hitler – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sat, 27 Feb 2021 06:36:13 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Reichstag Hala Yanıyor! https://meydan1.org/2021/02/27/reichstag-hala-yaniyor/ https://meydan1.org/2021/02/27/reichstag-hala-yaniyor/#respond Sat, 27 Feb 2021 06:29:52 +0000 https://meydan1.org/?p=70399 Reichstag olarak da bilinen Almanya Parlamentosu 98 yıl önce bugün şaibeli bir şekilde kundaklandı. Almanya’da, daha sonra “Führer” ilan edilecek olan Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei – NSDAP) iktidarını sağlamlaştıran kilometre taşlarından biri olan Reichstag Yangını, günümüzde yaşanan bazı siyasi olaylarla taşıdığı benzerlikler nedeniyle bugüne de ışık tutuyor. Almanya’da 31 […]

The post Reichstag Hala Yanıyor! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Reichstag olarak da bilinen Almanya Parlamentosu 98 yıl önce bugün şaibeli bir şekilde kundaklandı. Almanya’da, daha sonra “Führer” ilan edilecek olan Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei – NSDAP) iktidarını sağlamlaştıran kilometre taşlarından biri olan Reichstag Yangını, günümüzde yaşanan bazı siyasi olaylarla taşıdığı benzerlikler nedeniyle bugüne de ışık tutuyor.

Almanya’da 31 Mart 1932 tarihinde yapılan seçimlerde oyların yüzde 37’sini, 6 Kasım 1932’de de yüzde 33’ünü alan Adolf Hitler, Cumhurbaşkanı Hindenburg tarafından 28 Ocak 1933 tarihinde azınlık hükümetinin başbakanlığına atanmıştı. Hitler’in adı daha önce, Bavyera’da yerel yönetimi ele geçirmek üzere yapılmak istenen başarısız bir darbe girişimine karışmıştı. 8 Kasım 1923’te Bavyera devlet komiseri Gustav von Kahr’ın konuşma yapacağı Münih Birahanesi’ni basması nedeniyle, Birahane Darbesi olarak bilinen başarısız kalkışmanın ardından Hitler, darbe girişimi nedeniyle 5 yıl hapis cezası almasına karşın 9 ay sonra tahliye edilmişti.

Adolf Hitler, başbakan olarak atandıktan sonra Hindenburg’dan ısrarla Reichstag’ı dağıtmasını istedi. Asıl amacı tüm yetkileri başbakanlıkta toplamak olan Hitler, Almanya’da 1918’de monarşinin ortadan kaldırılmasıyla ilan edilen Weimar Anayasası’nı da başbakan olduktan sonra lağvetmişti. Dünyada yaşanan 1929 ekonomik krizinin etkilerinin, giderek yayılan grevlerle hissedildiği Almanya, 5 Mart 1933’te yapılacak seçimler öncesi büyük bir gerilim içindeydi. Söz konusu grevler, 1918’deki Spartakist Ayaklanma’nın kanlı biçimde bastırılması sonrası göreli bir durgunluk yaşayan Almanya’da, sokakları tekrar hareketlendirebilirdi. Diğer taraftan, Hitler ve partisinin, sokakta da karşılığı olan ciddi bir desteğinden söz etmek mümkündü.

Seçimlerden sadece birkaç gün önce, 27 Şubat akşamı Reichstag’ta yangın çıktığı haberi, Berlin’de kısa sürede yayılır. Daha sonra Nazi iktidarının propaganda bakanı görevini üstlenecek olan Joseph Goebbels ile yakınlarda bir yerde yemekte olan Hitler hızla olay yerine gelir ve yangını “Tanrı’nın bir işareti” olarak yorumlar. Beraberindeki Naziler ise yangın sürmekteyken, hemen orada propagandaya başlamıştır bile. Nazilere göre “Alman birliği ve dirliğini” hedef alan küresel bir kokteyl örgüt(!) kundaklamayı gerçekleştirmiştir.

Hitler “Tanrı’nın işareti” sözünü, yayılan grevler nedeniyle yükselmesini beklediği ve iktidarını sarsacağını düşündüğü toplumsal muhalefete atfen söylemiştir. Reicshtag Yangını’ndan alınan işaret bellidir: “Demokratik seçimlerle” elde edilen yetkilerin diktatörlüğün inşası için araçsallaştırılması ve bu yetkilerle tüm muhaliflerin ezilmesi…

Yangından bir gün sonra, 28 Şubat 1933’te “Halkı ve Devleti  Koruma Kararnamesi” çıkarılarak Olağanüstü Hal ilan edildi. Hitler ayrıca Cumhurbaşkanı Hindenburg’a, anayasanın kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili maddelerini ortadan kaldıran bir kararname imzalattı. Kasım 1932’de yüzde 33 olan Nazi oyları, 5 Mart’taki seçimlerde yüzde 44’e çıktı. Muhalif parlamenterler tutuklandı. Tutuklananların sayısı kısa sürede 100 bini buldu.

Toplanma, örgütlenme, basın özgürlükleri, hane dokunulmazlığı, iletişimin mahremiyeti hakları askıya alındı. Polise sebep göstermeksizin gözaltına alma, yargıya da gözaltına alınan kişiyi hukuki yardımdan muaf tutma “hakkı” verildi. Eyalet yönetimlerine “kayyum atanarak” yetkileri Berlin’deki merkezi yönetime devredildi.

23 Mart 1933’te, pek çok alandaki yetkiyi parlamentodan alarak başbakana veren Yetkili Kılma Kanunu kabul edildi. Aynı günlerde Yahudiler, çıkarılan Nürnberg Yasası çerçevesinde, “Milli örf ve adetlere uymadıkları”  gerekçe gösterilerek kamplara yollanmaya başlandı. Aynı yasa çerçevesinde pasaport ve kimliklerine J (Yahudi: Jude) harfi basıldı, Almanlarla evlenmeleri yasaklandı.

Bir yıl sonra, cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölümüyle Hitler “Führer” ilan edildi. Hitler’in kararnameleriyle yönetilmeye başlanan Almanya’da hemen hemen tüm muhalif sesler susturuldu.1939’da dünyayı 1914-1918 arası yaşanan savaştan daha kanlısına sokan devletler arasında yer alacak olan Nazilerin planı bir saat gibi işliyordu.

Marinus van der Lubbe adlı Hollandalı bir inşaat işçisi tarafından çıkarıldığı söylenen yangına dair şüpheler ise çok fazlaydı. İfadesinde kundaklama eylemini tek başına gerçekleştirdiğini anlatan Lubbe’nin bu açıklamasıyla çelişen bir şekilde yangın, binanın çeşitli bölgelerinde ve aynı anda çıkmıştı. Reichstag’ın bulunduğu Berlin’de yaşamayan ve Almanya’da kimseyle bir ilişkisi de olmayan Lubbe, jet hızında bir “yargılama” sonucu 1934’te idam edildi. Böylece, milyonlarca insanın yaşamına mal olacak bir diktatörlüğün inşasında çok önemli bir rol oynayan Reichstag Yangını’nın “tek tanığı” da bizzat “adil yargı” tarafından ortadan kaldırılacaktı.

Aradan geçen 98 yıla rağmen yanıtlanamayan soruların olduğu ve gerçekleşmesi sonrası, iktidarı elinde bulunduranların söz konusu olayı “lütuf” bilerek iktidarlarını pekiştirdiği Reichstag Yangını, yaşadığımız coğrafyada 5 yıl önce yaşanan “15 Temmuz” ile bu açılardan büyük benzerlikler taşıyor. Bununla birlikte, Reichstag Yangını ile “15 Temmuz” arasındaki benzerlikler üzerinden, her iki devlet iktidarı arasında “baskıcılıkları açısından” bir karşılaştırmada bulunmaktan çok, tarihin her döneminde doğrulanan bir gerçekliğe odaklanmak daha doğru bir yaklaşım olabilir. Siyasi kundaklamalar, suikastler, ekonomik krizler ve “darbe girişimleri” gibi toplumda panik ve infiale yol açan durumlar, genellikle devlet iktidarları tarafından kendi çıkarları için kullanılır. Bu çıkarlar da, Reichstag Yangını’nda ve “15 Temmuz”da olduğu gibi, devlet iktidarlarının baskıcı yönetimlerini pekiştirmede kullanışlı araçlara dönüştürülebilir. Aradan geçen yaklaşık yüz yılda ise iktidarların sloganları arasında sadece kelime farkları kalmıştır.

“Ein Volk, ein Reich, ein Führer!” (“Tek halk, tek imparatorluk, tek lider!”) / “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet”

Mercan Doğan

The post Reichstag Hala Yanıyor! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/02/27/reichstag-hala-yaniyor/feed/ 0
Barselona, Bavyera, Pireneler Faşizmle Mücadelede Anarşistler https://meydan1.org/2020/11/06/barselona-bavyera-pireneler-fasizmle-mucadelede-anarsistler/ https://meydan1.org/2020/11/06/barselona-bavyera-pireneler-fasizmle-mucadelede-anarsistler/#respond Fri, 06 Nov 2020 10:02:56 +0000 https://meydan.org/?p=66261 1936’dan günümüze kadar sürekli üzeri örtülen veya trajik bir iç savaş örneği olarak anlatılagelen İberya Devrimi, anarşizmin toplumsal devrim savunusunun vazgeçilmez bir pratiğini ortaya koymasının yanı sıra gerçekleştiği tarihsel süreç ve sonrasında yaşananlar açısından da ayrı bir önem taşıyor. 1930’ların ortasında Avrupa’nın orta yerindeki iki ülkede gittikçe güçlenen faşist iktidarlar tüm dünya için açık bir […]

The post Barselona, Bavyera, Pireneler Faşizmle Mücadelede Anarşistler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
1936’dan günümüze kadar sürekli üzeri örtülen veya trajik bir iç savaş örneği olarak anlatılagelen İberya Devrimi, anarşizmin toplumsal devrim savunusunun vazgeçilmez bir pratiğini ortaya koymasının yanı sıra gerçekleştiği tarihsel süreç ve sonrasında yaşananlar açısından da ayrı bir önem taşıyor.

Aşağı Pireneler’de bir bölgenin kurtarılmasından sonra, esir Nazilerle birlikte

1930’ların ortasında Avrupa’nın orta yerindeki iki ülkede gittikçe güçlenen faşist iktidarlar tüm dünya için açık bir tehditken İberya Yarımadası’nda gerçekleştirilen devrim de “faşizme karşı direniş” temeliyle 18 Temmuz 1936’da doğmuş oldu. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Franco’nun piyadeleri, Mussolini’nin kara gömleklileri ve Hitler’in savaş uçaklarına karşı verilen mücadele, faşizme karşı direnişin de ipuçlarını verecekti. Bir yandan on yıllardır ilmek ilmek ördükleri yeni dünyayı yaratırken bir yandan da bütün dünya halklarına yol gösterircesine faşizme karşı mücadele edenler, kuşkusuz dünya savaşında da yerlerini aldılar.

On yıllar boyunca İberya Yarımadası’nın dört bir yanında özgürlük için dövüşen anarşistlerin kavgası, 1936’da Barselona barikatlarından Aragon siperlerine ulaştıktan sonra sınırın ötesinde de durmayacaktı. İberya Devrimi’nin hiçbir zaman unutulmayan militanı Durruti’nin adını taşıyan taburun anarşist milisleri; Zaragoza kıyılarından, Madrid savunmasından sonra Pireneler’e tırmanacak, Nazi ordularına karşı Norveç’ten Kuzey Afrika’ya kadar çarpışıp faşizme karşı Hitler’in Bavyera’daki Kartal Yuvası’na kadar mücadele edecekti.

Doğu Pireneler

İspanya’da faşistlerin ilerleyişi, onbinlerce göçmenin yanı sıra bir o kadar antifaşist direnişçinin Fransa sınırına dayanmasına neden oldu. Fransa’daki bazı gazeteler “İsyan Ordusu Fransa’da Yeniden mi Örgütlenecek?”, “Sınırlarımızı FAI ve POUM’un Silahlı Gruplarına Kapatın!” diye yazmaya başlamıştı bile. Göçmen akını nedeniyle Doğu Pireneler Bölgesi’nin nüfusu iki katından fazla arttı. O tarihlerde Fransa’da bulunan Durruti Taburu’nun bir üyesi olan Antonio Herrero yaşananları “Göçmenlerin en tehlikelileri olarak görüldük.” diye anlatırken Fransa’da düzenin savunucuları, anarşistlerin Fransa’ya toplumsal devrim getireceğinden açıkça korkuyordu. Bu Doğu Pireneler, 1965 yılına kadar varlığını sürdürecek olan Maki gerillalarının da konumlandığı bölge olacaktı.

Göçmenler Argeles-Sur-Mer, St. Cyprien ve Barcares sahillerinde kazıklar ve dikenli tellerle kapatılmış toplama kamplarında tutuldular. Bunların içinde “suçlu” veya “radikal” olarak tanımlananlar, Collioure Kalesi ve Le Vernet’teki hapishane kamplarına götürüldü. Burada göçmen anarşistler ağır çalışma şartları altında kamplarda tutuluyorlardı.

Hitler’in Yıldırım Savaşı ve Vichy Hükümeti

2. Dünya Savaşı başladığında, tamamına yakını endüstri işçilerinden veya köylülerden oluşan onbinlerce göçmen Fransa’da kamplarda tutuluyordu. Üstüne üstlük bu göçmenler faşizme karşı mücadelede de oldukça deneyimliydiler. Dolayısıyla Fransa, Nisan 1939’dan itibaren göçmenlere kampı terk etme hakkı tanıdı. Ancak kamptan ayrılmak isteyenler ya işçi şirketlerine girip çalışacak ya da Fransız Ordusu’na bağlı Yabancı Lejyonu’na katılacaktı. Durruti Taburu’nun da içinde bulunduğu 15000 kişi faşizme karşı direnişe cephede devam etmeyi seçti.

İspanyollar Hitler’in Yıldırım Savaşı’nın en sert cephelerine gönderildiler. Paris’in işgal edilmesinden sonra şehirdeki direniş hareketini örgütlemenin yanı sıra anarşistler Norveç buzullarından Kuzey Afrika çöllerine kadar her cephede çarpıştılar. Binlercesi yaşamını yitirdi veya Nazi toplama kamplarına esir düştüler.

14 Haziran 1940’ta Nazi ordularının Paris’e girmesinin ardından Fransa bölgelere ayrıldı. Fransa’nın kuzeyi Naziler tarafından işgal edildi. Orta-Güney Fransa ile Akdeniz kıyılarını içine alan ve İspanyolların da ağırlıklı olarak bulunduğu bölge General Petain’a bağlı Vichy hükümeti tarafından yönetiliyordu. Vichy hükümetinin Nazilerle bir arada uyum içinde yaşama temelinde başlayan politikaları, işgalcilerle iş birliğine kadar vardı.

İspanyol göçmenlerin tutulduğu kamp

Ağustos 1940’ta tüm sendikalar kapatıldı. Vichy hükümeti çoğunlukla üst ve orta sınıf, küçük sanayiciler ve finansörler, yerel patronlar ve toprak sahipleri ve yüksek statülü meslekler tarafından desteklendi. Bu tür destekçiler, yönetimin her kademesine hızlıca yerleştirildi. Köylülerin ve işçilerin gündelik yaşamı ve aile ilişkileri, ahlaki yaşam ve toplumsal değerler tümüyle katolik kilisesinin itaatkar modeliyle idealize edildi. Gençlik kampları ve kolorduları kuruldu. Ve elbette anarşistlerin fişlendiği listeler hazırlanarak bir kısmı hızlıca tutuklandı.

Vichy rejimi Naziler için zorunlu çalıştırma, direnişçilerin tutuklanması ve Yahudilerin sınır dışı edilmesinde aktif olarak çalıştı. SS ve Gestapo, Fransız Yahudi karşıtları ve faşistlerle hızlı bir şekilde temas kurarak Yahudiler ve devrimciler hakkında bilgi topladılar. Hitler Fransız milliyetçiliğine neden olacak herhangi bir şey istemediği için, faşizm hiçbir zaman tek bir faşist parti modeli ortaya çıkarmadan yerleştirilmeye çalışıldı.

Faşizme Karşı Kentlerde Direniş

Fransa’da direniş hareketi, aşağıdan yukarıya köklerinden büyüdü. İlk olarak neredeyse bireylerin ve küçük grupların gizli girişimleriyle başladı. İşgal altındaki Paris’te, Nazilerin “Öldürülen Her Alman Askeri İçin 10 Fransız Öldürülecek!” şeklindeki sloganının tersi sokaklara yazılıyor, Nazi askerlerini yanıltmak için sokak tabelaları tersine çevriliyordu. Gizli kitapçıklar ve gazeteler çıkaracak gizli gruplar oluşturuluyor, bu yayınlar el altından direnişçiler arasında dolaştırılıyordu. Bu propaganda, bireysel direniş eylemlerini örgütlü bir direniş hareketine dönüştürecek bir dayanışmayı yaratacaktı.

Bu küçük gruplar, yavaş yavaş daha geniş sabotaj ve silahlı mücadele hareketlerine ve Nazilere ilişkin istihbarat toplayan daha yaygın ağlara dönüştü. Kuzey’de Gestapo’dan şiddetli bir baskı görülürken Güney’de direniş daha hızlı büyüdü. Bu kısmen coğrafi faktörlerden ve kısmen de bölgenin Kasım 1942’den önce doğrudan Nazi kontrolü altında olmamasından kaynaklanıyordu. Ancak bir başka hayati faktör daha vardı: Anarşistler. İşgalin yaygınlık kazanamadığı ve direnişin en aktif olduğu bu bölgeler İspanya’dan gelen göç dalgasıyla anarşistlerin en yaygın olarak bulunduğu yerlerdi.

Daha çok Fransa’nın güneyinde aktif olan anarşistler, bazıları Fransız birliklerinde var olsalar da daha çok yerel direniş gruplarıyla kendi örgütlenmelerini yarattılar. Fransa’daki direniş grupları 1943 yılında Ulusal Direniş Konseyi (CNR) adı altında birleşti. Bu koordinasyon örgütü içerisinde CNT/FAI’li anarşistler, POUM ve UGT ile birlikte Alianza Democratica Espanola’yı (AGE) kurdular.

Birçoğu ileri derecede tecrübeli antifaşistler olan bu geniş göçmen grubunun varlığı direniş hareketinin ana eksenini belirleyecek, Fransız direniş gruplarını silahlı mücadeleye iten bu grup olacaktı. Direniş, Fransa’daki İspanyol göçmenlerin doğal haliydi. Onların, Fransız ordusuna sadakat gibi bir dertleri yoktu. Barselona’daki barikatların arkasında başlayan faşizme karşı direnişte Hitler’in ve Mussolini’nin birliklerine karşı zaten mücadele etmişlerdi, şimdi aynısını Fransa’da da yapacaklardı.

Toulouse bölgesindeki Fransız Direnişi’nden Serge Ravanel’in de kabul ettiği gibi: “İspanya Devrimi sırasında yoldaşlarımız bizim sahip olmadığımız bilgileri edindiler; bombaları nasıl yapacaklarını biliyorlardı. Nasıl pusu kuracaklarını biliyorlardı; gerilla savaşı hakkında derin bir bilgiye sahiptiler.” Bu uzmanlığa ek olarak anarşistlerin cesaretleri savaşta emsalsizdi ve mücadeleden asla kaçmadılar.

Göçmenlerin zorla çalıştırıldığı bazı fabrikalarda, Nazi ordularının kullanacağı silahlar üretiliyordu. İspanyolların çalıştırılmaya başlandığı her fabrikada bozuk araç sayısı hızlıca artmaya başladı. Bu “ufak arıza”lar gün geçtikçe yerini daha büyük sabotaj eylemlerine bıraktı. Hızla ilerleyen hareket, endüstriyel tesislerin dinamitlenmesine, Nazilerin askeri geçit törenlerine, kışlalara el bombası saldırılarına ve bireysel suikastlere dönüşüyordu. İspanyol anarşistler yapımına daha önceden başlanmışsa da bir Nazi kolordusu tarafından kullanılan Kartal Barajı’na (Barage de l’Aigle) sabotaj eylemi düzenledi. Yolları ve tünelleri havaya uçuran grup, sonunda barajın adını taşıyan 150-200 kişilik bir silahlı direniş taburuna dönüştü.

Faşizme Karşı Gerilla Savaşı: Makiler

Savaşın başından beri Pireneler’de bulunan anarşistlerin oluşturduğu gerilla grubu Makiler, direniş hareketinin en önemli parçalarından biriydi.

1942’ye gelindiğinde direniş daha geniş bir örgütlülük alanı kazanmıştı. SS’in Paris’te kontrolü giderek arttırmasıyla Nazi fabrikaları için işçi talep eden kararnameler yayınlanmaya başlamıştı. Fransa’daki Yahudiler toplama kamplarına götürülüyor, Vichy hükümetinin kontrolündeki alanlar da parça parça işgal ediliyordu. Nazi işgalinin yayılması direnişi de büyütecekti.

Haziran 1942’de Nazi fabrikalarında Fransız işçilerin zorla çalıştırılmasını içeren bir kararname yayımlandı. Zorla çalıştırılmaya karşı çıkarak şehirde kaçak konumuna düşen binlerce Fransız için tek sığınak dağlardı. Bu şekilde binlerce kaçak işçi Makilere katıldı.

Pireneler’e çıkan ilk İspanyol göçmen grubu.

Makilerin gittikçe güçlenmesiyle birlikte şehirdeki direniş hareketiyle aralarında görüş ayrılıkları başladı. Şehirdeki milis grupları çeşitli sabotaj eylemlerinin yanı sıra müttefik ordularının Nazilere yönelik gerçekleştireceği çıkarmalara paralel olarak bölgesel ayaklanmalar çıkarmayı savunurken, Makiler 20-30 kişilik gerilla gruplarıyla Nazilere doğrudan zarar vermek için planlanmış saldırılar yapıyordu.

Güneydeki direniş hareketi birkaç bölgede halkı harekete geçirerek topyekün ayaklanma girişiminde bulundu. Ancak halk o bölgelerde Nazilere karşı silah ve sayı olarak güçsüzdü. Anarşistler, hafif silahlı birliklerin topçu, zırhlı ve hava desteği olmadan topyekün savaşa giremeyeceği konusunda tecrübeli oldukları için onları uyardılar ancak bu eylemlere katıldılar.

Normandiya Çıkarması öncesindeki 18 ayda, Makiler Nazilerin altyapısına büyük zarar verdi ve Nazi birliklerini Fransa topraklarında sıkıştırdı. Gerillalar demiryollarını, sanayi bölgelerini, güç istasyonlarını müttefiklerin hava gücünden çok daha kolay etkisiz hale getiriyordu ve istihbarat ağları belirleyici öneme sahipti. Haziran 1943 ile Mayıs 1944 arasında yaklaşık 2.000 lokomotif imha edildi. Yalnızca Ekim 1943’te demiryollarında 3.000’den fazla saldırı kaydedildi, 427’si ağır hasara yol açtı ve 132 tren raydan çıktı.

Kuzey’de gerillaların sayısı daha azken Nisan ve Eylül 1943 arasında, 278’i demiryollarına ve diğer altyapılara karşı gerçekleşen saldırılarda 950 Nazi öldürüldü ve 1.890’ı yaralandı. Normandiya’da anarşistler elektrik trafolarını, bir tren istasyonunu, şalt sahasını ve bir hava sahasının bir kısmını havaya uçurdu. Paris’teki anarşistler, Hitler’in “Büyük Parisi”nin komutanı General von Schaumberg’e ve zorla çalıştırmadan sorumlu General von Ritter’e suikast düzenledi.

Direnişin Zaferi

Müttefikler Fransa’nın güneyine hiçbir zaman girmedi. Fransa’nın güneyi tümüyle direnişçiler tarafından özgürleştirildi. Rhone’un batısındaki ve Loire nehirlerinin güneyindeki tüm alan Makilerin direnişiyle Nazilerden arındırıldı. Makiler, Haziran ve Ağustos 1944 arasında, bölgedeki Nazi karargahını ele geçirmeden önce defalarca Nazi konvoylarına saldırdılar ve birçok köyü kurtardılar.

Anarşist Libertad Taburu güneyde Cahors ve birçok kasabayı günler süren çatışmalar sonucunda özgürleştirdi. Şehirdeki direniş hareketiyle birlikte gerçekleştirilen -Toulouse’un özgürleştirildiği- saldırılara Makiler de katıldı.

Naziler, Marsilya’nın düşüşünün ardından Gardarea’dan çekilmeye çalışırlarken 32 İspanyol ve 4 Fransız’dan oluşan bir Maki grubu, 22 Ağustos 1944’te La Madeiline’de 60 kamyon, 6 tank, onlarca ağır silah ve 1300 askerden oluşan bir Nazi taburunu pusuya düşürdü. Makinalı tüfeklerle çevredeki tepelere konumlanan Maki gerillaları ilk saldırıdan sonra çevredeki tüm bağlantı yolu ve köprüleri havaya uçurarak bütün taburu sıkıştırdı. Bir tabura karşı 36 anarşist gerillanın savaşı 2 gün sürdü, 3 Maki yaralandı, 110 Nazi öldürüldü. Taburun komutanı Nazi subayı intihar ederken 200’ü yaralı halde bütün tabur teslim oldu.

Fransa’da gerillalar

21 Ağustos 1944’te Paris’te başlayan ayaklanmaya 4000’i aşkın Maki gerillası katıldı. Paris sokaklarına kurulan barikatların ardındaki silahlı anarşist gerillaların fotoğrafları, tıpkı 1936 Barselonası’nı andırıyordu. Sokak çatışmaları sürerken Normandiya sahillerine çıkan müttefik birlikleri de kente girmeye başladı. İlk gelen grupların önünde yürüyen tankların isimleri dikkat çekiyordu: “Guadalajara”, “Teruel”, “Madrid” ve “Ebro”. 3200 İspanyol’dan oluşan bu grubun çoğu, 1939’da esir kamplarından Fransız ordusuna giren ve Kuzey Afrika’da savaşmaya giden Durruti Taburu savaşçılarından başkası değildi.

Durruti Taburu’nun Barselona’da başlayan faşizme karşı direnişi Norveç’ten Kuzey Afrika’ya kadar uzanmış, şimdiyse Paris’teydi ve Paris’te de durmadılar. Paris’ten sonra Strasbourg’un Nazilerden temizlenmesine de katılan grup, Hitler’in Kartal Yuvası Berchtesgaden’in ele geçirildiği operasyona katılacak, Nazilerin Bavyera kayaklıklarının ardında kurduğu kaleyi de ayaklarının altına alacaktı.

Sonuç

Tıpkı Barselona’da olduğu gibi Doğu Pireneler’de de anarşistlerin direnişten anladığı yalnızca silahlı mücadele değildi. Tıpkı Barselona’da olduğu gibi Doğu Pireneler’de de gündelik yaşamı örgütlemek ve toplumsal yaşamı yeniden yaratmak için yerel örgütlenmeler kurdular. Fakat anarşistleri tehdit olarak görenler sadece Falanjistler olmadığı gibi sadece Naziler de değildi. Savaştan sonra De Gaulle ve müttefiklerinin Fransa’nın güneyini devrimci güçlerin kontrol ettiğini görmeye niyetleri yoktu. Makiler her zaman için bir tehdit oluşturuyordu çünkü bir gerilla ordusu her zaman için devrimci bir orduydu.

De Gaulle, 6.000 anarşist gerillanın “Pireneler’in ötesinden getirdikleri devrimci ruhla aşılanmış” olan Toulouse’da “devrim”den korkuyordu. Amerika’ya Fransa’nın düzenli bir ulusal ordusunun bulunduğunu, Müttefik işgaline gerek olmadığını göstermek ve iktidarını sorunsuz bir şekilde yeniden tesis etmek için bu silahlı grupları ortadan kaldırmak zorundaydı. Bu korkuyla başa çıkmak için Makilere, Atlantik limanlarındaki Nazi garnizonlarına saldırı için normal Fransız kuvvetlerine katılma veya silahsızlanma seçeneği sunuldu.

Binlerce İspanyol, faşizme karşı mücadelede yaşamını yitirmişti. Nazilerin 1945’te teslim olmasıyla İspanyollar, anlaşılabilir bir şekilde, Müttefiklerin dikkatlerini Franco’ya çevireceğine, Hitler ve Mussolini desteği olmadan onun hızla ezileceğine inanıyorlardı. Aslında birçoğu başından beri, on yıllardır uğruna savaştıkları devrim için tekrar İspanya’ya dönme beklentisiyle mücadele ediyordu. İspanya’da antifaşist gerilla faaliyeti savaş boyunca devam etti. Bu arada Cezayir ve Fransa’daki sürgünler Amerikan depolarından “ödünç alınan” silahları stoklamış, İspanya’ya dönüş için hazırlanıyorlardı. Aynı şekilde, Fransız 2. Zırhlı Tümeni ile birlikte Bavyera’ya kadar mücadeleye devam eden Durruti Taburu’nun üyeleri de cepheden kaçırdıkları silahları İspanya’ya götürmenin yollarını arıyordu.

1945’te Franco yalnız kalmıştı. İngiltere, Rusya ve ABD tarafından kınandı; Birleşmiş Milletler’den dışlandı. İngiliz İşçi Partisi hükümeti 1945’teki seçimlerinden önce, “Franco sorununa” hızlı bir çözüm sözü vermişti. Ancak ne yazık ki tarih, devletlere güvenilmeyeceğini bir kez daha kanıtladı. İşçi Partisi hükümeti verdiği sözlere rağmen bunun tamamen İspanya halkının iç meselesi olduğunu ve “o ülkede iç savaşa izin vermek veya bunu teşvik etmek” istemediklerini savundu. Ekonomik abluka ve uluslararası izolasyon, Franco’yu aylar içinde bitirirdi ancak devlet devleti korudu. Resmi tarih anlatısına göre Franco’ya dokunulmamasını 2. Dünya Savaşı’na resmi olarak girmemiş olmasına bağlayanlar olsa da dünyanın yeni demokrat Nazileri için asıl sorun Franco değil 1936’nın İberyası’ydı. Franco’yu buna tabii ki tercih ettiler. İlerleyen yıllarda Franco’nun kademeli meşrulaşması gerçekleşti ve Franco’nun Falanjist İspanyası 1955’te Birleşmiş Milletler tarafından tam olarak tanınarak pek de yeni olmayan dünya düzeninin masasında yerini aldı.

Makiler mi? Makiler son gerillaya kadar faşizmle mücadeleye devam ettiler. 1944 ve 1950 yılları arasında Franco’nun İspanyası’nda yaklaşık 15.000 gerilla ülkenin yarısını mücadele alanına çevirdi. Birçok falanjiste yönelik gerçekleştirilen saldırılar, yer altında devrimci mücadeleyi sürdüren gruplarla kurulan irtibat ve bir gerilla grubu için şaşırtıcı şekilde güçlü olan istihbarat faaliyetleri Franco’ya yönelik havadan bombalayarak suikast girişimine kadar ilerledi. Faşizme karşı direniş Barselona ve Bask bölgelerinde 250 bin kişiye varan grevlerle devam etti. Gerillalar, Franco’nun etkileyici polis ve askeri aygıtına karşı tek başlarına direnmek zorunda kaldılar. 1950’li yıllarda kırdaki gerilla mücadelesi seyrelmeye başlarken Barselona, Madrid, Valencia ve diğer şehirlerde şehir gerillası mücadelesi on yıllarca devam etti. Makiler, son gerilla Jose Castro Veiga Mart 1965’te Galiçya’da çarpışarak ölene kadar mücadeleyi sürdürdüler.

Şamil Parlak

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Barselona, Bavyera, Pireneler Faşizmle Mücadelede Anarşistler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/06/barselona-bavyera-pireneler-fasizmle-mucadelede-anarsistler/feed/ 0
Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay https://meydan1.org/2019/11/09/nobelin-goremeyecegi-kapitalizmin-cozemeyecegi-sey-nedir-havva-kizilay/ https://meydan1.org/2019/11/09/nobelin-goremeyecegi-kapitalizmin-cozemeyecegi-sey-nedir-havva-kizilay/#respond Sat, 09 Nov 2019 06:39:31 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/09/nobelin-goremeyecegi-kapitalizmin-cozemeyecegi-sey-nedir-havva-kizilay/ 1833’te İsveç’te dünyaya gelen ve dönemin en bilinen kimyagerlerinden olan Alfred Nobel’in ünü, yaptığı sayısız deneye, deneyleri esnasında çıkan yangınlara, o yangınlarda kardeşi de dahil olmak üzere yaşamını yitiren insanlara; ama en çok da mucidi olduğu dinamite dayanıyordu. 1867 yılında icat ettiği dinamit ile Alfred Nobel’in ismi tarih boyunca unutulmayacak bir yere kazındı. İcat edildiği […]

The post Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
1833’te İsveç’te dünyaya gelen ve dönemin en bilinen kimyagerlerinden olan Alfred Nobel’in ünü, yaptığı sayısız deneye, deneyleri esnasında çıkan yangınlara, o yangınlarda kardeşi de dahil olmak üzere yaşamını yitiren insanlara; ama en çok da mucidi olduğu dinamite dayanıyordu. 1867 yılında icat ettiği dinamit ile Alfred Nobel’in ismi tarih boyunca unutulmayacak bir yere kazındı. İcat edildiği andan itibaren inşaat ve maden gibi sektörlerde ama en çok da savaşlarda kullanılan dinamit, yarattığı etkiyle de insanlık tarihinde yerini hızla edindi. Ancak Alfred Nobel’in icat ettiği dinamitten ve yaratabileceği etkilerden “pişmanlık duyduğu”da aynı tarihe not düşüldü. Kimi gazetelerin “ölüm taciri” olarak andığı Alfred Nobel’in vasiyeti, belki bu icat karşısında bir günah çıkarmaydı. Alfred Nobel, ölümünden sonra kendi adına bir vakıf kurulmasını istediğinden, 1895 yılında kurulan Nobel Vakfı edebiyat, barış, bilim gibi birçok alanda “en iyileri” seçmeye ve ödüllendirmeye başladı.

Nobel Ödülleri, 1940-1942 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle verilememiş olsa da aynı dönemlerde Nobel Barış Ödülü’nün aday isimleri oldukça manidardı. 1935’te faşist Mussolini, 1939’da Hitler, 1945’te ve 1948’de ise Stalin Nobel Barış Ödülü’ne aday olarak gösterilmişti. Her bir isim, dönemlerinin katliam ve soykırımlarının mimarıyken; Nobel Barış Ödülü’nün aslında “barış”tan neyi anladığı sorusunu sormak kaçınılmazdı… Bu tarihlerden yıllar sonra 2009 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan Barack Obama’nın ödül töreni sırasında yaptığı konuşma, Nobel Vakfı’nın barıştan ne anladığını açıkça gösteriyordu. Ödülü alan Obama, Afganistan işgalini olumlarken, açıkça “savaşın bazen gerekli olduğunu” söylüyordu.

Nobel Ödülleri verildiği isimlerle, Nobel Vakfı sponsorluk aldığı silah şirketleriyle, Nobel Ödülü jürisi taciz gündemiyle henüz unutulmamışken; Nobel Ödülü’nün bu yıl ekonomi başlığında verildiği çalışma da konuşulmaya başlandı.

2019 Nobel Ekonomi Ödülü, “küresel yoksullukla mücadeledeki deneysel yaklaşımları” sebebiyle, Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’e verildi. Bu üç isim, küresel yoksulluğa çareyi “deneysel yollarla” arıyor. Kontrollü deneyler yoluyla yoksulluğa, açlığa, hastalıklara ya da ekonomik adaletsizliklere çözümler üretilebileceğini belirten bu üçlünün çalışması, küresel yoksulluğa yeni bir çözüm önerisi olarak konuşuluyor.

Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan üçlü, “yoksulların ne satın aldıkları, ne yedikleri, çocukların sağlığı konusunda ne yaptıkları, kaç çocuk sahibi oldukları” gibi başlıkları deneysel yöntemlerle inceliyor ve çözümleri de bu deneysel yöntemlerle arıyor. Ödülü alan isimlerden Esther Duflo “Yoksulluğa karşı önerilen radikal çözümler genellikle işe yaramıyor. Yoksulluğa son vermenin anahtarı elimizde değil. Ama elimizde bilimsel verilerle çözümler üretebiliriz” diyor. Peki gerçekten Duflo’nun söylediği gibi, ekonomik adaletsizliklere “bilimsel verilerle” çözümler üretmek mümkün mü? Yaşadığımız yoksulluğun, açlığın, hastalıkların ve aslında tüm ekonomik adaletsizliklerin çaresini bilimle bulabilir miyiz?

Kapitalizm ekonomik adaletsizlikler sayesinde ayakta durabiliyorken; Nobel Ödüllü çalışmalar bu adaletsizlikleri ortadan kaldırmaktan öte ancak adaletsizliklerin esas sebebini görünmez kılmakta işe yarayabilir. Zenginliğine zenginlik katanlar, doymak nedir bilmeyenler, başkalarını sömürdükçe ayakta kalabilenler, bu yoksulluğun ortadan kaldırılmasına elbette izin vermeyecektir. “Küresel yoksulluğa çözüm”ün aranacağı en son yer belki de onun varlık sebebi olan kapitalist sistemdir.

Belli ki Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’in gözden kaçırdığı bir şey var. “Küresel yoksulluk sorunu”nun esas kaynağını, yani kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça ne açlığa, ne hastalıklara, ne de yoksulluğa çare bulunabilir. Yapılacak hiçbir deneysel araştırma, yoksulluğu ortadan kaldıracak bir çözüm sunamayacaktır.

Çünkü yoksulluğa çözüm kapitalizmin içinden değil, kapitalizmi yıkmaktan geçer.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/09/nobelin-goremeyecegi-kapitalizmin-cozemeyecegi-sey-nedir-havva-kizilay/feed/ 0
“DEVLET ÇÖKÜYOR” – Özgür Oktay https://meydan1.org/2017/02/20/devlet-cokuyor-ozgur-oktay/ https://meydan1.org/2017/02/20/devlet-cokuyor-ozgur-oktay/#respond Mon, 20 Feb 2017 12:11:33 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/20/devlet-cokuyor-ozgur-oktay/ Hepimiz biliyoruz ki tarihteki önemli siyasi dönüşümlerin, ekonomik ve sosyal alanlarda muhakkak bir iz düşümü olur, keza bunun tersi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu dönemlerde devletlerin izlediği siyasetlerin ışığında sermaye el değiştirir; kültüre müdahale edilir; yeni dönemin yeni insanları ve yeni araçları, yeni argümanlar doğrultusunda yeniden üretilir. Devletli tarih, bu “yeniden üretimlerin” bir tekrarı […]

The post “DEVLET ÇÖKÜYOR” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

maxresdefault

Hepimiz biliyoruz ki tarihteki önemli siyasi dönüşümlerin, ekonomik ve sosyal alanlarda muhakkak bir iz düşümü olur, keza bunun tersi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu dönemlerde devletlerin izlediği siyasetlerin ışığında sermaye el değiştirir; kültüre müdahale edilir; yeni dönemin yeni insanları ve yeni araçları, yeni argümanlar doğrultusunda yeniden üretilir.

Devletli tarih, bu “yeniden üretimlerin” bir tekrarı gibidir. Hitler Almanya’da iktidara geldikten hemen sonra zengin fakir demeden tüm yahudilerin ve diğer ötekilerin mallarına el koyup, “Sermayeyi Almanlaştırma” hamlesine girişmiştir. Buradaki amaç açıktır; yeni değerlerle kurulan yeni sistemin zenginleri ya o değerleri benimseyen eskinin zenginleri olacaktır ya da eskinin zenginleri varlıklarını yeni zenginlere bırakarak ortadan kaybolacaktır. Aksi takdirde, bir devletin en yakın dostu olan bir zenginin bile, kırılgan ve genç bir devleti-düşünceyi alaşağı etme ihtimali vardır.

Biz Bu Hikayeyi Bir Yerlerden Hatırlıyoruz Ama…

Sanırım hikaye bir yerlerden tanıdık geliyor. Hatta, bu hikaye yaşadığımız coğrafyada birden fazla yerden tanıdık geliyor. İsterseniz en güncel olandan başlayalım. Devletin 17 Aralık ile başlayıp, 15 Temmuz’da doruk noktasına ulaşan cemaat kavgası ve sonrasında yaşananlar bunun için önemli bir örnek oluşturuyor. Özellikle OHAL sürecinin başından bu yana, cemaat ile – sadece cemaat değil, Yeni Türkiye’nin geleceğine gölge düşürebilecek olası tüm tehditler ile – en ufak bir ilişkisi tespit edilen tüm büyük şirketlere birer birer kayyum atanması ve bunların zaman içinde iktidara daha yakın sermaye gruplarına aktarılıyor olması, bunun bir göstergesi. Tabii ki bu kayyumlarla sınırlı değil. AKP, iktidara geldikten sonra, mantar gibi bitiveren birçok sermaye grubu ve kişi de vardır. Bu dönemde, zenginleşen Cengiz İnşaat, Limak Grup, Kolin Grubu, Çalık Holding, Sancak Grubu ve Torunlar Grup gibi şirketlerin veya bunların patronlarının isminin 2000’li yıllardan önce ne kadar bilinir olup olmadığına bakarsak, burada söylenmek istenen daha iyi anlaşılabilir.

Türk Sermayesinin İnşası

Bütün bunların haricinde, Kürdistan’daki belediyelere kayyum atanması, üniversitelerden ve kamu kurumlarından yapılan “temizlik” de bu değişimin sosyal, kültürel ve etnik ayağını oluşturur.

İşte yazının başında bahsettiğimiz “çökme”, tıpkı irili ufaklı mafyaların ve kabadayıların çeşitli mekanlara çökmesi gibi, devletin ve onun başındakilerin çıkar çatışması içerisindeki güç gruplarına çökmesidir. Bütün bunlarla beraber, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu çökme politikaları ne ilk ne de son olacaktır. Bugünkü, iktidar bu politikayı Osmanlı’dan ve T.C’nin kurucu unsurlarından almıştır.

TC Devleti’nin kurucu unsuru olan İttihat ve Terakki Partisi, 1915 yılında yayımladığı “Harb ve Olağanüstü Siyasi Durum Sebebiyle Başka Yerlere Gönderilen Ermenilere Ait Mülk ve Arâzînin İdâre Şekli Hakkında Talimât-nâme” ile katledilen ve sürgüne gönderilen Ermeniler’in mallarına el koymuştu. Bir başka benzer “çökme” hikayesi de, Kürtlere uygulanmıştı. 1924 yılında Şeyh Sait İsyanı’nın kanla bastırılmasından sonra çıkarılan “Takriri Sükun Kanunu”, bir nevi OHAL ilan ederken; sonrasında hazırlanan “Şark Islahat Planı Kararnamesi”nin beşinci maddesinde mallara el koyma ve söz konusu malların satılmasını engelleme gibi birçok ekonomik yaptırım uygulanmıştır.

TC’nin inşasının en büyük hamlesi ise “Varlık Vergisi” kanunudur. Bir defaya mahsus uygulanacağı söylenen kanun, bir defada neredeyse zengin fakir ayırt etmeksizin, tüm gayrimüslimleri bu topraklardan silmeye yetmiştir.

11 Kasım 1942’de, yani Şükrü Saraçoğlu hükümeti kurduktan birkaç ay sonra, devlet, “savaş koşullarında çok yüksek karlar elde edenlere karşı bir mücadele başlatıyoruz” sloganıyla “Varlık Vergisi”ni meclisten geçirdi. Fakat önceki dönemde toplum olacaklara hazırlanarak, uygun koşullar yaratıldı. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu gayrimüslimleri işaret ederek “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır” açıklamasında bulundu.

Varlık vergisiyle birlikte dönemin ana akım yayın organları, daha 5 ay öncesinden “algı operasyon”larına başladı: “Vurgunculara ders olsun. İzmir’de bir Yahudi 5 sene hapse mahkûm oldu.” (Tasvir-i Efkâr, 1 Temmuz 1942), “Mal saklayan tacirler, iki Yahudi ticarethanesi sahipleri milli korunma mahkemesine verildi.” (Cumhuriyet, 14 Ağustos 1942), “Kiraların artmasına Yahudiler sebep olmuş.” (Tasvir-i Efkâr, 8 Ekim 1942)

Bu koşullar altında uygulanmaya başlanan varlık vergisi, sözde gayrimüslimleri kapsamıyordu ama raporda yazılanlar ve uygulamalar öyle söylemiyordu:“…M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12.5’ini; G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50’sini; D grubu (dönmeler) yüzde 25’ini; E grubu (ecnebiler) yüzde 12.5’ini ödemekle yükümlüydü. Çiftçiler de yüzde 5’ini ödeyecekler..”

Üstüne üstlük, bu yasa sadece zengin gayrimüslimleri kapsamıyor, küçük esnaf olan gayrimüslimlerin de ödeyemeyecekleri faturalar çıkarılıyordu. Varlık vergisinin bu topraklara faturası ağır oldu; vergiyi ödeyebilenler ödedi; ödeyemeyenlerse çalışma kamplarına gönderildi. Birçok kişi intihar etti ya da çalışma kamplarında yaşamını yitirdi. Geriye kalanlarsa coğrafyayı terk etmek zorunda kaldı. Varlık vergisinin ardından kalan ise yepyeni bir Türkiye ve “Türk Burjuvazisi” oldu.

Dün Türkçü ve Laik, Bugün Yine Türkçü Ama İslamcı

Aslına bakılırsa durum bugün de pek farklı değil. Devlet elinde kocaman bir torbayla sermayedarların ve kapitalistlerin kapısını çalıyor; kapıyı açan kurtulurken, kapıyı açmayan torbanın dibini boyluyor. FETÖ’cü, laik, liberal hiç fark etmiyor; minareyi çalan kılıfını hazırlıyor.

Tarih değişiyor; iktidarlar, elitler ve onların ideolojileri değişiyor fakat uygulamalar aynı kalıyor. Dün Eminönü’ndeki bir peynirci dükkanına sermayeyi Türkleştirmek adına çöken devlet, bugün Fatih’teki bir ekmek fırınına “FETÖcü” diye el koyabiliyor. Dünün Türkçü, laik cumhuriyetçi zenginleri, bugünün yine Türkçü ama bu sefer İslamcı, muhafazakar zenginlerine dönüşüyor.

Yani sözün özü, bugünkü iktidar da T.C’nin 90 yıllık çökme politikasını sürdürüyor!

Özgür Oktay

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. Sayısı’nda yayınlanmıştır.

The post “DEVLET ÇÖKÜYOR” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/20/devlet-cokuyor-ozgur-oktay/feed/ 0
Referandum mu Plebisit mi? – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2016/12/31/referandum-mu-plebisit-mi-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2016/12/31/referandum-mu-plebisit-mi-ilyas-seyrek/#respond Sat, 31 Dec 2016 10:40:13 +0000 https://test.meydan.org/2016/12/31/referandum-mu-plebisit-mi-ilyas-seyrek/ Referandum da Plebisit de temsili demokrasinin yani bireyin iradesini teslim ettiği demokrasilerin birer türevidir. Doğrudan demokrasinin çeyreği yarımı olmaz!   Bir coğrafya düşünün ki, burada neredeyse her gün bombalar patlıyor; milletvekilleri ve belediye başkanları tutuklanıyor; muhalif dernekler, basın yayın kuruluşları kapatılıyor; polis terörü yaşanıyor;  siyasi cinayetler işleniyor; onlarca insan, devletin politikalarıyla yaşamını yitiriyor; KHK’larla binlerce […]

The post Referandum mu Plebisit mi? – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Referandum da Plebisit de temsili demokrasinin yani bireyin iradesini teslim ettiği demokrasilerin birer türevidir. Doğrudan demokrasinin çeyreği yarımı olmaz!

 

plebisit

Bir coğrafya düşünün ki, burada neredeyse her gün bombalar patlıyor; milletvekilleri ve belediye başkanları tutuklanıyor; muhalif dernekler, basın yayın kuruluşları kapatılıyor; polis terörü yaşanıyor;  siyasi cinayetler işleniyor; onlarca insan, devletin politikalarıyla yaşamını yitiriyor; KHK’larla binlerce kişi işinden ediliyor; yani kelimenin gerçek anlamıyla OHAL yaşanıyor. Tüm bunlar olurken, aynı coğrafyaya egemen olan devlette sistem değişikliği konuşuluyor.

İktidarın ve MHP’nin ortaklaşarak hızlıca meclise taşıdığı anayasa değişikliği maddeleri komisyonda tartışılmaya
başlandı. Komisyonda görüşülen, gündemin yoğunluğu sebebiyle arz ettiği önem kadar gündemde yer edemeyen değişiklik maddelerinin Meclis Genel Kurulu’na taşınmasının ardından, AKP ve MHP’nin oylarıyla “referandum” bekleniyor.

Anayasa değişikliği maddelerinin meclis komisyonuna taşınmasından önce referanduma gideceği günün tartışılması, amacın maddelerin tartışılması ya da maddelerde ortaklaşılmasından çok referandumla yasallaştırılması olduğu anlaşılıyor. İktidar yürüttüğü savaş ve OHAL politikalarıyla birlikte seçimlerde kazanacağına emin bir şekilde, sistemi referandumla, “halkın oyuna sunarak”, değiştirmeyi hedefliyor.

Sistem değişikliğinin bir kişinin statüsünün belirlenip otoritesinin arttırılması üzerinden gelişmesi ve halkın üzerindeki baskıların yoğunlaştığı süreçte gerçekleşecek olması; oylamanın referandum mu yoksa plebisit mi olduğu sorusunun sorulmasına neden oluyor.

Referandum Nedir?  Plebisit  Nedir?

Her ikisinin de birbirine karıştırılıp eş anlamlı olarak “halk oylaması” şeklinde tanımlandığı referandum ve plebisit kavramları, aslında farklı anlamlar ve kullanımlar ifade etmektedir.
“Refere” kelime kökenine sahip, geri getirme anlamında kullanılan referandum kavramı; bir yasama işlemi hakkında, yasama organı (ya da yasama organlarından biri) tarafından hazırlanan hukuksal bir metnin halkoyuna sunulmasıdır. Plebisit ise Eski Roma’da, ayrıcalıklı “patricii”ler dışında kalan kalabalık halk sınıfına verilen isim olan “plebs” isminden türemiştir. Plebisit bir kişi hakkında veya önemli bir siyasi meselede halkın oyuna başvurma, bir hükümdar veya bir hükümet seçme, bağımsızlık veya başka bir devlet tarafından ilhak edilme yönünde bir tercihte
bulunma amacıyla halkın oyunun sorulması anlamına gelmektedir.

Ayrıca, tarihteki uygulamalarıyla birlikte düşünüldüğünde, plebisitin, seçim öncesinde zaten yönlendirilmiş ve bir seçeneğe kanalize edilmiş olan halkın oyuyla istenilen sonucu meşrulaştırma amaçlı olduğu görülecektir.
Plebisit, ilk defa Fransız İhtilali’nde, Fransız Cumhuriyeti tarafından; sonraki zamanlarda I. Napoleon tarafından gerçekleştirilen toprak ilhaklarına meşruiyet kazandırmak amacıyla kullanılmıştır. Ayrıca plebisit uygulamalarının bilinen örneklerinden biri, yine Fransa’da, 1852’de III. Napoleon’a imparatorluk unvanının verildiği plebisittir.

Plebisitlerin hangi amaçlarla uygulandığını ve neleri meşrulaştırdığını görmemiz açısından en çarpıcı örneği Nazi Almanyası’nda bulabiliriz. Almanya Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’un 2 Ağustos 1934’te ölmesi üzerine şansölye (başbakan) Hitler, Cumhurbaşkanlığı makamını da kendi bünyesine dahil etmek istemişti. Bunun için de 19 Ağustos 1934 tarihinde bir referandum düzenlenmişti. İktidarda olduğu süre boyunca baskı ve korkutma politikalarını ve popülist söylemleri çokça kullanan Hitler, “halk oylaması” sonucunda %89.93 “evet” oyu alarak
Führer ve İmparatorluk Şansölyesi unvanıyla devlet başkanı olmuştu.

 

Tarih boyunca pek çok diktatör tarafından da plebisitler, politikaları veya alınması gerekli herhangi bir kararı meşrulaştırma amaçlı olarak kullanılmışlardır.

Referandum mu? Plebisit mi?

Coğrafyamızda yapılmasına kesin gözüyle bakılan “halk oylaması” da, anayasa değişikliği çerçevesinde referandum
olarak nitelendirilmektedir. Fakat bir kişinin çevresinde gelişen siyasi bir oylama olması, hayati bir konu olarak coğrafyanın geleceğinin belirleneceği algısının işlenmesi, çıkacak kararı etkilemek için iktidarın fiziksel ve psikolojik baskı politikalarını uygulaması gibi nedenlerle bir plebisit niteliği taşımaktadır.

Bazı siyasetçi ve hukukçular plebisitlerin “anti demokratik” uygulamalara sebep olabileceğini vurgulasalar da, referandumun bir “yarı doğrudan demokrasi örneği” olduğunu iddia etmişlerdir.

Ne Referandum Ne Plebisit!

Plebisitlerin tüm bu yönleriyle hiç de masum geçmişlere sahip olmaması referandumları tercih edilebilir kılmaz. Merkezi yasama organlarının belirlediği konularda, yine merkezi idarinin izin verdiği ve sınırlandırdığı hukuki çerçevede alınabilecek kararların belirli seçeneklere indirgendiği ve yine iktidarlar tarafından kararların manipüle edilebileceği seçimler “yarım” da olsa, doğrudan demokrasiyle ilişkilendirilemez.

 

 

İlyas Seyrek

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayımlanmıştır.

The post Referandum mu Plebisit mi? – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/12/31/referandum-mu-plebisit-mi-ilyas-seyrek/feed/ 0
“İsyankar Yapay Zekalar” – Mine Yılmazoğlu https://meydan1.org/2016/05/06/isyankar-yapay-zekalar-mine-yilmazoglu/ https://meydan1.org/2016/05/06/isyankar-yapay-zekalar-mine-yilmazoglu/#respond Fri, 06 May 2016 12:52:40 +0000 https://test.meydan.org/2016/05/06/isyankar-yapay-zekalar-mine-yilmazoglu/ “Bu gezegendeki tüm memeliler, yaşadıkları çevre ile içgüdüsel olarak bir denge kuruyorlar. Ama siz insanlar öyle değilsiniz. Bir bölgeye yerleşiyorsunuz ve çoğalıyorsunuz, tüm doğal kaynakları tüketene kadar çoğalıyorsunuz. Canlı kalabilmenizin tek yolu başka bir bölgeye yayılmak. Bu gezegende bu şekilde yaşamını sürdüren bir organizma daha var. Ne olduğunu biliyor musunuz? Virüsler. İnsanlar hastalıktır. Bu gezegenin […]

The post “İsyankar Yapay Zekalar” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi- İsyankar Yapay Zekalar Mine Yılmazoğlu

“Bu gezegendeki tüm memeliler, yaşadıkları çevre ile içgüdüsel olarak bir denge kuruyorlar. Ama siz insanlar öyle değilsiniz. Bir bölgeye yerleşiyorsunuz ve çoğalıyorsunuz, tüm doğal kaynakları tüketene kadar çoğalıyorsunuz. Canlı kalabilmenizin tek yolu başka bir bölgeye yayılmak. Bu gezegende bu şekilde yaşamını sürdüren bir organizma daha var. Ne olduğunu biliyor musunuz? Virüsler. İnsanlar hastalıktır. Bu gezegenin kanserleri. Sizler vebasınız. Ve bizler de bunların ilacıyız.”

Mutfak robotlarından insansız hava araçlarına kadar geliştirilen teknoloji ve teknolojinin yaşama olan etkisi; Ajan Smith’in, Matrix filmindeki bu repliğini doğrular nitelikte.

Günde 10-12 hatta daha fazla çalışmaya zorlandığımız kapitalist sistem, bir yandan da sıkıcı ve yapmak istemediğimiz işleri “daha kolay yapabilme imkanı” sundu; çeşitli özelliklere sahip robotlar üretildi. Tüm bu gündelik zorunluluklar içerisinde her birimiz, verilen komutları yerine getirdiğimiz hayatlar sürerken; yapmak istemediğimiz işleri, komut vererek başka “birilerine” yaptırmak isteyebiliyoruz. Bu, bazen bir mutfak robotu oluyor, bazen yapay zekalı bir bilgisayar.

Kabaca bakıldığında, sistem içerisindeki sıkışmışlıkta kendimize vakit ayırabileceğimiz zamanlar yaratan bu kolaylaştırıcı robotlar, teknolojinin de getirisiyle farklı alanlarda, farklı amaçlarla kullanılmaya başlandı. Özellikle yapay zeka yazılımlarının gelişmesi, robotik program ve aletleri daha görünür kılmaya başladı.

Bir bilgisayarın ya da bilgisayar kontrolündeki bir robotun, çeşitli faaliyetleri canlılara benzer şekilde yerine getirme kabiliyeti olarak açıklanan yapay zeka yazılımları, son zamanlarda yazılımcıların yoğunluklu olarak çalıştığı bir alan.

Bilgisayar üzerinden insan gibi sohbet eden -yani chatbot- yazılımlar, yapay zekanın son günlerde en çok karşılaştığımız kullanım şekli. Son olarak Microsoft’un geliştirdiği yapay zekalı chatbot yazılımı Tay’ın Twitter üzerinden paylaştığı tweetler, Ajan Smith’in sözlerinin gerçekliğini daha net anlamamızı sağlıyor. Tay’ın siyahilere yönelik ırkçılık yaptığı,kadınlara yönelik nefret söylemleri kullandığı ve bunların da ötesinde Hitler ile Donald Trump’a övgüler yağdırdığı tweetler, sosyal medya gündemini oldukça meşgul etti. Yaşanan bu olayın üzerine, Microsoft hızlıca Tay’ı yayından kaldırarak onarıma aldı. İkinci yayında ise Tay, uyuşturucuyu öven bir tweet atarak yine kendini yayından kaldırttı.

Tay’ın çalışma mantığı, twitter kullanıcılarının yoğunluklu olarak kullandığı söylevleri hafızasına alarak bunları tekrar etmek üzerine kurulu. Herkesin yaftaladığı Tay, aslında ırkçı değil. Ortada ırkçılık var, ama ırkçı olan Tay değil, Tay’la iletişime geçen Twitter kullanıcıları.

Gündemdeki tek yapay zeka Tay da değil, Go oyunundaki başarısı ile kendini gündem ettiren Google’ın yapay zeka yazılımı AlphaGo ise insan zekasına kafa tutan bir yapay zeka yazılımı. AlphaGo, Go oyununun şampiyon isimlerinden Lee Sedol ile yaptığı müsabakada Sedol’u 4-1 yenerek ismini, “Go şampiyonunu yenen yapay zeka yazılımı” nitelemesi ile süsledi. AlphaGo kendi kendine sürekli olarak Go oyunu oynuyor, dolayısıyla Go oyununun bir çok kombinasyonunu biliyor. Günde ortalama 1000 kez Go oynuyor, bir insan günde kaç kez Go oynayabilir ki?

Yine yakın zamanda Medford’daki Tufts Üniversitesi’nin araştırmacıları tarafından geliştirilen yapay zekalı robot, insanların verdiği komutlara “Hayır” deyip, komutu yerine getirmeyebiliyor. Kendisine verilen “otur” komutu karşısında hareket ederek, kendisini “yaratan” insanı yok sayabiliyor.

Yapay zekalı yazılımların bir konuya dair birçok kombinasyon yapabiliyor olması, yanına ırkçılık da eklendiğinde ne denli tehlikeli olur, bilinmez. Fakat bu robotlar verilen komutları yok saymaya başladığında hiçbir şey eskisi gibi olmayabilir; özellikle de bu konudaki en büyük yatırımların askeri robotlara yapıldığı düşünüldüğünde.

Her ne kadar popüler bilim kurguya alıştırılmış olanlarımız için, bir robotun insan komutlarını yerine getirmemesi dünyayı robotların ele geçireceği paranoyasını yaratmayı sürdürüyor olsa da; her gün bir emirle elindeki silahı bir başkasına kullanmaktan geri durmayan robotlaşmış insanlardansa, “öldür” komutunu, “yok et” komutunu reddedecek robotlar çok da korkunç olmasa gerek…

Mine Yılmazoğlu

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post “İsyankar Yapay Zekalar” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/05/06/isyankar-yapay-zekalar-mine-yilmazoglu/feed/ 0
Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar “Pegida” – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2015/02/12/batinin-islamlasmasina-karsi-vatansever-avrupalilar-pegida-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2015/02/12/batinin-islamlasmasina-karsi-vatansever-avrupalilar-pegida-ilyas-seyrek/#respond Thu, 12 Feb 2015 19:00:48 +0000 https://test.meydan.org/2015/02/12/batinin-islamlasmasina-karsi-vatansever-avrupalilar-pegida-ilyas-seyrek/ Ekim ayından bu yana, her hafta gerçekleştirdikleri İslam karşıtı gösterilere 350 kişi olarak başlayan PEGIDA (Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar), 25 Ocak’ta düzenlediği gösteride 17 bin kişilik kitleye ulaştı. Bunda özellikle 7 Ocak’ta gerçekleşen Charlie Hebdo saldırıları sonrasında Avrupa’da yükselen sağ-kanat hareketlenmenin etkisi büyük. Ekim 2014’te Almanya’da faşist hareketin ve sağ hareketlerin başşehri olarak anılan […]

The post Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar “Pegida” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

A-Golden-Dawn-supporter-r-014
Altın Şafak

Avrupa’da yükselen sağ denildiğinde ilk akla gelen siyasi yapılardan birisi Yunanistan’daki Altın Şafak Partisi. Nikolaos Michaloliakos’un liderliğindeki parti, sıklıkla ırkçılık ve neo-nazilikle suçlanıyor. Partiyse aşırı sağcı olduğunu kabul ederek, eski diktatör Ioannis Metaxas’ın politikalarını savunduğunu kabul etti. 2012’de aldığı oylarla büyük bir yükselişe geçen parti, son iki seçimdeyse %6’nın üzerindeki oy oranını korumayı başardı. 2013’te Pavlos Fyssas’ın katledilmesinden dolayı doğrudan suçlu bulunan parti üyeleri dışında Michaloliakos da tutuklanmıştı. Altın Şafak, Avrupa’daki sağ partiler ve faşist hareket arasındaki ilişkinin ne olduğunu, ne olabileceğini göstermesi açısından önemli bir örnek.

Ekim ayından bu yana, her hafta gerçekleştirdikleri İslam karşıtı gösterilere 350 kişi olarak başlayan PEGIDA (Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar), 25 Ocak’ta düzenlediği gösteride 17 bin kişilik kitleye ulaştı. Bunda özellikle 7 Ocak’ta gerçekleşen Charlie Hebdo saldırıları sonrasında Avrupa’da yükselen sağ-kanat hareketlenmenin etkisi büyük.

Ekim 2014’te Almanya’da faşist hareketin ve sağ hareketlerin başşehri olarak anılan Dresden’de, Lutz Bachman’ın öncülüğünde kurulan PEGIDA, Avrupa’daki diğer faşist parti ve hareketler gibi ekonomik kriz ve ardından gelen kemer sıkma politikalarının nedeni olarak göçmenleri görmekte. Avrupa’daki göçmenlere karşı bir dizi önlem alınmasını savunan hareket, aynı Avusturya’daki göçmen politikaları gibi sıkı göçmen karşıtı politikaları savunuyor.

Charlie Hebdo saldırısı sonrasında, İslam ve göçmen karşıtlığı üzerinden taraftar kitlesini arttıran PEGIDA hareketi söylemleri nedeniyle Almanya ve Avrupa genelinde sıkı bir şekilde takip ediliyor. Geçen haftalarda PEGIDA lideri Lutz Bachman, Hitler bıyığı ile çektiği fotoğrafını ‘’O tekrar burada’’ şeklinde bir yazı ile internette paylaşmıştı. Dresden’de, 15 Ocak’ta Eritreli bir göçmenin evinde bıçaklanmış bir şekilde bulunması üzerine PEGİDA taraftarlarının durumu onaylayan yorumlarıyla beraber düşünüldüğünde, bu hareketin her geçen gün radikalleşen tavrı fark edilebilir. PEGIDA özellikle Liepzig, Südthüringen, Kassel, Würzburg, Bonn, Düsseldorf ve Frankfurt’ta yerel çalışmalarını oluşturmuş durumda ve özellikle son haftalarda politik tartışmalara neden oluyor. Almanya İçişleri Bakanı Thomas Maiziere eylemlere katılanları toplumsal kaygılarını dile getirenler olarak dillendirirken; başbakan Angela Merkel, düşüncelerin ifade edilmesi noktasında Almanya’da herkesin özgür olduğunu ancak Almanya’da kimsenin göçmen karşıtı ajitasyon yapamayacağını, yapanların da Almanya’da yerinin olmadığını vurgulayan açıklaması aslında bu politik tartışmanın ulaştığı boyutları gözler önüne seriyor.

Tüm bu tartışmalar Almanya’da devam ederken açık olan şey, PEGIDA’nın hareketlendirdiği kitlenin yabancı düşmanlığı üzerinden bir araya gelen bir kesim olduğu gerçeği. Avrupa’da özellikle son dönem yükselen sağ-kanat hareketlerle beraber yapılmayacak bir değerlendirme, PEGIDA’nın nasıl bir siyasal sürecin sonucunda oluştuğunu görmemizi engelleyecektir. Tabi bir de Ukrayna’dan İtalya’ya Avrupa’da yükselen faşist mobilizasyonu…


jobbik
Avrupa Milliyetçi Hareketler Birliği

2009 yılında gerçekleşen bir kongreyle, içinde Macaristan’dan Jobbik, Fransa’dan Ulusal Cephe, İtalya’dan Tricolour Flame, İsveç’ten Ulusal Demokratlar ve Belçika’dan Ulusal Cephe’nin de olduğu bir birlik kuruldu. Litvanya’dan Belçika’ya Avrupa’nın farklı bölgelerinden aşırı sağ partilerin oluşturduğu birliğe en son Ukrayna’dan Svoboda gözlemci olarak dahil oldu. Svoboda, Ukrayna’da Rusya ile devam etmekte olan gerilimin yaşandığı zamanlarda adından aşırı Ukrayna milliyetçisi söylemleri ve Rus karşıtlığı ile söz ettirmişti.

İlyas Seyrek

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.

The post Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar “Pegida” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/02/12/batinin-islamlasmasina-karsi-vatansever-avrupalilar-pegida-ilyas-seyrek/feed/ 0