajların hedefi, algılayamadığımız ama depolanan verilerin bölgesine yönelik oluyor.


Sübliminal mesaj denince akla gelen en önemli deneylerden biri, reklamcı James Vicary’nin takistoskop cihazıyla yaptığı deneydir. A.W Volkman tarafından geliştirilen takistoskop, bir saniyenin 1/3000’i gibi kısa bir sürede açılıp kapanan objektif kapağı sayesinde mesajlar (görüntü ya da resim) yansıtan bir film projektörüdür. Bir sinema salonunda gerçekleştirilen bu deneyde, projektörle yollanan “cola için ve mısır yiyin” mesajı salondaki mısır satışlarını % 57.8, cola satışlarını % 18.1 arttırmıştır. Günümüzde bu yöntem,  filmlere gözümüzün algılamadığı ek kareler eklenmesine dönüşmüştür. 24 kareden oluşan videoya yerleştirilen 25. kare, gözün bu kareyi görmezden gelmesi yüzünden fark edilmez, ancak subliminal mesaj olarak algılanır

Hollanda Nijmeyen Üniversitesinden Johan Karremans‟ın bir çalışmasında susuzluğu gösteren konuları göstermiş ve bunlardan önce saniyenin binde biri sürede “Lipton” diye mesaj göndermiştir. Bundan sonra, deneklere bir içecek seçmeleri söylendiğinde, %80 oranında “Lipton” markasını seçmişlerdir

Bir diğer belirgin örnek ise “Kuzuların Sessizliği” filminin afişindeki kelebekte saklıdır! Kelebeğin baş kısmında çıplak kadın bedenlerinden oluşan bir kurukafa vardır. Korku ve arzuyu aynı anda içeren bu mesaj, bizde filme dair bir merak uyandırır. Özellikle reklam filmlerinde, içecek şişelerinin, dondurma, çikolata ya da sandviçlerin fallik imgeyle tanımlanması sık kullanılan bir tekniktir.

2000 yılında ABD seçimlerinde G. Bush’un ekibi, rakibi Al Gore’u hedef alarak bir reklam filmi yapıyor. Reklam filminin bir bölümünde geçen bureaucrats kelimesinin rats (sıçanlar) kelimesi Al Gore’un yüzünün üstüne gelecek şekilde yerleştiriliyor.

Bu mesajların büyük çoğunluğu görsel yollarla verilse de kimi zaman farklı duyu organlarına yönelik mesajlarda üretilebiliyor. Yaşadığımız topraklarda dört, dünyada on beş adet şirket, sadece tüketici davranışlarını değiştirecek kokular üzerine çalışıyor. Giyim mağazaları, süpermarketler, AVM’ler bu  kokularla donatılırken, kimi ürünlerde cezbedici kokularla ürünün tüketimini arttırmayı başarabiliyor. Girdiğiniz bir süpermarketin, ısısı, ışıklandırılması, çalınan müzikler ve raf dizilimi dahi sizi tüketime daha doğrusu daha çok tüketime davet ediyor.

Fakat mesele subliminal mesajlar olunca komplo teorileri ile gerçekler birbirine karışıyor. Özellikle yaşadığımız topraklarda her görüntüden bir anlam çıkarma kaygısı, “allah diyen aslan” tadında karikatürize edilerek önümüz sürülüyor. Bu “niyetli” okumalar, subliminal mesajlar gerçeğinin ciddiyetini tartışılır hale getiriyor. Çizgi filmlere yerleştirildiği söylenen “sex” kelimeleri, herhangi bir görüntüdeki herhangi bir siluetin “kahve falına” bakarcasına “çıplak kadın”lara benzetilmesi açıkçası meseleyi sulandırıyor. Hele ki bütün bunların dünyanın ahlakını bozmak için masonlar, yahudiler ya da illuminati tarafından yapıldığının iddia edilmesi ise meseleyi büsbütün  inandırıcılıktan uzaklaştırılıyor.

Fakat bu iddiaları bir kenara koyacak olursak, yıllardan beri insanları daha rahat kontrol altına almak için envai çeşit yol deneyen devlet adamlarının, kapitalistlerin ve reklamcıların bu ve benzeri yöntemleri kullanmadıklarını söylemek en hafif tabirle saflık olur. Yaşamımızın göbeğine yerleşmiş tüketim malları onların üzerine sürülmüş cinsel çağrışımlar, kulağımızın ardında “tüket tüket” diye fısıldayan dış sesler, kafamızı kaldırdığımız her noktada yüzümüze çarpan reklamlar, politikacıların, patronların durmadan ürettikleri yalanlar, her gün ve her dakika bilincimize saldırmaya devam ediyor. Saldırının kendisi bilinci alt – üst ederken, bedenlerimizi ve yaşamımızı da kontrol ediyor. Gerçekler ise tüm bu makyajın ve karmaşanın ortasında bizler tarafından bulunmayı bekliyor!

Büşra Cengiz

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/feed/ 0
” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun https://meydan1.org/2015/06/11/sanal-gercek-ece-uzun/ https://meydan1.org/2015/06/11/sanal-gercek-ece-uzun/#respond Thu, 11 Jun 2015 00:14:13 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/11/sanal-gercek-ece-uzun/ Her geçen gün oynayıcı sayısı binlere, on binlere hatta milyonlara ulaşan oyunlar… Sims, Second Life, Dota 2 ve nicesi. Matrix filminin sahnelerinden öte hayatımıza giren bilgisayar oyunları, gerçek yaşantının dışında duyuları harekete geçirmeyi, bireylerin kendilerine yepyeni bir yaşantısının kapılarını açmayı amaçlıyor. İkinci Hayat mı, Gerçeklerden Kaçış mı? Second Life, Snow Crash adlı bilim kurgu romanından […]

The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
virtual-reality

Her geçen gün oynayıcı sayısı binlere, on binlere hatta milyonlara ulaşan oyunlar… Sims, Second Life, Dota 2 ve nicesi. Matrix filminin sahnelerinden öte hayatımıza giren bilgisayar oyunları, gerçek yaşantının dışında duyuları harekete geçirmeyi, bireylerin kendilerine yepyeni bir yaşantısının kapılarını açmayı amaçlıyor.

İkinci Hayat mı, Gerçeklerden Kaçış mı?

Second Life, Snow Crash adlı bilim kurgu romanından esinlenerek geliştirilmiş bir simülasyon ortamıdır. Oyunun en önemli kuralı ise, sınırlarının olmaması. Kullanıcının yapacakları ise kendi hayal dünyası ve bu hayal dünyasının sınırlarını zorlaması üzerine kurulu.

Gerçek yaşantısından tamamen farklı olarak kurgulayabileceği bu dünyada birey, kendine bir avatar yaratır. Yarattığı  bu karakter ile arkadaş edinebilir, sosyalleşebilir. Oyunun diğer kullanıcıları ile (oyundaki avatarlar ile) iletişime geçebilir, iş kurabilir, para kazanabilirler. Oyunda kullanılan para birimi ise Linden doları. 262 Linden doları 1 dolara denk düşer. Ayrıca kullanıcılar oyunda kazandıkları parayı gündelik yaşantılarında kullanabilir, hatta bu sayede “zenginleşebilir”.

Başlangıçta ABD, İngiltere Brezilya gibi devletlerde kullanıcı sayısı milyonları aşan oyunun; şimdi ise dünya genelinde yaklaşık on milyon kullanıcısı bulunmaktadır. Bir oyun kullanıcısı “Eğer akıl sağlığınız yerinde değilse, her anlamda bir yetişkin değilseniz, bu oyun sizi çok çabuk etkisi altına alır ve gerçeklik iskemlenizi altınızdan çeker.”  diyerek tanımlıyor Second Life’ı.

Bir oyundan ziyade sanal gerçeklik olarak tanımlanan bu simülasyon sistemleri sayısı milyonları aşarken sanal gerçek ve “gerçeklik” kavramları, sorgulamak gereken bir durum olarak karşımıza çıkıyor.

Sanal Gerçeklik Nedir?

Sanal gerçeklik, gerçek dünyaya özgü bir durumun bilgisayarlar tarafından yaratılmış üç boyutlu simülasyonudur. Kullanıcı, yaratılan bu simülasyon ortamını üzerine giydiği çeşitli aygıtlarla duyusal olarak da algılar. Ve bu aygıtlar sayesinde simülasyon ortamını denetler. Bu sistemin tümü, sanal gerçeklik (virtual reality) olarak tanımlanır.

“Gerçeğin yeniden inşası” olarak tanımlanan bu sistemler yoğunluklu olarak 90’lı yıllarda kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmıştır. Simülasyon sistemlerinin gelişiminden önce, 1940’ta ilk denemeleri başlayan yapay zeka, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Enigma makinesinin algoritmasını çözmek amacıyla kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmış, 70’li yıllarda Microsoft, Apple, IBM gibi büyük şirketler, bu sistemleri geliştirmeye devam etmiştir.

2000’li yıllara gelindiğinde özellikle bilgisayar oyunlarında rastladığımız sanal gerçeklik “ikinci dünyanın vaadi” olarak bireylere sunulurken, yaşamın her alanında kullanımının artması üzerine çalışmalar sürdürülmektedir. Özellikle eğitimde kullanılması, “yeni dünya”nın ayak seslerine kulak vermek adına kritik bir noktada durmaktadır.

Eski Dünya, Yeni Dünya

Medya felsefesine ilişkin teorileri ve sosyolojik tespitleriyle nam salan Jean Baudrillard simülasyon sistemlerine farklı açıdan bakabilmek adına önem taşıyor. Simülasyonların sadece bilgisayarlar tarafından yaratılmadığını söylerken, bugün televizyonlarda sürekli reklamlarını gördüğümüz Disneyland’den yola çıkarak simülasyonlara dair teorilerini ortaya koyuyor. Ona göre; korsanlar, canavarlar gibi gerçek dünyada olmayan şeylerden oluşan bu büyük oyun, aslında sistem içerisindeki görevini başarıyla yerine getirmektedir. İnsanları Disneyland’e çeken şey, Amerika’nın minyatürleştirilmiş şekline benziyor oluşudur. Disneyland’de otomobil otoparka park ediliyor ve birey kendini bin bir çeşit oyuncağın karşısında buluyor. Bu oyuncakların verdiği hazzın yanı sıra dışarıdaki hayatın aksine, içeride büyük bir sıcaklık, sevecenlik ve gülümseyen suratlar olmasıdır. İçerdeki kalabalıkla otopark ise büyük tezatlık içerisindedir. İçerideki binlerce çeşit oyuncak; insanları nehir gibi oradan oraya sürüklerken, dışarı çıkan insan yalnızlığına, gerçek yaşamdaki oyuncağına, yani otomobiline dönmektedir.

Öncede halüsinasyon olarak tanımlanan sanrı, sanal gerçekliğin “gerçekliğini” yoğunluklu olarak açıklayabilmek adına oldukça etkili bir kavram. Sanrı “dış gerçekliğe ilişkin hatalı bir çıkarımın gerçekte varlığını iddia etme ve aksini kabul etmeme durumu” olarak tanımlanır. Sanal gerçekliğin bireyler ve toplumlar üzerindeki etki alanı da gerçekte var olmayan durumları varmış gibi göstermek, hissettirmek ve yeni bir gerçeklik yaratmak üzerine kuruludur. Sanal gerçeklik yalın gerçekliğe ne kadar yakınlaşırsa o kadar başarılı sayılır. Gerçekleştirilmek istenen düşler, durumlar mevcut olan gerçekliğe sığmaz. Bu yüzden hep mükemmele ulaşma, mükemmeli hayal etme güdüsü taşır. Ve bitmek bilmeyen bir döngü oluşmuş olur.

Bireylere “ikinci bir hayat” vadeden sanal gerçekliğin yaptığı; bireyleri mevcut gerçeklerden uzaklaştırmak, mevcut gerçekleri görmezden gelecek hale getirmektir. Sistemin yarattığı dünyada, sistem içerisinde görmek istediklerini gören birey; gittikçe mevcut gerçeklikten uzaklaşmakta, kopmakta ve yalnızlaşmaktadır. Böylelikle de sistem kendini koruma altına almakta ve bireylerin düş dünyasına saldırarak yaşayamadıkları  gerçekliğin bir tesellisini sunmaktadır.

Bireyin kendini kaptırdığı bu yeni dünya; var olan dünyadan, yani eski dünyadan kurtuluş değil, sistemin sağladığı seçenekleri takiben yapılan sahte bir kaçıştır.

Ece Uzun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/11/sanal-gercek-ece-uzun/feed/ 0
” YALANCI ” – Okan Özduman https://meydan1.org/2015/06/11/yalanci-okan-ozduman/ https://meydan1.org/2015/06/11/yalanci-okan-ozduman/#respond Wed, 10 Jun 2015 22:14:58 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/11/yalanci-okan-ozduman/ Yatsıya Kadar Aydınlatsın Yeter “Kendi inanıyorsa yalan değildir” Yalan hastalığı, ya da modern tıp diliyle “Mitomani”, kişinin şaşırtıcı ya da fantastik hikayeler anlattığı ama akla yatkınlık sınırlarını aşırı zorlamadığı bir davranış bozukluğudur. Kendi karakterini süslemek için kahraman ya da kurban olduğu hikayeler anlatır bu hastalıktan muzdarip olanlar. Genelde, yüzleştirildiğinde istemese de yalan söylediğini kabul ederler […]

The post ” YALANCI ” – Okan Özduman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
yalan

Yatsıya Kadar Aydınlatsın Yeter

“Kendi inanıyorsa yalan değildir”

Yalan hastalığı, ya da modern tıp diliyle “Mitomani”, kişinin şaşırtıcı ya da fantastik hikayeler anlattığı ama akla yatkınlık sınırlarını aşırı zorlamadığı bir davranış bozukluğudur. Kendi karakterini süslemek için kahraman ya da kurban olduğu hikayeler anlatır bu hastalıktan muzdarip olanlar. Genelde, yüzleştirildiğinde istemese de yalan söylediğini kabul ederler lakin. Gelgelelim, bu sendrom sahibi kişi genelde özgüveni yerindeyken yalan makinesinde stres ve suçluluk hislerini gösterir. Ve bu özellikleriyle Mitomani, patalojik seviyede yalan söylerken bu hisleri göstermeyen psikopati ya da anti-sosyal davranış bozukluklarından, ya da kişinin kendi yalanına inandığı yanlış hafıza gibi bozukluklardan ayrılır.

“İyi geliyorsa yalan değildir”

Hastalar bazen hastalıklarıyla hiç ilgisi olmayan şikayetlerde bulunurlar. Sağlık uzmanları da bu durumlarda hastanın şikayetiyle hiç ilgisi olmayan, hatta şekerli su ya da C vitamini gibi hiçbir şeye hiçbir etkisi olmayan maddeleri, çok iyi geleceğini ve hiçbir şeylerinin kalmayacağını söyleyerek uygularlar. Birçok durumda hasta kısa sürede kendini daha iyi hisseder. Buna tıp dilinde plasebo etkisi denir.

 “Herkes inanıyorsa yalan değildir”

Çocukluğumuzun vazgeçilmez çizgi film karakterlerinden biridir, muziptir, ama kanlı canlı değildir. Tahtadandır ve yalan söylediğinde burnu uzar. Evet, herkesin bildiği Pinokyo’dur o. Gel gelelim, İtalyan yazar Carlo Collodi’nin 1878’de yayınladığı orijinal eserinde yarattığı karakterden çok farklıdır bu Pinokyo. Romanın orijinalini çocuklar için “sakıncalı” bulan Disney, 1940’ta yayınladığı uyarlamada, uzayan burun sadece önemsiz bir sahneyken, bunu senaryonun merkezine yerleştirmiş, hikayenin sonunu değiştirmiş ve sadece çocukların büyüklerine yalan söylemeyip, sözlerinden çıkmamasını öğütleyen, sığlaştırılmış bir film yaparak işin içinden sıyrılmıştır.

“İhtiyacı karşılıyorsa yalan değildir”

Reklam, pazarlama, promosyon, fırsat ve kampanyaların ana sloganı bireyin ihtiyacı olmayan metaları ona ihtiyacı olduğunu düşündürtmektedir. Bunlar işletme bölümlerinin ders kitaplarında ihtiyaç yaratma adıyla da geçer. Bu amaçla yolda yakanıza yapışmaktan, telefonla tacize, “cesur ol” gibi buyurgan panolarından istismarcı filmlere kadar her yol mubahtır bu işin profesyonellerine. Sizi tüketici yapmak için uyguladıkları şiddetin on katını patronları uygular kotalar ve rekabetçi performans değerlendirmeleriyle. Ödülleri de eşantiyonlar ve konferanslar olur yılda bir ucuz otellerde.

Okan Özduman

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” YALANCI ” – Okan Özduman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/11/yalanci-okan-ozduman/feed/ 0