G8 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Wed, 22 Feb 2017 11:30:58 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 “DİKKAT! Tohum Şirketleri Çalışıyor” – Vahap Güler https://meydan1.org/2017/02/22/dikkat-tohum-sirketleri-calisiyor-vahap-guler/ https://meydan1.org/2017/02/22/dikkat-tohum-sirketleri-calisiyor-vahap-guler/#respond Wed, 22 Feb 2017 11:30:58 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/22/dikkat-tohum-sirketleri-calisiyor-vahap-guler/ Dünya, Ortadoğu’daki savaşları, patlayan bombaları, “otoriter liderler”i, Davos Zirvesi’ni ve 4. Sanayi Dönemi’nin ilanını konuşurken; Dünya Bankası -belki beklenmedik bir şekilde değil ama- kaşla göz arasında “Tarım Sektörünün Etkinleştirilmesi” başlıklı bir rapor yayınladı. Rapor her ne kadar, “Tarım İçin İyi Uygulamalar” başlığında toplansa da, geçmiş deneyimlerimize dayanarak, Dünya Bankası’nın raporla birlikte dünyamız hakkında “pek de […]

The post “DİKKAT! Tohum Şirketleri Çalışıyor” – Vahap Güler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Dünya, Ortadoğu’daki savaşları, patlayan bombaları, “otoriter liderler”i, Davos Zirvesi’ni ve 4. Sanayi Dönemi’nin ilanını konuşurken; Dünya Bankası -belki beklenmedik bir şekilde değil ama- kaşla göz arasında “Tarım Sektörünün Etkinleştirilmesi” başlıklı bir rapor yayınladı. Rapor her ne kadar, “Tarım İçin İyi Uygulamalar” başlığında toplansa da, geçmiş deneyimlerimize dayanarak, Dünya Bankası’nın raporla birlikte dünyamız hakkında “pek de iyi” önerilerde bulunmadığını tahmin edebiliriz.

Öncelikle raporun piyangodan çıkmadığını, G8 Zirvesi’nde ele alınan “Yeni Gıda Güvenliği ve Beslenme İttifakı” başlığı doğrultusunda hazırlandığını belirtmek gerekiyor. Özetlemek gerekirse rapor tohum yönetiminin neredeyse tamamını çiftçilerden alıp, zaten bu alanda tekel olan altı tohum firmasına devredilmesini öneriyor; hatta önermekle kalmıyor tüm çiftçilere bunu dayatıyor.

Literatürde, “Büyük Altılı” olarak geçen şirketler hayli tanıdık. BASF, Bayer, Dupont, Dow Chemical, Monsanto ve Syngenta’nın oluşturduğu bu kartel, 2013 verilerine göre, dünyada tarım kimyasallarının %75’ine, tohum piyasasının %63’üne, tohum ve pestisit konusunda özel sektörde yapılan araştırmaların %75’ine sahip. Şirketler ayrıca tohum ve biyo-teknolojiden toplamda 65 milyar Dolar gelir ediyorlar.

Söz konusu şirketlerin kendi aralarındaki pazar payları şöyle: Tohum piyasasının, %29’u Monsanto/Bayer’e aitken; ChemChina/Syngenta %9, DowDuPont Agri %21, endüstrinin geri kalanı %41 ile bu piyasayı paylaşıyorlar. Tarım ilaçlarındaysa pazarın paylaşımı şöyle: ChemChina/Syngenta %23, Bayer/Monsanto, %24, DowDuPont Agri %16, diğerleri %11,37.

Bu projeye kaynak ayıran ve sponsor olan beş adet vakıf ve kurum bulunuyor. Bu sponsorların arasında elbette “bu işte kesin bir bit yeniği” var dedirtecek bir isim de var: Bill Gates ve ona bağlı Bill Melinda Gates Vakfı. (21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri : KAPİTALİSTLERİN HAYIRSEVERLİK KUMPASI – Meydan Gazetesi, Sayı: 4)

Durum böyleyken, Dünya Bankası ne demeye böyle bir rapor yayınlıyor demeyin. Çünkü, “gelişmekte olan ülkelerdeki” tohum tedarikinin yüzde 80 ila 90’ı hala çiftçiler arası tohum alışverişi yoluyla sağlanıyor. İşte bu rapor da, özellikle bu bölgelerdeki çiftçilerin üzerinde baskı kurmak ve onların tohum üzerindeki söz hakkının büyük altılıya devredilmesini sağlamak için çalışıyor. Çünkü bu şirketler için daha fazla pazar genişlemesi, çiftçi tarafından yönetilen tohum sistemlerinin küçülmesine bağlı.

Dünya Bankası’nın 2016 EBA raporunun hemen ardından bir araya gelen 157 kurum “Dünya Bankası Ortaklıkların Tohumu Ele Geçirmesine İzin Veriyor” başlıklı bir karşı rapor yayınlayarak EBA’nın içeriğine dair endişelerini dile getirdiler. Karşı raporda şunlara dikkat çekiliyor:

“… Söz konusu raporda, büyük altılıyı “düzenleyici yüklerin” engellediğini belirlemek için dünyanın en büyük zirai ilaç şirketlerinin (Bayer, Monsanto, Syngenta, Pioneer, Yara başta olmak üzere küresel şirketlerin) uzmanlığına başvurmuştur…”

“… En iyi puanı, özel şirketlerin -ancak çiftçilerin değil- kamusal gen bankalarına erişimi kolaylaştıran ülkeler için veriyor.”

“… Projenin belirtilen hedefi politika yapıcıları ‘akıllı ve dengeli politikalar’ uygulamaya yönlendirmek olsa da EBA, gelişmekte olan ülkelerde çiftçilerin tohum tedarikinin %80 ila %90’ını sağlayan ve tarımsal biyolojik çeşitliliğin korunması için anahtar olan çiftçi tarafından yönetilen tohum sistemlerini yok sayıyor …”

Aslında, bütün bu yorumların ve tespitlerin sonu aynı yere çıkıyor; büyük altılı kurduğu kartelle arkasına hatırı sayılır devletleri, vakıfları şirketleri de alarak dünyadaki açlık sorununu çözüyor; “tarımı daha verimli hale getiriyoruz” sloganlarıyla, doğada “canlılık” ile ilgili ne varsa onu patentleyip, mülküne geçirmeye çalışıyor.

Bildiğimiz gibi, yaşadığımız topraklarda da söz konusu uygulamalar özellikle 12 Eylül ve sonrasında hayata geçirilmeye çalışılmış ve son yıllarda harfiyen uygulanmaya başlamıştı. Bugün coğrafyamızda köylü “ticari” amaçlarla kendi tohumunu kullanamazken, katır tohum dediğimiz patentli tohum kullanmak zorunda kalıyor. Patentli tohumlar ise, yalnızca bir sene kullanılabiliyor. Bu yüzden çiftçi her sene adını andığımız şirketlerden birinin kapısını çalmak zorunda kalıyor. Sonuç olarak, köylüler köylerini ve topraklarını terk etmek zorunda kalırken; onların boşalttığı alanlarda endüstriyel tarımcılar yer alıyor.

Halihazırda durum böyleyken, kapitalistler şimdi “son darbeyi” vurmaya hazırlanıyor. Bu son darbeyi karşılamak da başta biz yaşam savunucularına ve çiftçilere düşerken; aslında bütün bir yaşam için tüm insanlığa düşüyor.

Vahap Güler

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post “DİKKAT! Tohum Şirketleri Çalışıyor” – Vahap Güler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/22/dikkat-tohum-sirketleri-calisiyor-vahap-guler/feed/ 0
Devleti Gözetlemek ve Utku Kalı https://meydan1.org/2013/11/10/devleti-gozetlemek-ve-utku-kali/ https://meydan1.org/2013/11/10/devleti-gozetlemek-ve-utku-kali/#respond Sun, 10 Nov 2013 18:42:11 +0000 https://test.meydan.org/2013/11/10/devleti-gozetlemek-ve-utku-kali/ Sızdırdı sızdırmadı, yaptı yapmadı, kanıt yok belge var vesaire, ne fark eder ki? Utku Kalı, tüm ulusal/uluslararası hukuk hiçe sayılarak yargılanıyor. Jeremy Bentham gözetim kavramını, Fransız Devrimci Millet Meclisi (1791) tarafından basılan Panoptikon adlı kitabında şöyle tanımlıyor; “bugüne kadar örneği görülmeyen, insan zihni üzerinde zihinsel iktidar elde eden yeni bir yöntem”. Gözetleme ve güvenlik kavramları bizleri tek bir […]

The post Devleti Gözetlemek ve Utku Kalı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Sızdırdı sızdırmadı, yaptı yapmadı, kanıt yok belge var vesaire, ne fark eder ki? Utku Kalı, tüm ulusal/uluslararası hukuk hiçe sayılarak yargılanıyor.

Jeremy Bentham gözetim kavramını, Fransız Devrimci Millet Meclisi (1791) tarafından basılan Panoptikon adlı kitabında şöyle tanımlıyor; “bugüne kadar örneği görülmeyen, insan zihni üzerinde zihinsel iktidar elde eden yeni bir yöntem”. Gözetleme ve güvenlik kavramları bizleri tek bir toplum yapısına doğru götürürken, özellikle 9/11‘den sonra çıkarılan yasalarla ve kolluk birimlerine tanınan sonsuz haklarla birlikte, Foucault‘nun tasvir ettiği toplumun içinde, iletişimin öznesi değil bilginin nesnesi olarak var oluyoruz ya da olamıyoruz. İşkence, soruşturma, fişlenme, yargısız infaz, hukuksuzluk vb. gibi kavramların içinde var olmaya, yaşamaya çalışıyoruz. Sakin miyiz, pek değil. Üstelik direniş üstadı Stéphane Hessel “Yetti artık! Olup bitenlere duyarsız kalmayın, liberal masallara kanmayın! Sizlere empoze edilen bir dünya bakışından tiksindiğinizi, kızdığınızı gösterecek, insana has en basit tepkileri verin! ÖFKELENİN!” derken biz nasıl sakin kalabiliriz ki?

İnternet ve isyan ağlarının toplumsal yapıya olan etkileri, günümüzde toplumların isteklerini karşılamayan klasik anlamdaki iktidar ilişkilerini de değiştiriyor, değişmeye zorluyor. İlişki dediysek, internet gibi karşılıklı, etkileşimli, gayri-merkezi bir ilişki/iletişim değil bu; sermaye ve rant üzerine kurulu bir yasak ilişki. Vatandaşlar mahremiyetlerini gittikçe yitirirken ve yine tüm hayatlarımız çevrimiçi vaziyette devletler, şirketler ve kurumlar tarafından rahatça izlenirken, yöneten iradeler gittikçe daha merkezi ve totaliter bir hale bürünüyor. Griye muhtaç devlet yurttaşlarıyla arasına ördüğü duvarları daha da kalınlaştırırken, bu duvarlardan sızıntılar da akmaya devam ediyor. Hiçbir zaman bilgi akışı üzerinde tam denetim sağlayamayan ama hep bunu arzulayan devlet-i aliyye daha ne bekliyor ve istiyor ki? İnsanlar gittikçe şeffaflaşıp en önemli sırlarını bile sosyal ağlar aracılığıyla ortaya dökerken, karşılığında da bir şey bekliyor; devletten şeffaflık. Karşılığında bunu göremeyince de, devletin aslında gerçek olan gizli bilgilerini/belgelerini ya da devletin o hiç de masum olmayan sırlarını ortaya döküyor!

Wikileaks, Manning, Snowden, Aaron Swartz, Vanunu… Bunlar son yıllarda olanlar, ki “sızıntı” tarihi daha öncelere dayanıyor. Sızıntı ve ihbar kavramları –hatta köstebek vs.- günlük hayatta sıklıkla kullandığımız kelimelerdi fakat günümüz sızıntılarının eskilerinden biraz farkı var. İnternet ağları sayesinde bu belgeler/bilgiler kamuya açılıyor, insanların paylaşımına sunuluyor. “We Open Governments” iddiası ile yola çıkan Wikileaks bu iddiasını yüzbinlerce belgeyi açıklayarak gerçekleştirdi. G8, G20 gibi zirvelerde gülmekten bir hal olan, verdikleri samimi pozlarla aralarına su sızmadığını düşündüğümüz bu takım elbiseliler takımı, meğer birbirlerinin kuyusunu kazıyormuş! Sonrasını biliyorsunuz; Wikileaks ve Jullian Assange’a saldırılar, itibarsızlaştırmalar. Edward Snowden’ın durumu Bradley Manning’in durumundan biraz daha farklı. Daha önceki tecrübelerden biliyor, yakalanmaması gerek, hala birtakım belgeler elinde ve bunları paylaşmaya devam ediyor. ABD Milli Güvenlik Ajansı (NSA) sadece vatandaşları değil, herkesi dinlemiş, devlet başkanlarının kişisel e-postalarına kadar girip, o kadar derine ve özele inmiş. Bu dikizleme/izleme kültürü, aslında web 2.0’ın ana karakterini oluşturan, kurumların ve siyasi veri tabanlarının yürütücüsü bir karaktere sahiptir. Aaron Swartz ‘ı intihara sürükleyen sürece baktığımızda, Türkiye’de yaşanan olayla ilgili benzerlikler kurmak mümkündür Sızıntı konusunda Türkiye’de, tam anlamıyla az önce bahsettiğimiz örneklere benzer bir olay yok. Fakat bir olay var ki, tam anlamıyla içler acısı, yaralayıcı, yargısız, hukuksuz ve haksız infaz!

Sızdırdı sızdırmadı, yaptı yapmadı, kanıt yok belge var vesaire, ne fark eder ki? Utku Kalı, tüm ulusal/uluslararası hukuk hiçe sayılarak yargılanıyor. Bildiğimiz üzere, daha yargılama süreci başlamadan önce bizi öfkelendiren bir sürü şey okuduk, gördük ve duyduk.(Tekrara girmeye gerek yok, ablası ve avukatı Ceren Kalı’yı dinlemek, internette ufak bir araştırma yapmak, vahim durumları karşınıza çıkaracaktır.) Reyhanlı olayından sonra konan basın sansürü, şimdi de davada karşımıza çıkıyor; dava artık gizli, dosyalar çok gizli. Neden gizli? Neden bilgi almamız bir kez daha devlet erkanı ve mülkün temelinin temsilcileri tarafından engelleniyor? İktidarın sevdiği(!) davalarda, “yargıya söyledik” konseptiyle oluşturulan operasyonlarda bazı gazetecilere pazarlanması için belgeler giderken ve bu belgeler/bilgiler belli başlı yayın organlarına gönderilirken bu neyin gizliliği şimdi? Reyhanlı patlamasının sorumluları bulunup yargılanmazken neden Utku yargılanıyor? Patlamaların sebebi o mu? Yoksa sizin “savaş” planlarınız mı bozuldu? Muammer Güler belgenin “gizli” olmadığını sadece “bilgi notu” olduğunu söylemişti zamanında. 21 Ekim’deki davaya polislerin yerleştirilmesinden önce de bir sürü dolaplar çevrildi, oyunlar oynandı. Utku olayı dahil Türkiye’deki hukuksuzlukların, adil yargılanma hakkının yok sayılmasının, çifte standartlı adaletsiz davaların ve verilen cezalardaki uyumsuzluğun sebepleri nelerdir? Bunda, merkezi devlet yapısının giderek dağılması, yönetenlerin yurttaşların gözünde giderek “küçülmesi”, insanların bilinçlenmesi/haber alabilmesi ve katkı sunabilmesi, özyönetim haklarının önemi, dünyadaki isyan ağları vb. gibi unsurların da etkisi yok mu?

Hukukçu Günther Jakobs 1985 yılında “Düşman Ceza Hukuku” üzerine çalışırken, acaba gelecekte bunların olabileceğini öngörüyor muydu? Yönetenlerin onun tezlerinden yola çıkarak düşüncelerini daha da somutlaştırıp uygulayacağını? Devletin tüm vatandaşları “düşman/terörist“ olarak sınıflandırabileceğini ya da hukukta var olan “kişilik” haklarının “düşman unsurlar” dahilinde eritilebileceğini? Onun düşüncesine göre, düşmanın iç dünyası da tehlikelidir ve düşmanın iç dünyası bir suç unsuru olarak değerlendirilip, bunun cezai karşılıkları vardır. Şimdi bu cümledeki düşman kelimesi yerine vatandaş kelimesini koyun ve son zamanlarda çokça tartışılan “polis yetkilerini” düşünün. Peki Utku’yu neyle suçluyorlar? Utku bir düşman mı? Daha önce “klavyeli terör örgütü” olarak adlandırılan Redhack mi düşman yoksa kahraman? Yazının başında “9/11’den sonra çıkan yasalar”dan bahsetmiştik ve bu yasaların bizi nereye götürdüğünden. İşte sosyolog Jean-Claude Paye Hukuk Devletinin Sonu adlı çalışmasında 11 Eylül’den 45 gün sonra ABD’de imzalanan “Patriot Act” yasasına vurgu yaparken, insan hakları ihlalleri ve özel hayatın dokunulmazlığı gibi konularda yaşananlara dikkat çekmişti. Bu yasa “düşman ve teröristleri yakalama” kılıfı altında insanları, yönetime karşı girişilen her türlü gösteriyi, grevi, yürüyüşü,barışçıl eylemi terör suçları ile ilişkilendirilebilir kılıyordu. Bu yasanın getirdiği bir başka unsur da, “internet ya da farklı türden bir ağ üzerinden” makul şüphe olmadan devletin tüm iletişim yollarını izleyebilmesi, özel e-postaları bile takip edebilmesi ve gözetimi tüm yaşam/iletişim alanlarına yayabilmesidir. Şimdi lütfen bunları birleştirelim ve Utku Kalı’yı tekrar düşünelim.

Bu belgeyi kimin gönderdiği/sızdırdığı önemli değil, önemli olan, “bilginin özgürlüğü” meselesidir. Bilginin özgürlüğünün savunulması meselesidir. Devletin zaaflarını/suçlarını masum insanların üzerine yüklemesi meselesidir. Utku’nun davasına sahip çıkmak, sonuna kadar davanın takipçisi olmak, gözetim devletlerini gözetlemek, iletişim ve bilgi alma hakkımızı sonuna kadar savunmak dışında ne yapmalıyız? Mücadeleye devam etmeliyiz ama hangi yollarla? Sızıntıları daha güvenli hale getirerek mesela, “sızıntı gazeteciliği” için çabalayarak ve hem devletin hukuk dışı müdahalelerinden korunarak hem de internette kendimizi güvenli bir hale getirerek, şifrelemeyi önemseyerek… İhbar ya da belge sızdıracak kişileri anonimleştiren, güvenli iletişimi ve transferi sağlayan, standart mail sistemleri dışında başka türlü güvenli alanlar üretilerek ve gelen bilgileri/belgeleri editoryal süreçlerden geçirerek… Utku’nun ertelenen davası 11 Kasım’da, unutmayalım! Tüm bunları düşünerek, sorgulayarak ve iletişim halinde olarak izleyelim.

Şevket Uyanık

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.

The post Devleti Gözetlemek ve Utku Kalı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/11/10/devleti-gozetlemek-ve-utku-kali/feed/ 0
Kaideler arası El-Kaide – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2013/07/19/kaideler-arasi-el-kaide-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2013/07/19/kaideler-arasi-el-kaide-huseyin-civan/#respond Fri, 19 Jul 2013 11:27:21 +0000 https://test.meydan.org/2013/07/19/kaideler-arasi-el-kaide-huseyin-civan/ Fransa başkanı Valery Giscard d’Estaing, 1975’te Almanya, İtalya, Japonya, Birleşik Krallık ve ABD hükümet başkanlarını petrol krizi ve onun beraberinde getirdiği ekonomik durgunluğu konuşmak üzere Rambouiller’de toplatıya davet etmesi, sonraki her yıl devam edecek olan G8 toplantılarının başlangıcı oldu. Dünyanın en zengin devletlerinin katıldığı toplantılar, her yıl dünyanın başka bir şehrinde sıradaki ev sahibi devletin […]

The post Kaideler arası El-Kaide – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Fransa başkanı Valery Giscard d’Estaing, 1975’te Almanya, İtalya, Japonya, Birleşik Krallık ve ABD hükümet başkanlarını petrol krizi ve onun beraberinde getirdiği ekonomik durgunluğu konuşmak üzere Rambouiller’de toplatıya davet etmesi, sonraki her yıl devam edecek olan G8 toplantılarının başlangıcı oldu. Dünyanın en zengin devletlerinin katıldığı toplantılar, her yıl dünyanın başka bir şehrinde sıradaki ev sahibi devletin liderliğinde gerçekleşti.

Dünyanın ekonomik ve siyasi olarak en güçlü devletlerinin katıldığı toplantıların genel olarak gündemi her zaman, var olan küresel ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlar olurken; bu toplantıların gizli ajandası bu küresel sorunlar adı altında bu devletlerin siyasi ve ekonomik güçlerini koruma yolları oldu. Küresel ekonomik ve siyasal sistemin belirleyici konumunda bulunan bu devletler, bu sene 17 Haziran’da Kuzey İrlanda’nın Belfast şehrinde bir araya geldi.

Bu yılki toplantının ana konusunun Suriye olacağını herkes az çok biliyordu. Farklı siyasi mecralarda bir araya gelen devlet liderlerinin birbirleriyle uyuşmayan Suriye değerlendirmeleri düşünüldüğünde, Belfast’ta gerçekleşecek toplantının, herkesin hem fikir olduğu “Yaşasın Kapitalizm” toplantılarından olmayacağı açıktı.

Bir yanda Esad’ın siyasi meşruiyetini sahiplenen Putin, diğer yanda Suriyeli muhaliflere silah desteği konusunu sürekli gündem eden Obama ve bu öneriyi onaylayan AB devletleri…

David Cameron’un ev sahibi niteliğiyle açılış yaptığı konuşması oldukça netti: “Esad’la devam eden bir siyasi yapılanma Suriye’nin geleceği açısından düşünülemez.” Bu keskin tavrın toplantı süresince nasıl evrildiği bilinmez ancak toplantı sonrası Esad’ın liderliğine ilişkin bir karara varılmamış ve görevi bırak çağrısının yapılmamış olması, Putin’in toplantıda, yıl içinde Rusya’nın sergilediğine benzer bir strateji izlediğini görmemiz açısından önemliydi. Bu arada Putin, benzer şekilde Suriyeli muhaliflere silah sağlama fikrini destekleyen devletlere tepki gösterdi.

Toplantıda alınan kararlardan biri de radikal İslami gruplarla ilgiliydi. Esad yönetimi ve muhaliflere, bu grupları kendinizden uzaklaştırın mesajı veriliyordu. El-Nusra’nın, Suriye’nin doğusunda artan hakimiyeti küresel planları biraz karıştırmışa benziyor.

Toplantıdan çıkan bir diğer karar, Sünni, Şii ve Alevi değil, tüm Suriyelilerin onayını alan bir Suriye hükümetinin bu görevi yürütmesiydi. Bu karar Sünni-Şii gruplaşmaların arttığı, çatışmaların yaşandığı bir konjonktürde, bu durumu yaratanların mustaripliklerini gösteriyor olması açısından ironiktir.

Sayda Neyin Göstergesi?

Nasrallah’ın, Kuseyr ve Esad’a ilişkin açıklamalarından sonra, Hizbullah’ın aktif bir şekilde Suriye’de muhaliflere (özellikle Selefi gruplara) karşı savaşıyor olması, Lübnan’daki Sünni grupları rahatsız etmişti. Lübnan’daki Sünni grup liderleri bir araya gelmiş, Esad’a ve Şiilere karşı Cihad kararı almışlardı.

Selefi Şeyh Ahmed El-Asir’a bağlı gruptan bir kişinin Lübnan’da gözaltına alınması ile başlayan olaylarda, El-Asir’a bağlı militanlar Sayda şehrinde Lübnan ordusuyla çatışmaya girmiş ve 20’ye yakın askeri öldürmüştü. Daha sonrasında ordu (Hizbullah’ın da yardımıyla) Sayda şehrini tekrar kontrolü altına almıştı.

Lübnan sınırları dahilinde gerçekleşen bu olay, Hizbullah’ın Suriye’deki varlığından ve Lübnan devletinin Hizbullah’ın işini kolaylaştırıyor olmasından yakınan Sünni grupların rahatsızlığının ifadesi gibi okunabilir. Tabi diğer yandan, Hizbullah’ın Suriye’ye girmesiyle beraber savaşın sınırlarına Lübnan’ı ekleyen Selefi grupların stratejisi de olabilir. Ancak kesin olan şey, Suriye’den sonra Lübnan’da baş gösteren mezhep çatışmaları.

Lübnan gibi siyasi karışıklıkların her an boy gösterebileceği coğrafyada yaşanılan benzer durumlar, daha büyük bir Sünni-Şii savaşına yol açabilir. Büyük medya tekellerinin tanınmış yazarları Sünni-Şii savaşını şimdiden başlattılar bile. Sadece Sayda’da yaşanan bu olay değil, Haziran ayının sonlarına doğru Mısır’da 4 Şii’nin öldürülmesi ve yüzlercesinin yaralanmasıyla yaşanan durum (ve bu durum sonrası İran’ın Mısır yönetimini uyarması), Suudi Arabistan’da Şiilere yönelik baskının özellikle Şiilerin yaşadığı kırsal bölgelerde artıyor olması, 2011’de Bahreyn’de Sünni azınlık hükümetine karşı Şii ayaklanmanın bastırılmasından bu yana devam eden hareketler, bir Sünni-Şii savaşının var olduğunu göstermek için bu medya tekellerinin belirttiği gerekçeler arasında yer alıyor.

El-Kaide

Sayda ya da Trablus’ta, hükümet karşıtı Gelecek Partisi’nin bayraklarıyla yan yana duran El-Kaide bayrakları, Lübnan’daki El-Kaide varlığının en açık göstergesi konumunda. El-Kaide ile ilintili grupların Lübnan’daki saldırıları zaman zaman kendini gösteriyordu. Hizbullah’ın, Suriye’deki çatışmalara dahil olmasından sonra, bu gruplar saldırılarını arttırdı ve Lübnan’daki Sünni kesimlerin desteğini arkasına aldı.

Gelecek Partisi lideri Said Hariri ve ailesinin El-Kaide ve Selefilerle ilişkisini görmek için Lübnan siyasetine hakim olmaya gerek yok. Hariri ve ailesi, Usama Bin Ladin’in büyük bir lider olduğu yönündeki beyanlarını açık açık yapıyordu. Ayrıca, Gelecek Partisi’nin yürüyüşlerine El-Kaide’nin destek verdiği de biliniyor.

İşin ilginç yanı, bu ilişki bu kadar aşikarken, ABD ve müttefiklerinin Gelecek Partisi ve Hariri’nin politikalarını destekliyor oluşudur. Hariri, Suriye ve İran’da El-Kaide ile ilişkili militanlara silah ve para yardımı yaparken, hatta aynı şekilde bu grupları destekleyen Arap Devletleriyle bu kadar yoğun ilişkisi varken, ABD yönetimi ve müttefik devletlerin ve hatta BM’nin bu ilişkiye göz yumması oldukça şaşırtıcıdır.

Lübnan’da Sayda ile başlayan, Trablus ve Beyrut’taki Sünni-Şii gerilimleri ile devam eden süreç, Suriye’deki savaşa yeni bir cephe açmışa benziyor. Bu cephenin açılmasında El-Kaide ve onunla ilişkili güç odaklarının etkisi bu kadar açıkken; Belfast’taki G-8 toplantısında Esad yönetimine de muhaliflere de yapılan El-Kaide ve Selefi gruplardan kurtulun çağrısının anlamı nedir?

Kazan-Kazan Politikası

Savaşın Lübnan’a sıçrayıp yeni bir cephe açılıyor oluşu, Hizbullah’ın Suriye’deki konumunu tehlikeye sokacak, bu da her halükarda muhaliflerin elini güçlendirecek. Suriye’ye ilişkin Esad’sız gelecek fikirleri gittikçe uzak ihtimal olmaya yüz tutmuşken, Esad’lı Suriye’nin varlığından rahatsız kesimlerin, bu yeni durumu destekleyeceği açık.

Bu dolaylı desteğin dışında, Lübnan’da Sayda’da yaşanan olaylar sonrasında Lübnan hükümetini desteklediğini açıklayan ABD hükümeti, bir yandan da Hariri’ye destek vererek çatışmanın farklı coğrafyalara sıçramasını doğrudan destekliyor.

Bu noktada karşımızda yeni bir problem beliriyor; ABD ve El-Kaide ilişkisi. ABD, Belfast’ta çıkan karardaki gibi (ve daha önce birçok yerde vurguladığı gibi) El-Kaide benzeri Selefi gruplara karşı mı? Yoksa Lübnan örneğindeki gibi, bu ilişki alttan alta bir desteği mi barındırıyor? Suudi ve Katar destekli bir El-Kaide’nin Ortadoğu coğrafyasındaki hareketlenmelerdeki rolü ne?

Selefi grupların yaptıklarını bir yandan barbarlık diye gösteren medya bu barbarlık ve teröre müdahale etme meşruiyetini sağlarken, diğer yandan girilen siyasi çıkmazda El-Kaide’nin farklı cephelerle savaşı büyütüyor olması bu küresel güçlerin elini güçlendiriyor.

Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 11. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Kaideler arası El-Kaide – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/07/19/kaideler-arasi-el-kaide-huseyin-civan/feed/ 0