gönüllülük – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Fri, 16 Feb 2018 10:09:26 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 İsyancının Emeği: Ekmeğin Fethi Fırını https://meydan1.org/2018/02/16/isyancinin-emegi-ekmegin-fethi-firini/ https://meydan1.org/2018/02/16/isyancinin-emegi-ekmegin-fethi-firini/#respond Fri, 16 Feb 2018 10:09:26 +0000 https://test.meydan.org/2018/02/16/isyancinin-emegi-ekmegin-fethi-firini/   2010 yılının Ağustos ayında Fransa’nın Montreuil şehrinde kurulan Ekmeğin Fethi Fırını (La Conquete du Pain Boulangerie), ismini anarşist Pyotr Kropotkin’in yazdığı “Ekmeğin Fethi” kitabından alıyor. Fırın, ismini aldığı kitabın ilkelerinden hareketle patronsuz, sömürüsüz bir kolektif fırın deneyimini yaşatma fikriyle ortaya çıkmış. Daha önce başka bir fırında çalışan Anarşist Federasyon üyesi Pierre Pavin ve anti-faşist […]

The post İsyancının Emeği: Ekmeğin Fethi Fırını appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

2010 yılının Ağustos ayında Fransa’nın Montreuil şehrinde kurulan Ekmeğin Fethi Fırını (La Conquete du Pain Boulangerie), ismini anarşist Pyotr Kropotkin’in yazdığı “Ekmeğin Fethi” kitabından alıyor. Fırın, ismini aldığı kitabın ilkelerinden hareketle patronsuz, sömürüsüz bir kolektif fırın deneyimini yaşatma fikriyle ortaya çıkmış.

Daha önce başka bir fırında çalışan Anarşist Federasyon üyesi Pierre Pavin ve anti-faşist “Réseau No Pasaran” (Geçit Yok Ağı) üyesi Thomas Arnestoy’un kurduğu kolektifte altı çalışan üç de çırak bulunuyor. İki haftada bir gönüllülerin ortak katılımıyla gerçekleşen karar alma toplantılarıyla fırının işleyişine ve gönüllülerin ihtiyaçlarına dair kararlar alınıyor.

Tanıtım metninde “Özyönetim modeli pek çok özgürlükçü teorisyen tarafından dillendirilmiştir. Ancak pratikte uygulanması çok kısıtlı sayıda olmuştur.” diyen gönüllüler, devletsiz bir modelle işletilen mekanlara ilişkin bir ihtiyacı özellikle vurguluyor. Kolektif gönüllüleri, kendi karar alma mekanizmalarını işleterek toplumsal dönüşüm için insanlara somut bir alternatif göstermek istiyorlar.

İlk kurulduğu günlerde, her gün gelen ekmek siparişlerini yetiştirebilmek için günde 20 saat çalıştıklarını söyleyen Thomas, yaz aylarında 40 dereceyi bulabilen bir şehirde ekmek pişirmenin, bütün gün bilgisayar başında bir patronun altında çalışmaktan çok daha iyi olduğunu söylüyor.

Ekmeğin Fethi Fırını gönüllüleri, fırıncılık deneyimlerine göre “usta” ve “çırak” olarak faaliyet gösterseler de, aralarında meritokratik* bir ilişki biçimi bulunmuyor. Hatta kendilerini militan fırıncı olarak adlandırıyorlar.

“Komünizm, çünkü paylaşmak istiyoruz. Özgürlük, çünkü bireye uygulanan bütün otoriteyi reddediyoruz ve özgürlüğün olmadığı bir eşitlik anlayışına karşıyız.”


Bir dönem ekonomik sıkıntı içine giren fırın, gerçekleştirdiği dayanışma etkinlikleriyle, kısa sürede bunun da üstesinden gelebilmiş. Fırın aynı zamanda bölgedeki işçi sendikalarıyla da dayanışma ilişkisi içerisinde. Şehirde bulunan çeşitli işgal evlerine ve eylemlere dayanışma için ekmek, kek gibi yiyecekler yolluyorlar. Paylaşma ve dayanışma geleneğinin en eski örneklerinden biri olan “askıda ekmek” modelinin yanı sıra, 2. Dünya Savaşı’nda İtalya’da ortaya çıkan “askıda kahve” modelini de fırın içerisinde işletiyorlar.

Ekmeğin Fethi Fırını, sadece bir fırın olmanın ötesinde, içinde bulunan devrimci yayınları, ücretsiz zapatista kahvenizi yudumlayarak okumanıza imkan tanıyan bir bölüme de sahip. Le Monde Libertaire Gazetesi, Alternative Libertaire, l’Humanite, Lese Beton gibi periyodik yayınlar ve tabi ki Ekmeğin Fethi kitabı gibi devrimci yayınları bulup okuyabileceğiniz fırında aynı zamanda, çeşitli devrimcilerin isimlerinin verildiği sandviçlerden yemek de mümkün.

Bölgedeki en ucuz fırınlardan biri olan fırında akşam 8’de, elde kalan ve bozulmamış ürünleri ihtiyacı olanlara dağıtılıyor. Bu yönüyle kolektifin gönüllüleri, mahallelerinde yarattıkları dayanışma ağının da bir parçası haline geliyor. Uluslararası devrimci dayanışmaya da değer veren fırın, geçtiğimiz yıllarda “Rojava ile Dayanışma Anarşist Kolektifi”nin çalışmalarının da aktif örgütleyicilerinden biri olmuştu.

Gönüllülerinin büyük bölümünü göçmenlerin oluşturduğu fırının kapıları, mesleği öğrenmek isteyen ya da sadece sohbet edip anarşizme dair bir şeyler okumak isteyen herkese açık.

*Meritokrasi: Yönetim gücünün, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.

The post İsyancının Emeği: Ekmeğin Fethi Fırını appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/02/16/isyancinin-emegi-ekmegin-fethi-firini/feed/ 0
Makinelerin Dişlilerine Sıkıştırılan ” Tahta Pabuç “ https://meydan1.org/2015/02/21/makinelerin-dislilerine-sikistirilan-tahta-pabuc/ https://meydan1.org/2015/02/21/makinelerin-dislilerine-sikistirilan-tahta-pabuc/#respond Sat, 21 Feb 2015 16:00:00 +0000 https://test.meydan.org/2015/02/21/makinelerin-dislilerine-sikistirilan-tahta-pabuc/ Wooden Shoe Kitap ve Müzik Kolektifi, bundan 35 yıl önce Philadelphia’da kuruluyor. Ağırlıklı olarak işçi hareketleri içerisinde bulunan Philadephia Solidarity adlı yapının üyeleri tarafından kurulan kolektif; anarşist ilkelerle, patronsuz ve özyönetimli olarak işletiliyor. Wooden Shoe, tıpkı kuruluşunda olduğu gibi, isminde de bir “direniş”in izini taşıyor. Fransız köylülerinin başlattığı bir direniş biçimine gönderme yapıyor. Wooden Shoe, […]

The post Makinelerin Dişlilerine Sıkıştırılan ” Tahta Pabuç “ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Wooden Shoe Kitap ve Müzik Kolektifi, bundan 35 yıl önce Philadelphia’da kuruluyor. Ağırlıklı olarak işçi hareketleri içerisinde bulunan Philadephia Solidarity adlı yapının üyeleri tarafından kurulan kolektif; anarşist ilkelerle, patronsuz ve özyönetimli olarak işletiliyor. Wooden Shoe, tıpkı kuruluşunda olduğu gibi, isminde de bir “direniş”in izini taşıyor. Fransız köylülerinin başlattığı bir direniş biçimine gönderme yapıyor. Wooden Shoe, “tahta pabuç” anlamına geliyor. Çok uzun saatler ve yıldırıcı koşullar altında çalışan Fransa’daki köylülerin, biraz olsun nefes alıp dinlenebilmek ve kendileri üzerinde zenginleşen mülk sahiplerinin işlerini sekteye uğratabilmek için, fabrikalardaki makinelerin dişlilerinin arasına tahta pabuçlarını atarak işleri durdurmalarını simgeliyor.

Otuz yılı aşan bir süre içerisinde kuşaktan kuşağa, kişiden kişiye aktarılan bilgi ve deneyimlerle kolektif; çok defa kapanmanın eşiğine gelse de, tarihinde bir ciddi faşist saldırı ve iki tane büyük yangın olsa da ayakta kalmayı başarabilmiştir. Bugün de, farklı yöntemlerle de olsa, anlatılan hikayedeki geleneği devam ettiriyor. Wooden Shoe duruşu, işleyiş biçimi ve yaptığı çalışmalarla, bugünkü “tüketim makineleri”nin dişlilerinin arasına tahta pabuç atıyor.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kolektif özyönetimle işliyor; burada çalışan herkes işleyişte aynı derecede sorumluluk alıyor ve burada bulunan herkesin işleyiş hakkında sonsuz söz hakkı bulunuyor.

Kolektifin gönüllüleri amaçlarını açıklarken şöyle diyorlar: “Wooden Shoe, gönüllü emeğe dayanan ve tamamıyla kolektif işleyen bir mekan. Biz burada, toplumsal adalet için mücadele veren anarşizmin ve diğer toplumsal hareketlerin ilkelerini somutlaştırmak için uğraş veriyoruz. Biz buradaki yerel topluluğu, radikal ve ticari olmayan yazılı, dijital ve sözlü kaynaklarla desteklemeye çalışıyoruz. Eylemsellik, örgütlenme, bilginin paylaşımı, sanat, iletişim ve anti-kapitalist mücadele için kaynakları güçlendirmek istiyoruz!”

Wooden Shoe, aslında kitapçı ve müzik market olmakla beraber, baskılı giysilerin ve çeşitli aksesuarların da satıldığı bir mekan. Aynı zamanda, çeşitli etkinliklerin gerçekleştiği, insanların buluşup tartışabildiği ve sohbet edebildiği bir sosyal merkez gibi de çalışıyor. Bir çok süreli yayına ve fanzine ev sahipliği yapan kolektifte, anarşist dokümanların yanı sıra radikal özgürlükçü diğer mücadelelerinin dokümanlarına da rastlamak mümkün.

Sonuç olarak Wooden Shoe, devrimlerini bugünden gerçekleştirmek isteyen anarşist toplulukların ve halk hareketlerinin giriştiği ekonomik ve yaşamsal çabalardan biri. Bu çabalar, umut verici olmanın ötesinde, bir tohum niteliği taşıyor. Bugünden çok önce atılan ve kabuğunu kırıp bugün Arjantin’in özyönetimli fabrikalarında, her türlü saldırıya rağmen yaşamını yeniden yapılandırmakta ısrar eden Rojava’da, Yunanistan’daki küçük bir kafede ya da Chiapas’ın köylerindeki kahve tarlalarında büyümeye devam ediyor!

Amerika’da Öz-yönetimli Kolektifler:

Amerika’da öz-yönetimle işleyen, bir çok kolektif mekan vardır. Bu mekanlar, kafeden, kitapçıya, kitapçıdan ücretsiz kliniklere kadar geniş bir yelpazeye yayılmışlardır.

Bu hareketlerin kökeni ise, 1800’lerin sonu, 1900’lerin başına, radikal işçi hareketlerinin yükseldiği döneme kadar götürülebilir. O süreçte IWW International Workers of The World – Endüstriyel İşçiler Birliği) gibi radikal ve özgürlükçü sendikalar ve işçiler arasında oldukça etkin olan Johann Most, Emma Goldman ve Alexander Berkman gibi anarşist figürlerin; “öz-yönetimci, kolektif ve yatay” örgütlenmeleri bugünkü, sosyal merkezlerin ve kolektiflerin esin kaynağı olmuş hatta bu geleneğin temellerini atmışlardır.Bugün Amerika’da aktif olan anarşist Kolektif ve Sosyal merkezlerden bazıları şunlardır: A – Space, Bluestocking, Boxcar Books, Firestorm Cafe&Books, International Books, Lucy Parson’s Center ve Red Emma’s Bookstore & Coffeehouse…


Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Makinelerin Dişlilerine Sıkıştırılan ” Tahta Pabuç “ appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/02/21/makinelerin-dislilerine-sikistirilan-tahta-pabuc/feed/ 0
” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit https://meydan1.org/2014/06/18/%100-dogal-rant-emre-bayyigit/ https://meydan1.org/2014/06/18/%100-dogal-rant-emre-bayyigit/#respond Wed, 18 Jun 2014 15:36:18 +0000 https://test.meydan.org/2014/06/18/%100-dogal-rant-emre-bayyigit/ Arttırılan tüketici bilinciyle, 1980’li yıllardan bu yana hızla gelişerek uluslararası alanda desteklenen Eko-turizm, 1992 Rio Çevre Zirvesi’nde “sürdürülebilir” bir dünya ve “çevre” için kriterleri ortaya konulan, kapitalizmin sömürü kaynaklı varoluşunu devam ettirmesini sağlayacak projelerinden biri olarak bizlere sunulmuştur. Şehirlerdeki “yaşam kalitesi” küreselleşmenin güncel sorunu haline gelmiştir. Günümüzde insanlar artık yaşadıkları kentlerde daha “insancıl” ve daha […]

The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Arttırılan tüketici bilinciyle, 1980’li yıllardan bu yana hızla gelişerek uluslararası alanda desteklenen Eko-turizm, 1992 Rio Çevre Zirvesi’nde “sürdürülebilir” bir dünya ve “çevre” için kriterleri ortaya konulan, kapitalizmin sömürü kaynaklı varoluşunu devam ettirmesini sağlayacak projelerinden biri olarak bizlere sunulmuştur.

Şehirlerdeki “yaşam kalitesi” küreselleşmenin güncel sorunu haline gelmiştir. Günümüzde insanlar artık yaşadıkları kentlerde daha “insancıl” ve daha “sürdürülebilir” bir yaşam arayışındalar. Bu da; gündelik koşturmacasından daralan insanların, yılın belli dilimlerinde soluğu turizm acentalarında almalarını yahut “kocaman” sırt çantalarına sarılıp yola düşmelerini sağlamaktadır. Parası olan kesim kendilerine tahsis edilen imkânlarla gittikleri yerlerde “doğa ile barışık” bir iki hafta geçirdikten sonra yıllık “kurtarıcı” insani görevlerini yaşamanın tatminkarlığı ile rutin hayatlarına geri dönerler. Sırt çantalı grup ise; “gönüllü”lük esasına dayanan kapitalist düzendeki “ekolojik sorunlara çözüm çiftlik”lerinde yahut benzer alanlarda toplaşarak, şehir yaşamından bunalıp daha sade, “öz” bir yaşam talebiyle kırsala yerleşen insanların oluşturdukları alanlarda işin bir ucundan tutup, karşılığında kalacak yer ve yemek alacaktır. O gönüllü sıfatlamasıyla parasız tatil yapmanın, ona kapısını açansa sigortasız, keza masrafsız taze kan olan işçi çalıştırmanın hazzına varacaktır. Hepsi olmasa da, büyük bir kısmı kapitalistlerce fonlanan bu alanlarda kapitalistlerin katlettiği dünyamıza katkı sunduğunu düşünmek de cabası. Son olarak da “kırsalda” üretenlerin “şehirli” kardeşlerine %100 doğal pazarlar aracılığıyla ulaştırdığı “organik sertifikalı” ürünleri fahiş fiyatlardan satarak bu süreci tamamlamış olacaklardır.

Kapitalist dünyada turizm; istikrarlı bir şekilde büyüyen bir sektör olmaya devam ediyor. Devletler ve işbirlikçileri kapitalistler turizmi bir büyüme lokomotifi olarak ve yerel ekonomiyi canlandıracak bir döviz, istihdam kaynağı gibi lanse etmektedir. Özellikle 1980’lerin ortalarından bu yana popüler trend, kitle turizminden uzaklaşma ve eko-turizm adı altında çeşitli doğa temelli turizm çeşitlerine kayma yönünde olmuştur. 19.yy’ın ikinci yarısı ve 20. yy’ın başları kapitalist sistemin seri üretim için seri tüketime, sürekli genişlemesi gereken bir tüketici ağına ihtiyacı olduğunu fark ettiği dönemlerdi. Ekoturizm, sürdürülebilir turizm, doğa turizmi, etik turizm, yeşil turizm, jeoturizm, miras turizmi, kültür turizmi, arkeolojik turizm ve etnik turizm gibi yeni kavramlar oluşturuldu ve yaygınlaştırıldı.

En büyük yalanları ise; herkes daha fazla mal, daha fazla sosyal hizmet istiyor. İktidarlı ilişkiler içerisinde, devlet politikaları çerçevesinde, kapitalistler bu amaçlara hizmet eden çeşitli uygulamalarına olanak veren pazarları kontrol etmek için yarışıyor. Aslında “ekolojik sürdürülebilirlik” çerçevesine oturtulmuş eko-turizm, kırsal ve doğal alanlarda faaliyet alanını genişleterek, turizm endüstrisini, yerli yaşamları ve ekolojik bütünlüğü yok eden pazar politikasının bir parçasıdır. Bu politikanın uygulanması sırasında, yeni “çevre dostu” ürünler ve ileri teknolojilerle “temiz, güvenli” üretim süreçleri yaratılmakta ve çevreyi kirleten sistemin kendisi tarafından, daha ileri teknolojilerle kirliliği önlemeye yönelik adımlar atılmaktadır. Bu politikalarla devlet ve şirketler; imajını, kârlılığını, enerji tasarruflarını, elde tuttukları kaynak ve kontrolün gücünü arttırmaktadır.

Çevresindeki bitki örtüsü ile üzeri kaplanan, yukardan bakıldığında varlığı gözükmeyen- gizlenmiş, Avustralya’nın Wonthaggi kentinin Bass sahil kıyısına inşa edilen ve Melbourne’ün yıllık su ihtiyacının 3/1’ini sağlayacak olan deniz suyu artıma tesisinin mühendislerinden biri konuşması sırasında; tesisin üzerini orada bulunan bitki örtüsü ile kapatmalarını bu ileri teknolojiye sahip tesisi doğanın kalbine koymak istediklerini, doğanın içinden geliyormuş gibi göstermek istediklerini söylemesi, bize pişkinlik derecelerini bir kez daha gösterirken, zaten kapitalist sistemlerinden ötürü kendilerinin kuruttukları yaşam alanlarını, en azından orta vadeye kadar uzatıp, sömürü varlığını devam ettirme hareketlerinin sıvama halini sunmaktadır.

Eko-turizmin katil şirket ve devletlerin amacına hizmet eden alternatif bir ekonomik kalkınma politikası olduğu ortadadır. Kapitalist biçimde eko-turizm; yaşamı ve içerisinde barındırdığı varlıkları “kaynak” olarak görüp, daha derinden metalaştırır. “Bir şey meta haline gelirse piyasa onu korur” iddiasındaki neoliberal düşünce ve yine bu aynı zihniyet doğanın “evrensel öneme sahip” alanlarını beton bloklar ve tellerle çevirip milli park ilan ederek de doğayı koruduğunu sanmaktadır.

Katil şirketlerin halkın sömürüsüne yol açan eko-turizmi, zamanla sömürmelerinden ötürü kısıtlı olan su kaynaklarını kurdukları yapıların hizmetine geçirerek, yereldeki insanların susuz kalmasına neden olurlar. Tarım için önemli olan toprakları da kah otel kurarak kah baraj gölleri ile su altında bırakarak kah HES(Hidroelektrik Santral), RES (Rüzgar Enerji Santralleri), GES (Güneş Enerji Santralleri) şeklindeki ekolojik kıyım faaliyetleri ile zimmetlerine geçirirler. Evrenin üzerinde bilim ile geliştirdiği teknolojiyle hâkimiyet kurmak, devamında da doğayı insanlardan korumak için çepe çevreleyip müzeleştirilmiş bir şekilde muhafaza edilmesi gerektiğini savunan çevreciler üretmektedir. Unesco’nun yerel halkları yerinden ederek, “evrensel doğal değerleri” koruma altına almayı kendine görev biçmesi, Dünya Miras Projesi’nin de turizmin hizmetine sunması, kapitalist ilişkilerin var ettiği arzulanan doğa üretim biçimleri olduğu da ortadadır.

Kentlerin geleneksel yapılarını korumaları, arabaların merkezlerden çıkarılmasını teşvik etmek ve bununla birlikte sürdürülebilir enerji kullanımını desteklemek gibi kavramlar alternatif turizm türlerine daha fazla yönelmeyi ve yeni trendlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu trendlere örnek olarak; doğaya zarar vermeden de kentlerin gelişebileceğini savunan Cittaslow (Yavaş Şehir – Bkz: Seferihisar, Akyaka, Halfeti…) hareketi gösterilebilir. Doğal yaşam alanlarına olan ilgi, daha çok yeşil alana olan özlem, Yavaş Şehir Hareketi’nin hızla gelişmesine ve buna aday pek çok yerel yönetimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunun yanında çevreye duyarlı turizm paketleri, bu olguyu destekler nitelikteki çevreyi korumaya yönelik pek çok projeyi de harekete geçirmiştir. Örneğin Eko-Etiketleme; gönüllü bir sistem olup, diğer ürünlere nazaran çevreye daha az zararlı olduğu kabul edilen ürünlere bir ödül olarak verilmektedir. Bunların başında uluslararası bir etiket olan “Mavi Bayrak” ve ulusal etiket olarak çevre duyarlı tesislere verilen “Yeşil Yıldız” uygulaması sayılabilir.

İstenmeyen koşulları yaratan, iyi planlanmış hedefleri olan “yüksek eğitimli” insanlar, popülerliğini her daim koruyan, yerliler arasında kültür turizmlerinde Nepal boyunca köylere yürüyerek, geleneksel değerlerin ve ürünlerin, Coca-Cola ve pizza kültürüyle nasıl yer değiştirdiği yerinden görmektedir. Çok yakınımızdaki bir örnek de; inşaat-gayrimenkul, enerji ve turizm sektörlerine el atmış Ağaoğlu’nun şantiyelerindeki iş güvenliği ekiplerine rağmen “nasıl öldüğünü anlamadıkları” işçi ölümleri devam ederken, şirketin özellikle yerli “doğal ve temiz enerji kaynağı” olduğunu söylediği rüzgar, hidroelektrik ve jeotermal enerji projelerine 1 milyar Euro gibi bir yatırım yapması, temeli insana ve doğaya saygı olan, insanların yuva ihtiyacını sportif ve kültürel aktivitelerle bağını eksiksiz kurarak, yaşamı talan projelerine “yaşam mimarlığı” adı altında devam etmektedir.

Turizm yaygınlaştıkça, yerel halk giderek topraklarını kaybetmeye başlamaktadır. Amaç; sermayenin ekonomik sürdürülebilirliğidir. Sonuçta ülkeye turist çekmek, dünya pazarlarında yüksek teknoloji ürünleri satmaktan daha kolaydır. Devlet kurumları, hükümetler, küreselleşmiş finans ve kredi kuruluşları eko-turizmi yerel zenginlik için hizmet eden yollardan biri olarak desteklemektedir. Bu sahte gerçeklik, devletlerin, politikacıların, akademisyenlerin, büyük şirketlerin ve kitle iletişim araçlarının günlük söylemleriyle kuvvetli bir şekilde desteklenmektedir.

Kısacası eko-turizm denen bu palavra değişen kapitalizmin yeni yüzüdür. Kapitalistler, kendi neden oldukları ekolojik yıkıma karşı ekolojik yıkımı sürdüren hatta kat be kat arttıran yeni projeler üretirler. Yani eko-turizm, yeşil kredi kartlarından, daha az enerji harcayan buzdolaplarından ve çamaşır makinelerinden daha farklı bir şey değil, yalnızca başka bir sektörün “ürün çeşitlendirme”si olabilir.

Gri kentler devasa binalar, gözün alabildiğince ıssızlık, gözün alabildiğince kuraklık. Her yerde çalışmaktan bitap düşmüş insanların solgun suratları… Sanki yaşam her gün her sabah devasa bir enjektörle içimizden çekip alınıyor gibi. İnsanların yaşama duydukları özlem, hobi bahçeleri, bitki çayları reçeteleri, organik tarım, ekolojik yaşam, dingin hayat ve eko turizm gibi anlamsız pazarlama teknikleri ile giderilmeye ve gerçek sıkıntının yani kapitalizmin yarattığı tahribatın üzeri örtülmeye çalışıyor. Oysa yaşamın kendisi açık ve basittir. Doğadaki hiçbir canlı yoktur ki, ister bilerek ister bilmeyerek katliamına ortak olduğu bir yeri terk edip “ayağım toprağa değsin” diye başka bir yere tatile gitsin.

Emre Bayyiğit

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19.sayısında yayımlanmıştır. 

 

The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/06/18/%100-dogal-rant-emre-bayyigit/feed/ 0
Tarlataban https://meydan1.org/2014/05/28/tarlataban/ https://meydan1.org/2014/05/28/tarlataban/#respond Wed, 28 May 2014 16:51:53 +0000 https://test.meydan.org/2014/05/28/tarlataban/ Kolektif emek ve paylaşım ilkeleriyle kurulan, yatay ilişkilerle işleyen, herkesin alabildiğince sorumluluk aldığı; beraberce karar verdiği süreçlerle, ırk, din, dil, cinsiyet, cinsel yönelim ayrımı yapmadan, bütüncül mücadelenin küçük parçalarından birini oluşturmaya başlayan, Boğaziçi Üniversitesi arazisinde tarım yapan, Tarlataban Kolektifi gönüllülerinden Çiğdem Artık ve Mustafa Kaba ile konuştuk. Tarlataban projesi nasıl bir fikirle yola çıktı? Ucuz […]

The post Tarlataban appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Kolektif emek ve paylaşım ilkeleriyle kurulan, yatay ilişkilerle işleyen, herkesin alabildiğince sorumluluk aldığı; beraberce karar verdiği süreçlerle, ırk, din, dil, cinsiyet, cinsel yönelim ayrımı yapmadan, bütüncül mücadelenin küçük parçalarından birini oluşturmaya başlayan, Boğaziçi Üniversitesi arazisinde tarım yapan, Tarlataban Kolektifi gönüllülerinden Çiğdem Artık ve Mustafa Kaba ile konuştuk.

Meydan-Gazetesi-Tarlataban-Özlem-Arkun2

Tarlataban projesi nasıl bir fikirle yola çıktı?

Ucuz ve nitelikli yemek ihtiyacımızı nasıl karşılayacağımız ilk kez 6 Aralık 2011 tarihinde başlayan, yaklaşık 80 gün süren Starbucks Karşı-İşgali esnasında dillendirilmeye başlandı. Weranşar ve Gewer’de gerçekleşmiş Ax u Av Kolektifi’ndeki izlenimlerini aktaran arkadaşlar böyle bir projenin tahayyülünde bizimle oldular.

Hep beraber bir araya geldiğimizde süreç içerisinde özen gösterilmesi ve bağlı kalınmasına gerek gördüğümüz ilkelerimizi tartıştık. Ortaklaşa bir metinde karar kıldık. Amacımızı ve ilkelerimizi belirlemek için oluşturduğumuz bu metin, fiziksel işlerin yoğunlaştığı bugünkü gibi süreçlerde de geri dönüp bakabileceğimiz bir rehber konumunda. Gündelik çabalar içerisinde insan daha öncesinde karar kıldığı bu amaçlardan uzaklaşabilir. Ne var ki çalışmaların en başındaki tartışmalarımızdan ortaya çıkan bu metin şu günlerde karşı karşıya kaldığımız handikaplarla nasıl başa çıkacağımız noktasında bize kolaylık sağlıyor.

Öğrenci kantini tartışmalarında gıda temini konusunda gıda kolektifi ve Tarlataban projeleri ortaya kondu. Kampüsteki gıda ihtiyacını karşılamayı hedefleyen bir tarımsal üretim olmalı yönünde fikirler ortaya çıktı. Kampüsün kendine yeten üretimi sağlayabilecek alanlarının olduğunu öngördük. Bu alanlarda başlangıçta ihtiyacı karşılayacak tarımsal üretimi, ilerleyen süreçte de hayvancılığa adım atabileceğimizi düşündük.

Şubat ayında burası karla kaplıydı. Mart- Nisan aylarında 20-30 kişiyle, iki aylık tartışma sürecinden sonra bu çalışmayı yürütmeye başladık.

Tarlataban nasıl ve ne çerçevede örgütleniyor?

Tarlataban, gönüllülük esasına dayanan bir sistem, değişik niteliklerdeki insanların bir araya gelmesiyle oluşan bir çalışma grubu.

Birbirimizle, okul içinden ve dışından katılan gönüllüler ve “dış dünyayla” ilişkiler kurarak, yatay olmaya çalışarak – herkesin alabildiği kadar sorumluluk aldığı, kararlara, bir sonraki adıma beraber karar verdiği süreçlerle. Irk, din, dil, cinsiyet, cinsel yönelim ayrımı yapmadan kampüste bütüncül bir sistemin küçük parçalarından birini oluşturmaya başlıyoruz.

Tarlataban’ın amacını belirleyen temel düşünceler nelerdi?

Kent koşullarının sınırlandırdığı yaşam alanımızda gıda ile olan ilişkimizi değiştirmenin, tüketici yerine üretici olmanın, bunu da elbirliği ile yapmanın önemli ve gerekli olduğunu düşünüyoruz. Bu kolektifi,  gıdanın üretimden başlayarak soframıza ulaşmasına varan süreçte kapitalist üretim ilişkilerinin bize dayattığı adaletsiz ve ekolojik dengeyi yok sayan/eden sisteme karşı üretilen alternatif pratiklerin bir parçası, bir adımı olarak görüyoruz. Şehir yaşamının kopardığı toprakla olan ilişkimizi yeniden kurabilmek ve geliştirmek; bunu da beraber üreterek ve düşünerek yapmak istiyoruz.

Takınmaya çalıştığımız tavır uzun vadede piyasanın içinde, piyasaya karşı oyunbozan bir karaktere sahip olmalıydı.

Tükettiğimiz yiyecekler nereden geliyor? Bu yiyeceklerin soframıza gelene kadar içinden geçtiği aşamalar ne kadar adil? Kafamızda bu sorularla gıda politikaları üzerine bir dizi tartışma gerçekleştirdik.

Gıda politikalarında takındığınız tavırdan kısaca bahseder misiniz?

Bu kolektifi,  gıdanın üretimden başlayarak soframıza ulaşmasına varan süreçte kapitalist üretim ilişkilerinin bize dayattığı adaletsiz ve ekolojik dengeyi yok sayan/eden sisteme karşı üretilen alternatif pratiklerin bir parçası, bir adımı olarak görüyoruz. Şehir yaşamının kopardığı toprakla olan ilişkimizi yeniden kurabilmek ve geliştirmek; bunu da beraber üreterek ve düşünerek yapmak istiyoruz.

Abdullah Aysu ile görüşmelerimiz özellikle bu konuda etkili oldu. Tohum takaslarında özellikle dikkat edilmesi gerekenleri vurguluyor. Gelişigüzel gerçekleşen tohum takaslarında doğal yaşam alanlarından koparılan tohumların başka coğrafyalara taşınmasının ekolojik uyumu bozan etkilerine vurgu yapıyor. Çengelköy Hıyarı gibi anayurdu İstanbul bölgesi olan türlerin ekimine öncelik vermek, “yerel tohumların yerelde kalması” düşüncesinin bizim açımızdan örnek bir uygulamasını teşkil ediyor.

Bu seneki planlarımız arasında İstanbul köylerini dolaşıp ata tohumları toplama yönünde bir fikrimiz vardı. Mesela Kilyos Gümüşdere’den salatalık fideleri aldık.

Tohumları ve fideleri şimdiye dek nasıl elde ediyordunuz?

Tohumları başlangıçtan bu yana genellikle takasla temin ediyoruz. Anadolu’nun pek çok bölgesinden tohumlar geliyor. Yurtdışından da özellikle Yunanistan’daki kolektiflerle tohum takası noktasında dayanışma içerisindeyiz.

Gezi sonrasında oluşturulan İstanbul içerisindeki bostanlardan gelen tohumlardan toprağa dikilmek üzere fideler yetiştirip onlara gönderiyor, dayanışma gösteriyoruz. Bu bostanlarla kurduğumuz ilişkiyi Bostan Dayanışması adıyla kurduğumuz birliktelikte sürdürüyoruz. 

Tohum ya da fide istemek için görüştüğünüz köylülerle ilişkiniz nasıl?

Köylülerle ilişki kurmak, bostanlarla ilişki kurmaktan çok daha zor. Çünkü köylüler bunları hobi olarak yapmıyor, yıllardır yaşamlarını bu yolla sürdürüyorlar. Köylüler tarafından marjinal bir grup gibi ya da heyecanlı bireyler gibi görülmek istemiyoruz. Öte yandan piyasa karşısında ezilmemesi için köylülerin de örgütlenmesi, kooperatifleşmesi gerekiyor. Biz de ilişkilerimizi bu fikirlere olanak tanıyacak ölçüde geliştirmeye çalışıyoruz.

Şirketlerin tohum politikalarına karşı yerel tohumları korumak, çoğaltmak ve dağıtmak çok önemli. Bunu gerçekleştirmek için kooperatiflerle ve kolektiflerle ilişki kurarak ilerlemek gerekiyor. Bu özellikle aracıyı ortadan kaldırmak adına önemlidir.

Doğal tarım, permakültür, organik tarım gibi pek çok yöntem dillendiriliyor siz bu ifadelerden herhangi birini sahipleniyor musunuz yoksa kendi yöntemleriniz mi gerçekleşiyor?

Köylerde insanlar hemen hemen her gün toprakta oluyorlar. Ancak biz burada, kentte, kendi gerçekliğimizle eyliyoruz. İçinde bulunduğumuz koşullara göre davranıyoruz.

Kendi yöntemimiz içinde bulunduğumuz bölgenin koşullarına göre şekilleniyor. Uyguladığımız yönteme permakültür ya da başka bir ad vermiyoruz. Aslında permakültüre pek yakın değiliz. Geleneksel tarım, bilge köylü tarımı gibi daha genel bir tanımla adlandırılabilir kullandığımız yöntemler.

Tarlataban arazisini nasıl kullanmaya başladınız?

Bu arazi üniversiteye bağışlanmış. Üzerinde herhangi bir yapının inşası yasak. Üniversitenin de hiçbir şekilde kullanmadığı bu araziyi kullanmak için izin aldık.

Üniversitenin Çevre Kulübü’nün bir etkinliği olarak Tarlataban projesini gösterdik. Çevre kulübü resmi alanda bize bir araç teşkil ediyor.

Meydan Gazetesi- Tarlataban Özlem Arkun

Şu ana dek hasatlarda hangi ürünleri elde ettiniz ve bu ürünlerle neler yaptınız?

Şimdiye dek; domates, biber, soğan, sarımsak, marul, roka, buğday, bakla, fasulye, ayçiçeği gibi pek çok ürün yetiştirdik. Önceki sene 185 kökten 1 tona yakın domates elde ettik. Bu domateslerin tüketimden ve satıştan arta kalan kısmını ayıklayıp dilimleyerek konserveler haline getirerek değerlendirdik. Bu konserveleri de BÜKOOP (Boğaziçi Üniversitesi Kooperatifi) aracılığıyla satışa çıkardık.

Ayrıca yemekhane boykotunda tarladan elde ettiğimiz ürünlerin bir kısmıyla yemekhane boykotunda yemek dağıttık. Burada üretilen ürünler sadece üniversite içerisinde kalmıyor. Örneğin en çok ürettiğimiz ürünlerden domatesin bir kısmını Göçmen Dayanışma Mutfağı’na dayanışma olarak göndermiştik.

Karar alma süreçleriniz nasıl işliyor?

Fiziksel işlerde gönüllü olmakta sorun yaşamıyoruz. Ancak karar alma süreçlerindeki tartışmalarda katılımcılık çok önemli. Biz de buradaki arkadaşlarımızın bu tartışmalarda daha aktif yer alması yönünde çaba gösteriyoruz. Ayrıca karar alma sürecimizin büyük bölümü toplantılardan ziyade fiiliyatta gerçekleşiyor. Tarlada iş yaparken kolektif düşünüp kolektif eyliyoruz.

Peki, önümüzdeki dönemde Tarlataban’da ne yetişecek?

Tohum çeşitlenmesi için farklı ekimler yapıyoruz ancak önceliğimiz yine domates ve balkabağında. Domates konserve yapılabiliyor ve balkabağı da uzun süre bozulmadan saklanabiliyor.

Röportaj : Özlem Arkun

Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.

The post Tarlataban appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/05/28/tarlataban/feed/ 0