islamiyet – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Mon, 04 Mar 2019 10:31:42 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Ataerkil Ritüeller (1):Sünnet- Şeyma Çopur https://meydan1.org/2019/03/04/ataerkil-ritueller-1sunnet-seyma-copur/ https://meydan1.org/2019/03/04/ataerkil-ritueller-1sunnet-seyma-copur/#respond Mon, 04 Mar 2019 10:31:42 +0000 https://test.meydan.org/2019/03/04/ataerkil-ritueller-1sunnet-seyma-copur/ Kadınlar hep masallarda anlatıldığı gibi prensler tarafından kurtarılmadı. İnsan soyunun ağaçlardan inip yaşamını iki ayak üzerinde sürdürmeye başladığı zamanlarda bile kadınlar, doğurganlığıyla ayrıcalıklı bir konumdaydı. Yaşamı temsil eden birer tanrıçaydı kadın. Doğayı, bereketi, toprağı, canlılığı ve verimliliği simgelerdi. Topluluğun ihtiyaçlarının temininde ve adaletli bir biçimde dağıtılmasında söz sahibiydi. Cinsiyet ayrımı olmadan yaşanan binlerce yılın ardından […]

The post Ataerkil Ritüeller (1):Sünnet- Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kadınlar hep masallarda anlatıldığı gibi prensler tarafından kurtarılmadı. İnsan soyunun ağaçlardan inip yaşamını iki ayak üzerinde sürdürmeye başladığı zamanlarda bile kadınlar, doğurganlığıyla ayrıcalıklı bir konumdaydı. Yaşamı temsil eden birer tanrıçaydı kadın. Doğayı, bereketi, toprağı, canlılığı ve verimliliği simgelerdi. Topluluğun ihtiyaçlarının temininde ve adaletli bir biçimde dağıtılmasında söz sahibiydi.

Cinsiyet ayrımı olmadan yaşanan binlerce yılın ardından ne zaman ki merkezi iktidarlar toplumsal yaşamı kontrol etmeye ve üretim ilişkilerini yönlendirmeye başladı; kadın da toplumdaki konumunu yitirdi, erkeğin boyunduruğu altına alındı. Bereket Tanrıçası Kibele de yerini Bereket Tanrısı’na bıraktı. Yunan mitolojisinde Dionysos ile Afrodit’in oğlu olan Bereket Tanrısı Priapos, Roma uygarlığında fiziki aşkın ve erkekliğin sembolü oldu.

Peki erkeklik ne? Çağlar boyunca erkeklik savaşlarla, kahramanlıklarla eş tutulmuş. Toplumdan topluma küçük farklılıklar taşısa da genelde “zayıf” olan kadının koruyucusu ve aşığı, “güçlü” olan devletin bekası için savaşan bir askeri, “yüce” tanrının sadık bir kulu olarak anılır erkek. “Namus” ve “şeref” ile anılır.

Ama erkeğin erkekliğini kanıtlaması şartıyla. Çıktığı avdan iyi bir avla dönecek! Eşine karşı iktidar olacak, kanlı çarşafı getirecek!

Çocukluktan erkekliğe geçişte de sünnet olacak. “Oldu da bitti” denecek!

Sünnet’in Kökeni

Sünnetin ataerkil dönem öncesinde Afrika kıtasında ana tanrıçaya adak adamak için toplanan erkeklerin cinsel organlarını keserek sunağa atmasıyla başladığı düşünülüyor. Bu gelenek Hititlerde, Azteklerde, İbraniler ve Fenikelilerde, Sümerlerde ve eski Mısır’da da sürer. Eski Mısır’da toplumsal statü belirlemek için bir araca dönüşür ve yalnızca tutsaklara ve kölelere uygulanır. Ayrıca kesme işleminde de değişikliğe gidilerek yalnızca penisin ucu kesilir. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan mumya ve mezar kalıntılarında bu değişiklik çok net olarak görülmektedir.

Firavunun sarayında bir soylu olarak doğan Musa -ki soylu olduğu için sünnet olmamıştı- kendisine inananları, tanrının vaat ettiği topraklara erişmek için tanrıyla bir anlaşma yapmaya ve anlaşmanın işareti olarak da sünnet olma geleneğini yahudilere taşır. Bu durum yahudilerin kendilerini seçilmiş olarak görmelerine yol açar.

Yahudilikte Lilith ile ilgili anlatılara da rastlanır. Bütün kötülüklerin anası kabul edilen Lilith’in sünnetli erkeklere dokunamadığı düşüncesi, yeni doğan erkek çocukların 8. günde sünnet edilmesinin gerekçesine temel yapılmıştır. Ayrıca sünnetin mastürbasyonu önlediği ve şeytan olarak kabul edilen Lilith’in çocuklarının doğmasına engel olduğu inancı bugün bile mevcuttur.

Hristiyanlıkta İsa sünnetlidir ama onun getirdiği din sünnetli olmayı emretmez. Hristiyanlığın ilk zamanlarında din büyüklerinin yaptığı bir tartışmada “kurtuluş için tanrısal hukuka bağlı olmanın gerekmediği” kararı alınınca bu hukukun bir parçası olan sünnet de İsa’ya inananlar için şart olmaktan çıkar.

İslamiyette ise sünnet, peygamberin söz ve davranışlarına verilen bir isim aynı zamanda. Muhammed’in sünnet olup olmadığı net olmamakla birlikte ve bu yönde dini bir emir olmamasına rağmen sünnet olmak, bu dine inananlar için olduğu kadar bu dinin yayıldığı topraklardaki her erkek için zorunlu hale gelmiştir. Sünnet olmayan müslüman bir erkek düşünülemez!

Erkekliğin Olmazsa Olmazı!

Peki nasıl oldu da ana tanrıçaya adak adamakla başlayan ve farklı dinlerde farklı uygulamalarla gerekli dahi bulunmayan sünnet bizim coğrafyamızda erkekliğin vazgeçilmezi halini aldı?

Orta Asya’dan Akdeniz’e kadar yayılan ve Batı’nın “barbar”, kendisinin ise “savaşçı” diye nam saldığı bir toplum elbetteki militarist davranış kalıplarıyla hareket edecektir. Başta her zaman ulu bir hakan ya da sultan ve onun altında sorgusuz sualsiz uygulayıcı teba. Günümüzde de reis ya da başkan ve yine devletin bekası için kurşun yiyen ya da kurşun atanlar… Bütün bu motivasyonu eksiksiz sürdürmek, savaşan insanların -ki bunlar yalnızca ve yalnızca erkeklerdir- sefere, cenge, harbe gidişlerini, ardından da gazi ya da şehit oluşlarını normalleştirmek gereklidir. İşte erkekliğe ilk adım atmak olarak lanse edilen sünnet ve bunun seremonisi hiç sorgulanmadan tekrarlandıkça hem süregiden erkek egemen anlayışa bir çivi daha çakmakta hem de sünnet edileni bir sonraki büyük seremoniye, askerliğe geçişe hazırlamakta.

Sünnet, bu topraklarda kanunen zorunlu; dinen de farz olmadığı halde toplumsal olarak öyle kuvvetli bir karşılık bulur ki kendine göre bir ritüel olmanın çok ötesinde erkeğin ve ailesinin sonraki yaşamını belirleyen bir hal alır. Kişi günümüzdeki adıyla söylersek mahalle baskısı yüzünden evlenemez bile. Alay ve utanç konusu olur.

Oysa sünnet olan erkek çocuk böylesi bir yaptırımla karşılaşmadığı gibi aksine ilgi ve övgü ile karşılanır. Çocuk, “pipi”sini rahatlıkla gösterebilme meşruluğunu edinir. Ailesi bunu, onur ve gurur kaynağı görür.

Vücut Bütünlüğüne Saldırı

Sünnet, çoğu zaman sağlık ya da hijyen gibi gerekçelerle savunulmaya çalışılsa da günümüzde birçok ülkede tartışıldığı gibi “kişinin vücut bütünlüğüne bir saldırı”dır. Penis üzerindeki derinin kesilip atılması olan sünnet en başta doğal olana bir müdahale anlamını taşır. Oysa regl, doğal bir döngü olmasına rağmen ayıp sayılmakta, gizlenmekte, konuşulması bile istenmemektedir. Bu bile sünnetin cinsiyetçi bir ritüel olduğunu bariz bir şekilde göstermektedir.

Vücut bütünlüğüne saldırı konusunda bir mahkeme kararı tartışmayı alevlendirdi. Almanya’nın Köln şehrinde görülen bir dava sonucunda mahkeme, din kaynaklı erkek sünnetini “beden yaralaması” olarak tanımladı. Bu karar, ülke içinde olduğu kadar ülke dışında yaşayan müslüman ve yahudilerde “infial” uyandırdı. Öyleki bu kararın din düşmanlığı yaptığını düşünenlerin sayısı hiç de az değil.

Sünnet Şeytani Arzuları Törpülüyor!

Benzer bir düşünceyle yola çıkan İzlanda, sünneti ülke içinde komple yasaklamayı hedefliyor. Kaygı Almanya’dakine benzer. Çocuğun haklarının, dini haklardan önde geldiğini düşünen İzlanda meclisine seçmen de destek verirken bir tek dini kesimlerden tepki geldi “doğal” olarak!

Sünnet için yapılan müdahalenin kişinin cinsel arzusunda belirli bir azalmaya yol açtığı ile ilgili yapılan araştırmalar sünnetin bu “şeytani” arzuları törpülemek için din büyüklerince uygulatıldığını da düşündürmektedir. Bazı coğrafyalarda bugün hala uygulanan ve pek çok kadının kan kaybından ölümüne yol açan kadın sünneti de böyle bir dini amaç taşımaktadır.

Sünnetin şeytanla ilişkilendirilmesi yalnızca din otoritelerinin değil zaman zaman devlet yetkililerin ve siyasetçilerin de başvurduğu bir yöntem. Devlet, başta Kürt özgürlük mücadelesi olmak üzere tüm toplumsal muhalefeti halkın gözünde zayıf ve güçsüz göstermek, aşağılamak ve değersizleştirmek için katlettiği devrimcilerin sünnetsiz olduğu şeklinde haberler servis etmekte, bu yönde açıklamalarda ve beyanlarda bulunmaktadir. Böylece sünnet, devletin en yüksek makamınca da savunulmakta; sünnet olmama durumu ise “resmen” kötülenmektedir.

Bu ve benzeri söylemlerle devlet iktidarı, erkeğin “iktidar” olması için erkek, erkek olması içinse sünnet olması gerekliliğini yineler durur.

Sünnet Lobisi

Sünnet derisinin kimi cilt hastalıklarında ve estetik amaçlı sağlık sektöründe kullanıldığını da düşünürsek bir “sünnet lobisi”nden de söz edilebilir. Her sünnet sünnet derisi, her sünnet derisi de para demek diye düşünen şirketler sünnetin sağlıklı olduğuna dair zaman zaman sağlık kuruluşlarının araştırma sonuçlarını paylaşıyorlar. Elbette bu araştırma sonuçları kesin bir bilgi taşımıyor ama bu tür açıklamalar defalarca yinelendiğinde sünnet olunması yolunda bir etki yapıyor ister istemez. Günümüzde ABD’de sağlık amaçlı sünnetlerin oldukça yaygın olmasının bir nedeni de bu.

İster sünnetli ister sünnetsiz olsun, erkekler bu ataerkil, bu cinsiyetçi sistem sürdüğü sürece kadınlar üzerindeki iktidarlarını sürdürmeye devam edecekler. Bu iktidar, erkeklere kadınları taciz etme, onlara tecavüz etme ve hatta katletme meşruluğunu sağlıyor. “Erkekliğime laf etti” demesi erkeğin yüksek ceza almasının da önüne geçebiliyor. Bu noktada devlet de erkekle aynı tarafta. Dinler açısından da durum farketmiyor. Hristiyan, yahudi veya müslüman ağırlıklı olup olmadığı fark etmeksizin neresi olursa olsun kadınlara yönelik şiddet hız kesmeden devam ediyor; erkeğin “pipi”sinin sünnetli olup olmaması fark etmiyor.

Erkekler Farkında Mı?

Devletlerin, dinlerin ve kapitalizmin kıskacında kalan kadınlar olarak farkındalıklarımızı geliştirip onların zorlamalarına karşı mücadele yürütüyoruz. Ama erkekler sistemin iktidarını kendi bedenleri üzerinden yeniden yeniden var ettiklerinin farkına varmadıkça ve hatta paylaştıkları iktidar onlara tatmin de sağladıkça bu durumun değişmesi için bir çabaya girişmiyorlar. Cinsiyetçiliğin ve ataerkinin ortadan kalkması kadınların yanı sıra elbette erkekleri de özgürleştirecek. Sünnet ile ilgili yapılan tartışmalar bunun için değerli.

 

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.

The post Ataerkil Ritüeller (1):Sünnet- Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/03/04/ataerkil-ritueller-1sunnet-seyma-copur/feed/ 0
Update Nedir? https://meydan1.org/2018/04/21/update-nedir/ https://meydan1.org/2018/04/21/update-nedir/#respond Sat, 21 Apr 2018 10:09:49 +0000 https://test.meydan.org/2018/04/21/update-nedir/                   Farklı bir alana ilişkin bir kavramın, başka alanlarda kullanılıyor oluşu; sadece kavramın kullanışlılığının sonucu değildir. Kavramın geçtiği alanın diğer alanlara etki ettiğinin göstergesidir. Bu tarz kavramların yaratıcılığı hızlıca tüketildikten sonra kenara atıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Özellikle son 3-4 ayda buna benzer bir şekilde tanıştığımız, ancak hızlı […]

The post Update Nedir? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

 

 

 

 

 

 

 

 

Farklı bir alana ilişkin bir kavramın, başka alanlarda kullanılıyor oluşu; sadece kavramın kullanışlılığının sonucu değildir. Kavramın geçtiği alanın diğer alanlara etki ettiğinin göstergesidir.

Bu tarz kavramların yaratıcılığı hızlıca tüketildikten sonra kenara atıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Özellikle son 3-4 ayda buna benzer bir şekilde tanıştığımız, ancak hızlı tüketilemeyen bir kavramın varlığına tanıklık ediyoruz; “güncelleme”.

Siyasetten dine; ekonomiden (doğal olarak) teknolojiye, kavram dört bir yanımızı sarmış durumda. İçinde bulunduğumuz sistemin kutsallaşan kavramlarının hız ve zamanla ilişkili olmasının elbette bunda büyük bir etkisi var. Hızla ilişkili çünkü; hızlı bir şekilde yeni duruma adapte olabilmeyi kapsıyor. Zamanla ilişkili çünkü; yeni durum içinde bulunulan zamanla, şimdiyle ilişkili. Eski olanın miadını doldurduğunu, yetersiz kaldığını anlatıyor.

Elbette ki kavramların, bu kavramlara zemin oluşturan düşüncelerin, bu düşüncelerin harekete geçirdiği ya da bu düşünceleri harekete geçiren pratiklerin; ortaya çıktıkları zamandaki gibi sabit, değişmeden kalması beklenemez. Değişim ve dönüşüm, yaşamın bir parçası, belki de kuralı. İçinde bulunulan mekana ve zamana uyum sağlayabilmek, adapte olabilmek… Canlı-cansız tüm varlıkların doğası, uyumlu olunmayan koşullara uyum sağlamak için değişmek, evrilmek. Ve tabi ki, değiştirmek ve dönüştürmek.

Ancak, bir kavramın, düşüncenin ya da pratiğin eskimesi, geçmişe ait olması, demode olması artık daha hızlı. Yeni ve daha yeni şimdiye adapte olabilmek… Sürekli bir geleceğe doğru ilerleyen bir zamanda var olmayı başarabilmek… Hızlı bir şimdinin, ilerlemekte tıkandığında dahi eskimeye dönüşen bir şimdinin parçası olabilmek oldukça zor.

Güncel olma kaygısı, içinde bulunulan zamana ve koşullara uygunluk açısından kavramların, düşüncelerin ve bu düşüncelerle şekillendirilen eylemlerin gerekliliği gibi görünebilir. Ancak buradaki bir aldatmacayı irdelemek önemlidir.

Güncelleme, zaten baştan sıkıntılı bir sistemin işleyemez olduğu durumlarda işlemesini sağlayan bir yama gibidir. Sıkıntılı sistemi ya da düşünceyi bir sonraki yamaya kadar işler halde tutar. Düşünce ve pratikteki sıkıntılı temeli değiştirmeyi hedeflemez, güncelleştirmeyle sorunları atlatmaya çalışır. Temeli sıkıntılı olan bir bina yıkılmasın diye yanına yapılan desteklerdir, güncelleme. Her kat çıkıldıkça, başka desteğe ihtiyaç duyulur. Oysa sıkıntı bellidir ve temeldedir.

Bir başka biçimiyle, temeli değiştirmeyi hedef alan ancak temeli değiştirmeyi hedeflediğini ifade etmeyen bir güncelleme de vardır. Zaman ve koşullara uygunluk diyerek, düşünce ve pratiğin tamamen değiştiği, ilk mevcut fikirden tamamen bağımsız duran ama dil oyunlarıyla ilk fikre bağlanmaya çalışan. Bu biçimin temeldeki sıkıntıyı hedef aldığı doğrudur, ancak temeli değiştirdiğinizde aynı binayı inşa edemezsiniz. Düşüncelerle ve yeni pratiklerle oluşturduğunuz başka bir şeydir; eğer başka bir temelden feyz almıyorsanız.

Güncelleme, kelimesinin sıklıkla iyi anlamda kullanıldığına ilişkin çalışmalara denk geldik. Derdimiz kelime üzerinden felsefi ya da etimolojik bir tartışmaya girmek değil. Öte yandan tartışmayı gereksiz görmek de değil. Kavramın, yukarıda vurguladıklarımızla ilişkisi açık. Bu sayımızda, konseptimizi bu kavramın etrafında oluşturduk. Ancak kavramın yapacağı olumlu çağrışımları ve buna ilişkin tartışmaların olabileceğini öngörerek ve buraya sıkıştırmayarak, daha yaygın bir şekilde kullanılan “update” kelimesini kullanmayı yeğledik.

Konsept kapsamında, kavramın teknolojiyle, teknolojinin de kapitalizm (ve devletle) ilişkisini bilerek bir update olarak Endüstri Devrimi 4.0’ı ele aldık. Açık bir şekilde kapitalist sistemin işleyişinde bir update olan Endüstri Devrimi 4.0, bugün sadece teknoloji başlığında değil, siyasetten gündelik yaşama, ekonomiden silah sanayisine geniş bir kapsamda üzerine yazılıp çizilen bir başlık.

Bilfiil kelime olarak da kavramlarımızın içeriği olarak da konseptimize dahil olanlar, yaşadığımız coğrafyada, son bir ayda iç siyasete konu olan birçok meseleyle ilişkilendirildi. İslam tartışmalarından faşizme geniş ölçekte, “değişmekte olan düşünce sistematikleri” siyasetin gündemiydi.

Kapitalizm, devlet, faşizm gibi konuları ele alırken, sorunların çözümüne yönelik arayışları da konsept içine dahil etmek kaçınılmazdı. Marksist düşüncenin ve pratiğin update tarihi anarşizmle oldukça ilintiliydi. Bu tarihsel irdelemeyi, aynı zamanda son zamanlarda, aslında anarşizmin argümanlarını savunan ve ısrarla marksist düşüncenin takipçileri olduklarını vurgulayanların düşünsel ve pratik çabalarını anlamak ve eleştirmek üzerine gerçekleştirmeye çalıştık. Yöntem olarak, yukarıda “bina inşa etmek” diye örneklendirdiğimiz işleyişten kaçınan ve kaçındıkça da iktidarın ve iktidarlı ilişkilerin temellerinde yükselen binaların parçası olan “yapı dışı” düşünceyi ve savunucularını bu eleştiriye dahil etmedik.  

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.

The post Update Nedir? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/04/21/update-nedir/feed/ 0
İslamiyet’in Update’i – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2018/04/21/islamiyetin-updatei-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2018/04/21/islamiyetin-updatei-huseyin-civan/#respond Sat, 21 Apr 2018 09:53:19 +0000 https://test.meydan.org/2018/04/21/islamiyetin-updatei-huseyin-civan/   Bu 8 Mart’ta gündem sadece kadın değildi. Tayyip Erdoğan’ın “kadına yönelik İslami referanslı olumsuzlukların çağın gerçekliğiyle uyuşmadığını; 14 asır öncesinin İslam anlayışıyla, günün anlayışının aynı olmaması gerektiğini” söylemesi, İslami camialarda bir infial yarattı. Çünkü yapılan açıklama, yani değişimin önerilmesi, dinin temel mantığına aykırı radikal bir açıklamaydı. Bu açıdan düşünüldüğünde İslami camialarda yarattığı etki normaldi […]

The post İslamiyet’in Update’i – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 

Bu 8 Mart’ta gündem sadece kadın değildi. Tayyip Erdoğan’ın “kadına yönelik İslami referanslı olumsuzlukların çağın gerçekliğiyle uyuşmadığını; 14 asır öncesinin İslam anlayışıyla, günün anlayışının aynı olmaması gerektiğini” söylemesi, İslami camialarda bir infial yarattı. Çünkü yapılan açıklama, yani değişimin önerilmesi, dinin temel mantığına aykırı radikal bir açıklamaydı. Bu açıdan düşünüldüğünde İslami camialarda yarattığı etki normaldi çünkü tartışmanın özü İslam’da reformdu.

8 Mart Update’i

Erdoğan, 8 Mart’ta kadınlara yaptığı konuşmasında Nurettin Yıldız’ın “Kadınlar dövülüyorlarsa şükretsinler” sözüne “Bunlar İslam’ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar acizler. 14 asır öncesinin hükümlerini bugün uygulayamazsınız” dedi.

Sonrasında, AKP muhalifi İslami çevrelerin başını çeken Alparslan Kuytul’un “İslam’ın modernleşme projesi”ne yönelik eleştirileri, hemen ardından da Ahmet Mahmut Ünlü’nün dinde reform temalı bir konuşması sosyal medyaya yüklendi. AKP’ye yakınlığıyla bilinen Ebubekir Sifil’in açıklamaları, ortodoks kesimin meramını açıkça anlatıyordu: “İslam’da reform yoktur. Bir dinde reform olması için, o dinin deforme olması gerekir. İslamiyet’in deforme olduğunu savunanlar her zaman vardı. Şimdi de var. İslamiyet son ve hakiki dindir, güncellenmeye ihtiyacı yoktur”.

AKP’ye ama özellikle Tayyip Erdoğan’a yakın kesimlerde bile soğuk duş etkisi yarattı, dinde reform isteyen bir anlayışın sözcülüğünü Tayyip Erdoğan’ın yapması kafa karıştırıcıydı.

Kafa karışıklığı mı, Değişim mi?

Kürtajın yasaklanmasını, her kadının en az 3 çocuk doğurması gerektiğini, kadınların “öyle çok konuşmamaları” gerektiğini sadece yerel değil, uluslararası mecralarda dillendirmekten çekinmeyen, kadın mücadelesini açık bir şekilde hedef alan açıklamalar yapan Tayyip Erdoğan’ın (“kadınlara yönelik şiddete teşvik ettirdiği” gerekçesiyle Nurettin Yıldız hakkında başlatılan soruşturma ve Diyanet’in skandal fetvalara ilişkin hemen devreye girme talimatıyla beraber) bu söylem değişikliğinin sebebi neydi? Bir gün sonrasında “dinde reform aramıyoruz” başlıklı bir konuşma yaptı Tayyip Erdoğan, ancak bu konuşma ilk söylediklerini inkar etmeyen hatta destekleyen bir konuşmaydı.

Bunun bir kafa karışıklığı olmadığı bir gerçek. Bu durumun altında yatanları sorgulamadan önce, bunun bir değişim olup olmadığını görmek için, ortodoks söylemleri oluşturanlara ve nasıl oluşturduklarına bakalım.

Öncelikle, ortodoks kesimler düşündüklerini rahat bir şekilde konuşabilecek, hatta propaganda yapabilecekleri bir zemine sahipler. Özellikle son yıllarda, bürokrasi, medya ve sivil toplum alanlarında Gülen Cemaati’nden doğan boşluğu doldurmaya talip birçok kesim var. Ve bu kesimler, buralarda “icraatlerini” rahatça gerçekleştirebiliyorlar. Düşüncelerini ifade edecek özgüven ve etkili mecralara sahip olmalarına olanak veren şey işte bu durum. Bu rahatlık, hamile kadınların sokakta gezmemeleri gerektiğini söylemekten; 6 yaşındaki çocukla evlenilebileceğine kadar geniş yelpazede radikal ifadeleri kullanmalarına izin veriyor.

Evet, şu bir gerçek; bu radikal söylemler tüm muhafazakar kesimlerce paylaşılmıyor. Ilımlılar ve ortodokslar arasındaki gerilim zaman zaman medyaya yansıyor. Bu gerilimin altındılıa yatan gerçek, ılımlı muhafazakarların değerlerini oluşturan şeylerin arasında modernliğin de olması. Yani bu ılımlı kesimler, İslami referanslı bir hayatı modern ve çağa uygun bir şekilde yaşamak isteyen kesimler. Update edilen ekonominin update’inde önemli rol oynayan bu ılımlı kesimler, ekonomik iktidarın önemli bir parçası konumundalar. Bu yüzden kapitalizmin popüler kültürünü tüketmekten imtina etmiyorlar, hatta seviyorlar.

Ortodoks söylemlerin ılımlı kesimleri de rahatsız etme durumu, İslam’ın update’i söylemini ortaya çıkaran önemli nedenlerden biri. Çünkü bu ılımlı kesim, özellikle AKP’nin OHAL siyasetinde, toplumun homojenleştirilmesinde önemli bir prototip. Yaratılmak istenen toplumun unsurlarını bu kesim oluşturuyor.

Ilımlılık Stratejileri

İslami camiada ılımlı stratejilerden bahsediyorken, bunun yerel mi yoksa küresel bir strateji mi olduğunu anlamak gerekiyor. Geçen Kasım ayında, Kadın Girişimciler Toplantısı’nda Tayyip Erdoğan’ın “daha kadınların araba kullanmasına izin vermiyorsunuz” diyerek hedef aldığı Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Salman, son süreçte yaptığı reformlarla Suudi Arabistan’ı bir değişimin içerisine soktuğu açık.

Muhammed Salman’ın önce devlet iktidarını paylaşmamak için yaptığı “aile içi” bir dizi hamle ve sonrasında özellikle kadınların toplumun belirli alanlarında daha rahatça hareket etmelerine izin veren uygulamaları devreye sokmasıyla, coğrafyasının en belirgin siyasi figürü haline geldi. Yapılan reformların etkisi uluslararası mecralarda konuşuldu.

Bu iki durum birlikte ele alındığında, bu reform hareketinin “İslami Coğrafyalarda” yeni bir süreci beraberinde getiren bir dalga mı olduğu sorusunu gündeme getirdi.

Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok

Salman ve Erdoğan’ın yeni açılımlarını beraber ele almak, özellikle coğrafyamızdaki durumu değerlendirirken iyi bir imkan sağlayabilir bize.

Salman’ın kadın temalı reformlarını, aile üyelerini ölümle tehdit ettiği süreçten sonra işletmesi; liberal(imsi), reform yanlısı görünüp talip olduğu (ve zorla aldığı) siyasal iktidarı, toplumsal ve küresel bazda meşrulaştırma çabasından öteye gitmez. Girişimci, yenilikçi, eşitlik yanlısı bir imaj siyasal iktidarı nasıl elde ettiği gerçeğini örtmese de şimdilik durumu idare etmiş gözüküyor.

Benzer durum Tayyip Erdoğan için de geçerli. OHAL süreciyle, iktidarının meşruiyetini “zor” kullanmaktan kopartamamış bir Tayyip Erdoğan var karşımızda. Yeni “erken seçim” tartışmalarının konuşulduğu bugünlerde, hem ılımlı muhafazakar çevrelerin hem de muhafazakar olmayan çevrelerin rahatsız olmasını engelleyecek politik söylemler ve uygulamalar Tayyip Erdoğan için oldukça kazançlı. Mevzubahis İslam’ın Update’i tartışmalarına bir de bu Erken Seçim başlığıyla bakmak önemli olacak.

Hüseyin Civan

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.

The post İslamiyet’in Update’i – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/04/21/islamiyetin-updatei-huseyin-civan/feed/ 0
Hırsızın Adaleti Hırsıza – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/12/20/hirsizin-adaleti-hirsiza-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/12/20/hirsizin-adaleti-hirsiza-ozgur-erdogan/#respond Wed, 20 Dec 2017 12:34:42 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/20/hirsizin-adaleti-hirsiza-ozgur-erdogan/ Tarihteki (aslında öncesinde) ilk hırsız kimdi? Mülkiyet, suç, yasa ve iktidar gibi kavramlara kafa yoran herkesin sorduğu sorulardan biri olsa gerek “ilk hırsızın kim olduğu” sorusu. Cevabı bulmak ise oldukça güçtür. Bulduğunuz cevap hayatı nasıl okuduğunuzla alakalı olmakla birlikte ezen ve ezilen arasında bin yıllardan beri devam eden mücadelede nerede konumlandığınızı gösterir. Öncelikle şuradan başlayalım, […]

The post Hırsızın Adaleti Hırsıza – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Tarihteki (aslında öncesinde) ilk hırsız kimdi? Mülkiyet, suç, yasa ve iktidar gibi kavramlara kafa yoran herkesin sorduğu sorulardan biri olsa gerek “ilk hırsızın kim olduğu” sorusu. Cevabı bulmak ise oldukça güçtür. Bulduğunuz cevap hayatı nasıl okuduğunuzla alakalı olmakla birlikte ezen ve ezilen arasında bin yıllardan beri devam eden mücadelede nerede konumlandığınızı gösterir.

Öncelikle şuradan başlayalım, her şeyden önce bir hırsız kişinin ve hırsızlık eyleminin olabilmesi için ortada birilerine ait bir varlığın olması gerekir. Biz buna mülkiyet diyoruz. O halde geriye, çok çok geriye dönerek ilk mülkiyeti kimin, nasıl edindiğini bulmamız gerekir ki, uzun yıllardan bu yana süren çalışmalar bu konuda henüz doyurucu açıklamalar yapamamıştır. Elimizde sadece vakaya ya da vakalara dair birçok varsayım mevcuttur.

İlk devletsi yapıların oluşması ile başlayan süreçten 18. yüzyıl İngiltere’sinde kolektif olarak üzerinde çalışılan toprağın yine birileri tarafından çitlenerek sahiplenebilmesine kadar geçen süreç, mülkiyetin git gide meşrulaştığı zaman aralığını belirler.

Eğer siz hırsızlığı bu mülk sahiplerinden çalınması -bizce alınması ya da tekrar kolektifleştirilmesi- olarak tanımlıyorsanız, açık ki bu savaşta ezenlerin tarafındasınızdır. Eğer bizler gibi doğanın ve doğadaki diğer tüm varlıkların sahip olduğu bir varlığın çalınmasını -daha doğrusu mülkiyete geçirilmesini- kastediyorsanız o halde ezilenlerin tarafındasınız. Sonuç olarak ilk hırsız, ilk mülkiyete sahip olandan çalan değil tüm doğanın olan varlığı ilk mülkiyetine geçirendir. Doğadan ve yaşamdan çalandır.

Fakat bizim bu yazıda ele alacağımız mesele mülkiyet değil, ilk mülkiyeti edinenlerin yani ilk hırsızların o mülklerini korumak adına ortaya attıkları yasalarla ilgilidir. Hırsızlık üzerine yapılan yasaların tamamı, ilk hırsızlığı gölgelemek ve bunu daimi kılmak amacını taşır.

Her ne kadar daha öncesinde yazılı olmayan kuralların olduğunu bilsek de ilk yazılı kanunlar Sümer Kralı Urgakina tarafından MÖ 3000 civarında ortaya atılmıştır. Fakat hırsızlık ve mülke zarar verme gibi eylemlerinin çok açık bir şekilde ve sertçe cezalandırılması gerektiğini söyleyen ilk yasa, Hammurabi Yasaları’dır. Mezopotamya üzerinde büyük bir hegemonya kuran Babil kralı olan Hammurabi (MÖ 1793-1750) Babil’i çok güçlü ve merkezi bir devlet haline getirdi. 282 dava hakkında kendisinin verdiği kararlardan oluşan bir yasa derlemesi hazırlatan Hammurabi; bunları, büyük bir taş sütunun üzerine kazıttı. Kısasa kısas mantığıyla cezalandırma işlemlerinin yapıldığı yasalarda, neredeyse en büyük suçun hırsızlık olması dikkat çekici!

Hammurabi Yasaları’na göre:

– Bir hırsız duvar delerek bir eve girmişse, o deliğin önünde ölümle cezalandırılır ve gömülür.

– Bir evde yangın çıkar ve oraya yangını söndürmeye gelen bir kimse evin sahibinin malında göz gezdirip evin sahibinin malını alırsa, kendisi de aynı ateşe atılır.

– Bir kişi hırsızlık yapsa eli kesilir, tecavüz etse ölüm cezası alır ya da erkeklikten men edilir.

– Bir tapınakta veya hükümdar hazinesinde hırsızlık yapan ölümle cezalandırılır.

– Bir kimse tapınağın ya da mahkemenin eşyasını çalarsa ölümle cezalandırılır ve ondan çalınmış malları alan kişi de ölümle cezalandırılır.

Elbette merkezi devlet anlayışlarının uyanış evresinde olduğu böylesine bir süreçte, devleti kuranların -yani ilk hırsızlar- kendi çaldıklarının geri alınması konusunda gösterdikleri hassasiyet çok da anlaşılmaz değil.

Yine güçlü bir merkezi yapının hüküm sürdüğü Antik Mısır’da devletin hırsızlık yapanlara karşı tavrı değişmiyordu. Hırsızlık yapanlar başın kesilmesi, suda boğma ya da kazığa oturtma suretiyle idamla cezalandırılırdı. Son dönemde bölgede yapılan çalışmalarda, “100 taşlama 5 kırbaç” gibi yazılı emirlerin olduğu ve ortaya çıkan kimi iskeletlerin leğen kemiklerinde mızrak izleri ve çeşitli yaralanmalar olduğu tespit edildi. Verileri değerlendiren uzmanlar, bu kişilerin küçük hırsızlıklar ve az çalışma gibi suçları yüzünden cezalandırıldıklarını düşünüyorlar.

Antik Yunan’da mal aleyhine suçlar kapsamına giren hırsızlık, yine en ağır şekilde cezalandırılmıştır. Yasaya göre “ değeri elli dırahmiden yüksek olan bir şeyin gündüz çalınması halinde, hırsızlık suçunun faili ölümle cezalandırılırdı. Çalınan şeyin kıymetinin elli dırahmiden az olması halinde ise suçlu para cezasına mahkûm edilir ve bu para cezasını da malı çalınan kimseye öderdi.”

Bu arada yukarıda bahsettiğimiz tüm örneklerde köleler “mal” gibi algılanır, onların çalınması da çeşitli cezalara tabi tutulurdu. Elbette bir kölenin yaptığı hırsızlık katiyen ölümle sonuçlanırdı.

Roma’da ise özgür yurttaşlar, hainlik dışında ölüm cezasına çarptırılmaz ya da işkenceye tabi tutulmazlardı. Fakat köleler hırsızlık yaptığında türlü işkenceye maruz bırakılırlardı; alınları dağlanır ve genelde tek elleri bileklerinden kesilirdi.

Özgür yaşayan toplulukların yüzünü merkezileşmeye dönmesinde en büyük katkı, erken ruhban sınıflardır. Bunlar toplulukları ilahi bir gücün temsilcisiymişçesine kontrol ederek toplumun kolektif olarak kullandıkları varlıkları -o ilahi güç adına- mülkleri haline getirmişlerdir ya da bazılarının mülkleri haline getirmesi konusunda yardımcı olmuşlardır.

Bu anlayış tek tanrılı dinlerin ana akım anlayışlarında da vücut bulmakta, hırsızlık en büyük günah/suç olarak kayıtlara geçmektedir. Tanrı da bu konuda ezenlerden yanadır. İlk hırsızın büyük günahının gölgede kalması için “geri alanlar” cezalandırılmalıdır!

Tevrat’ta, Musa’ya Tanrı tarafından iki taş tablet üzerinde üzerine yazılmış şekilde iletildiği söylenen dini emirler bütününün sekizinci maddesi “Çalmayacaksın!” der. Ceza ise değişiklik gösterse de peygamber Yusuf örneğinde olduğu gibi ceza genelde hırsızlığı yapanın mülksüzleştirilmesi ve köleleştirmesidir. Peygamberin kardeşlerinin karıştığı bir hırsızlık vakasının ardından Yusuf: “… kimin yükünde bulunursa o kimse (nin alıkonması /köleleştirilmesi) onun cezasıdır… Biz zalimleri böyle cezalandırırız” der. Öte yandan Mısır’dan Çıkış kitabında hırsızlığa dair çeşitli belirlenimler ve cezaları kayda geçmiştir: “Bir hırsız bir eve girerken yakalanıp öldürülürse, öldüren kişi suçlu sayılmaz…”

Hristiyanlıkta da hırsızlık hoş görülmez, üstelik tecavüz ve cinayetle aynı kefeye koyulur. Matta İncili’ne göre İsa “Çünkü kötü düşünceler, cinayet, zina, fuhuş, hırsızlık, yalan yere tanıklık ve iftira hep yürekten kaynaklanır. İnsanı kirleten bunlardır.” der. Ortaçağ’da kurulan engizisyon mahkemelerinde hırsızlık, isyan çıkarma zina gibi suçlarla birlikte ele alınıp testere işkencesi ya da diri diri gömme yoluyla bu suçlara karışanlar infaz ediliyordu. En cani infaz yöntemlerinden biri olan testere işkencesinde “Suçlu ayak bileklerinden bağlanarak bir askıya asılır böylece kanın beyinde toplanması sağlanır. Direnmemesi için elleri arkadan bağlanan suçlu bacaklarının arasından kesilmeye başlanırdı. Baş aşağı olduğu için suçlunun bilinci uzun süre kaybolmaz ve acı çekmesi sağlanırdı.” diye tanımlanır.

İslamiyet, semavi dinlerin arasında hırsızlık konusunda en net belirlenimde bulunan din olarak ortaya çıkar. İslamiyet hırsızlık yapanın elinin kesilmesini emretmiştir: “Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesiniz. (Maide, 5/38).”

Elbette cezalar, yasalar ve hukuk değişip dönüştü. Günümüzde kısasa kısas çok kullanılan bir yöntem olmamakla beraber, hırsızlık yargılanmaya ve hırsızlar cezalandırılmaya devam etti. Çünkü mülkiyet ortadan kalkmadı ve mülk sahipleri daha fazla zenginleşip daha güçlü yasaların ardına saklandılar.

Anarşistler ise tarih boyunca başta hırsızlık olmak üzere muktedirlerin “suç” addettiği her şeyi muktedirlerin kendi suçlarını örtmek için kullandığını ısrarlıca söyleyip “suç” denilen şeyin yasalarla engellenmek bir yana, yasalardan kaynaklandığını ve ve bu yasaların ortadan kalkmasıyla suçun da ortadan kalkacağını söylediler. Başta Kropotkin olmak üzere birçok anarşist, yasasız ve devletsiz toplumların suç denilen şeylere sahip olmadığını kanıtlamak için bir dizi çalışma yapmış ve bu çalışmaları doğrulayacak örnekler sunmuşlardır.

Kropotkin yasalar ve devletsiz topluluklar hakkında “… burada yasalar ve şefler bilinmez ama kabile üyeleri bir diğerini kırmakta imtina ederler… İlkel insanları konukseverliği, yaşama saygısı… diğerlerinin uğruna kendini feda etmeye kadar giden cesaret -ki bu nitelikler yasadan önce ve dinden tümüyle bağımsız toplumsal hayvanlarda olduğu gibi gelişti- ve bu türden duygular ve uygulamalar toplumsal yaşamın kaçınılmaz sonuçlarıdır.” der.

Yasa ve ceza denilen bu ikili var oldukları ilk andan itibaren, zoru kendilerinde hak görmüşler ancak her daim karşılarında da ciddi bir dirençle karşılaşmışlardır. Anarşizm ve anarşistler, bu direniş hareketlerinin mirasçısıdırlar.

Errico Malatesta, yasalar ve itaatsizlik üzerine oldukça keskin belirlenimlerde bulunur: “Bence her şeyden önce yasalara mümkün olduğu kadar direnmeliyiz, söylediğim hemen hemen onları yok saymamızdır…”

***

Yazının bütününe yayılmış verilere incelediğimizde, devlet-yasa-ceza arasındaki ilişkiyi daha iyi anlayabiliriz. İlk kimin kimden çaldığını, belki de ilk kimin kimi öldürdüğünü anlayabiliriz. Devletli toplumlarda suç diye anılan şeylerin, mülk sahipleri ve iktidarlar tarafından işlenen büyük suçları örtbas etmek ve zenginlikleri ile güçlerini korumak için kullanıldığı aşikardır. Toplumun hayatı ancak toplum tarafından düzenlenebilir. Aksi durum ise imkansızdır. Değil mi ki, yasalar delinmek, kanunlar çiğnenmek için vardır?


Özgür Erdoğan

[email protected]


Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Hırsızın Adaleti Hırsıza – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/20/hirsizin-adaleti-hirsiza-ozgur-erdogan/feed/ 0
Halife Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” sözünden “Tevhid Toplumu”na https://meydan1.org/2013/01/28/halife-omerin-adalet-mulkun-temelidir-sozunden-tevhid-toplumuna/ https://meydan1.org/2013/01/28/halife-omerin-adalet-mulkun-temelidir-sozunden-tevhid-toplumuna/#respond Mon, 28 Jan 2013 10:53:00 +0000 https://test.meydan.org/2013/01/28/halife-omerin-adalet-mulkun-temelidir-sozunden-tevhid-toplumuna/ Meydan Gazetesi yazarı Berk Yeter’in “İslam’ın Özü Adalet” kitabının yazarı Muhammed Nur Denek’le yaptığı söyleşi: Berk Yeter: Merhaba. Gerek kitaplarında gerek makalelerinde tarihsel ve güncel örnekler aracılığıyla devlet-kapitalizm ve eşitlik-adalet karşılaştırması yapıyor ve bunların uzlaşmazlığından bahsediyorsun. Bu perspektif dahilinde, sosyal adalet ve mülkiyet ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun? Muhammed Nur Denek: Mülkiyetin kökeninin adaletsizlikler üzerine inşa olduğu […]

The post Halife Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” sözünden “Tevhid Toplumu”na appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi yazarı Berk Yeter’in “İslam’ın Özü Adalet” kitabının yazarı Muhammed Nur Denek’le yaptığı söyleşi:

Berk Yeter: Merhaba. Gerek kitaplarında gerek makalelerinde tarihsel ve güncel örnekler aracılığıyla devlet-kapitalizm ve eşitlik-adalet karşılaştırması yapıyor ve bunların uzlaşmazlığından bahsediyorsun. Bu perspektif dahilinde, sosyal adalet ve mülkiyet ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?

Muhammed Nur Denek: Mülkiyetin kökeninin adaletsizlikler üzerine inşa olduğu gerçeğinden yola çıkacak olursak, bu denklemin imkânsızlığı gün gibi ortaya çıkacaktır. Sosyal adaletin inşa olabilmesinin yegâne yolu, özel mülkiyetin tamamen ortadan kalkmasıdır. Bu iki unsurun bir arada var olabilmesi, zalimin adil olabileceği yanılgısıyla bire bir aynıdır. Bu ancak çok büyük bir zihinsel tahribatın ortaya çıkardığı sarsıntı olarak açıklanabilir. Yani insanlığın geldiği noktada bunun olabilirliği sanısını yaşmasından bahsediyorum. Aklın kabullenemeyeceği net bir hakikatten bahsediyoruz nitekim. Özel mülkiyetin meşru olduğu bir toplumda sosyal adaletten söz etmek imkânsızdır.

B.Y: Peki, başat aktörlerden olan “devlet”in bu ilişkideki rolünü nasıl tanımlıyorsun?

M.N.D: Zaten tarihsel süreçte devletlerin ortaya çıkışlarının ana unsurunun, mülkiyetin korunması olduğu gerçeği bilinmektedir. Devlet, toplumlarda en büyük kurumsal yapı olarak kendini var etmektedir. Toplumlarda yaşanan her türlü adaletsizliğin kaynağı devletlerdir. Devletin ya da daha küçük de olsa bir takım kurumların varlıkları, o kurum dâhilinde olan kişiler arasındaki güç sahiplerinin kaçınılmaz sığınağı olmaktadır. Bu şu anlama geliyor; toplumlar içerisinde bir takım statüler elde etmiş olan kişiler bu konumlarını koruyabilmek için, bir takım mekanizmalara ihtiyaç duyar ve bu mekanizmaları oluşturur. Devlet dediğimiz canavarın baş aktörleri aslında toplumlardaki statü sahipleridir. Bu kan emici zalimlerin diğer insanlar üzerinde oluşturduğu baskıyı teminat altına alma aracı da diyebiliriz devlet için. Devletler oldukça sosyal adalet asla gerçekleşemez, devletin varoluş sebebi zaten adaletsizliklerin ayakta kalabilmesi ve statü sahiplerinin zulüm ve haksızlıkla elde ettikleri (ki başka bir yolla üstünlük elde etmek imkânsızdır) konumlarının korunmasıyla ilintilidir.

B.Y: Halife Ömer’in, “Adalet, mülkün temelidir.” sözü, bugün TC mahkemelerinin duvarlarında yer alıyor. Adaleti mülkte(devlette ve devlete ait olanda, yani mülkleştirilmiş olanda) arayan bu sözle beraber, günümüz İslam anlayışının hâla gerçek adalete işaret ettiğini söylemek mümkün müdür?

M.N.D: Maalesef sözler, söz sahibinin amacına hizmet edemiyor bazen. Sadece bu sorunda bahsettiğin Ömer’in sözü değil, buna benzer yüzlerce tarihsel vecize günümüzde güç sahiplerinin çıkarına yorumlanmaktadır. Oysa ki bu sözler, söylendikleri çağın mazlumlarının ışığı olmuş ve tarihte zalimin zulmüne karşı gerçekleşen isyanlara kaynaklık etmiştir. Neredeyse tüm peygamberlerin sözleri (ve o sözlerin ortaya çıkardığı modelin ”din”) özünden oldukça uzaklaşmış ve mazlumun ekmeğine kan doğrayan iktidarların çıkarına yorumlanmıştır. Günümüzdeki anlaşılan biçimiyle tüm dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet) aslında peygamberlerin mücadele ettikleri şirk dinini temsil etmektedir. Peygamberlerin yaşadıkları dönemde isyan ettikleri toplumsal algı ne idiyse günümüzde bu dinlerin ortaya koydukları algı da aynıdır. O günde şirk dinleri zalimin yanındaydı, bugün de bu dinler zalimlerin yanı başında. Ezilene değil ezene taraf olan her din, batılıdır. Hak din yani peygamberlerin tarif ettiği Tevhid dini her zaman, zulme uğrayanın yanında olmuş, zalimin karşısına dikilmiş ve hesap sormuştur. Günümüzde peygamberlerin yandaşı olma iddiasında olan kişilerin de yapması gereken budur.
Bahsettiğin söze gelecek olursak; “adalet mülkün temelidir” sözüyle işaret edilen şey aslına bakılırsa tam olarak şudur: mülk Allah’ındır( her“şey”indir, kimse sahiplenemez) asla bireyselleşemez ve bunun tek yolu mutlak adalettir ve adalet ancak mülk herkesin olursa ayakta kalabilir. Nasıl da ters düz edilmiş yüce Tevhid dini görüyorsunuz değil mi?

B.Y: Kitaplarında adaletsizliklerin olmadığı toplumu “tevhid toplumu” olarak açıklıyorsun. Tevhid toplumunu biraz anlatabilir misin?

M.N.D: Tevhid ,vahdete, yani bir olmaya işaret eder. Peygamberler bahsettikleri toplumsal felsefeyi bu sözle anlatmışlardır. Günümüz dilinde bunun daha anlaşabilir olması için şöyle açıklanabilir: Varoluş tek bir kaynaktan beslenir; varoluş özünde birdir, tektir. Allah kelimesiyle işaret edilen şey de bu birliğin karşılığıdır. Hiçbir şey yoktan var olamaz ve hiçbir var, yok olamaz gerçeğini dikkate aldığımızda zaten mutlak bir tek “var”dan bahsedebiliyoruz; ancak tabii ki bu işin felsefi boyutu, kısaca değinmeyi gerekli gördüm.
Toplumsal anlamda tevhide gelince; tevhidi toplumla anlatılmak istenen şey, bu birlik anlayışının toplumda inşa olmasıdır. Tevhidin yaşanabilmesi için, insan toplulukları içerisinde statü farklarının tamamen ortadan kalkmış olması gerekir. Bu statüler mülk ve iktidarla elde edilmesi mümkün olan durumlardır. Toplumlarda adaletin sağlanması ancak tüm olanakların hiçbir statü farkı oluşmaksızın, eşitçe paylaşılması ile mümkündür.

Muhammed peygamber bu durumu cennet tasviriyle ifade etmiş ve ayrıntılı biçimde Kuran’ı Kerim’de açıklamıştır: “Orada hiç kimse aç kalmaz, susuz kalmaz güneşin ısısıyla yanmaz” orada kimse kimsenin üzerinde otorite oluşturmaz, herkes mutludur orada, çünkü orada yasa yoktur, kanun yoktur, devlet yoktur, otorite yoktur, herkes özgürce dilediğini yapar…

B.Y: Tasavvurunu yaptığın toplum, anarşizmin tariflediği topluma oldukça benziyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun?

M.N.D: Evet, benziyor. Hatta aynı felsefe denebilir. Kelimeler ve isimlere takılmamak gerek, nitekim onların içini insanlar dolduruyor ve o tanımı insanlar koyuyor. Tarihin bir döneminde Musa peygamberin Tevhid felsefesi Yahudilik olarak isimlendirilmiş, bir dönemde İsa peygamberin Tevhid felsefesine Hıristiyanlık denmiş, bir başka dönemde ise aynı felsefenin temsilcisi olan Muhammed peygamber bunu İslamiyet olarak açıklamış. Bugün de buna anarşizm ya da başka bir tanımlama yapılabilir, aslolan Tevhid felsefesidir ve bu felsefe bugün en çok anarşizmle isimlenmeyi hak ediyor gibi görünmekte.

B.Y: Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?

M.N.D: Söylenecek çok şey var aslında, nitekim tarih aşağılık iktidarların yalanlarıyla dolu, bu yalanları ifşa etmek ve gerçekleri anlayabilmek için söylenecek çok şey var. Günümüzde de bu yalanlar ağzı salyalı sözde dindarlar tarafından söylenmeye devam etmekte. Gerçek mutlaka anlaşılacak ve galip gelecektir ve o gerçek ancak adalettir. Söylenecek çok şey var ancak ben son olarak söylenecek şeylerden daha önemli olan düşünmeyi, tüm dayatılanlardan arınarak düşünmeyi tavsiye ediyorum.

The post Halife Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” sözünden “Tevhid Toplumu”na appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/01/28/halife-omerin-adalet-mulkun-temelidir-sozunden-tevhid-toplumuna/feed/ 0