köle – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Mon, 13 Nov 2017 08:27:23 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Ucuz İş Gücü Tutsak İşçiler – Murat Çıkrıkçıoğlu https://meydan1.org/2017/11/13/ucuz-is-gucu-tutsak-isciler-murat-cikrikcioglu/ https://meydan1.org/2017/11/13/ucuz-is-gucu-tutsak-isciler-murat-cikrikcioglu/#respond Mon, 13 Nov 2017 08:27:23 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/13/ucuz-is-gucu-tutsak-isciler-murat-cikrikcioglu/   16. yüzyıla kadar bütün iktidarlar tutsak ettiklerine fiziksel zararlar verir veya idam ederdi. Tüm bunları da toplumun yaşadığı alanlarda birer meydan gösterisine dönüştürerek yapar buna da suçu ve suçluyu “ıslah etme” derlerdi. Tutsak işçilik denilen yöntemin temelleri de 16. Yüzyılda atıldı. İşçilerden ve köylülerden daha düşük ücretle zorla çalıştırılan tutsaklar, iktidarların zenginliğini arttırmak için […]

The post Ucuz İş Gücü Tutsak İşçiler – Murat Çıkrıkçıoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

16. yüzyıla kadar bütün iktidarlar tutsak ettiklerine fiziksel zararlar verir veya idam ederdi. Tüm bunları da toplumun yaşadığı alanlarda birer meydan gösterisine dönüştürerek yapar buna da suçu ve suçluyu “ıslah etme” derlerdi. Tutsak işçilik denilen yöntemin temelleri de 16. Yüzyılda atıldı. İşçilerden ve köylülerden daha düşük ücretle zorla çalıştırılan tutsaklar, iktidarların zenginliğini arttırmak için kimi zaman sürgün edilerek başka kıtalarda köleliğe zorlandı, kimi zaman madenlerde çalıştırıldı, kimi zaman taş kırdı, donanma gemilerinde kürek çekti.

Spor salonlarından bildiğimiz yürüyüş bantlarının hikayesinde bile tutsak işçilerin izleri var. Yürüyüş bantları ilk kez 1800’lü yıllarda yapıldı. Tekerleğe benzeyen bu alet elleriyle asılı demirlere tutunan tutsakların adımlar atıp bantları döndürmesiyle çalışıyordu. Tutsaklar yürüyüş bantlarında 6-7 saat aralıksız adım atıyorlardı. Tutsakların avluda “boş boş” durmasından etkilenerek geliştirilen bu alet sayesinde tutsak işçiler bir bir ölmeye, yaşam süreleri kısalmaya başladı. İşte ıslah etmek denilerek tutsakları köleleştiren bu tarz uygulamalar, geçmişten günümüze zaman zaman hafifleyen ama genellikle sertçe uygulamalar olarak varlığını bugünlere dek sürdürdü. Son birkaç yüzyılda devletler zorla çalıştırmayı tutsakları “hapis sonrası hayata alıştırmak” için yaptığını iddia etse de gerçeğin bu olmadığı ortada.

Şayet zorla çalıştırma, iddia edildiği gibi tutsakların yaşamını iyileştirseydi, bu kadar hapishaneye de bu kadar tutsağa da ihtiyacımız kalmazdı değil mi? Peki neden var? İktidarların dışarıda yaptığını içeride sürdürmek için olmasın yani daha fazla sömürmek için.

Tutsak işçilik yaşadığımız coğrafyada Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak cumhuriyetin ilanıyla beraber hız kesmeden devam etmiş bir uygulama. Her ne kadar TC Anayasası “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz, angarya yasaktır.” dese de maddenin devamı şu şekilde ilerler: “şekil ve şartları kanunla düzenlenmek üzere hükümlülük veya tutukluluk süreleri içindeki çalıştırmalar (…) zorla çalıştırma sayılmaz”. Yani devlet yine yasalarıyla sömürüyü kılıfına uydurmuş durumda. Bu durum tabi ki sadece TC için geçerli değil, BM ve Uluslararası Çalışma Örgütü’de (ILO) zorla çalıştırmayı onaylıyor. Şart ise şu: Bir mesleğiniz veya hastalığınız yoksa, çalışmak zorundalıktır.

Belirtilen işlerde çalışmak istemeyen tutsaklara yönelik uygulamalar ise oldukça sert. Zaten ekonomik olarak zor durumda olan tutsaklar yemek ve aydınlatma hariç her şey ücretli olduğundan gelirlerini bu yolla elde etmek zorunda. Elde ettikleri gelir de günlük 7-8 lira. Çalışmak istemeyenlere ise disiplin cezası uygulanıyor, ziyaret saatleri iptal ediliyor veya kapalı hapishaneye yollamak bir tehdit olarak sunuluyor. Üstelik devlet resmiyette tutsak işçilere aylık olarak 330 lira vermiş görünse de, 150-200 liradan fazlasını alabilmeleri mümkün değil. Haftada 5 gün 8 saat çalışması gereken işçiler, hafta sonu da çalışmak zorunda. Sigortaları ise sadece sembolik olarak var. Bir tutsak işçi 20 yıl çalışsa bile, tutsaklığı sona erdiğinde herhangi bir işçi gibi emekli de olamıyor. Devlet aslında tutsak işçilerin çalışma zorunluluğunu sağlayarak yegane amacını gerçekleştiriyor; ucuz iş gücü.

2006’dan bugüne çalışan tutsak işçi sayısı neredeyse üç kat artmış durumda. 1997’de 3214 olan tutsak işçi sayısı, 2016 yılında 50.343 olarak açıklandı.

2010 yılında 137/3 sayılı iş yurtları uygulamaları genelgesinin, “kurum dışı çalışma” bölümünde yapılan değişiklikle, artık her patron hapishanede üretim merkezi açabilecek konuma getirildi. Yani demek oluyor ki dışarıdan yetinmeyen patronlar içeride de bir yöneticiyle anlaşarak, düşük ücretle çalışma zorunluluğu olan yüzlerce çalışana sahip olabilecek, üstelik sigorta ödemeden prim vermeden.

Kendisi en acımasız suçlu olan bu kapitalist sistemin, “suç” işlemiş her bireyi ceza ve ıslah diyerek ucuz iş gücüne dönüştürmesinin adıdır tutsak işçilik. Fabrika veya hapishane fark etmeksizin emeğimizi ve yaşamlarımızı çalan kapitalizme ve patronlara karşı yapacağımız tek bir şey var: içeride de dışarıda da hücreleri parçalamak.

 

Murat Çıkrıkçıoğlu

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Ucuz İş Gücü Tutsak İşçiler – Murat Çıkrıkçıoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/13/ucuz-is-gucu-tutsak-isciler-murat-cikrikcioglu/feed/ 0
“Bir Varmış Bir Yokmuş Taşeron İşçisi Kadro Masalı” – Rıfat Güven https://meydan1.org/2016/04/26/bir-varmis-bir-yokmus-taseron-iscisi-kadro-masali-rifat-guven/ https://meydan1.org/2016/04/26/bir-varmis-bir-yokmus-taseron-iscisi-kadro-masali-rifat-guven/#respond Tue, 26 Apr 2016 08:27:59 +0000 https://test.meydan.org/2016/04/26/bir-varmis-bir-yokmus-taseron-iscisi-kadro-masali-rifat-guven/ Birkaç hafta önce, Ahmet Davutoğlu, yasalaşması için meclise gönderilecek olan tasarıda “taşeronlara kadro müjdesi” dedi. Bu açıklama işçiyi sevindirdi, neden mi? Tüm taşeron işçileri devlet güvencesi altında kadrolu olacaktı ve bu, devletin patronluğunda ücretli kölelik de olsa taşeron olmaktan yeğdi. Devletin işçiye anlatacak masalı çok, dinleyeni oldukça tabi. Davutoğlu’nun meclise gönderdiği bu tasarı da devletin […]

The post “Bir Varmış Bir Yokmuş Taşeron İşçisi Kadro Masalı” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi- Bir Varmış Bir Yokmuş Taşeron İşçisine Kadro Masalı Rıfat Güven

Birkaç hafta önce, Ahmet Davutoğlu, yasalaşması için meclise gönderilecek olan tasarıda “taşeronlara kadro müjdesi” dedi. Bu açıklama işçiyi sevindirdi, neden mi? Tüm taşeron işçileri devlet güvencesi altında kadrolu olacaktı ve bu, devletin patronluğunda ücretli kölelik de olsa taşeron olmaktan yeğdi.

Devletin işçiye anlatacak masalı çok, dinleyeni oldukça tabi. Davutoğlu’nun meclise gönderdiği bu tasarı da devletin bir başka masalı. Yüzeysel okuduğunuzda masalda patron değişmiş, sanki devlet tüm taşeron(alt işveren) işçilerini sahip olduğu kurumlarda çalıştıracakmış, kadroya alacakmış. Bazı masallar gerçekten uzaktır ve dinleyene yalan söyler. Buna örnek olarak dünya çapında bilinen bir masal vardır; Fareli Köyün Kavalcısı.

Bir köy farelerin istilası altındadır. Günün birinde kaval çalan bir adam, köyü farelerden temizleyebileceğini söyler. Köylüler de adam bunu başarırsa ona yüklü miktarda para vereceklerini söylerler; anlaşma yapılır. Adam, kaval çalarak tüm fareleri etkileyip peşinden sürükleyerek köyün dışına çıkarır. Ama köylüler adama parasını vermeyi reddeder. Bunun üzerine kavalcı, tüm köyün çocuklarını bir nehre sürükleyerek, çocukların boğulmasına sebep olur. Sadece topal bir çocuk, diğerlerinin hızına yetişemediği için kurtulur. Yani aslında bize masallar hep mutlu sonla biter deseler de öyle değildir.

Devletlerin ve politikacıların yaptığı da buna benzer. Yöntem de gaye de aynı: Yanıltmak. Mutlu sonla bitecek bir gerçeklik uydurarak yanıltmak.

Gelgelelim Davutoğlu ve akabinde Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın açıklamalarına; onların masallarına. 720 bin taşeron işçisi alınacakmış kadroya. Kimse dışarıda kalmayacak diyor Davutoğlu; fakat biraz derinleştirerek okuduğunuzda, hepsinin yalan olduğunu açıkça görüyorsunuz. Neden mi yalan? Sıralayalım.

Çünkü kadroya geçmek isteyen işçilerin, öncelikle taşeronda en az 12 ay çalışmış olması, Kasım ayından önce işe başlamış olmaları gerekiyor. Tabi yetmiyor, oyalamanın perdeli hali olan sınava girmeleri gerekiyor. Bu da yetmiyor, sınava girmeleri için de geçmişe dönük hakları için dava açmamaları, hukuki tüm haklarından vazgeçmeleri gerekiyor. Yetmiyor sınavı kazansalar bile, sadece kurumların açtığı kadro kadarı alınabiliyor. İşçiler tüm bu süreçlerden geçseler bile devlet memuru olarak kadroya geçmiş olmuyor, özel sözleşmeli personel oluyorlar. Devletin kadro güvencesi dediği de ömür boyu değil, sadece üç yıl sürüyor. Özel sözleşmeli personelle yalnızca 3 yıllık sözleşme yapılıyor ve devlet, eğer istemezse, üç yıl sonra işçiyi kapı dışarı edebiliyor.

Davutoğlu’nun “taşeronlara kadro” masalında da yalan ve sömürü düşecek dinleyen işçilerin payına. En iyisi mi biz, her masala kanmayalım!

 

Rıfat Güven

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post “Bir Varmış Bir Yokmuş Taşeron İşçisi Kadro Masalı” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/04/26/bir-varmis-bir-yokmus-taseron-iscisi-kadro-masali-rifat-guven/feed/ 0
” Göçmen Hayatlar ” – Özgür Oktay https://meydan1.org/2015/09/04/gocmen-hayatlar-ozgur-oktay/ https://meydan1.org/2015/09/04/gocmen-hayatlar-ozgur-oktay/#respond Fri, 04 Sep 2015 19:49:35 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/04/gocmen-hayatlar-ozgur-oktay/ Savaşın yaşamı doğrudan yok ettiği bölgeleri terk etmek zorunda kalan göçmenler, refah umuduyla gitmeye çalıştıkları Avrupa devletlerin sınırlarında hayatta kalma mücadelesi veriyor. Avrupa devletleri ise bir yandan, savaşla hiç ilgileri yokmuşçasına, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği gibi kurumlarla kurtarıcı rolüne bürünürken, diğer yanda Frontex gibi sınır polisi kurumlarıyla göçmen gemilerini batırarak katliam yapıyorlar. Bu katliamların toplumda […]

The post ” Göçmen Hayatlar ” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi - Göçmen Hayatlar

Savaşın yaşamı doğrudan yok ettiği bölgeleri terk etmek zorunda kalan göçmenler, refah umuduyla gitmeye çalıştıkları Avrupa devletlerin sınırlarında hayatta kalma mücadelesi veriyor. Avrupa devletleri ise bir yandan, savaşla hiç ilgileri yokmuşçasına, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği gibi kurumlarla kurtarıcı rolüne bürünürken, diğer yanda Frontex gibi sınır polisi kurumlarıyla göçmen gemilerini batırarak katliam yapıyorlar.

Bu katliamların toplumda yarattığı huzursuzluk, kısmen Avrupa’da son dönemde yükselen ırkçılıkla, kısmen de kapitalizmin beyaz kölelerini daha fazla hırpalamaması için emek gücüne katılan ucuz göçmen emeği ile yatıştırılıyor.

Ana akım medyadaki haber ve yorumlar da kullandığı tanımla hangi işlevi gördüğünü belli ediyor. Son zamanlarda açıkça ırkçı olmayan bazı kesimlerin kullandığı göçer (migrant) terimi de, aslında genel olarak göç eden hayvan ve insan topluluklarını niteliyor. Diğer tarafın kullandığı kelime ise “mülteci”.

Avrupa’nın ahlaki mirasını aldığı Kilise ve Antik Yunan tapınaklarında bir uygulama olan iltica, devletlerin baskısından kaçan suçluların ve kölelerin “sığınması” anlamına geliyor. Yunan tapınakları kölelerin başka sahiplere satılmasını sağlarken, kilise ise bu kaçakları kendi kölesi olarak kullanmış.

 

Avrupa’da Yükselen Faşizm

Avrupa’da göçmenlere yapılan faşist saldırılardan Romenler’in sınır dışı edilmesine gittikçe yükselen ırkçılık, artan “göçmen sorunu” ile tepe noktasına ulaştı. Nisan ayında Fransa’nın Sosyalist Partili Cumhurbaşkanı François Hollande’ın, Akdeniz’de göçmen kaçakçılığı için kullanılan botların tespit edilerek askeri kuvvetler tarafından imhası için BM Güvenlik Konseyi’ne verdiği teklif, Avrupa Konseyi’nin ilk taslağında yer alırken muhalif kesimlerden gelen tepkilerinden sonra geri çekildi. Ancak fiili durum teklif edilenden çok da farklı değil.

Avrupa Komisyonunda konuşulan Akıllı Sınırlar Paketi ise fişlemenin artmasına, vize ihlalinin kolayca saptanmasına ve polise verilen kaynakların artmasına yol açacak. AB Devletleri, göçmenlere “kaçak girişi cezalandırma” gerekçesiyle baskı uygularken, “insan kaçakçığını engellemesi” dolaylı söylemiyle, doğrudan yaşamına saldırıyor.


Avrupa kapitalizmi ezilenleri en çok uzaktan sömürmeyi sever. Ancak bu sömürüyü mümkün kılan savaşın kaçınılmaz sonucu olarak yüz binlerce göçmen kapısına dayanmakta diretiyor. Kapitalizmin mülteci / göçmen yasaları ise, her zaman yaptığı gibi ezilenlerin direnişini kendi karına çevirmeye yarıyor. Göçmenler “yasadışı” olarak sınırlardan geçiyorlar ama hem an sınır dışı edilme tehlikesi altında, tüm işçi haklarından mahrum, düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyorlar.

Özgür Oktay

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Göçmen Hayatlar ” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/04/gocmen-hayatlar-ozgur-oktay/feed/ 0
” Afrika’nın İslamlaştırılması ” – Didem Deniz Erbak https://meydan1.org/2015/02/14/afrikanin-islamlastirilmasi-didem-deniz-erbak/ https://meydan1.org/2015/02/14/afrikanin-islamlastirilmasi-didem-deniz-erbak/#respond Sat, 14 Feb 2015 17:00:18 +0000 https://test.meydan.org/2015/02/14/afrikanin-islamlastirilmasi-didem-deniz-erbak/ Afrika’nın sömürgeleştirilmesinden, coğrafyanın bir köle ambarı olarak görülmesinden, kapitalistler için bir “ham madde” kaynağı olarak görülmesinden bahsedilince; aklımıza haklı olarak hep Avrupa geliyor. Her ne kadar, kıtanın sömürgeleştirilmesinde ve talan edilmesinde Hristiyan Avrupa başrolü kimseye kaptırmasa da, bölgeye 7. yüzyılda giren Müslüman Arapların  ve sonrasında Osmanlıların rolünü unutmamak gerekiyor. Hele ki Boko Haram ve El […]

The post ” Afrika’nın İslamlaştırılması ” – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Afrika’nın sömürgeleştirilmesinden, coğrafyanın bir köle ambarı olarak görülmesinden, kapitalistler için bir “ham madde” kaynağı olarak görülmesinden bahsedilince; aklımıza haklı olarak hep Avrupa geliyor. Her ne kadar, kıtanın sömürgeleştirilmesinde ve talan edilmesinde Hristiyan Avrupa başrolü kimseye kaptırmasa da, bölgeye 7. yüzyılda giren Müslüman Arapların  ve sonrasında Osmanlıların rolünü unutmamak gerekiyor. Hele ki Boko Haram ve El Şebab gibi örgütlerin hakimiyet alanlarını genişlettiği bir zamanda ve Yeni Osmanlıcı perspektifi ile tekrar buraya oynamaya çalışan T.C Devleti’nin ve kapitalistlerinin kıta üzerine yaptıkları planlar konuşulurken, Afrika’nın İslamlaştırılması sürecini anlamak elzem hale geliyor! Bütün bu veriler, ister hristiyan, ister müslüman olsun, aslında tek  “inancı” daha çok güç ve daha çok para olan tüm sömürgecilerin ne yapmak istediklerini daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

Müslümanlığın Afrika’da Yayılması

İslamiyet Afrika’ya ilk olarak, müslüman olduğu için Arap Yarımadası’nda ayrımcılığa uğrayan ve kaçmak zorunda kalan göçmenler tarafından taşınıyor. Ama İslam devletlerinin kıtaya girişi, 600’lü yılların ortalarına doğru gerçekleşiyor. İslam’ı yaymak için büyük bir ordu ile yola çıkan Arap General Amr ibn al-Asi, başta Mısır olmak üzere Bizans’ın kontrolünde olan birçok yeri işgal ederek hristiyanların bölge üzerindeki etkilerini kırıyor. Bu arada olan, bölgede yaşayan insanlara oluyor; hristiyan Bizans sömürgeciliğinden kurtulan halklar, bu sefer müslüman Arap istilaları ile karşı karşıya kalıyor. 8, 9 ve 10. yüzyıllarda ise Araplar, hakimiyetlerini Doğu Afrika’ya doğru genişletiyor; sömürgelerine Somali, Kenya ve Kızıldeniz kıyılarını katıyorlar. Daha sonraki süreçte kıta üzerindeki hakimiyeti zayıflayan Araplar, sahneyi dönemin etkili güçlerinden Osmanlı Devleti’ne bırakıyor.

Burada İslamiyet’in yayılması ile ilgili bir parantez açmak gerekiyor. Daha önceden söylediğimiz gibi, Müslüman Araplar, Hristiyan Avrupalılar gibi toplu katliamlara girişmeseler de; insanların dolaylı yollardan İslamiyet’e geçmeye zorlanması, coğrafyanın maddi kaynaklarının sömürülmesi ve yoğun bir “köle ticareti” trafiği oluşturulması gibi etkinliklerde bulunuyorlar. (Arapların 9. yy’dan 19. yy’a kadar köle ticaretinde hayli aktif olduğu görülüyor.) Bu dönemde önemli ticaret yolları üzerinden bir trafik işleten Araplar, bu yolla gittikleri bölgelerin ileri gelenleri, kabile şefleri ve zenginlerini müslümanlaştırarak yoksul tebaaların da müslümanlaşmasını sağlamışlardır. Dönemin kaynaklarına göre, sonraları Avrupalıların girişeceği modernleştirme adı altında kimliksizleştirme politikalarına burada da rastlanıyor. Kaldı ki, bugün kıtanın hem müslüman hem hristiyan bölgelerine baktığımızda, “modernleşmenin” ne kadar işe yaradığını; üretilmiş olan dini ve etnik savaşlarda görebiliyoruz.

Ve Osmanlı Sahneye Çıkıyor

Ortadoğu’daki Arap bölgelerinin Osmanlı’nın kontrolüne girmesinden sonra, Doğu Afrika’daki Arap kontrolü de zayıflamıştır. Osmanlılar 16. yüzyıl başlarında Afrika’nın kuzeyinden başlayarak Akdeniz’in güney sahilleri boyunca, Atlas Okyanusu kıyılarına kadar ilerlemişlerdir. Öte yandan, Kızıldeniz’in batı sahilleri boyunca ilerleyerek Hint okyanusu kıyılarına kadar ulaşmışlardır. Osmanlı’nın “köle ticareti” geleneğini devam ettirdiği görülürken, imparatorluğun girdiği her yerde uyguladığı ağır vergilendirme, asker talebi ve devşirme politikası, burada da devam etmiştir. Osmanlı’nın kıtaya girişiyle neredeyse aynı dönemde, Avrupalılar da yüzlerini buraya dönmüştür. 15. yy’da Hollandalılar Güney Afrika kıyılarını alırken, Portekizliler Angola ve Mozambik kıyılarını yerleştiler. İngilizler ise Gine Körfezi kıyılarına yerleştiler. Bu arada Fransızlar da, Afrika’ya 16. yy’da Senegal üzerinden, Batı Afrika kıyılarına girmeyi başardılar. Bundan sonraki süreçte, hakimiyet alanlarında giderek zayıflayan Osmanlı ile Avrupa arasındaki sömürge mücadelesi başlamış oldu. Bazı kaynaklar, bunun Osmanlı’nın Afrika’yı korumak için sömürgeci Avrupalılarla savaşı olduğunu söylese de, bu kelimenin tam anlamıyla iki dev arasında bir kapışmaydı ve her zaman olduğu gibi, filler tepişirken çimenler eziliyordu. Yoksul Afrikalıları, yeni ve uzun bir sömürge dönemi daha bekliyordu.

T.C.’nin Afrika Çıkarması

T.C Devleti’nin son dönemlerde Afrika’ya düzenlediği ziyaretler, cemaatle yapılan Afrika’daki okullar kavgası, geçmişte buraya yapılan akınları anımsatıyor. Özellikle müslümanlığın yaygın olduğu bölgelere bu referansla girmeye çalışan T.C, “Avrupa, Afrika’nın sadece madenlerini görüyor; biz ise burayı kalp gözüyle görüyoruz.” diyor. Fakat T.C’nin Afrika’ya yaptığı her ziyaret sırasında, yanında müteahhitleri, iş adamlarını ve fabrikatörleri götürmesi; bunların kalp gözlerinin de sadece gücü ve parayı gördüğünü gösteriyor. Her fırsatta “Osmanlı’nın Afrika’da izlediği hoşgörü politikasına” gönderme yapan Erdoğan, oraya kurmak istedikleri iplik fabrikaları, madenler, baraj inşaatları ile sömürgeci Osmanlı’nın izini takip ettiklerini açıkça beyan ediyor. Aslında yeni T.C devleti, yeni sömürücü yöntemlerle, eski atalarının izinden gidiyor!

Yüzyıllardan beri farklı hakim güçlerin talan ettiği Afrika coğrafyası, kimi zaman Hristiyanlık, kimi zamanda Müslümanlık referans alınarak kimliksizleştirilmeye; Afrika halkları yaşam biçimlerinden, inanışlarından ve kültüründen koparılarak “modernleştirilmeye” çalışılıyor! Yani kapitalizmin köle ve “ham madde” deposuna dönüştürülmeye devam ediyor. Çoğu zaman halkların büyük dirençleriyle karşılaşan bu saldırılar, bugün de hem klasik yöntemlerle hem de yeni yöntemlerle sürdürülüyor. Bugün Afrika’da yaşanan etnik ve dini çatışmalar, Boko Haram’ın ve benzeri örgütlerin giriştiği toplu katliamların müslümanlara ya da hristyanlara mal edilmeye çalışılması da bu yeni taktiklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Fakat bizler biliyoruz ki, bu coğrafyada “üretilen şiddetin” babası ezilmişlik boyutunda aynı kaderi paylaşan Müslüman ya da Hristiyanlar değil, tıpkı geçmişteki gibi Müslümanlığı ve Hristiyanlığı referans göstererek saldıran efendilerdir!

Didem Deniz Erbak

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Afrika’nın İslamlaştırılması ” – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/02/14/afrikanin-islamlastirilmasi-didem-deniz-erbak/feed/ 0
” Demokrasi ve Anarşi ” – Errico Malatesta https://meydan1.org/2014/12/18/demokrasi-ve-anarsi-errico-malatesta/ https://meydan1.org/2014/12/18/demokrasi-ve-anarsi-errico-malatesta/#respond Thu, 18 Dec 2014 19:32:02 +0000 https://test.meydan.org/2014/12/18/demokrasi-ve-anarsi-errico-malatesta/   İtalya, İspanya ve Rusya’daki azılı diktatörlükler, dünyanın geri kalanında daha gerici ve ürkek partilerde özlem ve gıpta uyandırırken, yoksunlaştıran “demokrasi”ye yeni bir hava getirdi. Bunların sayesinde, işçilere uygulanan baskıların ve katliamların sorumluları, hain politika sanatına alışkın olan bu eski rejimin yaratıkları yeniden ortaya çıkıyor. Bunlar, cesaret edebildikleri yerlerde, kendilerini ilerici takdim ederek, özgürlük adına […]

The post ” Demokrasi ve Anarşi ” – Errico Malatesta appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

İtalya, İspanya ve Rusya’daki azılı diktatörlükler, dünyanın geri kalanında daha gerici ve ürkek partilerde özlem ve gıpta uyandırırken, yoksunlaştıran “demokrasi”ye yeni bir hava getirdi. Bunların sayesinde, işçilere uygulanan baskıların ve katliamların sorumluları, hain politika sanatına alışkın olan bu eski rejimin yaratıkları yeniden ortaya çıkıyor. Bunlar, cesaret edebildikleri yerlerde, kendilerini ilerici takdim ederek, özgürlük adına yakın geleceği ele geçirmeye çalışıyorlar. Ve mevcut duruma bakılırsa başarabilirler.

Diktatör rejimler tarafından yapılan demokrasi eleştirileri ve demokrasinin yalanlarını ve kusurlarını gösteren bu eleştirilerin tarzı üzerine söylenecek birkaç söz var. Ve Cenevre Konferansı sırasında, tatlı-sert bir iletişimimiz olan Bolşevik sempatizanı ve ayrıca kendine anarşist diyen Hermann Sandomirski’yi hatırlıyorum, şu aralar Bakunin ve Lenin’i birleştirmeye çalışıyormuş, bakın hele. Bu zat Rusya rejimini savunmak için, Kropotkin alıntılarıyla demokrasinin düşünülebilecek en iyi toplumsal yapı olmadığını ispatlamaya çalışıyordu. Kullandığı akıl yürütme yöntemi bana yine başka bir Rus’u hatırlattı ve ona, çarın kadınları soyması, kırbaçlaması ve asması karşısında uygar dünyanın öfkelenmesine “erkekler ve kadınların eşit hakları olacaksa, aynı zamanda eşit sorumluluk almalıdırlar” şeklinde cevap veren yurttaşlarının*, benzer şekilde akıl yürüttüklerini söyledim. Bu işkence ve hapishane destekçileri, kadınların haklarını yalnızca yeni zulümlerine bahane ararken hatırlarlar! Aynı şekilde diktatörlükler demokrasilere yalnızca iktidarı ele geçirebilenlerin daha rahat despotluk ve tiranlık yapabileceği bir yönetim biçimi bulduklarında karşı çıkarlar.

Bana sorarsanız, sadece akademik açıdan bile baksak, en kötü demokrasiyi, en iyi diktatörlüğe tercih ederim. Tabi ki demokrasi, sözde halkın egemenliği, bir yalandır; ancak yalanlar her zaman için yalancıları biraz olsun bağlar, rastgele güç kullanmasını engeller ve kullanabileceği gücü sınırlar. Tabi ki bahsedilen “halkın egemenliği”, egemenliğin soytarısıdır, başındaki taç ve elindeki değnek kartondan olan bir köledir.

Ancak özgür olmadığı halde özgür olduğuna inanmak, köle olduğunu bilip ve köleliğini kaçınılmaz ve adil kabul etmekten her zaman daha iyidir.

Demokrasi bir yalandır, zulümdür ve gerçekte oligarşidir: Yani ayrıcalıklı bir sınıfın çıkarlarını gözeten birkaç kişinin yönetmesidir. Ama yine de, onu daha kötüsüyle değiştirmek isteyenlerden farklı olarak, ona karşı özgürlük ve eşitlik adına mücadele edebiliriz.

Demokrat olmamamızın sebeplerinden biri de, demokrasinin eninde sonunda savaşa ya da diktatörlüğe yol açmasıdır. Fakat diktatörlük destekçisi de değiliz çünkü başka birçok sebebin yanı sıra, diktatörlük her zaman demokrasi isteğini uyandırır, demokrasiye geri dönüşü kışkırtır ve böylece halkların sahte özgürlükle açık ve vahşi tiranlığın arasında sürekli gidip geldiği kısır döngüyü sürdürür.

Bu yüzden hem demokrasiye hem diktatörlüğe karşı savaşımızı ilan ediyoruz. Fakat onların yerine neyi koyuyoruz?

Tüm demokratlar yukarıda bahsettiğim gibi –halk adına halka baskı kurmak, istismar etmek ve ezmek isteyen, bunun farkında olan ya da olmayan ikiyüzlüler– olmayabilir. Özellikle genç cumhuriyetçilerin arasında, demokrasiye ciddi şekilde inananlar ve demokrasiyle herkes için tam ve eksiksiz gelişme özgürlüğünün elde edilebileceğini düşünenler var. Bu insanları uyandırmamız ve “halk” soyutlamasının, yaşayan gerçeği, farklı ihtiyaçları, tutkuları ve bazen tutarsız arzuları olan erkekler ve kadınları karşılamadığını göstermemiz gerekir.

Buradaki maksadımız parlamenter sisteme ve milletvekillerinin “halkın iradesini” gerçekten temsil etmesi için öne sürülen fikirlere karşı kritiğimizi tekrar etmek değildir ki bu elli yıllık anarşist propaganda sonucunda kabul gören ve fikirlerimizi yadsıyan bazı yazarlar tarafından bile tekrarlanan bir kritiktir (örn: Siyasal Bilimler Senatörü Gaeteno Mosca).

Bizler, bahsedilenleri parçalara ayırıp incelediklerinde, bu sözlerin ne kadar boş olduklarını kendilerinin göreceği inancıyla, genç arkadaşlarımızı daha kesin bir dil kullanmaya davet etmek için kendimizi zorlayacağız.

“Halkın Hükümeti / Egemenliği” hayır, çünkü burada öngörülen şeyin, –halkı oluşturan tüm bireylerin oybirliğinin- asla olamayacağını öngörüyoruz.

Eğer bunu “çoğunlukta olanın iktidarı” diye adlandırırsak gerçeğe çok daha yakın olurdu. Bu durumda, diğerlerinin iradesine boyun eğmek ya da isyan etmek zorunda olan bir azınlıktan bahsetmeliyiz.

Ancak çoğunluğun temsilcileri bile asla bütün sorunlarda birden hemfikir olamamışlardır ve bu yüzden çoğunluk ilkesine tekrar başvurmak gerekir (ç.n.: meclisteki oylama). Böylece, sistemin “seçmenlerin çoğunluğu tarafından seçilmiş bir çoğunluk hükümeti” olduğu gerçeğine daha da yaklaşırız.

Sistem, daha şimdiden, azınlık iktidarına güçlü bir benzerlik göstermeye başlamıştır.

Ve seçimlerin hangi yollarla yapıldığını, partilerin ve parlamenter grupların nasıl kurulduğunu, yasaların nasıl önerilip, oylanarak kabul edilip, nasıl uygulandığını düşünürsek, tarih boyunca sürekli deneyimlenen gerçeği anlamak kolaylaşır: demokrasilerin en demokratik olanlarında bile, her zaman, iradesini ve çıkarlarını güç yoluyla dayatan ve yöneten bir azınlık vardır.

Bu nedenle, her bireyin iradesini, fikirlerini ve ihtiyaçlarını özgürce ortaya koyabilmesi anlamında “halkın iktidarını” gerçekten isteyenler, hiç kimsenin –azınlığın ya da çoğunluğun- başkalarına kendi iradesini dayatamayacağına emin olmalıdırlar. Başka bir deyişle, iktidarları ve her otoriter örgütü yok etmeli, çıkarları ve amaçları ortak olanların özgür örgütlülüğünü oluşturmalıdırlar.

Eğer her grup kendi başına ve her birey yalıtılmış, diğerlerinden bağımsız şekilde kendi maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde yaşayabilseydi her şey çok daha kolay olurdu.

Ancak bu mümkün değil ve mümkün olsaydı bile, istenebilir bir şey olmazdı çünkü insanlığın çöküşüne ve vahşete sürüklenmesine yol açardı.

Her grup ya da birey, eğer kendi özerkliklerini, kendi özgürlüklerini korumaya kararlılarsa, diğer tüm insanlarla aralarında kurulan dayanışma bağlarının önemini anlamalıdır. Ve mümkün olanların en iyisini sağlayan, böylesi bir toplumda yaşamanın gerektirdiği özverileri her fırsatta gönüllü olarak yapmayı bilecek kadar yoldaş sevgisiyle dolu olmalıdırlar.

Ama her şeyden önce, bazılarının fiziksel güçle büyük çoğunluğa kendini dayatması ve sırtından geçinmesi imkânsız hale getirilmelidir.

Jandarmayı, despot için çalışan silahlı adamları yok edelim! Ve bir şekilde özgürce anlaşmaya varalım. Çünkü herhangi bir anlaşma olmadan –özgür ya da zorla- yaşamak imkânsızdır.

Ancak özgür anlaşma bile, entelektüel ve teknik olarak hazır olanlara daha büyük yarar sağlayacaktır. Bu nedenle yoldaşlarımıza ve herkesin iyiliğini gerçekten isteyenlere en acil ve önemli sorunlar üzerinde çalışmalarını tavsiye ediyoruz. Halkın zincirlerini kırdığı gün bu sorunlara pratik çözümler gerekecektir.

 Errico Malatesta (1924)

Çeviri: Berkay Tartıcı

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Demokrasi ve Anarşi ” – Errico Malatesta appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/12/18/demokrasi-ve-anarsi-errico-malatesta/feed/ 0
Yol Aslında En Çok Duvara Benzer! https://meydan1.org/2013/11/18/yol-aslinda-en-cok-duvara-benzer/ https://meydan1.org/2013/11/18/yol-aslinda-en-cok-duvara-benzer/#respond Mon, 18 Nov 2013 10:30:54 +0000 https://test.meydan.org/2013/11/18/yol-aslinda-en-cok-duvara-benzer/ Bu Yol Nereye Gider Efendi? Arter sözcüğü atardamar anlamına gelir, yani kalpten vücuda kan taşıyan damarlar. Fakat arter, aynı zamanda kara yolu anlamına gelir. Ara yollar, ana yollara bağlanır. Ana yollar merkezlere taşınır. Kapitalizm doğası gereği, sürekli merkezleri canlı tutmak, onları doyurmak durumundadır. O yüzden çevrede merkezi doyurabileceği ne varsa, onları yolları aracılığıyla merkeze taşır. […]

The post Yol Aslında En Çok Duvara Benzer! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bu Yol Nereye Gider Efendi?

Arter sözcüğü atardamar anlamına gelir, yani kalpten vücuda kan taşıyan damarlar. Fakat arter, aynı zamanda kara yolu anlamına gelir. Ara yollar, ana yollara bağlanır. Ana yollar merkezlere taşınır. Kapitalizm doğası gereği, sürekli merkezleri canlı tutmak, onları doyurmak durumundadır. O yüzden çevrede merkezi doyurabileceği ne varsa, onları yolları aracılığıyla merkeze taşır. Yollar, kapitalizmin damarlarıdır. Sürekli genişleme eğiliminde olan kapitalizm, yeni yollara, yeni damarlara ihtiyaç duyar. Dolayısıyla yeryüzü, mahallemiz, köyümüz, yaşam alanlarımız kötü niyetli bir cerrahın elinde tarumar edilir.

Bir Yol Hikayesi

Bu uzun süreden beri böyledir. Tarihte adını çok duyduğumuz İpek ve Baharat yollarından, Avrupalı soyluların sofralarını süsleyen tonla baharat, nazik tenlerini örten top top İpek geçer; medeniyet geçer; Asya ve Avrupalı efendilerin üzerinde yükseldikleri köleler geçer, ölüm ve zulüm geçer ama bir tek adalet geçmez. Üstelik yol sadece yerin üzerine değil, denizin üzerine de yapılır. Güney Kuzey Amerika’sına bakmadan Doğu Afrika’sından girilip Batı Afrika’sından çıkılır. Geride bağırsakları sökülmüş bir dolu coğrafya bırakılır; yüzlerinde aşağılanmanın, yok sayılmanın ve sömürülmenin yol yol yara yaptığı “üçüncü dünya ülkelerinin” sonuncu olmaya mahkum edilmiş yaşamları bırakılır.

Efendiler bir yere girdiklerinde oraya önce bir merkez, hemen ardından da yolları yaparlar. Yeşilçam filmlerinde taşrada “kasabaya-köye yol getirme” vaadiyle ortalarda dolanan işgüzar politikacılar, kapitalizmin kalp damar cerrahlarının neşterleridir. Yolun bağlandığı her yer, kapitalizmin besin kaynağına dönüşür. Bu damarlar kan vermez, onlar sondaj boruları gibi çalışır. Amasya’nın elması ile Güney Afrika’nın elması aynı mantıkla işleyen farklı yollardan yutularak merkezlere taşınır. Böylece tüm yaşam alanlarımız yollarla çevrilir. Yani kapitalizmin yaptığı tüm yollar kapitalistlerin kendileri için bir köprüye dönüşürken, biz ezilenler için hayatlarımızla kendimiz arasında birer sete dönüşür. Evet yol damara benzer, sondaj borusuna, yaşamlarımıza vurulmuş zehirli bir kırbaca. Ama aslında en çok duvara benzer!

Meselenin aslı şudur ki, ne zaman biri bize yol getireceğini söylese, aslında bizi yola getirmeye çalışıyordur. İktidarın getirdiği tüm yollar, yine kendisine çıkar. Yani yalan, talan ve ölüme…

Yol Aslında En Çok Duvara Benzer!

J.G Ballard, Beton Ada adlı kitabında, Londra’nın merkezinde işinden evine dönerken geçirdiği bir kaza sonucu, üç otoyolun kesiştiği bir noktadaki “beton ada”ya düşen bir karakterin hikayesini anlatır. O beton adada, yoldan gelip geçenlere kendisini kurtarmaları için sesini duyurmaya çalışan karakter için yollar, insanlar, dahası koca bir kent duvara dönüşmüştür. Ballard bu karakter üzerinden modern bir Robinson Crusoe hikayesi anlatır.

İşin fantastik kısmını ve Ballard’ın anlatı yeteneğini bir kenara koyacak olursak, durum bizim içinde pek farklı değil. Kentsel dönüşüm projeleri ile kentin dışına itilen ve itilmek istenen yoksullar, devasa otoyollar ile birbirinden ayrılmış mahallelerde, başka bir “tutsaklığın” parçası haline geliyorlar.

Bu tutsaklık kendini iki şekilde gösteriyor. Birincisi, geçmişte, büyük şehirlerden köylere, kasabalara açılan yollar vasıtası ile verimsizleştirilen yaşam alanlarından şehirlere göçmek zorunda kalan yoksullar, bugün de her gün mahallelerinden sürülüp, şehir merkezine göç etmek zorunda kalıyorlar. Sabahın çok erken saatlerinde üç kuruş para için sıkış tepiş otobüslere, metrolara, metrobüslere doluşan ezilenler; beylerin, efendilerin işlerini gördükleri fabrikalara, AVM’lere ve lüks semtlere gidip bütün gün çalıştırıldıktan sonra akşam yine aynı cefayı çekerek evlerine geri dönüyorlar. Kelime anlamlarından biri “ulaşımı sağlamak” olan yol, burada ezilenlerin mahalleri, aileleri dahası yaşamları ile kendileri arasında örülmüş bir duvara dönüşüyor.

Bir diğeri ise, daha doğrudan bir duvar işlevi görüyor. Devasa ana yolların arasına sıkışmış ve hemen dibindeki diğer mahalle ile bağlantısı kopmuş, adeta beton adalara dönüşmüş yaşam alanları. Böylesi bir yola/duvara verilebilecek en iyi örneklerden biri, 33 yıl önce TEM otoyolunun ortadan ikiye ayırdığı İstanbul Seyrantepe’deki Huzur Mahallesi olabilir. O dönemde mahalleyi ortadan ikiye bölenler, bir köprü yaparak durumu kurtarmaya çalıştıysa bile, 2010 yılında şu anda Galatasaray’ın kullandığı yeni stadın çevre düzenlemesi dahilinde söz konusu köprü yıkılmak istenmişti. 30 yıl önce komşularıyla aralarına koca bir yol giren Huzur Mahalleliler, ulaşımlarını sağladıkları köprünün yıkılmaması için ciddi bir direniş göstermişti. Huzur Mahalleliler köprünün yıkılmasına engel olamamış ve onun yerine yapılan üst geçitle avutulmaya çalışılmıştı. Fakat Huzur Mahallesi ve benzeri örnekler tüm İstanbul’da hatta neredeyse bütün büyük şehirlerde karşımıza çıkıyor. Eli kolu ana yollarla ve otobanlarla bağlanmış, nefessizlikten gözleri dışarıya çıkmış mahalleler.

“Yol Vermemek” Devrimci Bir Eylemdir!

Kapitalizm gün be gün büyümek, yeryüzünün en ücra köşesine ulaşmak ve orayı kendisine dönüştürmek için çabalamaya devam ediyor. Dün Huzur Mahallesi’ni ikiye bölen yollar, bugün ODTÜ ormanını yutuyor, yarınsa başka bir yere duvar örmeye devam edecek. Fakat bununla beraber ve bunlara rağmen, ezilenler de “yol vermiyor”! Gazi’de ya da Gülsuyu’nda yaşadıkları yerin dibindeki ana arterleri kapatan mahalleliler, Buenos Aires’teki çevre yollarını tıkayarak hammaddelere el koyan Barikatçılar, Cape Town’da evlerini yıkmaya gelen dozerleri ana yolda bozguna uğratan Gecekondulular farkında olarak ya da olmayarak kapitalizmin işleyişini sekteye uğratıyor. Çünkü kapitalizmin can damarları olan yollar tıkanırsa, kangren kaçınılmazdır.

Çünkü “yol vermemek” bizim için duvara dönüşen yolları, onlar için kangrene hatta ve hatta tüm bir sistem için kalp krizine dönüştürmektir!

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.

 

 

The post Yol Aslında En Çok Duvara Benzer! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/11/18/yol-aslinda-en-cok-duvara-benzer/feed/ 0