gdo – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Wed, 13 Mar 2019 10:21:57 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Tohumda Sömürü-Nergis Şen https://meydan1.org/2019/03/13/tohumda-somuru-nergis-sen/ https://meydan1.org/2019/03/13/tohumda-somuru-nergis-sen/#respond Wed, 13 Mar 2019 10:21:57 +0000 https://test.meydan.org/2019/03/13/tohumda-somuru-nergis-sen/ Bundan yaklaşık 350 milyon yıl önce… Tam olarak Karbonifer dönem içerisinde bitkiler soylarını sürdürmenin ve daha büyük alanlarda var olmanın bir yolunu buldular: Embriyolarını bir kılıf içine gizlemek. Sert kılıf içerideki döllenmiş yumurtayı dış etkenlere karşı koruyacak, bitkinin kendisi uygun koşulları bulup kabuğunu kırıncaya dek onu koruyacaktı. O bir tohumdu! Bu tohumlar ve tohumlu bitkiler […]

The post Tohumda Sömürü-Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bundan yaklaşık 350 milyon yıl önce… Tam olarak Karbonifer dönem içerisinde bitkiler soylarını sürdürmenin ve daha büyük alanlarda var olmanın bir yolunu buldular: Embriyolarını bir kılıf içine gizlemek. Sert kılıf içerideki döllenmiş yumurtayı dış etkenlere karşı koruyacak, bitkinin kendisi uygun koşulları bulup kabuğunu kırıncaya dek onu koruyacaktı. O bir tohumdu!

Bu tohumlar ve tohumlu bitkiler milyonlarca yıl içerisinde değişti dönüştü ve tüm dünyaya yayıldı. Bu geçen zaman içerisinde yeryüzünden bir çok tür geldi geçti. Toprağa düşen tohumlara, kabuğunu kıran filizlere, boy veren bitkilere eşlik ettiler.

İnsanlık ve Tohum

Bu türlerden bir tanesi yaklaşık 200.000 yıl önce Afrika’da boy gösterdi ve vakit kaybetmeden bütün dünyaya yayılmaya başladı. Mezopotamya’dan Çin’e, Çin’den Avrupa’ya kadar ayak basmadık yer bırakmadılar.

Muazzam bir gözlem gücüne sahip olan bu türün bireyleri, hayatlarını avcılık ve toplayıcılık yaparak sağlıyorlardı. Fakat bir gün Mezopotamya dolaylarında bir insan ya da insan topluluğu tohumun kudretini fark etti. Bitkiden toprağa düşen tohum milyonlarca yıllık evrimin getirdiği kolaylıklarla rahatlıkla doğuyor büyüyor ve bir şekilde hayatta kalıyordu. Hayatta kalan bu bitki ise doğadaki diğer türlerin hayatta kalmasını sağlıyordu.

İnsan bu döngüyü fark etti ve bitkinin yaptığı şeyi o yapmaya başladı. Bundan yaklaşık 10.000 yıl önce insan eliyle toprağa bırakılan ilk tohum -kendisine benzer karmaşık birçok nedenle beraber dinin ortaya çıkışı gibi- toplumların hayatını kökünden değiştirdi ve toplumları bugüne kadar taşıyan olaylar silsilesini başlattı.

İlk önce birkaç küçük deneme yapıldı. Sonra göç güzergahlarında kurulan geçiçi bahçeler kalıcı bahçelere dönüşmeye başladı. Kalıcı bahçeler yavaş yavaş tarlarara dönüşürken komplike sulama sistemleri geliştirildi. Bu arada kurumsallaşmış dinler, rahipler, kolluk kuvvetleri ve devletler geriye kalan insanların tepesinde büyüyüp serpilmeye meylettiler.

Toprağa tohumu ilk defa bırakan çiftçinin torunları ve torunlarının torunları o tohumları melezleyerek bitkileri daha verimli hale getirdi. Yüzyıllar hatta bin yıllar boyunca -her ne kadar sırtlarında yukarıda saydığımız kamburları taşımak zorunda kalsa da- çiftçi topraktan toprak çiftçiden öğrenmeye devam etti.

Aradan binlerce yıl geçti. Günümüze kadar emekleyerek daha fazla üretim, daha az zaman şiarı hakim olmaya başladı. Sanayide kullanılan makineler, tarlalara transfer olurken zenginlerin zaman ve mal hırsı kimya sanayisini gübre ve ilaç olarak toprakla buluşturuyordu. Bu buluşmadan kimileri için zenginlik kimileri için de zehir çıkıyordu.

Tohumun Devletler ve Şirketler Tarafından Kontrolü

Bir toplumu kontrol etmek ve yönlendirmek gıda temelli başlar ve gıdayı kontrol etmek de tohumu kontrol etmekle… Tarımsal üretimi en başından beri kontrol altına alabilmek ve dönüştürmek, çiftçinin elinde bulunan yerel tohumu yok etmeyi amaçlar. Bu gıda iktidarını elinde bulundurmak için dünyanın genelinde şirketler ve devletler türlü stratejiler geliştirmişlerdir.

1950-1970 yılları arasında, ABD ve kapitalist devletlerin çoğunun yaptığı, tarımda kimyasalların üretimi, kullanımı ve tohum üzerindeki genetik araştırmalar elde edilen mahsulün artışına yol açmıştır. Bu süreç, “birinci yeşil devrim” süreci olarak adlandırılır.

  1. Dünya Savaşı sonrasında tarım olarak verimi çok yüksek bölgelere yönelik çalışmalarla “ikinci yeşil devrim” süreci başlatılmıştır. Bu süreçlerle tohum yetiştiriciliğinin merkezileşmesi sistematik bir şekilde başlamış bulunmaktadır.

İlk olarak Nelson Rockefeller ve ABD’nin eski tarım bakanı Henry Wallace tarafından Meksika bölgesinde, Meksika devletinin de desteğiyle gerçekleşmiştir. Buğday üzerinden işleyen bu süreçte Meksika, buğdayda kendine yeterli bir bölge haline gelmesinin yanı sıra ihracat yapmaya da başlamıştır. “Yeşil devrim”in uygulandığı bir sonraki bölge ise çok verimli toprakları ve kalabalık nüfusuyla Hindistan’dır. Burada da Ford Vakfı ve Hindistan devletiyle birlikte pirinç üretimi arttırılmıştır. Devamında ise Filipinler, Pakistan ve Çin’deki tahıl üretiminde artış yakalanmıştır.

Bu olayların etkisiyle; 60’lı yıllarda, Filipinler’de ekimi yapılan 3000’nin üzerinde pirinç türü varken yirmi sene sonra bölgenin %98’inde iki tür pirinç kaldı. Yani; devletler ve şirketler birbiriyle anlaşmalı bir şekilde, yerel tohumların tükenmesi ve geleneksel tarım yöntemlerinin dönüştürülmesi için üretimini kontrol altına aldıkları, hibrit veya GDO’lu tohumların ekimini dayatmaktaydı.

Hibrit tohumlardan, yerel tohumlara göre bir ekimde daha fazla mahsül elde edilebilmektedir. Ancak bu traktörlerle, sulama araçlarıyla, kimyasal gübrelerle, aşılarla ve ilaçlarla sağlanmaktadır. Hal böyle olunca, toprağın verimi aşırı düşüş yaşamaktadır. Bir başka dezavantajı ise sonraki dönem için tekrar tohum elde edilememesidir. Hibrit tohumlar çiftçiyi sürekli şirketlere mahkum eden bir pozisyonda bırakarak, ekonomik açıdan oldukça zorlamaktadır ve çiftçilerin kendi arasındaki dayanışma ilişkisini de sonlandırmayı amaçlar.

Monsanto, DuPont Pioneer, Syngenta, Dow, Land O’Lakes ve Bayer; dünya çapındaki bu şirketler dünyadaki tohumların yarısından fazlasını kontrol ediyor. Tohumun yarısından fazlasını kontrol etmelerine rağmen daha fazla kar hırsıyla, daha fazlasını elde etmek için birbirlerini desteklemekten geri kalmıyorlar. Syngenta, 2000 yılında ilaç şirketi olan Novartis’in tarım bölümü ile tarım kimyasalları şirketi Zeneca’nın birleşmesi sonucu oluşmuştur. Birbirlerini desteklediklerini gösteren şirketlerden bir diğeri ise Monsanto ve Bayer’dir. Bu iki dev şirket 2016 senesinde birleşerek genel olarak tohum meselesinde birinciliği garanti altına almışlardır. Bu birleşme öncesinde 2013 verilerine göz attığımızda; tohum satışlarında %26 pay ile birinciliği Monsanto elinde bulunduruyorken Bayer ise %3 pay ile altıncı sırada yer alıyor. Aynı yıl tarım ilaçlarına ait verilerde birincilik %20 payla Syngenta bulunmaktadır. Bu sıralamada Bayer %18 payla ikinci, Monsanto ise %8 payla beşincilikte. Bu tablonun ardından Bayer, Monsanto’yu satın alarak hem tohumda hemde tarım ilaçlarında birinciliği garantilemiş bulunuyor. Yani kendisi genetiği bozulmuş tohumlarını üretiyor, tohumun verimini arttırmak için ilaç üretiyor; bu kimyasal müdahalelerle insan sağlığı bozuluyor; bozulan insan sağlığının tedavisi için ilaç üretiyor. Tam bir kapitalist strateji; tam bir “kazan-kazan”.

Tohumu kendi tekellerinde bulunduran bu şirketler, bulunduğu bölgeye ait tohumları oralarda bulunan çiftçilerden toplamıştır. Buradaki amaçsa bu tohumları saklayıp,ıslah etmek, tohum üzerinde araştırmalar yapabilmek ve belki de en can alıcısı gelecekte kendilerinin yani şirketlerin iktidarını yaratacağı bir düzenin planları doğrultusunda kullanabilmektir. Bu tohumları saklamak içinse tohum şirketleri tarafından tohum bankalarını oluşturulmuştur. Devletler ve şirketler ellerinde birçok tohumu bulundurarak tohumlar üzerinden endüstriyel patentlere sahip olmayı amaçlamaktadırlar.

Patent Hırsızlıktır

Patent hakkı bundan 30 yıl kadar önce sadece makinalar -cansız varlıklar- için kullanılıyorken, günümüzde genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar yeni bir tür olarak tanımlanıp patentlenmektedirler. İlk olarak 1980’de genetiği değiştirilmiş bir mikrop ABD tarafından patentlenmiş ardından ise 1982’de Münih Avrupa Pantent Bürosu “insan eli değmiş her şey patentlenebilir” diyerek genetiği değiştirilmiş mikroorganizmaları patentlemiştir. 1985 yılında bitkiler, 1988 yılında hayvanlar, 2000 yılındaysa ilk defa insan embriyosu patent altına alınmıştır. Özellikle; çok yoğun oranda ekimi gerçekleşen buğday, mısır, pirinç gibi temel ihtiyaçların genetik oynamalarıyla yeni bir ürün olduklarının düzeni yapılarak şirketler bu ürünlerin patentlerini almışlardır. Monsanto, Washinton’da bulunan patent kurumundan 1989 yılından 2005’e kadar 647 adet patent hakkı aldığı verileri bulunmaktadır. Böylesi bir durumda çiftçi kendi yaşadığı bölgeye ait olan yani kendisinin olan tohuma ulaşmak için o tohumun patentlendiği şirketlere bağlı bir duruma gelmiş bulunuyordu.

İlk olarak Meksika ve Hindistan’da başlatılan yeşil devrim süreci devletlerin ve şirketlerin yararına olduğundan dünyada yayılmaktaydı ve bu süreç Türkiye’yi de içine çekmişti. Bu süreçte Türkiye’de ilk olarak “Sonora 64” isimli buğdayın ekimi gerçekleşti. Rockefeller Vakfı’nın kuruluşunda aktif olarak yer aldığı Meksika’da bulunan bir araştırma enstitüsünde geliştirilen bu hibrit olan buğdayla, Türkiye’deki tarım süreci de artık temizlenmesi zor ve sonlandırılamayacak bir yola girdi. Hibrit tohumlar artık çeşit çeşit ekilip biçilmeye, aynı zamanda çiftçiyi ekonomik açıdan dara sokmaya başladı.

2006 yılında 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun çıkmasıyla çiftçinin artık yerli tohumu satması yasaklanmıştı. Ayrıca yerli tohumla üretim yapan çiftçi ise desteklenmeyecekti. Bu kanunla birlikte tohum şirketlerinin birliği olan Türkiye Tohumcular Birliği kurulmuş ve devlet tarafından tohumdaki kontrol bu birliğe ait olmuştu. Bu yapılanlar sonucunda artık temiz gıda da iyice ortadan kalkma riskiyle karşı karşıya kaldı.

Bir takım çiftçi hibrit tohumlarla üretim yaparken bir takım çiftçi ise tüm yasaklamalara rağmen bir şekilde devletlerden ve şirketlerden saklayarak ellerinde bulunan yerel tohumla üretimlerine devam etti. Tabi yerel tohumlarla elde edilen gıdaların piyasadaki satışının yasaklanma durumuyla ekonomik varlıkları zora giren çiftçiler, son senelerde adlarını sıkça duyduğumuz gıda topluluklarıyla, kolektiflerle ve kooperatiflerle tanışmış oldu. Çiftçiler için hem ekonomik bir alternatif yol olan gıda toplulukları, kolektifler ve kooperatifler hem yerel tohumun dilden dile aktarılmasının, unutulmamasının önünü açmış bulunuyorlar.

19 Ekim 2018 tarihinde Tarım Bakanlığı tarafından “Yerel Çeşitlerin Kayıt Altına Alınması, Üretilmesi ve Pazarlanmasına Dair” yeni bir yönetmelik yürürlüğe girdi. Yönetmelikle birlikte çiftçiler ellerinde bulunan yerel tohumlara dair patent almak zorunda bırakılıyor. Bunun sonucunda da tohumlar patentlenerek şirketlerin malı haline gelmişken bireylerin de mülkü olabilecek ancak devlet talep ettiğinde vermek zorunda olacaktı.

Tohum bankalarının tohumu saklama şartları da çok zordur. Tohumun saklama ortamındaki nemine, ısı değişikliğine oldukça dikkat etmek gerekir ayrıca verimliliğini sağlaması amacıyla belli zaman aralıklarıyla ekilerek yenilenmesi gerekmektedir. Elde edilen ürünün hiçbir zaman kendi yetiştiği bölgede gibi olmayacağı da unutulmamalıdır tabi. Biyoçeşitliliği sağlamak adı altında yaşadığımız topraklarda 2010 yılında Türkiye Tohum Bankası kurulmuş ve ellerinde 30.000’den fazla tohum bulunmaktadır.

Tohum Yaşamdır, Yaşamı Savunacağız!

Yerel tohumlardan elde edilen gıdalarla beslenmek gıdanın temizliğinden ve lezzetinden dolayı diğer tür tohumlara göre oldukça üstündür. Yerel tohumun doğayla ilişkisi de daha az su kullanılmasından, suni olmayan ve az gübre kullanılmasından, kimyasal ilaçlar olmamasından ve toprağı verimsiz bırakmamasından dolayı oldukça uyumludur.

İnsanların yaşamlarını sürdürebilmesi için ihtiyaç duydukları gıdayı kendi kontrollerinde bulundurmak isteyen devletler ve şirketler insanları üretim alanında büyük oranda kendilerine bağımlı hale getirmeye çalışıyor. Bu da ekonominin her alanında (üretim, tüketim, dağıtım) devletlerin ve şirketlerin iktidarlarını büyütmesi demek.

Tohuma devletlerin ve şirketlerin böylesine saldırıları varken bazı çiftçiler veya kendilerince balkonlarında, bahçelerinde ufak tefek üretim yapanlar bu saldırılara karşı direniş gösteriyorlar. Tohumun hiçbir şekilde patentlenemeyeceğini, yaşam olduğu savunanlar; kendi bulundukları bölgelerde veya düzenlenen festivallerde kendi aralarında tohum takası yaparak yerel tohumun varlığını sürdürmeye devam ediyorlar. Bizler, doğasına ve yaşam alanlarına yönelik saldırılara karşı direnmiş olanlar, üretim faaliyetlerimizin temelini oluşturan tohumlara karşı gerçekleştirilen saldırılara da direniş göstermeye, alternatifler yaratmaya devam edeceğiz. Ve bu tohumu -yaşamı- korumaya, üretmeye ve nesilden nesile aktarmaya, bu geleneği her daim sürdürmeye kararlıyız.

 

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.

The post Tohumda Sömürü-Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/03/13/tohumda-somuru-nergis-sen/feed/ 0
GDO https://meydan1.org/2019/03/05/gdo/ https://meydan1.org/2019/03/05/gdo/#respond Tue, 05 Mar 2019 09:58:41 +0000 https://test.meydan.org/2019/03/05/gdo/ Meydan Gazetesi’nin geçen sayısında başlattığımız bu bölümde ekoloji, alternatif tarım yöntemleri, kolektif ve kooperatiflerle ilgili bir kavramı ele alıp kendi perspektifimiz doğrultusunda tanımlamaya devam ediyoruz. Son yıllarda belki de adını en fazla duyduğumuz kısaltmalardan bir olsa gerek GDO. Aslında Rekombinant DNA Teknolojisi olarak adlandırılan bir tekniktir. Bahsi geçen teknik ile organizma üzerinde kalıtsal değişiklik yapılır, […]

The post GDO appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi’nin geçen sayısında başlattığımız bu bölümde ekoloji, alternatif tarım yöntemleri, kolektif ve kooperatiflerle ilgili bir kavramı ele alıp kendi perspektifimiz doğrultusunda tanımlamaya devam ediyoruz.

Son yıllarda belki de adını en fazla duyduğumuz kısaltmalardan bir olsa gerek GDO. Aslında Rekombinant DNA Teknolojisi olarak adlandırılan bir tekniktir. Bahsi geçen teknik ile organizma üzerinde kalıtsal değişiklik yapılır, farklı DNA’lar birleştirilerek ya da bir organizmadan diğerine DNA aktarılarak yeni bir DNA, başka bir deyişle rDNA üretme işlemine organizmanın genetiğini değiştirmek deriz.

60’lı yılların başlarında teknolojinin özellikle gen teknolojisiinin muazzam bir ivme kazanması, GDO’yu tetikleyen başlıca unsurlardandı. Yine aynı dönemde özellikle tarımda kullanılan gübre ve ilaçların doğa ve insan yaşamının üzerinde yarattığı tahribat tartışılmaya başlandı. Kapitalizm bir yandan endüstriyel tarımın nimetlerinden faydalanırken diğer yandan eleştirileri göz ardı edemiyordu. Bunun üzerine, her yüzyılda bir yaşandığı gibi üretilen yiyecek miktarının artan nüfusa yetmeyeceği yaygaraları çıkarılmaya başlandı. Nihayetinde, 60’lı yıllardaki girişimler 1973 yılında ilk kez genetiği değiştirilmiş bir bakteri şeklinde ilk meyvesini verdi. Art arda yaşanan gelişmeler 1988 yılında Çin’in ilk GDO’lu tarım üretimini yapması, 1995 yılında ilk GDO’lu mısırın üretimi ve 1998 yılında GDO’lu ürünlere etiket zorunluluğu ile devam etti. 2000’li yıllara gelindiğinde ve GDO’nun önlenemez yükselişi devam ederken ona yönelik tepkiler de çığ gibi büyümeye devam ediyordu, halen ediyor.

Bu toprakların GDO ile tanışması ise 1998 yılındaki tartışmalarla başladı. 2003 yılında Arjantin’den Türkiye’ye getirilen soyanın GDO’lu olması tartışmaları alevlendirdi. 2009 yılında çıkan ve GDO’yu engelleyeceği söylenen yönetmelikten sonra sınırdan en az 32 ayrı GDO’lu gen girişi tespit edildi. 2010 yılına gelindiğinde çıkarılan “Biyogüvenlik Kanunu” sınırdan GDO’lu ürün geçişini engellemediği gibi, GDO’cuların “Güvenlik Kaygılarını” hafifletmeye yaradı.

GDO’ya konu olan canlıların başında ise soya, mısır, yer fıstığı, ayçiçeği, buğday, pirinç, domates ve bazı balık türleri geliyor.

Öte yandan GDO’nun kayda geçmiş zararları arasında başta biyolojik çeşitliliğe zarar vermesi, çeşitli alerjilere neden olması, hayvanlarda antibiyotik direncini artırması sayılabilir. Öte yandan bir çok uzman üretilen her bir GDO’lu ürünün tüm canlı yaşamı için kelimesi kelimesine zehir anlamına geldiğini belirtiyorlar.

 

 

Bu sayı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.

 

The post GDO appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/03/05/gdo/feed/ 0
Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/#respond Sat, 25 Feb 2017 00:34:20 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/ “Bakın, bu ülkede ekmek yememe devrimi yapılması gerekiyor…” Prof. Dr. Canan Karatay “Bir dilim ekmeğin 1 yemek kaşığı şekere eşit olduğunu iddia eden diyetisyene doktora, sormazlar mı bazı insanlar günlük 2-3 adet ekmek tüketiyor 2-3 ekmek 44-66 dilim eder bu kişi neden şeker komasına girmiyor demezler mi?” Kayseri Ekmek Üreticileri Federasyonu Bölge Temsilcisi, Selim Açık […]

The post Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Bakın, bu ülkede ekmek yememe devrimi yapılması gerekiyor…”

Prof. Dr. Canan Karatay

“Bir dilim ekmeğin 1 yemek kaşığı şekere eşit olduğunu iddia eden diyetisyene doktora, sormazlar mı bazı insanlar günlük 2-3 adet ekmek tüketiyor 2-3 ekmek 44-66 dilim eder bu kişi neden şeker komasına girmiyor demezler mi?”

Kayseri Ekmek Üreticileri Federasyonu Bölge Temsilcisi, Selim Açık


Kanserojen, GDO ve antioksidan kavramları havada uçuşuyor. Özgür gezen tavuklar derdimize derman olamazken full organik domatesler el yakıyor. Bir uzman diğerini yalanlıyor, çayı şekersiz içiyor, ekmeği esmer olandan yiyoruz. Köyden tereyağ getirip, organik pazarlarda takılıyoruz. Ama olmuyor, yine de olmuyor. Nihayetinde, herkes birbirine soran gözlerle bakıyor: “Ne yiyeceğiz?”

“Organik Yiyiniz Efendim…”

Bu kavram son 5-10 yılın en fazla manipülasyona uğrayan kavramı olsa gerek. Organik, kabaca organ ile alakalı, işleyen bir bütünün bir parçasıyla alakalı anlamına gelir. Kavram ilk defa, 1500’lü yıllarda kullanılmış olup, Latince’de organicus Grekçe’de organikos kelimesinden gelir. 1940’lı yıllara gelindiğinde kavram artık “gübre ve ilaç kullanılmayan tarımı” ifade etmek için kullanılmıştır. Ne büyük tesadüftür ki, örgütlenmek, organize olmak anlamına gelen organize kelimesinin kökeni de bu kavramla ilişkilidir.

Tüm bu bilgileri edindikten sonra şu soruyu sormaya hakkımızın olduğunu düşünüyorum. Eğer organ derken işleyen bir bütün parçasından bahsediyorsak… Eğer organik derken bu işleyen yapının parçaları arasındaki ilişkinin bütününden ve organize derken bu örgütlülüğün giriştiği eylemden bahsediyorsak. Kapitalizm ve devlet gibi yıkıcı organizasyonlarla parçası olduğu doğadan kopartılan biz insanların organik denilen domatesi yemesinin bir kıymeti harbiyesi, bir anlamı var mıdır acaba?

Ya da daha açık konuşmak gerekirse; ilişkileri, yaşadığı mekanları, sosyal ve siyasal tercihleri organik olmayanın yediği domates organik olsa kaç yazar?

“Gezen Tavukları, Doğal Yumurtaları Yiyiniz…”

Acaba aranızda tavukların bir ağaçta yetiştiğini düşünen var mı? Ya da ilk tavuğun İngiltere’nin puslu ve ağır havasının içinde durmadan duman üfüren izbe bir fabrikada üretildiğini düşünen? Eğer böyle düşünmüyorsak, “tavukların geziyor olması, niye bugünkü gibi nadir ve özel bir durum olarak algılanıyor?

Tavuklar benzeri birçok hayvan gibi gezerler. Bazen toprağın altındaki solucanlara ulaşmak için, bazen su bulmak için, bazen de sırf keyif olsun diye gezerler. Bu hayvanların gezmesini engelleyen şey, onları bir makine, bir ürün, bir mala dönüştürüp türlü işkenceyle tüketime hazır hale getiren endüstrinin ta kendisidir. Sanmayın ki, “Free Range” -gezen tavuklar- kırlarda, köylerde hoplaya zıplaya dolaşıyor. Bu zavallıcıklar, aynı endüstriyel çiftliklerin kafeslerinden aşağıya inip yine sıkış tepiş -en iyi ihtimalle buraların daracık bahçelerinde- yine aynı eziyete maruz kalarak “tüketime hazır hale getiriliyorlar”.

Kapitalizm, başarısının büyük bir kısmını, insanları körleştirme becerisiyle kazanmıştır. Ama bu körlük zifiri karanlık bir körlük değil, görülmesi istenmeyenin gölgelenmesi için uydurulmuş simülasyonlardan oluşan rengarenk bir körlüktür. Marketten aldığımız plastik bakraçtaki yoğurdun üzerindeki köy resmi, oraya endüstriyel yöntemlerle üretim yapan fabrikaların duman kusan bacalarını görmememiz için konulmuştur. Kapitalizmde makyaj her şeydir, hatta o kadar her şeydir ki, artık makyajın yapılacağı bir yüze bile gerek yoktur. Günümüzde köyler verimsizleştirilip, köylüler şehre göçmeye zorlanmıştır. Köylülerden boşalan yeri, endüstriyel tarımcılar almıştır. Ama dedik ya, mesele makyaj meselesidir. Bir mandıracının, samanların üzerine özenle dizdiği ve üzerindeki dışkı lekeleriyle “doğalım ulan ben” diye bağıran yumurtalar ne kadar sahici ise, emin olun üzerinde doğal ve benzeri damgalar taşıyan süpermarket yumurtaları da o kadar sahicidir.

“Azıcık GDO’dan Bir Şey Olmaz”

Genelde en güzel şeyler sona saklanır, heyecan verici hikayelerin düğümü final sahnelerinde çözülür. Ben de beslenme konusundaki en “hayret verici” alıntıyı sona sakladım. Hayatımızın yaşadığımız kısmı, yaşayacağımız kısmın feyzalabileceği bir deneyim birikimidir. Tarih, -kimin yazdığına göre, manipülasyon içerse de- yapılan hataların aynını tekrar etmeyelim diye yazılmıştır aynı zamanda. Bu şu demektir, kameraların önünde radyasyonlu çayı höpürdeterek içen insan yıllar sonra da olsa kanserden ölecektir. Bir nükleer santral için, “Nükleer santrallerimiz çok güvenli, öyle ki Kızıl Meydan’a bile bir tane yapılabilir, bir semaverden daha zararsızlar. Yıldızlar gibiler, onlarla bütün dünyayı aydınlatacağız.” diyen Sovyetler Birliği yetkilisi Karadeniz’de katledilen ve sakatlanan insanların katili diye tarihe geçecektir.

Nasıl azıcık radyasyondan; azıcık nükleerden bir şey oluyorsa, azıcık GDO’dan bir şey olur. Çünkü GDO dediğimiz şey yalnızca bir besin üretme yöntemi değil, bir algıdır aynı zamanda. Evrenin her bir noktasını, yaşamın her bir parçacığını “ürün” olarak görenlerin algısıdır. Hiçbir şeyin “öylesine”, “kendiliğinden” var olmasına tahammül edemeyenlerin, her varlığın işe yarar bir araca dönüşmesini isteyenlerin algısıdır. Bu bakış açısı için verimsiz cılız bir pirinç tanesi neyse, işine yaramayan insan aynı şeydir. Evet, bunun adı kapitalizmdir.

“Bir Şey Yemeyin Demiyoruz Ama…

Evet haklısınız, soruya ne yiyeceğiz diye başladık, yenilecek ne varsa boğazımıza dizdik. Aslına bakılırsa, organik olana düşman değiliz ya da anlayacağınız gibi tavukların özgürce gezmesiyle de ilgili bir sıkıntımız yok. Aksine yaşamın, kendi gücüne ve onun dinamiklerine güveniyor, yaşamın, bizlerin arasında özgürce gezmesini, bizlerin yaşamın içinde “kendi” olarak var olabilmesini istiyor; bunun mücadelesini veriyoruz.

Özetle şunu söylüyoruz, yaşamı zehirleyen şey, yaşamın panzehiri olamaz. Her ne kadar iyi niyetlerle, iyi hislerle pratik edilmeye başlansa da “organik, doğal” tarım gibi yöntemler hem sanki kapitalizm temize çıkartılabilirmiş gibi bir manipülasyona alet oluyor hem de kavga ettiğimiz şeyin banka hesaplarına yeni sıfırlar ekliyor ve ne yazık ki, bugün GDO dediğimiz şeyle bu bağlamda aynılaşıyor.

İşte tam da bu noktada, yukarıda sorduğumuz soruya yenileri ekleniyor:

Ne yiyeceğiz? Nasıl yiyeceğiz? Dahası bu sistem içinde nasıl yaşayacak, bu sistemden çıkmak için nasıl mücadele edeceğiz?

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır. 

 

The post Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/feed/ 0
”GDO’lu Bebekler” – Mine Yılmazoğlu https://meydan1.org/2016/06/29/gdolu-bebekler-mine-yilmazoglu/ https://meydan1.org/2016/06/29/gdolu-bebekler-mine-yilmazoglu/#respond Wed, 29 Jun 2016 17:03:03 +0000 https://test.meydan.org/2016/06/29/gdolu-bebekler-mine-yilmazoglu/ Bir köpek, bir kedi doğurabilir mi? Peki bir köpek, aynı doğumda, bir köpek ve iki kedi doğurabilir mi? Duyan herkesi şaşkına çeviren bu doğum, birkaç yıl önce Çin’de gerçekleşti. Söz konusu doğum, bilimsel çalışma yapanların iştahını oldukça kabartmış olacak ki, hemen ardından farklı biyolojik türler çaprazlanarak, yeni ya da farklı türler oluşturma çalışmalarına başlandı. 2015 […]

The post ”GDO’lu Bebekler” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

bebek

Bir köpek, bir kedi doğurabilir mi? Peki bir köpek, aynı doğumda, bir köpek ve iki kedi doğurabilir mi? Duyan herkesi şaşkına çeviren bu doğum, birkaç yıl önce Çin’de gerçekleşti.

Söz konusu doğum, bilimsel çalışma yapanların iştahını oldukça kabartmış olacak ki, hemen ardından farklı biyolojik türler çaprazlanarak, yeni ya da farklı türler oluşturma çalışmalarına başlandı. 2015 yılında ise yine Çin’de bir tüp bebek merkezinden alınan insan embriyoları üzerinde gen değiştirme deneyleri yapıldı. Ancak ortaya çıkan sonuçlar hiç iç açıcı değildi. İstenilen genler değiştiriliyor ama diğer genlerde birçok bozukluk ortaya çıkıyordu.

Batılı bilimcilerin dergileri, bu çalışmaları yayınlamayı reddetti. Bunun nedeni etik kaygılar olarak söylense de, başta büyük devletlerin orduları olmak üzere, bu konuya kaynak aktaran yatırımcıları ürkütmek istemediler. Çin’de bu gelişmeler yaşanırken, batıdaki bilimcilerin yasal engellerden dolayı embriyo üzerinde çalışamaması da tepkilere neden oldu. Buna karşılık, 2016’nın Şubat ayında İngiltere’de bir grup araştırmacı, insan embriyosu üzerinde çalışma izni aldı.

Son zamanlarda gündeme gelen bir başka DNA çalışması, bilimcilerin DNA’mızda yeni bir katmanı keşfetmiş olmalarının bir sonucu. Kasların gücünden sahip olunan hastalıklara kadar genler üzerinde taşınan birçok bilgiyi taşıyan bu katman, kişiye özel bir katlanma biçimine sahip. Bilimciler tarafından bu katmanın katlanma biçimi değiştirilerek, kişinin sahip olduğu tüm özelliklerde değiştirilebilecek.

DNA katmanlarının katlanma şeklinin değiştirildiği evre olan embriyo döneminin ilk yedi gününde yapılabilecek bir başka müdahale ise İngiltere’de ortaya çıktı.
Embriyodan sağlıklı bir bebeğe dönüşüm sürecine engel olan genleri değiştirmeye yönelik olan bu müdahaleyle, olması gerekenin dışında aktivite gösteren genler etkisiz hale getirilerek modifiye edilecek. Yani genetiği değiştirilmiş bebeklerin oluşturulacak yeni gen yapısıyla, embriyo adeta kusursuz hale gelecek ve kusursuz bebekler üretilecek. DNA üzerinde yapılacak bu modifikasyonlar ile sahip olunan genetik hastalığın doğacak bebeğe aktarılması ve engellenmesi bir yana, bu modifikasyonlar başka müdahalelere de neden olabilir. Çünkü bu müdahaleler, doğacak her bebeğin istenildiği gibi “üretilmesi” demek.

Nasıl ki at ve eşekten meydana gelen katır, gücü ve dayanıklılığı nedeniyle taşımacılıkta en sık kullanılan hayvan ise; genetiği olması gerekenin dışında olan her canlı da sistem içerisindeki farklı gereksinimler karşılansın diye üretilecektir. Ancak belki de “etik” nedenlerle, katırda olduğu gibi, bu canlıların üreme yetenekleri de köreltilecektir.

Bir yandansa normal bir işçiden daha fazla çalışıp daha az yorulan, daha az hasta olan her bir işçi, kapitalist sistem için belki de bir katır işlevi görecektir. Ya da bilimcilerin deyimiyle, bir mutanta dönüşecektir…

Mine Yılmazoğlu
[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayınlanmıştır.

The post ”GDO’lu Bebekler” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/06/29/gdolu-bebekler-mine-yilmazoglu/feed/ 0
” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit https://meydan1.org/2015/06/05/paris-yesile-doyacak-emre-bayyigit/ https://meydan1.org/2015/06/05/paris-yesile-doyacak-emre-bayyigit/#respond Fri, 05 Jun 2015 12:07:26 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/05/paris-yesile-doyacak-emre-bayyigit/ Hedef 2050 Yaşadığımız topraklarda, çılgın projeler birbirini takip ediyorken; 2023, 2071 hedefleri art arda açıklanırken; kentler kimilerinin isteklerine göre fütursuzca dönüştürülürken; kırlar sanayi ve kentin ihtiyaçları için talan edilirken; öğrendik ki, önüne böylesine çılgın projeler koyan sadece T.C Devleti değilmiş, meğer Fransa da 2050 yılına Paris için “çılgın projeler” üretiyormuş. Projenin mimarlığını, yapı dünyasının dâhisi […]

The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

France, ile de france, paris 4e arrondissement, ile de la cité, cathedrale, notre dame de paris, chimères, vue sur la seine et la rive gauche,

Hedef 2050

Yaşadığımız topraklarda, çılgın projeler birbirini takip ediyorken; 2023, 2071 hedefleri art arda açıklanırken; kentler kimilerinin isteklerine göre fütursuzca dönüştürülürken; kırlar sanayi ve kentin ihtiyaçları için talan edilirken; öğrendik ki, önüne böylesine çılgın projeler koyan sadece T.C Devleti değilmiş, meğer Fransa da 2050 yılına Paris için “çılgın projeler” üretiyormuş.

Projenin mimarlığını, yapı dünyasının dâhisi olarak bilinen Belçikalı mimar “Vincent Callebaut” yapıyor. Çalışmalarının eksenini “ekoloji ve sürdürülebilirlik” üzerine oturtan mimar, Paris Belediyesi’nin siparişi üzerine görenleri adeta “büyüleyen” bir proje ortaya koymuş. Yukarıda, simülasyonu bulunan projenin adı “Akıllı Paris”.

Akıllı Paris

Akıllı Paris için söylenenler hayli ilginç: “2050’ye kadar şehrin sera gazı salınımını yüzde 75 oranında azaltmak isteyen Paris Belediyesi tarafından sipariş edildi. Proje 8 bölümden oluşuyor ve yüksek teknoloji ürünü sürdürülebilir tasarım ve bitkilendirmeyle şekillendiriliyor. Toplam 15 kuleden 5’inin her birinin cepheleri, biçimleri yusufçuk böceğinden esinlenilmiş iki büyük fotovoltaik ve termal güneş panelleriyle dikkat çekici şekilde kaplanmış olacak ve paneller gün boyu hem elektrik hem de sıcak su üretecekler. Aynı zamanda, geceleri, bir dönüşümlü hidroelektrik pompalı depolama istasyonu, kulenin tepesinden bir şelalenin yağmur suyunu toplayan farklı seviyelerde konumlandırılmış tankların havuzları arasından dışarı akmasına imkan verecek. Projenin diğer göze çarpan öğeleri, sebze bahçelerini, konut kuleleriyle bütünleşmiş denizanasından ilham alınarak tasarlanmış bir çift köprüyü, rüzgâr türbinlerini ve yosun biyoreaktörlerini içeren bir “dikey parkı” taşıyan birkaç büyük bambu kulesini içeriyor. Vincent Callebaut Architectures’a göre, projenin sekiz temel bölümü şehir için çok büyük miktarlarda yenilenebilir enerji üretecek ve kaliteli yaşam alanlarını arttıracaktır.”

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dediğinizi duyar gibiyim. Aynı şekilde düşünüyorum. Dünyanın en büyük nükleer şirketlerinin açık ortağı olan, dünyanın dört bir yanında yaptığı nükleer denemelerle birçok canlının kanına giren, sanayisinin deniz aşırı hamleleriyle ürettiği pisliğin boğazımıza kadar geldiği bir devlet neden böyle bir proje yapmaya ihtiyaç duyar?

Çünkü;

Şehirler, devletler ve kapitalistlerin ortak ürettiği projelerdir. Dolayısıyla onların arzuları ve çıkarları doğrultusunda, tarih boyunca sürekli dönüştürülmüşlerdir. Bugüne en yakın kent anlayışı, Sanayi Devrimi’yle beraber oluşur. Madenlerin ve fabrikaların çevresine kurulan ilk modern şehirler, oradaki işletmelerde çalıştırılan yoksul işçilerin aynı yere tıkıştırılması ile oluşur. Bugün yaşadığımız mega kentler, geçmişin bu sömürgeci anlayışının mirasını taşırlar ve onun devamcılığını yaparlar!

Kentin var olmasının yegane koşulu, kırın talan edilmesi ve insansızlaştırılmasıyla mümkündür. Binalar için kullanılacak taşlar, dağlar eritilerek elde edilir. Alışveriş merkezlerinin, sanayinin elektriği; dereler, ovalar ve tepeler tutsak edilerek üretilir. Kentlere hammadde ve sermaye taşınsın diye, her yere asfalt dökülür. Hem insansız yaşam alanları hem de tarım alanları, deyim yerindeyse köklenerek şehir için işlenir ya da şehre taşınır. Sözün kısası, kır, git gide sıskalaşırken, şehirler de şişmanlar. Böylece kır aşırı sıskalıktan, kent de aşırı şişmanlıktan hastalanmaya başlar.

Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı

Bundan 23 yıl önce, “artan çevre sorunları, kuzey ve güney ülkeleri arasındaki yaşam kalitesi-refah dengesizliği, yoksulluk-yoksunluk, tarımsal reformlar silsilesi” ve daha birçok “çevre” sorununa bir çözüm bulabilmek için, Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde bir araya gelen “zengin devletler”, Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı”nı imzalamıştır. Konferansta ayrıca “Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi” ve “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi” de kabul edilmiştir. Öte yandan, hükümetler tarafından oluşturulan ve küresel ısınmaya yönelik “ilk çevre sözleşmesi” özelliğini taşıyan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, sera gazlarının oranlarını düşürmek ve bu gazların zararlarını en aza indirmeyi kendine ulvi bir görev edinenlerin toplamının sözleşmesidir. ‘97 yılına gelinince de aynı çevrenin hedefleri, Kyoto Protokolü ile devam edecektir.

Bu hastalıklı “mekan” politikası, içindeki tüm yaşamlarla beraber devleti ve kapitalizmi de sakatlar ve günden güne her şeyi biraz daha öldürür. Yeterince gün ışığı alamayan salon çiçekleri nasıl soluyorsa, yaşamla bağlarını yitiren insanlar da solmaya, verimsizleşmeye başlar. Çalışmayan, çalışamayan; tüketmeyen, tüketemeyen insan kendisiyle beraber kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderir.

Bu ve bunun gibi “çevreci projeler” de yaşamın sürdürülebilmesi için değil, kapitalizmin sürdürülebilmesi için üretilir. Enerji santralleriyle, taş ocaklarıyla, madenlerle, GDO’lu sebze meyveleri ve tüketici kültürüyle “kır”ı (dolayısıyla yaşamı) çoraklaştıran kapitalizm; onu şehrin üzerine giydirilen bir aksesuar gibi kullanmak ister. Devasa binaların, yol kenarlarının, beton adaların üzerini örten yeşil örtülerin, nükleerin yerini alması planlanan rüzgar ve güneş santrallerinin “biz”leri kurtaracağı yalanını söylerler.

2023’den 2050’ye Aynı Hikaye

Yaşadığımız topraklarda ise durum biraz daha farklı işler. Henüz dünyayı yeterince kirletemeyen T.C devleti ve benzeri daha zayıf devletlerin; geçmişte Fransa, Almanya, ABD, İngiltere gibi devletlerin, yaptıklarını daha yeni yapmaya başladığı için projeleri daha “ekolojik” olmaktan ziyade daha “kalkınmacı” daha “ilerici” olmak zorundadır. Büyük abilerinin izinden sapmadan giden T.C devleti, nükleer santraller, duble yollar, kentsel dönüşüm projeleri ve HES’lerle talanlarını sürdürürken; bir yandan da RES’ler ve GES’lerle, gelecekte kendisinin de kalkışacağı “ekolojik kentlere” göz kırpmaktadır.

Sözün özü, bu projeler, “ekolojik kentler”, “çevre ve kalkınma konferansları”, dünyayı cehenneme çevirenlerin, bu cehennem çukurlarının bir kısmını cennete benzeterek “yıktıklarını geri getirmeye” çalışmasından başka bir şey değildir. Bu, bir yamadır. Fakat milyonlarca yıldan beri biz canlılara ev sahipliği eden bu evren, artık yama kaldıramayacak kadar yıpranmış, üzerindeki canlılar da durmadan yenilenen yalanlara inanmaz olmuşlardır. Sizin anlayacağınız 2023 neye hizmet ediyorsa, 2050 de ona hizmet ediyordur. Üçüncü havalimanı neyi öldürüyorsa, devasa binaların tepesine kurulmuş yeşil bahçeler de aynı şeyi öldürüyordur!

Emre Bayyiğit

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/05/paris-yesile-doyacak-emre-bayyigit/feed/ 0
Bebeklere Süt UHT’li Mama GDO’lu https://meydan1.org/2014/06/21/bebeklere-sut-uhtli-mama-gdolu/ https://meydan1.org/2014/06/21/bebeklere-sut-uhtli-mama-gdolu/#respond Sat, 21 Jun 2014 12:41:54 +0000 https://test.meydan.org/2014/06/21/bebeklere-sut-uhtli-mama-gdolu/ 29 Mayıs günü Resmi Gazete’de de yayınlanan GDO yönetmeliğinde değişiklik ile Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanlığınca, tüm bebek mamalarında GDO kullanımını serbestleştirdi. Geçtiğimiz aylarda bebek maması üreten ve en bilinen şirketlerden biri olan Milupa’nın “Milupa Aptamil Sütlü Tahıl Karışımı”nın raflardan alınmış ürünlerine yapılan analizlerde GDO tespit edilmişti. Ardından şirket ve ürünle ilgili Tarım Gıda ve […]

The post Bebeklere Süt UHT’li Mama GDO’lu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

29 Mayıs günü Resmi Gazete’de de yayınlanan GDO yönetmeliğinde değişiklik ile Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanlığınca, tüm bebek mamalarında GDO kullanımını serbestleştirdi.

Geçtiğimiz aylarda bebek maması üreten ve en bilinen şirketlerden biri olan Milupa’nın “Milupa Aptamil Sütlü Tahıl Karışımı”nın raflardan alınmış ürünlerine yapılan analizlerde GDO tespit edilmişti. Ardından şirket ve ürünle ilgili Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı “söz konusu bebek mamasının GDO analizi yapılmış, GDO tespit edilmediğinden ithalatına izin verilmiştir. Ancak piyasa denetimlerinde GDO tespit edildiğinden bebek mamaları toplatılmış, firma hakkında yasal süreç başlatılmıştır” diyerek bir açıklamada bulunmuştu.

Bunun üzerinden çok geçmeden 29 Mayıs günü Resmi Gazete’de de yayınlanan GDO yönetmeliğinde değişiklik ile Bakanlık, tüm bebek mamalarında GDO kullanımını serbestleştirdi.

Biyogüvenlik Kanunu’nun “yasaklar” başlıklı 5. maddesinde GDO ve ürünlerinin, bebek mamaları ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaklanmıştır. Yasadaki bu düzenlemeye rağmen yapılan yönetmelik değişikliğiyle bu yasak delinmiştir. Bu yasağı delmek içinse Bakanlık, yasada tanımı olmayan bir kavramı yönetmeliğe koymuştur; GDO Bulaşanı.

Kısaca Bakanlık şunu demek istemektedir; Türkiye’de Biyogüvenlik Kurulu bugüne kadar sadece hayvan yemi ihtiyacına yönelik ürünlerde bulunan GDO’lara izin vermiştir. Bu GDO’lara Biyogüvenlik Kurulu izin verdikten sonra, aynı gen insan ürünlerinde de çıkarsa, ürünün piyasada kullanılmasına izin verilecektir. Bu düzenleme Biyogüvenlik sistemine tamamen aykırı olsa da.


Yani bu yönetmelikle hayvan yeminde bulunan gen, eğer ki bebek maması dâhil diğer gıdalarda da bulunursa, bunlar tüm ürünün binde dokuzunun altındaysa bu ürünlere izin verilecektir. Hem de ister üretim aşamasında, isterse de paketleme, nakliye, ambalaj aşamasında GDO bulaşmış olmasına bakılmaksızın. GDO’lu olarak üretilen bir ürünü bile, binde dokuz eşiğinin altında denilerek, GDO’lu olmaktan çıkarmanın yolu bulunmuştur.

Bu serbestliğin asıl amacıysa Milupa gibi gıda sektöründe para uğruna sağlığımızla oynayan şirketleri kurtarmak, tüm gıdalarımızda en başta bebek mamalarında GDO’yu serbest hale getirmektir.

The post Bebeklere Süt UHT’li Mama GDO’lu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/06/21/bebeklere-sut-uhtli-mama-gdolu/feed/ 0
Küresel Köylü Hareketi – Furkan Çelik https://meydan1.org/2013/08/01/kuresel-koylu-hareketi-furkan-celik/ https://meydan1.org/2013/08/01/kuresel-koylu-hareketi-furkan-celik/#respond Thu, 01 Aug 2013 17:46:51 +0000 https://test.meydan.org/2013/08/01/kuresel-koylu-hareketi-furkan-celik/ Küresel köylü hareketi La Via Campesina’nın 6. konferansı Endonezya’nın başkenti Jakarta’da gerçekleştirildi. Dünyanın 70 farklı ülkesinden 150 örgüte üye 500’den fazla çiftçinin katıldığı konferans öncesi gençlik ve kadın meclisleri de bir araya geldi. 6. Kongrede alınan ortak karar “gıda egemenliği için hemen şimdi dünyayı dönüştürüyoruz!” Küresel köylü hareketi nasıl başladı? 1992 yılında Orta Amerika’da bulunan […]

The post Küresel Köylü Hareketi – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Küresel köylü hareketi La Via Campesina’nın 6. konferansı Endonezya’nın başkenti Jakarta’da gerçekleştirildi. Dünyanın 70 farklı ülkesinden 150 örgüte üye 500’den fazla çiftçinin katıldığı konferans öncesi gençlik ve kadın meclisleri de bir araya geldi. 6. Kongrede alınan ortak karar “gıda egemenliği için hemen şimdi dünyayı dönüştürüyoruz!”

Küresel köylü hareketi nasıl başladı?

1992 yılında Orta Amerika’da bulunan Nikaragua’da tüm zorluklara ve yasaklara rağmen bir araya gelen köylü örgütlerinin öncülüğünde La Via Campesina’nın (Küresel Köylü Hareketi) ilk adımları atılır.

DB (Dünya Bankası) ile IMF’nin (Uluslararası Para Fonu) ülkelere, dolayısıyla köylü ve çiftçilere dayattığı “yapısal reformlar” ile küçük aile çiftçiliği öldürülecek, ihracata dayalı sanayileşmiş, şirketlerin elinde olan endüstriyel üretim hedeflenmektedir. Buna karşı La Via Campesina ilk kongresini 1993’de Belçika’da gerçekleştirir. Küçük, yerli ve kadın çiftçilerin insanlık yararına üretim yaptığını söyleyerek şirketlere karşı savaş açar. Adaletli bir düzen kurmak için IMF ve DB’ye karşı mücadeleye başlar.

Gıda Egemenliği Nedir?

Gıda egemenliği La Via Campesina’nın savunduğu temel ilkelerden biridir. Dünya üzerinde 800 milyon insan obez iken bir o kadarı açlık içinde yaşıyorsa dünyada gıda üretimi ile alakalı bir sorun yoktur, bunun dağılımındaki adaletsizlikle alakalı bir sorun vardır.

Gıda egemenliği;

  • Halkların tarımsal üretim modellerini ve politikalarını belirleme hakkıdır.
  • Endüstriyel olmayan, küçük çiftçi tarımına dayalı üretimdir.
  • Üretenlerle tüketenler arasındaki şirketleri kaldırmaktır.
  • GDO’suz gıdayı korumak, tohum, toprak ve su üzerindeki şirketlerin egemenliğini kaldırmaktır.
  • Su, toprak gibi ortak varlıkların kullanımındaki karar alma süreçlerini demokratikleştirmektir

İkinci kongre 1996 yılında Meksika’da düzenlenir. Burada toprak reformu, bioçeşitlilik, insan hakları, kadın ve gıda egemenliği konuları ele alınır. Bu alanlarda çalışmalar yapmak üzere komisyonlar oluşturur. Meksika kongresi Brezilya’da 19 çiftçinin öldürüldüğü 17 Nisan gününü “Küresel çiftçi mücadele günü” ilan eder. Her sene 17 Nisan da belirlenen ortak konu doğrultusunda dünya çapında eş zamanlı eylemler düzenlenir.

La Via Campesina Roma’da düzenlediği bir eylemde “gıda hayatla eşittir, bu yüzden pazarlık nesnesi olmaz” ilkesiyle tarımın DTÖ’den (Dünya Ticaret Örgütü) çıkartılmasını savunur ve DTÖ’ye karşı bir cephe örgütleyeceğini açıklar.

2002’de İsrail’in saldırılarıyla Filistinli çiftçilerin zeytin ve meyve ağaçlarının kesilerek arazilerine el konulması üzerine La Via Campesina’dan bir heyet İsrail tanklarıyla çevrili Ramallah’taki Arafat’ın karargahına giderek destek ziyaretinde bulunurlar.

2003 yılında DTÖ Meksika’nın Cancun kentinde 5. zirvesini toplar. La Via Campesina’nın Amerika da bulunan örgütleri zirveye karşı güçlü bir eylem ortaya koyar. Yaklaşık on bin küçük çiftçi ve köylünün katıldığı eylemlerde DTÖ zirvesi engellenmeye çalışılmıştır. Konferansın yapıldığı salonun 5 ayrı demir tellerle koruma altına alınmasına karşın çiftçiler birer birer demir telleri aşmıştır. Son demir tele gelindiğinde Koreli çiftçi Bay Lee “DTÖ çiftçiyi öldürüyor” pankartını göstererek kendi yaşamına son vermiştir.

La Via Campesina konferanslarına dünyanın dört bir yanından katılan çiftçilerin, yerlilerin, gençlerin, kadınların ve köylülerin çok farklı kültürlerde olmalarına rağmen aslında çok büyük bir ortak noktaları var. Hepsinin yaşamlarını yok etmek isteyen düşmanları aynı; şirketler ve onun güdümündeki DTÖ!

Bu yüzden tarımı ve toprağı şirketlerin güdümünde şekillendiren DTÖ’ne karşı bir araya gelerek ve güçlerini birleştirerek düşmanlarına karşı toplanıyorlar. La Via Campesina’nın da önemi işte burada. Tüm bu farklı renkteki, farklı dildeki insanları birleştiriyor, ortaklaşmalarını sağlıyor.

Yaşamı Şimdi Yeniden İnşa Ediyoruz

La Via Campesina 6. konferansında bir dizi karar alındı. Ortak slogan “Gıda egemenliği için şimdi dünyayı dönüştürüyoruz” oldu.

Neden 17 Nisan Dünya Çiftçi Mücadele Günü?

17 Nisan 1996’da Brezilya’da 19 çiftçi gruplar halinde hareket eden polis ve silahlı sivil gruplar tarafından haince katledilmiştir. 19 çiftçi 1500 topraksız ailenin 10 Nisan günü başlattıkları “Toprak Reformu” yürüyüşünün ön sıralarında yürüyen topraksız köylüleriydi. MST (Topraksız Kır İşçileri) örgütüne bağlı 19 çiftçinin büyüttüğü mücadele Brezilya’da hala devam etmektedir.

İşte 6. konferanstan ortaya çıkan fikirler;

Hükümetler ve şirketler halka “yeşil ekonomi” bahanesiyle GDO tüketimini, madenciliği, agro yakıtlara yönelik bitkisel üretimi, baraj projelerini, kaya gazı çıkarma tesislerini, petrol boru hatlarını ve son olarak denizlerimizin, akarsularımızın, ormanlarımızın özelleştirilmesini dayatmaktadır.

Endüstriyel Üretime Karşı Agro ekoloji

Şirketlerin egemenliğinde bir üretim sistemine mahkum kalmamak için Agro ekolojik üretimi savunmalıyız. Agro ekolojik üretim; tarımsal kimyasallara bağımlılığın önüne geçer, endüstriyel hayvancılığı reddeder, sağlıklı ve zengin bir beslenme sağlar, geleneksel bilgiye dayanır, toprak sağlığını ve bütünlüğünü korur. Bu tarım modeli insanlığın yanı sıra ormanları, toprağı, suları da besleyerek iklim krizinin de önüne geçen bir yöntemdir.

Küresel Dayanışma, Küresel Boykot

Rekabet yerine dayanışmayı savunuyor, ataerkilliği, ırkçılığı ve kapitalizmi reddediyoruz. Kadın, erkek, çocuk sömürüsüyle birlikte doğa sömürüsünden de arınmış demokratik toplumlar için mücadelemize devam ediyoruz. Şuan ki iklim değişiklikleri nedeniyle asıl zarar görenlerin bu işin sorumluları olmadığını çok iyi biliyoruz. Yeşil ekonomi diyerek yapay çözümler sunan şirketler durumu daha da kötüleştiriyor. Uygulamalarına ısrarlılıkla devam eden bu küresel şirketlerin tüm ürünleri küresel şekilde boykot edeceğiz.

Kadına Yönelik Şiddet ve Savaşlar Son Bulmalı

Kırsal ve kentsel alanlarda kadına yönelik aile içi, toplumsal veya kurumsal şiddet bir an önce son bulmalıdır. Askeri üslerin çoğalmasına, çatışma ve savaş yoluyla gaspın artmasına, direnişlerin suç olarak gösterilip şiddetle bastırılmasına tanık olmaktayız. Şiddet; egemenlik, sömürü ve yağmaya dayanan bu ölümcül kapitalist sistemin bir parçasıdır. Bizler ise barış, saygı ve onurlu bir yaşamı savunuyoruz. Verdikleri mücadele uğruna tehdit ve takip edilen, hapsedilen, katledilen yüzlerce köylünün acısını ve onurunu üzerimizde taşıyoruz. İnsan haklarını ve doğanın haklarını ihlal edenlere hesap sormaya ve sorumluların cezalandırılması yönündeki ısrarımıza devam edeceğiz. Ayrıca tüm siyasi mahkumların derhal serbest bırakılmasını istiyoruz.

Yaşamlarımıza Sahip Çıkalım

Bütüncül bir toprak reformu yapılmalıdır. Topraksız köylülere toprak verilmeli, doğa ile uyumlu tarım yapan köylülerin toprağa erişimi garanti altına alınmalıdır. Toprak bir meta değildir, yaşam için gerekli bir ortak alandır. Bu yüzden şirketlerin egemenliğine bırakılmamalıdır. GDO teknolojisi ile doğal tohumlarımızın kirletilmesini izin vermemeliyiz. Tohumları paylaşmaya bundan sonra da devam edeceğiz çünkü biliyoruz ki bizler tohum zenginliğinin muhafızlarıyız. Hayatın döngüsü suyla akar, hiçbir su kaynağı boşuna akmaz. Yaşamımız için suyumuzu korumaya da devam etmeliyiz.

En büyük gücümüz çeşitlilikten birlik yaratıp onu korumaktan geliyor. Toplumlarımızı dönüştürmek ve Toprak Ana’yı korumak adına hepimiz mücadelemizi büyütmeliyiz. Şu ana kadar biriktirmiş olduğumuz bilgileri, elde ettiğimiz deneyimlerimizi tabandan paylaşmayı sürdüreceğiz. Okullarımızı ve eğitim metodlarımızı geliştirerek iletişimimizi daha da güçlendireceğiz.

La Vía Campesina 6. Konferansı kendi gücünden emin ve umut dolu bir gelecek inancıyla sonlanıyor. Yeryüzünün her bölgesinde, her anında, farklı dil ve kültürlerle mücadele sürüyor ve sürecek.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 11. Sayısı’nda yayımlanmıştır.

The post Küresel Köylü Hareketi – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/08/01/kuresel-koylu-hareketi-furkan-celik/feed/ 0
GDO TEREYAĞI İLE PİŞER Mİ? – Alp Temiz https://meydan1.org/2013/06/26/gdo-tereyagi-ile-piser-mi-alp-temiz/ https://meydan1.org/2013/06/26/gdo-tereyagi-ile-piser-mi-alp-temiz/#respond Wed, 26 Jun 2013 09:59:28 +0000 https://test.meydan.org/2013/06/26/gdo-tereyagi-ile-piser-mi-alp-temiz/ “GDO’lu olarak üretilen soya, mısır var ama pirinç yok. Kaldı ki burada söz konusu olan çeltik. Henüz kabuğundan ayrılmamış olan çeltik. Bulaşma olabilir. O da yargıda devam ediyor. Yargı süreciyle ilgili bir şey söylemem mümkün değil ama pirincinizi yiyebilirsiniz. Hele hele kilo sorununuz yoksa tereyağıyla pişirip yemenizi tavsiye ederim” Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı […]

The post GDO TEREYAĞI İLE PİŞER Mİ? – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
“GDO’lu olarak üretilen soya, mısır var ama pirinç yok. Kaldı ki burada söz konusu olan çeltik. Henüz kabuğundan ayrılmamış olan çeltik. Bulaşma olabilir. O da yargıda devam ediyor. Yargı süreciyle ilgili bir şey söylemem mümkün değil ama pirincinizi yiyebilirsiniz. Hele hele kilo sorununuz yoksa tereyağıyla pişirip yemenizi tavsiye ederim”
Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı

“Vatandaşlarımızın kafasını karıştırmaya, üreticilerimize zarar vermeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Dünyada ticarete konu GDO’lu pirinç üretimi söz konusu değil”
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker

22 Nisan’da Mersin Limanı Gümrüğü’nden geçirilen pirinçler üzerinde yaptığı GDO tarama testi sonucunda, “LLRice601 ve Bt63 olmak üzere yasaklı iki ayrı GDO ırkının birlikte var olduğu”nu raporuna yazan genetikçi Doç. Dr. Alper Tunga Akarsubaşı hakkında, İTÜ Rektörlüğü soruşturma açtı. Akarsubaşı, dava bitene kadar da açığa alındı.

Genetiği değiştirilmiş LLRice ve Bt63 ırkı pirinçler nasıl yapılıyor?

Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) çeşitli yöntemlerle genetik yapısı yani özellikleri değiştirilen canlıları ifade ediyor. Söz konusu GDOlu pirincin genetik değişimi, raporda belirtildiği üzere Agrobacterium tumefaciens tekniğiyle geliştirilmiştir.

Bu teknikte özellikle patates gibi iki çenekli bitki köklerinde tümör yaptığı bilinen “Agrobacterium tumefaciens” adlı bir toprak bakterisi kullanılır.

Bu bakterinin hücresi içerisinde kendi kendini eşleyebilen bakteri geninden ayrı bir DNA parçası bulunur. Bu DNA parçasına örneğin “bitkileri öldüren ilaca dayanıklılık geni” yerleştirildiğinde tarladaki tüm bitkiler ölürken sadece Genetiği Değiştirilmiş (GD) pirinç yaşayacak. Aynı zamanda bitkiye bir de antibiyotiğe dayanıklılık geni yerleştirilir. Bitkiye aktarılmak istenen özellikler bu parçacığın içinde bulunduğu bakteri ve bitki hücreleri aynı besi ortamında bırakılır. Burada bazı bitki hücrelerinin genetiği bu bakterice değiştirilecektir.

GD hücreleri diğerlerinden ayırmak için ortama antibiyotik ilaç salınır. Antibiyotiğe maruz kalan doğal hücreler tamamen ölürken GD olan hücrelerde “bu antibiyotiğe dayanıklılık” geni mevcut olduğundan canlı kalanlar sadece GD pirinçler olacaktır.

Çeşitli besin ve hormonlar laboratuvar ortamında elde edilen hücrenin etrafına salınarak hücrenin grupçuklar oluşturması sağlanır.

Elde edilen grupçuklara kök yapıcı hormonlar ile yaprak yapıcı hormonlar verilerek GDO filizlendirilmeye çalışılır.

Filizlendirilen bitki bir miktar büyütülüp toprağa atılır ve GDO pirinç yaratılmış olur.

Mevzu bahis pirinçlerde de LLRice ırkı bitkileri öldüren ilaçlara dayanıklıyken Bt63 ırkı da böcekleri ve kurtçukları öldüren zehirli bir protein salgılar.

GDOların zararı önlenemez mi?

Genetiği değiştirilen organizmalarda hangi testler yapılırsa yapılsın bu testlerin ne denli etik olduğu bir yana etkilerinin uzun vadede neler olabileceğini kestirmek imkânsızdır.

GDOların daha önce yeryüzünde hiç var olmamış maddeler üretmesi kaçınılmazdır. Ve bu yeni maddelerin etkilerini ortadan kaldıracak panzehir gibi bir sistemin olup olmayacağı da bilinemez.

GDO savunucuları

GDOlara olumlu yaklaşmamızı isteyenler öncelikle devletler ile birlikte ilaç ve tohum şirketleri, sonra da bu işten kar sağlayacağını düşünen kapitalizmin bencil fırsatçılarıdır.

Yeryüzünde birçok insanın “gıda krizi”nden etkilendiğini öne sürerek bu kıtlığa çözüm olarak “daha vitaminli, daha besleyici, daha fazla miktarda” olduğunu iddia ettikleri GDOları dayatmaktadırlar.

İşlettikleri sömürü düzenindeki sahip oldukları mevki ile yetinmeyen ya da daha fazlasını isteyen efendiler, bu yolla yoksul insanları doyurmaktan ziyade “gıda güvenliği” adını verdikleri düzende kimin neyle ne kadar besleneceğine de karar vermek istiyorlar. Tohum şirketleri yarattıkları yeni yiyeceklerle insanları bazı özel hastalıklara karşı da hedef haline getiriyor. Yani GDO içeriğinde daha önce doğada benzeri görülmemiş pek çok proteini de içerdiğinden bağışıklık sistemini uyararak pek çok hastalığa yol açıyor. Bu yolla zaten iç içe oldukları ilaç şirketlerine de yeni müşteriler kazandırıyorlar.

Meydan Gazetesi’nin 6. Sayısında Mercan Doğan’ın kaleme aldığı “YARATIK ŞİRKET: Monsanto” yazısı GDOcu şirketlerin işleyiş mantığını açıkça gözler önüne seriyor: “…gıdayı kontrol edersen insanları kontrol edersin. Gıda bir silahtır…”

Yaşamı Yok Eden Canavarlar

GDO bitkilerin çoğu, zaten böcekleri kendinden uzak tutacak biçimde programlanmış haldedirler. Kendinden ilaçlı bitkiler, içinde bulunduğu ortamın dayanışma ilişkisi içindeki bir öznesi olmaktan çıkarılıyorlar. Ortamdaki diğer varlıkların kendisi ile etkileşimi kesilerek sadece kendi meyvesini besleyerek yalnızlaşıyorlar. Birçok GD bitkide ortamdaki diğer varlıklar GD bitkiye temas ettiği anda onları zehirleyip öldüren zehirler mevcut. Bt63 ırkı pirinçler bunun yalnızca bir örneği. GD bitkiler doğal döngüyü bozduğundan etkileşim içinde bulunduğu diğer varlıkların yaşamını yok ederler. GD bitkinin ateşlediği fitil bir sarmal gibi tüm varlıkları etkiliyor. Bazı türler yok oluşa sürüklenirken bazıları da GDO ile beslenerek GDOların meydana getirdiği maddeleri bünyesinde taşımaya, başkaca varlıklara aktarmaya devam ediyor.

Genetiği değiştirilen yalnızca bitkiler değil elbette. “AquAdvantage Somon” ise GD hayvanlar için bir örnek. Doğal bir “Atlantik Somon”, market boyutu diye tabir edilen ebatlara erişebilmesi için 30 aylık büyüme süresine ihtiyaç duyar. “AquAdvantage Somon”un ise 16 haftada bu büyüklüğe erişmesi AquaBounty adlı şirketin öne sürdüğü en belirgin “avantaj”. Somonun daha hızlı büyüyebilmesini sağlayan şey ise Pasifik Chinook somonu balığı ile Okyanus Mezgiti (Zoarces americanus) türlerinin genlerinden parçalar taşıması. Kurumsal güvenilirliği adının karıştığı skandallarla tescilli olan Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi FDA 2010 yılının Ekim ayında bu GD somonu yemenin güvenli olduğunu duyurmuştu. Bu GD balığın insanlarca yenmesinin ne denli güvenli olduğu bilinmez, ancak çiftliklerden kaçıp okyanus ekosistemine karışması durumunda doğal somonlara karşı sağlayacağı üstünlükle bir türün daha yok edilmesine kesin gözüyle bakılabilir. Kaldı ki GDOların yarattığı sorunları yalnızca insanlar üzerindeki etkileri üzerinden ele almak da bir başka yanlış algının yaklaşımı olacaktır.

Kaynak değil Varlık!

İnsanın kendi dışındaki varlıklara böyle bencilce müdahale etmesinin ardında yatan belki de en büyük neden, onları “kaynak” olarak görmesidir. Kaynak, insan merkezci algıdaki insanın, kendisi dışındakilerin insana hizmet etmek için var olduğunu düşünmesinden ileri gelen bir yaklaşımdır. Aslında varlıkların kullanım ve yönetim hakkının insanda olduğu algısı; işçilerin kullanım ve yönetim hakkının patronda olduğu algısından hiç de farklı değildir. İnsanlar arasındaki adaletsizliklere sessiz kalanların yaşama dair adaletsizliklerdeki yaklaşımları sorunlu olduğu gibi bu sorunlu yaklaşım tam tersi algıdakiler için de geçerlidir. Ezen ve ezilen arasındaki kavgada rol alan özneler değişse de kavganın özü burada da aynıdır. Yaşamın her alanında adaletsizliklere karşı durmak doğru bir yaklaşımı ve etkin bir mücadeleyi getirecektir.

“LLRice glufosinal – amonyum tabanlı herbisitlere toleranslı, ABD kökenli, Agrobacterium tumefaciens tekniğiyle üretilmiş, genetiği değiştirilmiş (GD) bir pirinçtir. ABD tarafından LLRice601 ve LLRice604 ırkları onaylanmamış, LLRice62 ve LLRice06 ırkları ise onaylanmıştır.

2006’da Bayer ABD Tarım Bakanlığı’na LLRice601’in bir cins uzun pirince bulaştığını bildirmiştir. ABD Tarım Bakanlığı’nın yaptığı araştırmada ABD pirincinin yüzde 30’dan fazlasının LLRice601, LLRice604 ve LLRice62 GD pirinciyle kontamine edildiğini tespit etmiştir. Bu nedenle Bayer çiftçilere 750 milyon dolar tazminat ödemiştir. 2006 ile 2007 yılları arasında 30’dan fazla ülkede ABD’den ithal edilen pirinçlerde, Bayer’e ait ve onaylanmamış 3 adet GD pirinç türünün izleri tespit edilmiştir.

Bt63 böcek haşaratlarına karşı dayanıklı, Çin’de devlet desteğiyle geliştirilmiş GD bir pirinç ırkıdır. Bt63 pirinç güve türlerine toksik bir protein üretmektedir. Farelerle yapılan deneyler bu proteinin alerji benzeri sorunlar oluşturduğunu göstermiştir.”

Alp Temiz

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.

The post GDO TEREYAĞI İLE PİŞER Mİ? – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/06/26/gdo-tereyagi-ile-piser-mi-alp-temiz/feed/ 0
“YARATIK ŞİRKET: Monsanto”- Mercan Doğan https://meydan1.org/2012/12/27/yaratik-sirket-monsanto-mercan-dogan/ https://meydan1.org/2012/12/27/yaratik-sirket-monsanto-mercan-dogan/#respond Thu, 27 Dec 2012 21:28:25 +0000 https://test.meydan.org/2012/12/27/yaratik-sirket-monsanto-mercan-dogan/ Yaşamlarımızın her alanını günbegün kendi rant alanına çeviren kapitalizmin, günümüzde en gözde silahlarından biridir GDO. (GDO: Genetiği Değiştirilmiş Organizma) Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in “Petrolü kontrol edersen ulusları, gıdayı kontrol edersen insanları kontrol edersin. Gıda bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!” cümlesiyle özetlediği 1974 tarihli raporu, günümüz kapitalistleri için bir yol haritası […]

The post “YARATIK ŞİRKET: Monsanto”- Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşamlarımızın her alanını günbegün kendi rant alanına çeviren kapitalizmin, günümüzde en gözde silahlarından biridir GDO. (GDO: Genetiği Değiştirilmiş Organizma) Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in “Petrolü kontrol edersen ulusları, gıdayı kontrol edersen insanları kontrol edersin. Gıda bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!” cümlesiyle özetlediği 1974 tarihli raporu, günümüz kapitalistleri için bir yol haritası niteliğinde. Söz, GDO ve devlet-şirket işbirliğiyle konusu yaşamlarımız olan müzakerelerden açılınca da, yeryüzündeki genetiği değiştirilmiş tohumların %90’ının sahibi olan biyoteknoloji devi “Monsanto” adlı şirket ve icraatları akla gelir.

1. Nedir, Necidir Bu Monsanto?

1901 yılında Saint Louis’de, o günlerde sadece Almanya’dan ithal edilebilen sakarini ABD’de üretecek bir kimya şirketi olarak kuruldu. Alman karteli fiyatları düşürdüğü için zor günler yaşasa da, sadık müşterisi Coca-Cola sayesinde toparlanarak; vanilya, kafein, sakinleştiricileri de ürün yelpazesine ekledi. 1917’de Aspirin üretimine başladı, kısa sürede dünyanın en büyük Aspirin üreticisi oldu. 1. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’dan kimyasal madde ithalatı durdurulunca da, kimya sanayinde yerini sağlamlaştırdı ve zamanla, bu sektörde el atmadığı ürün kalmadı diyebiliriz.

Günümüzde bir tohum ve biyoteknoloji devi olan Monsanto, dönemin “sözde” ihtiyaçları doğrultusunda, yüzünü, sektörünü, ürünlerini, ilgi alanlarını 1901’den 2012’ye sürekli değiştirse de, sloganı hiç değişmedi:

“Kar hırsım uğruna; -ister kısa vadede, ister uzun vadede- doğayı da talan ederim, yaşamı da!”

2. GDO’nun Tanımı ve Monsanto’nun GDO’lu Tohumları

Bir canlıdaki genetik özelliklerin, insan eliyle ve laboratuar ortamında kopyalanarak, başka bir canlıya aktarılmasıyla elde edilen ürüne GDO denir. Kimi duyarlı çevreciler, “GDO’lu gıda” ya da “Frankeştayn gıda” diye nitelendirse de; üretenlerinin ve geliştirenlerinin bile bu “şey”lere gıda demeye dilleri varmaz. Bu şeylerin en azından insan bedenine zararlarını o kadar iyi bilirler ki; şimdiden Bayer başta olmak üzere ilaç şirketlerinden hisse satın alma peşindedirler. Hasta edip para kazanmak, iyileştirip para kazanmak, sonra tekrar hasta etmek; karlı bir döngüdür.

Monsanto başta olmak üzere GDO’lu tohum üreticileri, neden GDO’lu tohum ürettikleri sorusuna; tarımın, dolayısıyla yaşamın sürdürülebilirliğini sağlama amacı güttükleri yanıtını verir. Monsanto bizzat kendi internet sitesinde bunları söyler.

Neden sürdürülebilir tarıma ihtiyacımız var?

  • Çiftçiler dünya için gıda, yakıt ve elyaf sağlar.
  • Toprak, su ve enerji gibi kaynaklar sınırlıdır.
  • Küresel nüfusun gelecek birkaç on yıl içinde %40 artması beklenmektedir.
  • Nüfus artışını karşılamak için yiyecek üretiminin katlanarak artması gerekmektedir.

Sonuç: Çiftçiler toprağın her dönümünden, suyun her damlasından ve enerjinin her biriminden –gerek bugün, gerekse yarın– daha fazla yararlanmalıdır.

Lakin kapitalizmin bu sorumlu-sevimli yüzü, pek de inandırıcı değildir. GDO’nun gerçek amacı; küresel gıda tedarikini, bunun sonucu olarak da yaşamlarımızı kontrol altına alabilmektir. Yeryüzündeki açlığın nedeni, yeterli gıda olmaması değil; gıda dağılımındaki adaletsizliktir. Doğayı ve bununla beraber üreticiyi, tüketiciyi, değebildiği her şeyi “kaynak” olarak gören Monsanto efendilerinin umrunda olanın; artan gıda ihtiyacına yanıt vermek, açlığın hüküm sürdüğü bölgelere gıda götürmek ya da olası bir gıda kıtlığına karşı önlem almak olmadığı da ortada. Öyleyse internet sitesindeki sonuç bölümünü değiştirmek gerek.

Sonuç: Üretimhanelerimizde iş kazası adı altında işçi katliamlarına göz yumarak, köylüyü borçlandırıp intihara sürükleyerek, GDO’yla sürdürülebilir tarım adı altında zehir saçarak, doğayı katlederek; canlı-cansız bütün “kaynak”lardan daha fazla yararlanmalı, daha fazla güç, para ve dolayısıyla kontrol sahibi olmalıyız.

3. Tarım Hakimiyeti

Monsanto gibi şirketlerin, göz diktikleri bölgeyi hakimiyet alanına çevirme süreci, Dünya Ticaret Örgütü ve devlet yöneticileri başta olmak üzere yürüttükleri lobi faaliyetleriyle, genelde sorunsuz işliyor. Öncelikle, Monsanto bir kampanyayla adını duyuruyor. Bu kampanyanın adı, bölgesinin özelliklerine göre “yeşil, tohum, umut, gelecek” gibi sözcüklerle bezenmiş oluyor. Kimi bölgede hükümetler, kiminde bankalar çiftçilere patentli tohumları satın alabilmeleri için krediler sunuyor. Bu arada Monsanto küçük tohum şirketlerini satın alıyor ya da anlaşmalarla kendine bağlıyor. Böceklenmeyen tarla, öngörülebilir ve verimli hasat vaatleri, tarımla geçinen insanlar için gerçekten önemli olduğundan; çiftçiler krediyle borçlanarak, Monsanto’nun genetiği değiştirilmiş tohumlarından satın alıp ekiyorlar. Yine Monsanto’nun ürettiği tarım ilaçları sayesinde, ilk hasat –istisnalar dışında- “sorunsuz” geçiyor. Sorun genelde, elde edilen mahsulün kredi borçlarını kapatmamasıyla ortaya çıkıyor. Evdeki hesabın çarşıya uymamasının önemli sebeplerinden biri, tarım ilacı ve kimyasal gübrenin önceden hesaplanamaması.

Diyelim ki çiftçi bir şekilde ödedi borcunun ödemesi gereken kısmını, ikinci sorun kendini gösteriyor. Monsanto’nun genetiği değiştirilmiş tohumlarının hepsi patentli. Terminator tohum diye adlandırılan bu tohumlar kullanılarak yetiştirilmiş ürünlerden ayrılan tohumlardan bir daha ürün alınamıyor, alınabiliyorsa da patent bedeli ödenmesi gerekiyor. Böylelikle çiftçi yeniden, yeniden ve yeniden borçlanıyor. 3 binden fazla tohum türünün patentine sahip olan Monsanto, “şirket patenti içeren tohumların üretilmesi, saklanması, yeniden ekilmesi” gibi gerekçelerle çiftçilere dava açabiliyor.

Tekrar tekrar borçlanan çiftçi ne yapıyor? Resmi rakamlara göre Hindistan’da, Monsanto’nun girişinin ardından geçen 16 yılda, 250 binden fazla çiftçi intihar etti. Tek yol bu değil elbette; tefecilerden ya da tekrar bankalardan borç alarak yaşamlarını sürdürmeye çalışanlar da var. “Açlığa çare” diye sunulan tohumlarla açlaştırılan insanlar üzerinden, Monsanto efendileri günden güne daha toklaşıyor.

4. Monsanto’nun GDO Dışında Birkaç İcraatı

Ürettiği zehirli kimyasallarıyla yaşamları günden güne söndüren ve en yaşamsal ihtiyaçlarımızdan olan gıdanın mutlak hükümdarı olmaya yüzünü dönen şirketin, su yüzüne çıkmasından haz etmediği, bol miktarda icraatı var. İşte bu icraatların yalnızca birkaçı:

İlk atom bombası projesinin uranyum araştırmalarını bu şirket yapmış, sonrasında da 1980’e kadar Ohio’da bir nükleer santral işletmiştir.
2. Dünya Savaşı ertesinde, Teksas’taki plastik fabrikasında nitratla dolu bir kargo kamyonu vesilesiyle meydana gelen patlama, 500 kişinin canına mal olmuştur. Bu olay, Monsanto tarihindeki ilk işçi katliamı olsa da, son değildir.

Vietnam Savaşı sırasında ABD ordusunun Vietnam, Doğu Laos ve Kamboçya’nın ormanlık bölgelerinde kullandığı tarım ilacı ve yaprak dökücü olarak bilinen “Agent Orange”ın en önemli üreticisidir. Bu silah, kırsal ve ormanlık arazilerde yaprak dökerek gerillaların saklanmalarını engellemiş, gıdasız bırakmış; ayrıca köylülerin de gıdasız kalarak ABD kontrolündeki kentlere göç etmesini sağlamıştır. Vietnam Dışişleri Bakanlığı’na göre 4,8 milyon Vietnamlı Agent Orange’a maruz kaldı, 400.000 kişi öldü, 500.000 çocuk sakat doğdu ve düşük oranları arttı. Bunların yanı sıra, bölgelerin yeniden ormanlaştırılması neredeyse imkansız bir hal aldı.

5. “Kirli” Şirket, Nasıl Oldu da “Temiz”lendi?

Kurulduğu günden beri sürdürdüğü lobi faaliyetleri bile aklanmasına yetmemiş olacak ki; 1997-2002 yılları arasında Monsanto, bir çeşit sicil temizleme operasyonuna girişti. Şirket birleşme ve bölünmeleriyle bozuk sicilli bir kimya devinden, bir biyoteknoloji devine dönüştü. Bu süreçte yaptığı en akıllı hamle, kimyasal madde üretimini Solutia adlı bir şirkete devretmesiydi. Monsanto’nun icraatları sebebiyle yüksek para cezalarına çarptırılan şirket, 2003 yılında iflasını ilan etti ve Monsanto’nun temiz görünümlü tohum şirketi imajını oluşturmasına katkı sağladı.

6. Bizim Sofralarımıza Ne Zaman Girecek GDO?

Girdi bile. Evet, gerçekten gıda niyetine bolca GDO tüketiyoruz. Bu Monsanto adındaki şirket, Anadolu ve Mezopotamya topraklarında da, çeşitli ortaklıklarla 1998 yılından beri faaliyet yürütüyor ve birçok şubesi var. Söz konusu, şirketlerin itibarı olduğunda, elinden geleni ardına koymayan TC’nin Tarım Bakanlığı bile, raflardaki 1500’den fazla üründe GDO bulunduğunu kabul etti. Bildiğimiz üzere, denetimleri “eş-dost kontenjanı” sayesinde atlatanların sayısı, verilen sayının yaklaşık 3 katı oluyor. Bunu da göz önünde bulundurduğumuzda, çokça GDO yediğimiz ortada.

Bu yazının sonunda halkı isyana teşvik yok. Mücadeleye çağrı yok. Sessizlik var. Kaburgalarımız arasından üçüncü kolumuz çıkana kadar, açlar daha aç, toklar daha tok olana kadar, daha çok insan ölene kadar ve hatta yerde ot bitmez, gökte kuş uçmaz olana dek sessizlik var. Durabilirsen dur bakalım!

Mercan Doğan
[email protected]

The post “YARATIK ŞİRKET: Monsanto”- Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]> https://meydan1.org/2012/12/27/yaratik-sirket-monsanto-mercan-dogan/feed/ 0