Komünizm – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Wed, 25 Dec 2019 14:30:24 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Küba, Anayasadan Komünizm İbaresini Kaldırıyor https://meydan1.org/2018/07/24/kuba-anayasadan-komunizm-ibaresini-kaldiriyor/ https://meydan1.org/2018/07/24/kuba-anayasadan-komunizm-ibaresini-kaldiriyor/#respond Tue, 24 Jul 2018 06:15:42 +0000 https://seninmedyan.org/?p=40939 Küba Parlamentosu anayasa değişikliği için çalışmalara başladı. Eski anayasada yer alan komünist bir toplum yaratma amacını belirten maddenin kaldırılması planlanıyor. Bunun yerine ” sosyalist sistemin oturtulması ” amaçlanacak! Bazı çevrelerde bu durum, Küba Komünist Partisi’nin ” önderliğini ” sağlamlaştırma adına atılan bir hamle olarak görülüyor.

The post Küba, Anayasadan Komünizm İbaresini Kaldırıyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Küba Parlamentosu anayasa değişikliği için çalışmalara başladı. Eski anayasada yer alan komünist bir toplum yaratma amacını belirten maddenin kaldırılması planlanıyor. Bunun yerine ” sosyalist sistemin oturtulması ” amaçlanacak!

Bazı çevrelerde bu durum, Küba Komünist Partisi’nin ” önderliğini ” sağlamlaştırma adına atılan bir hamle olarak görülüyor.

The post Küba, Anayasadan Komünizm İbaresini Kaldırıyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/07/24/kuba-anayasadan-komunizm-ibaresini-kaldiriyor/feed/ 0
Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi https://meydan1.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/ https://meydan1.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/#respond Thu, 26 Apr 2018 17:57:51 +0000 https://test.meydan.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/ “Toplumsal bir kuramı incelediğimiz zaman, bunun yalnızca bir partinin programı olmakla ve toplumu yeniden yapılandırmakla ilgili belli bir takım idealleri dile getirmekle kalmayıp, çoğu kez belli bir felsefe sistemine, doğaya ve topluma ilişkin genel bir düşünceye bağlandığını da görürüz.” der Çağdaş Bilim ve Anarşi’de Kropotkin. Marksizmi incelemeye yönelik bir kaygının, bu unsurları gözden kaçırmaması gereklidir. […]

The post Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Toplumsal bir kuramı incelediğimiz zaman, bunun yalnızca bir partinin programı olmakla ve toplumu yeniden yapılandırmakla ilgili belli bir takım idealleri dile getirmekle kalmayıp, çoğu kez belli bir felsefe sistemine, doğaya ve topluma ilişkin genel bir düşünceye bağlandığını da görürüz.” der Çağdaş Bilim ve Anarşi’de Kropotkin. Marksizmi incelemeye yönelik bir kaygının, bu unsurları gözden kaçırmaması gereklidir. Marksist toplumsal yapılandırma girişimleri ve parti programlarının anlaşılması için marksist felsefi sistemi, doğaya ve topluma ilişkin düşünceleri detaylıca incelemek gerekmektedir.

Baştan vurgulayalım; yazımızın iddiası, bir toplumsal kuramın değişmemesi, farklı ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullara uygun bir söz ya da bir pratik üretmemesi gerektiği değildir. Düşüncelerin ve pratiklerin ortaya koyuldukları gibi kalmasında ısrar etmek dogmatizmdir.

Yöntemi diyalektik olan, “diyalektik materyalizmi” bilim olarak gören bir kuramdan değişmemesini beklemek abestir. Çünkü, diyalektik karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen bir akıl yürütme biçimidir. Değişim, bu akıl yürütme biçiminin merkezidir.

Ancak, düşüncedeki değişikliklerin mahiyeti önemlidir. Eğer yeni yorum, kuramın temelini değiştiren bir yorumsa; ortada yeni bir teori vardır. Diyalektik kurgulanırken, ortaya çıkan sentez, tezden de antitezden de bir şeyler taşır. Kuramı, bağlamdan koparmayan bu durumdur. Yazımızın iddiası, marksizmin içinde olduğu iddia edilen bazı yorumlamaların aslında düşüncede büyük bir kırılma yaptığı ve hatta bağlamdan koptuğudur. Bağlamdan kopan düşüncelerin durumuna içerlenen bir pozisyonda olmaktan ziyade, pozisyonumuz, anarşizmin 19. Yüzyılın ortalarından itibaren marksizmin karşısında koyduğu iddiaların, bu yorumlamalarda önemli bir referans noktasında bulunduğu iddiasında oluşumuzdur.

Yani 1800’lü yılların, I.Enternasyonal tartışmalarında konu edilen merkeziyet, iktidar, devlet vb. başlıkların marksizmin update’lerinde rastlanıyor oluşu, tartışmaların süreç içerisinde nasıl anarşizmin lehine evrildiğinin açık bir ispatıdır. Bu durumun, “biz demiştik”çilikten çok; “ayı tekrar keşfetmeye gerek yok”çuluk olduğunun altını çizelim. Marksizmin yüz yıl sonra tartışmaya başladığı başlıkların, yüzyıl öncesinde anarşist kuramın temellerini oluşturuyor olduğu gerçeği, kastımızın anlaşılmasında yardımcı olacaktır.

Bu arada, farklı dönemlerden ve farklı felsefi sistemlerden alınan unsurların kullanılmasının diyalektik olmadığını, eklektik yöntem olduğunu yeri gelmişken vurgulayalım.

Eğer update yetersiz kalınan bir alanı düzeltmeye yönelik bir çabaysa, bu updateleri anlamak düşüncenin ve pratiğin sıkıntılarını ortaya koymak; sıkıntının kuramın özünde mi, yoksa başka bir yerde mi olduğunu anlamak açısından önemlidir. Bu update’lere geçmeden önce, tüm updateleri de ilgilendiren birkaç saptama yapmak, kuramın içindeki çelişkilerden bahsetmek update’lerin neden yapıldığını anlama noktasında yardımcı olacaktır.

İktidar ve Devlet Çelişkisi

İktisadi ve sınıfsal güçlerin siyasal meseleleri genel olarak belirliyor olduğu görüşü marksizmin merkezinde yer alan düşüncedir. Marks’ın Kapital’inin de özünü oluşturan düşünce; tarihsel, toplumsal, siyasal yapıları belirleyen şeyin ekonomi olmasıdır. Her ne kadar siyaset toplum üzerinde belirleyici bir güç gibi görünüyor olsa da, temelde bir üretim tarzına dayanan toplumsal ilişkiler siyaseti belirler.

Marks, Yahudi Sorunu’nda, siyasal kurtuluşun, insanın gerçek kurtuluşu olmadığını vurgular. Ona göre ekonomik güçler topluma hükmeder. Devlet, belirleyici değildir, ekonomik güçler tarafından belirlenendir. Genç döneminde geliştirdiği bu düşünce, sadece kendi kuramında değil, sonraki yorumcularının da yorumlarında başat rol oynar. Oysa, bu yorumların ortaya çıkış nedenlerinden biri, devletin belirleyici ve özerk iktidar oluşunun fark edilmesidir.

Tanrı ve Devlet’te, Bakunin Marks’ın “sefaletin siyasal köleliğe” etkisini vurgularken “siyasal köleliğin, yani devletin sefaleti sürdürücü ve çoğaltıcı rolü”nü es geçtiğini vurgular.

Aslında, bu meselede yani devlet üst başlığında marksizmdeki ilk update, Marks’ın kendisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’indeki devlet tanımı, ekonomik bir sınıfın dolayımı olmayan bir devlettir. Önceden sınıfsal tahakkümün bir aygıtı olarak tanımlanan devlet, bonapartizm update’i ile, göreli özerk bir aygıt haline gelmiştir. Devletin devrimci değişim ve kurtuluş için bir güç olarak kullanılabilmesine olanak veren bu aygıt, sonraki yorumcular aracılığıyla kapitalizme ve burjuvazinin ekonomik hakimiyetine karşı kullanılabilir kılar. Ancak bu updateler, kendi tahakküm mantığına sahip devletin varlığını reddeder; oysa bir iktidar aygıtı olarak devlet, devrim esnasında nesnel bir kurtuluş aracı olarak kullanılamaz. Devleti, sınıf çıkarlarına bağlı olmayan bonapartist yorumlara karşı, devletin sınıfsal tahakküm aygıtı olduğunu öne süren update’ler de vardır. Bu iki update’in varlığının sebebi, devlet teorisine ilişkin yorumlardaki çelişkidir.

Devlet, burjuvazinin yükselişinden bağımsız olarak kendi tarihine sahiptir. Bu tarihsel arka plan, onu devrimin önünde engel kılar. Kropotkin, Devlet: Tarihsel Rolü yazısında, “Biz, devlette, yalnızca onun fiili biçimini ve tahakküm varsayılabilen tüm biçimlerini değil ama onun hakiki özünü, toplumsal devrimin önündeki engeli görürüz.” der.

Aynı zamanda, devlet, üretim güçlerinin belirlenmesi noktasında önemli bir aktördür. Devlet, gereksinim duyduğu zor araçlarının gelişimine izin vererek kendisi için verimli olan üretim güçlerini cesaretlendirir. Bu durum, altyapı-üstyapı ilişkilerini tersine çevirir.

Devrim Çelişkisi

Hegel’deki “mutlak tin”in kendini gerçekleştirmesindeki aracı tarih; Genç Hegelciler’de bu araç, tarihsel süreci anlayan birey; Marks’taysa bu tarihsel süreci anlayan ve bunu değiştirecek bir sınıftır. Bu sınıfın kim olduğunu sorgulamadan, proletaryanın toplumdaki çelişkilerin üstesinden gelecek olan sınıf olduğunu söyleyelim.

Proletarya, kapitalist toplum ile komünist toplum arasındaki “geçiş süreci”nde siyasal iktidarı, devleti, araçsallaştırarak uygulayacak sınıftır. Marks, Komünist Manifesto’da proletaryanın siyasal üstünlüğünü tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece söküp alacağından ve üretim araçlarını devletin elinde merkezileştirmek için kullanacağından bahseder. Dolayısıyla devrimin amacı, devlet iktidarını yıkmak değil ele geçirmek ve devam ettirmektir. Devletin, geçiş sürecinden sonra alacağı hal, Engels’in Anti-Dühring’te iddia ettiği gibi “sönümlenme” olacaktır. Devrimden Sonra’da Marks, siyasal tahakkümün, sınıfsal tahakküm sonlandıktan sonra “kendiliğinden” sonlanacağından bahseder. Oysa geçiş süreci devletinin siyasal iktidar uygulayamayacağı tarihsel bir yalandır. SSCB’den Küba’ya tüm geçiş süreçleri, siyasal iktidarın kendini sadece toplumsal muhalefete değil, halka dayattığı bir süreç olmuştur.

Geçiş süreci ve üretim araçlarının devletleştirilmesi gibi başlıklar kuramın update’lerinde önemli yer tutsa da devrimci özne başlığı tartışması önemlidir. Proletarya, her ne kadar tüm toplumsal çelişkilerin üstesinden gelecek sınıf olsa da tarihsel konumunu fark edip bu gidişe dur diyecek sınıf değildir. Peki bu kimdir? Devrimci öznenin kim olduğu sorusuna verilen yanıtlar, 19. yüzyıldan günümüze çeşitlilik göstermiştir. Bu tartışmanın içinde soyut-somut emek tartışmalarından öncü parti, öncü gençlik… tartışmalarına geniş yelpazede birçok tartışma mevcuttur.

Özgürlük ve Otorite Çelişkisi

Marksist program, siyasal iktidar ve tahakkümün artması ve kapitalizmin farklı (devletli) biçimiyle sürmesiydi. Marksist işçi devleti, toplumdaki çelişkileri çözmeyecek, aksine kalıcılaştıracaktı. Emeğin bölünmesi, endüstriyel hiyerarşi ve hatta yeni bir sömürücü sınıfın doğuşu… Bakunin, Politik Felsefe’de, “Yeni bürokratik sınıf, burjuva sınıfının işçileri ezip sömürdüğü gibi, işçileri ezip sömürür.” der. Sosyalist devrim iddiasındaki tüm siyasal işleyişlerde olduğu gibi.

Marksizmde komünist toplumun tohumları kapitalizm içinde var olur ve komünizm kapitalist toplumun kurumlarından doğar. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde Marks, devlet aygıtı gibi eski topluma ait kurumların, yeni topluma geçiş için kullanılabileceğinden bahseder. Bu, marksizmin Hegelci doğasından kaynaklanır; eski toplumun unsurları, yeninin zorunlu bir parçasıdır. Ama özgürlük asla otorite aracılığıyla gelmez.

“Bir devrim, kesin olarak, var olan en otoriter şeydir; nüfusun bir bölümünün geri kalan bölüm üzerinde silah, süngü, top yardımıyla üstün gelmesi eylemidir.” der Engels, Anarşizm Üzerine metninde. Neden marksizmin devrim anlayışıyla anarşizmin devrim anlayışının farklı olduğunun en büyük özeti.

İLK UPDATE’LER

MARKS VE ENGELS

Marksizmi keşfetmek söz konusu olduğunda Marks’ın gençlik dönemi yazdıklarına hatta en çok etkilendiği kişi olarak değerlendirilen Hegel’e yeni bir dönüş, daha doğrusu Marks’ı Hegel’le okumak söz konusudur. Bu keşif, Karl Marks’ı genç ve olgun dönemlerine dahi ayırmakta; bu ayrıma temel olarak bilimsel sosyalizm konu edilmektedir. Bu ayrımı yapanlara göre Genç Marks asıl olarak felsefeyle uğraşmakta olup özellikle bu dönemi ekonomi bilimi alanına geçiş için hazırlık olarak değerlendirilmektedir. Tarihsel materyalizmin ilkelerinin belirlendiği söylenen Alman İdeolojisi’ne doğru giden yolda 1844 Elyazmaları, Yahudi Sorunu, Feuerbach Üzerine Tezler, Sefaletin Felsefesi ve Kutsal Aile’de yazılanlar da Genç Marks’ın eserleri olarak değerlendiriliyor.

Yabancılaşma, insan doğası ve ekonomi politik kavramlarının bu dönemin ana gündem maddelerini oluşturduğu belirtilir. Ancak bu yazıda felsefi olarak değerlendirilen bu kavramları değerlendirmek yerine fiili durumlara yönelik update’ler merkeze alınıyor.

1871 Paris Komünü Update’i

“İlk kez Şubat Devrimi’nde ve daha önemlisi proletaryanın ilk kez iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü’nde edinilen pratik deney karşısında bu program, bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor.”

Marks ve Engels,

Komünist Parti Manifestosu

1848 Devrimleri’nin (Fransa’da Şubat ayında başladığı için Şubat Devrimi olarak da adlandırılır) öneminin marksizm açısından büyük olmasının sebebi, devrimin nasıl gerçekleşeceği konusunda başlattığı tartışmalardır.

18 Mart 1871 günü ilan edilen ve 71 gün boyunca süren, yalnızca Fransa’yı değil tüm dünyayı etkilemiş ilk özyönetim deneyimlerinden biri olan Paris Komünü ise marksizmin en büyük update’i almasına neden olur.

Marksizmin 1871’e gelmeden hemen hemen nihai şeklini aldığını vurgulamak gerekir. 1864’te kurulan Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) çalışmalarına katılan Marks ve Engels’in teorileri ışığında proletaryayı örgütleme çalışmalarına girişmesi ve Kapital’in ilk cildinin 1867’de çıkması gibi marksizm açısından önem taşıyan “büyük olaylar”ın yaşanması, buna kanıttır.

Paris Komünü üzerine Marks’ın yazdıklarından öne çıkan husus, Komün’den parlamenter özellikler değil hem kuralları belirleyen hem de belirlediği kuralları uygulayan bir kurul olarak bahsetmesidir. Ancak update’leri incelerken dikkat edilmesi gereken bir mesele burada açığa çıkmaktadır. O da özellikle Paris Komünü söz konusu olduğunda bu devrimci hareketin gerçekte ne olduğu ve neyi kanıtladığıdır. Paris Komünü marksistlerin iddia ettiği otoriter bir yönetimi kanıtlamaz, aksine devrimin otoriter olduğu veya olacağı söylemlerini bizzat yanlışlar. Paris Komünü değerlendirilirken marksizmin update’e ihtiyaç duyduğunu bizzat Marks ve Engels’in dahi kabul ettiğini akıldan çıkarmamak gerekir.

Sınıf Update’i

Komünist Parti Manifestosu’nun ünlü girişinde Engels’le birlikte “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” diyen Marks, sınıfın açık bir tanımını yapmamıştır. Hatta zaman içinde değişen durumlara kendi update’ini kendisi yapmıştır. 1844 El Yazmaları’nda “genel olarak nufüsun artık sadece iki sınıfı var: işçi sınıfı ile kapitalistler sınıfı” denilirken ve Kapital’in Engels tarafından hazırlanan ve Marks’ın ölümünden sonra basılan üçüncü cildinde Marks, ücretli-emekçiler, kapitalistler ve toprak sahiplerini üç büyük sınıf olarak tanımlamaktadır. Marksizmin önemli iddiaların biri örneğin kapitalizmin ilerleyen aşamalarında orta sınıfın yok olacağı savıyken günümüzde en çok dile getirilen ve sürekli update ihtiyacı duyulan konuların başında orta sınıf geliyor.

Engels’ten Marks’a giden bir mektupta da burjuva ulus, burjuva aristokrasisi ve burjuva proletaryasından söz edilmektedir.

Sömürgecilik Update’i

“Öyle görünüyor ki sanki tarih bu halkın tamamını, içinde bulunduğu kalıtsal budalalıktan çıkarabilmek için önce sarhoş etmek zorunda kaldı.”

Karl Marks,

Çin’de Avrupa’da Devrim

(Afyon savaşı sırasında Çinliler için)

Marksizmde enternasyonalizm her fırsatta vurgulansa da hiçbir zaman farklı “uluslar” arasındaki sorun çözülememiştir. Marks ezilen halkların kaderiyle “devrimden önce” ilgilenmemiş, ardından gelen marksistler de karşılaştıkları sorunları bir türlü çözememişlerdir.

Marks, İngiltere’ye yerleştikten sonra New York Tribune adına muhabirlik yaparken Hindistan özelinde sömürgecilik uygulamalarına ilişkin yazılar yazmıştır. Marks, başta ileri kapitalist olarak işaret ettiği devletlerin ekonomik anlamda gördüğü ilerletici gücünü vurgularken “uygarlaştırıcı güçlerin” yaptıklarını kavramaya başlayınca kendisi update getirmiştir. Çünkü Marks ve Engels, esas kurtarıcı gücün Avrupa ülkelerindeki işçi hareketi ve sosyalist hareket olacağına inanıyorlardı. Bu hareketler, henüz sosyalizmi benimseyecek kadar gelişmemiş olan sömürgeleri de kurtaracaktı.

Marksizm ancak daha sonra update getirerek yayılmacılığa karşı bütün hatlarda direniş ve emperyalizmin yerleştiği bölgelerde sömürgeci hâkimiyetine mümkün olduğu kadar çabuk son verilmesi çağrısında bulundu.

“Bohemya’da yeni bir kan banyosu hazırlanıyor. Avusturya askeriyesi Bohemyalılar ile Almanların barış içinde bir arada yaşamaları olanağını Çek kanına bulamıştır… Ayaklanmanın sonucu önemli değil; Almanların Çeklere karşı bir imha savaşı artık yegâne mümkün çözüm olarak kalıyor.”

Engels,

“Die Polendebatte in Frankfurt” Neue Rheinische Zeitung

Hegel’in “tarihsiz halklar” kavramından etkilendiği açık olan Marks ve Engels, sadece proleter devrimin ileri gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşeceğini ve dünyanın geri kalanını sosyalizme götüreceklerini iddia etmiyor; bu ülkelerin dayatmalarına maruz kalan “tarihsiz halklara” karşı ön yargıyla yaklaşıyorlardı. Örneğin Engels, yukarıdaki satırda görüldüğü üzere, Çeklere karşı bir imha savaşının yegane çözüm olarak kaldığını belirtebiliyor.

Erken yazılarında Marks ve Engels küçük devletleri gelişme yolunda bir engel olarak gördüler. Engels, küçük devletleri lanetlemede İsviçre’nin geçmişte Avusturya’dan bağımsızlığını kazanmasını kınayacak kadar ileri gitti; Engels’e göre tarihinde ilk kez ileri bir devlet olan Avusturya’nın önünde hiçbir engelin olmaması gerekiyordu.

LENİN

Emperyalizm Update’i

Marksizmin iddia ettiği üzere ileri gelişmiş kapitalist devletlerde sosyalist devrim gerçekleşmemişti. Aksine bir avuç “ileri ülke” dünyanın büyük bir çoğunluğunu sömürgeleştirdi. Birçok marksist bu durumun, Marks ve Engels’in hayatlarının sonuna doğru ortaya çıktığını söyleyerek onların bunu görememelerini normal karşıladı. Marksistler tam olarak burada Lenin’in söylediklerini öne çıkarmaktadır.

Lenin eski ve bugünkü diyerek kapitalizmi dönemlere ayırdı. Ona göre bugünkü kapitalizmde serbest rekabetin yerini tekellerin hüküm sürmesi almıştır. Lenin bu duruma emperyalizm diyerek emperyalizmi, en kısa tanımıyla kapitalizmin tekelci aşaması olarak adlandırdı. Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik, en büyük girişimcilerce kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir. Yani kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin kaçınılmaz sonucu, en büyük kapitalist güçlerce toprakların bölüşülmesidir.

İlginç olarak değerlendirilebilecek bir nokta da Lenin’in sömürge politikasını değerlendirmesinde yatmaktadır. Lenin’e göre sömürgecilik de emperyalizm de kapitalizmin çağdaş döneminden hatta kapitalizmden önce vardı.

Devrim Update’i

“Öncü uygar ülkelerin birlikte davranmaları, en azından proletaryanın ilk kurtuluş şartlarından biridir.”

Marks

“Bugünkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü iktidarı burjuvaya vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.”

Lenin

Lenin emperyalizm tanımıyla “zayıf halka” teorisini geliştirmektedir. Bu teoriye göre geri kalmış ekonomiler ve emperyalist güçler arasında geri kalmış ekonomilerin sömürülmesine karşı bir mücadele verilmektedir. Geri kalmış ekonomilerdeki emperyalist politikalara karşı mücadelelerle emperyalist ülkeler arasında diyalektik olarak bir ilişki bulunmaktadır. Bu diyalektik ilişkiyi bir zincir olarak değerlendiren Lenin, zincirin en zayıf halkasının devrimci dönüşümü tetikleyebileceğini iddia eder. Tahmin etmek zor olmamakla birlikte bu halka Rusya’dır. Yani devrim, en ileri gelişmiş kapitalist ülkelerden değil tam anlamıyla kapitalist olarak değerlendirilemeyecek bir ülkeden de başlayabilir.

Sosyalist devrimin Rusya’dan da başlayabileceğini söyleyen Lenin’in önünde çözmesi gereken bir sorun olarak devrimin hangi yolla gerçekleştirileceği çıkıyor. Nisan Tezleri’nde Lenin ikili iktidar olarak adlandırdığı geçici hükümet ile işçi ve asker vekilleri sovyetlerinin varlığına atıfla burjuva devriminin tamamlandığını iddia ederek geçici hükümete destek verilmemesini savundu. Böylece marksizmin yanına leninizm kelimesini getiren başlıca update, Lenin’in devrime giden yolda parlamenter uygulamalar kullanmayı dışlaması ve şiddeti öne çıkarması oluyor. Böylece iktidar, iddiasına göre proletaryaya geçiyordu.

“Ama Rusya’da, hızla gelişen kapitalist vurguna ve henüz gelişmekte olan burjuva toprak mülkiyetine karşılık, toprağın yarısından fazlasına köylülerin ortaklaşa sahip olduklarını görüyoruz. Şimdi sorun şudur: Büyük çapta zayıflamış olsa bile, gene de, ilkel bir ortak toprak sahipliği biçimi olan Rus obşina’sı, doğrudan doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Ya da tersine ilk önce Batının tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir?

Buna bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus Devrimi, Batıdaki bir proleter devriminin habercisi olur ve bunlar böylelikle birbirlerini tamamlarlarsa Rusya’daki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.”

Marks ve Engels

Komünist Parti Manisfestosu

Rusya o zamanlar marksizm sözlüğünde bütün Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü olarak değerlendiriliyordu. Rusya’da yaşanan devrimci sürecin bir şekilde marksizme bağlanması gerekiyordu. Sonraki marksistler, Rusça basım için Rusya özelinde söylenen bu sözü alarak Batıdaki proleter devrim için işaret fişeği verildiğini iddia ettiler.

1917 Devrimi gerçekleşirken dünya savaşı da bir yandan devam ediyordu. Rusya’nın savaştığı devletlerden devrimcilerin de azımsanmayacak güce sahip olduğu Almanya’yla savaş söz konusuydu. Lenin, 1915 yılında yayınlanmış olan bir makalesinde, Rusya’da devrimin proletaryayı iktidara getirmesi halinde proletaryanın tüm savaşan ülkelere ezilen bütün uluslara özgürlük tanınması koşuluyla derhal barış önereceğini yazıyordu. Reddedileceği açıktı. “O zaman” diyordu Lenin, “savaşacağız. Ve Avrupa’nın sosyalist proletaryasını kendi hükümetlerine karşı ayaklanmaya teşvik edeceğiz.”

Ama öyle olmadı. Bolşevikler arasında görüş ayrılıkları vardı. Almanya’da devrimsel süreci başlatacak bir devrimci savaşın sürdürülmesinden yana olanlardan derhal barış yapılmasından yana olanlara kadar birçok isim vardı. Lenin ikinci gruptandı.

Avrupa’da sosyalist devrimin gerçekleşmesi zorunlu ve gerçekleşeceği de şüphesiz diyordu “Ayrı ve İlhakçı Bir Barış Anlaşmasının Derhal Sonuçlandırılması Sorunu Üzerine Tezler”de Lenin. Ancak devamında “Bununla birlikte, Rus sosyalist hükümetinin taktiklerinin Avrupa ve özellikle de Alman sosyalist devriminin önümüzdeki altı aylık zaman dilimi (ya da buna yakın bir süre) içinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği sorusunu belirlemeye yönelik girişimlere tabi kılınması bir hata olur.” diye de ekledi. Rus ordusunun durumundan da dem vurulmakla sonuç olarak Almanya’da gerçekleşecek bir devrime umut bağlamama üzerine kurulan bir gerekçelendirme söz konusu oldu.

Başta devrimci bir savaşın sürdürülmesinden yana olanlar çoğunluktayken ve Lenin’in barış önerisi kabul edilmezken Almanya’nın ilerlemesi üzerine proletarya diktatörlüğü Sovyetler ile emperyalist Almanya arasında “teslimiyetçi” bir barış yapıldı. Devrim, gelişmiş kapitalist devletlerde başlamadığı gibi onlara da sıçrayamamış gibi duruyordu. Peki devrim nasıl başarılı olacaktı?

Proletarya Diktatörlüğü Update’i

İşçi sınıfı, hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemez.

Marks

Fransa’da İç Savaş

Lenin, Devlet ve Devrim kitabında devletin niteliği üzerine ihtiyaç duyulan update’i getirmektedir. Lenin’e göre zora dayanan devrim olmaksızın, burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır.

Lenin, Komünist Manifesto’da yıkılan devlet makinesinin neyle değiştirileceğine yönelik sadece soyut çözümler olduğundan dem vurmaktadır. Asıl olarak temel alınması gerekenin 1871 Paris Komünü sonrası Marks’ın yazdıkları olduğunu belirterek update’ini gerçekleştirir: “Biz işçiler, kapitalizm tarafından daha önce yaratılmış bulunan şeyi hareket noktası alıp, kendi işçi deneyimize dayanarak, sert bir disiplin, silahlı işçilerin devlet iktidarı tarafından korunan demirden bir disiplin kurarak, büyük üretimi, biz kendimiz örgütleyeceğiz.”

Lenin, Devlet ve Devrim’de Marks’ın Paris Komünü üzerine yazdıklarından yola çıkarak anarşistleri çürüttüğünü ilan ettiği zaman bilmeden marksizmin çürümüşlüğünü ortaya koyuyordu. Marks’ın hayranı ve resmi biyografyacısı olan Franz Mehring’e kulak vermek gerekiyor: “Komünist Manifesto’daki düşünceler, asalak devletin yok edilmesine yönelik şiddetli bir üslupla başlayan Fransa’da İç Savaş adlı çalışmada düzülen övgülerle bağdaşmıyordu … Hem Marks hem de Engels bu çelişkinin farkındaydı ve Komünist Manifesto’nun Haziran 1872’de yapılan yeni bir baskısına yazdıkları önsözde düşüncelerini tekrar gözden geçirdiler … Anarşistlerle mücadele halinde olan Engels, Marks’ın ölümünden sonra, tekrar orijinal Manifesto’yu esas aldı … eğer bir ayaklanma birkaç basit emirle devletin baskıcı mekanizmasını tamamen ortadan kaldırmayı başarabilmişse, bu Bakunin’in hiç ödün vermeden savunduğu yaklaşımının doğrulanması anlamına gelmez mi?”

Zamanında Marks’ın yaptığı update temel gerçeği görmezden geldi. Aynı gerçeği görmezden gelmekte ısrar eden Lenin’le birlikte böylelikle özgürlüğe nefes aldırmayan en büyük bürokratik devletlerden birinin oluşumunu görmek kaçınılmaz oldu.

Ekonomi Update’i

“Savaş Komünizmi’nin özüne uygun olarak aslında köylünün yalnızca artı ürününe el koymamız gerekirken zaman zaman yalnızca artı ürününe değil fakat köylünün yiyeceği için gerekli olan hububata el koyduğumuz da olmuştur. Ordunun ihtiyaçlarını karşılamak ve işçileri beslemek için bu yola başvurduk.”

Lenin

Savaş komünizmi, Rus İç Savaşı döneminde Sovyetler Birliği tarafından yürürlüğe konan ekonomik politikalara verilen bir isimdir. İç savaşın kazanılması için uygulamaya konulduğu belirtilen bu politikalar büyük bir update anlamına gelmektedir. Bu politikalar kapsamında grevler yasaklanmış, işçi olmayanlara gösterilen işlerde çalışma zorunluluğu getirilmiş, halkın aç kalmaması için köylünün elindeki tarımsal fazla ürüne el konulması kararlaştırılmış ve gıda başta olmak üzere diğer birçok ihtiyaç maddesinde karne uygulanmasına başlanmıştır. Elinde kendisi için ayırdığı gıdayı dahi almak isteyenlere rıza göstermeyecekleri göz önüne alındığında askeri politikaların en ücra yerlere kadar dayatıldığını rahatça söylenebilir. Köylülerin ürünlerine el koyulması da büyük tepki toplamış, köylüler de bu dayatmalara karşılık topraklarını ekmeyerek veya daha az ekerek karşılık vermeye çalışmıştır.

Tambov Köylü Ayaklanması gibi ciddi bir ayaklanmanın yanında devrimcilikleriyle ünlü Kronştad denizcilerinin kanlı bastırılan ayaklanması direkt olarak Savaş Komünizmi’ni bitirmemiş olsa da iktidarı tehditkar hale gelmesi nedeniyle etkisinin yüksek olduğu açıktır. Ürünlerin zoralımı durdurulmuş ve bunu yerine vergi uygulaması getirilerek köylünün elindeki artı ürünü piyasaya sokması sağlanmaya çalışılmıştır. NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) bazı bolşevikler tarafından dahi eleştirilen yönü budur, piyasa ekonomisi olarak adlandırılan uygulamaların devreye sokulması.

Savaş Komünizmi uygulamalarının aksine NEP, Lenin tarafından geçici bir önlem olarak adlandırılmamış; köylülüğü yeniden biçimlendirme aracı olarak değerlendirilmiştir. Marksizmin tarihsel materyalizm söylemleri altında belirttikleri ilerleme silah zoruyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. NEP’in komünist ilkelere ihanet olduğunu iddia eden bir muhalefet de oluşmuştur. Lenin’in ölümünden sonra Stalin ile birlikte sanayileşme hamlesine geçilmek adına NEP uygulamalarına da son verilmiştir. Stalin döneminde ekonomi poltikalarının komünist ilkelere ihanet olduğunu iddia edecek bir muhalefet de kalmamıştır.

TROÇKİ

Sürekli Devrim Update’i

Sürekli devrim, Troçki’nin marksizmin üzerinde çok da fazla kalem oynatmadığı sömürge ve yarı sömürge olarak adlandırılan ülkelerdeki marksistlerin devrim stratejilerini belirlemeye yönelik bir update’dir. Troçki, sürekli devrim update’ini sürekli olarak Lenin ve Marks’a dönerek meşrulaştırmaya çalışmakla birlikte ileri kapitalist ülkelerde sosyalist devrime giden devrimci sürecin başlamamasından dolayı ortaya çıkan ihtiyaç üzerine geliştirilmiştir. Buna göre ileri kapitalist ülkelerde olsun sömürge-yarı sömürge olarak nitelendirilen ülkelerde olsun devrimci süreç ancak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilebileceği söylenmektedir. Buna göre burjuva devrimlerinin gereklerini de ancak proletarya yerine getirebilir.

STALİN

“Tek Ülkede Sosyalizm” Update’i

“Devrimin tek ülkede yer alması olanaklı olacak mıdır? Hayır, Dünya pazarını yaratmış olan büyük sanayi, yeryüzündeki bütün halkları ve özellikle de uygar halkları öylesine birbirine bağlamıştır ki her halkın başına gelecekler bir ötekine bağlıdır… Komünist devrim, bu yüzden, hiç de salt ulusal bir devrim olmayacaktır; bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya’da aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır.”

Engels

Stalin denilince akla gelen ilk update tek ülkede sosyalizmdir. Stalin, Sovyet iktidarını ele geçirip zaman içerisinde iyiden iyiye kendisine bağlarken marksizme ihtiyaç duyduğu update’leri getirmekten geri kalmadı. Ekonomi update’i beş yıllık planlar olurken sosyalizm update’i de tek ülkede sosyalizm oldu. Beş yıllık planlar, tek ülkede sosyalizme uygun olarak yalıtık bir ekonomi modeli oluşturulabileceği iddiasıyla ortaya atılmış ve sürdürülmüştür.

Tek ülkede sosyalizm update’i Stalin tarafından ortaya atılmasına rağmen bu update’in detaylarını Buharin hazırlamıştır. Bu update’e göre az gelişmiş olmasına rağmen Rusya gibi tek bir ülkede sosyalizmin geliştirilebileceğini savunulmaktadır.

Stalin liderliğindeki Sovyetler sonraki yıllarda tek ülkede sosyalist devrimin değil komünist devrimin de gerçekleştirildiğini duyurmuşlardır.

Ekonomi Update’i

Stalin, iktidarı ele geçirdikten sonra sürekli olarak gelecek saldırı ihtimallerini öne çıkararak ona göre update geliştirmiştir. Beş yıllık planlarla getirilen ekonomi update’i direkt olarak tek ülkede sosyalizm ve faşizmle ilgilidir.

Stalin, iktidarını iyice sağlamlaştırdığına emin olduktan sonra Lenin’in köylülüğü dönüştürmede bir araç olarak kullandığı NEP’i yeterli sermayenin biriktiğini belirterek kaldırdı. Bunun yerine Sovyetleri tek ülkede sosyalizm update’i doğrultusunda sanayileşmiş bir ülkeye dönüştürme hedefini koyduğunu belirterek beş yıllık planla ekonomik alanda atılımlar yapmaya girişti. Tahmin edileceği üzere beş yıllık planın süresi bitmeden planın başarıyla uygulandığı duyuruldu.

Faşizmle Uzlaşı Update’i

Molotov-Ribbentrop Paktı olarak da bilinen Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı, İkinci Dünya Savaşı’ndan 1 hafta önce Sosyalist Sovyetler ile Faşist Almanya arasında imzalanmıştır. Bu anlaşma sadece marksistleri değil liberalleri dahi şok etmiştir.

Stalin’in faşist olmayan emperyalist güçlerin faşist Almanya’ya saldırmamasını Almanya’nın Sovyetler Birliği’yle savaşa itildiği olarak yorumladığı bilinmektedir. Anlaşmanın yapılmasına giden süreçte Yahudi olan Rus Dışişleri Bakanı Litvinov’un görevden alınarak yerine Molotov’un getirilmesi, Sovyetler’in Faşist Almanya’yla müzakere için herhangi bir engel çıkmamasını amaçladığı açıktır.

Saldırmazlık paktıyla birlikte gizli bir protokol imzalanmıştır. Bu protokole göre Batı Polonya’nın, Almanya tarafından işgaline Sovyetler herhangi bir tepki vermeyecek; karşılığında Sovyetler’e de Doğu Polonya bırakılacaktı. Ayrıca bu gizli protokolde Baltık devletleriyle de ilgili çeşitli pazarlıkların olduğu bilinmektedir.

1917 Devrimiyle Rus marksistlerle Batılı marksistler arasında çeşitli update’lerle görülen uzaklaşma bu saldırmazlık paktıyla deyim yerindeyse öldürücü darbeyi yemiştir.

ORTODOKS UPDATE’LER

Marksizmin update’leri içerisinde belki de Marks ve arkadaşlarıyla hem teorik hem pratik anlamda en organik ilişkiye sahip, adeta “Marks’ın idealleri gerçek olsaydı işte böyle olurdu” dercesine savunulan deneyimlerin başında 1917 Ekim’i, Lenin ve Leninistler gelir. Marks’ın devrimin nereden başlayacağı konusundaki kehanetlerinin yavaş yavaş boşa düşmeye başladığı bir yüzyılda dünyanın ezilen halkları bir isyan dalgasıyla sarsılmaktaydı. Bölgesel reaksiyonlardan uzun soluklu adalet mücadelelerine, reform hareketlerinden halkların kurtuluş mücadelelerine kadar birçok alanda ezilenlerin dünyası özgürlük ve devrim fikirleriyle çalkalanmaktaydı.

Tarihsel sıraya uygun düşecek şekilde önce Lenin ve Rus Devrimi’nden kısaca bahsedecek (zira yazının ana iskeletini şekillendiren marksistler yoğunluklu olarak Leninist akımdaki kişi ve örgütlenmeler) sonrasında Mao Zedong ve Çin Devrimi, ulusal kurtuluş mücadeleleri başlığı altında Enver Hoca, Tito, Ho Chi Minh, Güney Amerika’da Fidel Castro, Che Guevara ve Avro-komünizmin marksizmi update ettikleri kısımlara yoğunlaşacağız.

Devrim Burada Ama İşçi Sınıfı Nerede?

“Daha başından itibaren liberal atın Rus devrimci yarışının koşucularından biri olmadığı sonucuna vardı.”

Eric Hobsbawm

Kısa 20. Yüzyıl Tarihi

Lenin’in belki de Marks’ın aşamalı devrim anlayışından ilk kopuşunu simgeleyen bu sözler, devrim düşüncesiyle ilk karşı karşıya gelişi simgeliyordu. O zamana kadar toplumsal dönüşüme yönelik şaşmaz bir kılavuz olduğu iddia edilen yetmezmiş gibi geleceğin toplumuna ve dönüşümün nasılına dair kehanetlerde bulunan Marks’ın düşüncelerinde ters giden bir şeyler vardı. Avrupa’da, işçi sınıfının ve sanayileşmenin geniş bir ölçeğe yayıldığı bir coğrafyadan beklenen devrimler tarihi tam tersi bir seyir izliyor, devrimci dalga feodalizmle boğuşan Rusya’dan duyuluyordu.

Ancak Rusya’da henüz işçi sınıfı yoktu. Rus köylüsü sömürülmekten bıkmış usanmış otoritelere bir son vermeye, ekip biçtiği toprağı eline almaya karar vermişti. Marksizmin kalıplarına sığmayan devrim, marksizmi değiştirdi. Köylü update’ini tamamına erdirecek isim ise Çin tarihine bir anarşist olarak dahil olup sonrasında dümeni marksizme kıran Mao Zedong olacaktı.

Bu düşünsel değişimler marksizmin pratiğindeki ilk büyük update’leri oluşturdu. Daha sonra Mao ve Castro tarafından bir hayli törpülenecek ilkelerdeki değişimin ilk habercileriydi.

MAO

“Marksizm-leninizm hiçbir zaman bütün doğrular üzerine olan bilgiyi özet halinde vermemiştir. O, yalnızca pratik yoluyla doğru bilgiye çıkan yolları açmıştır.”

Mao Zedong

Teori ve Pratik

Mao’nun iktidarı döneminde Marksizme bir çok update oldu. “Büyük İleri Atılım”, “İki Çizgi Mücadelesi”, “Kültür Devrimi”, “Antagonist Çelişki”, “Yeni Demokrasi” ve “Üç Dünya Tezi” başlıkları altında inceleyeceğimiz bu update’ler ideolojinin birçok değişmezini nesnel koşullar nedeniyle revize etmek zorunda kaldı.

Sınıf Update’i

“Çin gibi yarı sömürge ülkelerde baş çelişki ile (proletarya ve burjuva) öteki çelişkiler arasındaki ilişki karmaşık bir durum gösterir.”

Mao Zedong

Çinli otoriter komünistler, iktidarı ele geçirdiğinde Rusya’dakine benzer bir manzarayla karşılaştı. Nüfusun büyük bir kısmı, geçimini toprağa bağımlı olarak sürdürüyordu. Ancak burada işçi sınıfının devrimci gücünü bırakın, varlığından bahsetmek neredeyse imkansızdı. Pekin’de başlayan büyük bir sanayi hamlesine girişildi. Köylüler topraklarından koparılıp işçileştirilmeye başladı. Sonrasında mülk sahipleri (milli burjuvazi diye adlandırılıyor) ile beraber ılımlı bir dönüşüm gerçekleştirebilmek için işçileştirilen işçilerin emeği üzerinden bir kar payı üretildi. Ezen ezilen ilişkisi “devrim” yıllarında “komünist” devlet aracılığıyla yeniden üretildi.

İki Çizgi Mücadelesi Update’i

Çin’in dönüşüm sürecindeki temel uğraklardan biri de “geçici demokratikleşme hamlesi” olarak da nitelendirilebilecek “Yüz Çiçek Açsın, Yüz Fikir Birbiriyle Yarışsın” kampanyasıydı. Komünist Parti’nin teröründen bunalan halka bir nefes alma şansı tanıyan bu süreç bir yandan geçici bir özgürlük alanı yaratmış olsa da sonrasında “karşı-devrimci” olarak suçlanacaklar için bir tuzak olarak kullanılma amacı taşıdığı anlaşıldı. Bu dönemde gelişmesine izin verilen parti içi muhalefet sonrasında sistematik bir biçimde ortadan kaldırıldı.

Kültür Devrimi: İlk Gençlik Update’i

Maoizm ideolojisinde kavram olarak belki de en çok kulaklarımıza çalınan “Kültür Devrimi” hadisesi, mücadele yöntemlerine ilişkin bir düşünce değişiminden ziyade belli amaçlar doğrultusunda pratik bazı uygulamalar dizisinden ibaretti. Mao’nun talimatıyla harekete geçen Kızıl Muhafızlar isimli gençlik örgütlenmesi bütün bir Çin genelinde Kültür Devrimi’ni başlattı. Ülkede feodalizmi simgeleyen eski olan her şeyin yok edildiği bu dönemle birlikte marksizme sonrasında 68 gençlik hareketleriyle devrimci yönü keşfedilen gençlik update’i eklenmiş oldu.

Antagonist Çelişki Update’i

“Bizim halk hükümetimiz halkın çıkarlarını gerçekten temsil eden ve halka hizmet eden bir hükümettir. Böyle olduğu halde hükümet ile halk kitleleri arasında hala belli çelişkiler vardır. Bu çelişkiler şunlardır; devletin çıkarları ve ortak çıkarlar ile kişisel çıkarlar arasındaki çelişkiler, yöneticiler ile yönetilenler arasındaki çelişkiler; bazı devlet memurlarının halk kitleleriyle ilişkilerinde bürokratik uygulamalardan doğan çelişkiler. Bütün bunlar halk arasındaki çelişkilerdir.”

Mao Zedong

Antagonist (uzlaşmaz) çelişki işçi-patron çelişkisinin temel çelişki olmadığını “zamanın somut koşulları” ışığında coğrafyadan coğrafyaya değişebilecek çelişkiler olduğunu söylüyordu. Çin toplumunun antagonist çelişkisi ise toprak sahipleri ile köylüler arasındaki çıkarlar kavgasıydı. Toplumsal mücadeleler içerisinde, anarşizmin ezen ezilen arasındaki uzlaşmazlığa yaptığı vurgu bir yanda dururken bir coğrafyanın gerçekliğine ve devrimci dönüşümüne göz yummanın imkansızlığı Marksizmin ilkesel açmazlarının pratik sonuçları olarak sürekli düzeltilmeye çalışıyordu.

Aşamalı Devrim Update’i

“Diktatörlüğümüz, işçi sınıfı önderliğinde işçi-köylü ittifakına dayanan bir halk demokrasisidir.”

Mao Zedong

Marks’ın öngörülerinde sınıf savaşımları tarihi içerisinde feodalizmden sonra bir burjuva devrimi gerçekleşmesi gerekir. Ancak Çin’de burjuvalardan önce komünistlerin iktidarı ele geçirebilmesi, en çok komünistleri şaşırtmıştı. İlk kez Lenin’le form değiştirmeye başlayan devrim düşüncesi, Mao’yla ortodoks anlamındaki son noktalarından birine ulaştı.

“Yeni Demokrasi” ya da “Yeni Demokratik Devrim” tezleriyle anlatılmak istenen şey basitti. “Komünistlerin yardımıyla” halkı kapitalist bir üretim-tüketim-dağıtım ilişkisine ardında komünizme ulaştırma çabasıydı. Bu amaca hizmet etmesi için dörtlü bir ittifak kuruldu; işçi sınıfı, köylü sınıfı, şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvazi. Yani komünist iktidar, halkın yaşantısını bir avuç sömürgenin eline “kontrollü bir şekilde” aldığı gibi iade ediyordu.

Üç Dünya Tezi: Emperyalizm Update’i

Uzun yıllar sosyalist blok devletler olarak ekonomik ve siyasi ilişkilerini sürdüren SSCB ve Çin, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm”i ilan etmesiyle sarsılmaya başladı. Komintern’in sosyalist dünya devrimine hizmet etme amacından çıkarılıp, SSCB’nin devlet çıkarlarına hizmet eden ülkeler haline getirilme çabası birçok parça için iplerin koptuğu nokta oldu. Çin, artık SSCB’yi emperyalist olarak görmeye başladı. Bu minvalde, üç dünya tezi şekillendi. Üç Dünya Tezi’ne göre dünya, ABD’nin temsil ettiği kapitalist emperyalist dünya, SSCB’nin temsil ettiği sosyal emperyalist dünya ve geriden kalan ezilen ülkeleri sınıflandırmak için kullanılıyordu.

Maoist düşünce, marksizmi bir çok açıdan update etti. Bu update’ler tanımını yaptığımız üzere mücadele biçimlerini şekillendirip geliştirmekten ziyade ideolojinin temelindeki açıklıkları kapatmak üzerine kuruldu.

ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ UPDATE’İ

Sosyalistlerin “ulusal kurtuluş mücadeleleri” biz anarşistlerin ise “halkların özgürlük mücadeleleri” olarak ele aldığımız bazı deneyimlerde marksizmin update’i meselesinde önemli uğraklar oldu. Ho Chi Minh, Enver Hoxha, ve Josip Broz Tito’dan bahsedilecek bölümde yoğunluklu olarak devrimler tarihi ve pratik olan bu deneyimlerin ışığında update’lere bir yenisini eklemekten çok var olan update’lerin bir parçası olan isimlerle karşı karşıya kalıyoruz.

Arnavutluk’ta verilen özgürlük mücadelesinden sonra iktidarı ele geçiren Enver Hoxha, “Tek ülkede sosyalizm” ve “anti-revizyonizm” başlıkları altında alternatif bir sosyalist hat çizmeye çalıştı. Stalin sonrası değişen SSCB’nin karşısında daha tutucu ve politik çıkarları kapsamında destalinizasyon karşıtı tavır alan Enver ve partisi, yeni iktidarların SSCB’de devrime ihanet ettiğini ilan etti. Marksizme getirilen update’ler noktasında, ulusal kurtuluş mücadeleleri meselesinden beslenen ve Leninist parti modelini birebir kopyalayan Hocaizm, 1967 yılında devlet gibi bir kuruma ilk kez “ateist” takısını getirdi. Enver Hoxha’nın anti faşizm, Titoculukla mücadele, Yugoslavya’yla olan siyasi karşı karşıya gelişlerle daha milli çizgideki bir komünizm anlayışı oturtuldu.

Yugoslavya’da ise benzeri bir süreç Josip Broz Tito eliyle gerçekleşti. Tek ülkede sosyalizme muhalefet, SSCB gölgesinde bağımsız bir güç olmaya çalışan diğer tüm öteki devletler için olduğu gibi Tito’da da sabitti. Tito’nun marksizmi update ettiği yegane kısım ayrı bir federasyon çağrısı oldu. Balkan ülkelerinin kendine ait ayrı bir federasyon kurması gerektiğini öneren Tito, SSCB’yle de arayı açmamaya çalışarak ayrı bir mücadele hattı oluşturmaya çalıştı.

Asya kıtasına yüzümüzü çevirdiğimizde ise yine bir halk hareketi karşımıza çıkar; Ho Chi Minh ve Vietnam. Ho Chi Minh’in ayrıksı bir siyaset üretme noktasındaki kısırlığı onu Komintern’in anti-emperyalist halk cephesi siyasetlerinin yalnızca bir uygulayıcısı olmaktan kurtaramadı.

CASTRO-KOMÜNİZM

Marksizme ortodoks updateler içerisindeki hem silahlı mücadelenin karakteri konusunda, hem de işin felsefi kısmındaki en büyük değişiklikler Mao’yu saymazsak Fidel Castro ve Che Guevara eliyle eklendi. Devrimci anarşist Sam Dolgoff’un “Castro-Komünizm” olarak tariflediği bu akım, öncelikle devrimin nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin fikir ayrılıklarıyla başladı.

Devrimci Savaş Update’i

“İzole edilmiş, ulusal örgütlenmeden ve politik çalışmadan yoksun, sadece askeri patlayıcı rolünü üstlenen yalın ve iskelet halinde foko teorisi oldukça ütopik bir anlayıştı.”

Regis Debray, 1967

İberya’da Franco faşizmine karşı savaşmış bir gerilla olan Regis Debray, temelindeki foqoismo’nun temelindeki isimdi. Küçük, 15-20 kişilik gerilla gruplarına verilen bu ismin teorisi ise devrimin fokoist grupların eylemleriyle gerçekleşebileceğine yönelik bir bakış oldu. Sonrasında Debray, kendi modelinin bazı noktalarına eleştiriler getirecek olsa da özellikle Guevara’nın Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde halk mücadelelerine yaklaşımı, foko teorisinin başarıya ulaşacağına yönelik mutlak bir inanç üzerinden şekillendi. Sonrasında Guevara’nın Bolivya’daki başarısızlığı, Küba yönetiminin de bu yaklaşıma olan inancını değiştirmesini destekledi.

Anti-Dogmatizm Update’i

Diğer tüm marksizm update’leri gibi Che Guevara da Marks’ı gelecek için yazdıklarından çok genel geçer çözümlemeleri bağlamında değerlendiriyordu. Onun için Marks, “gelişebilen, gelişmek zorunda olan” bir bilimin kurucusudur.

Marks ve Engels’in Güney Amerika üzerine düşünceleri hakkında ise rahatça “günümüz için kabul edilemez olan bazı ırk ve milliyet teorileri” olduğundan bahseder. Hümanizm konusunda ise öncüllerinden farklı olarak ısrarlı bir vurgu yapan Guevara ve Castro, devrimci ya da marksist bir hümanizme ihtiyaç duyulduğunu söylüyordu. Fidel Castro 1959 yılında halka açık bir konuşmasında Küba Devrimi’ni hümanist bir devrim olarak nitelemişti.

Guevara ve Castro’nun özgün bir eklentisi olmayan, Mao’nun pratik çözümlemesi üzerinden Çin’de hayata geçirdiği sanayi hamlesine benzeyen bir atılım da fokoculukda olduğu gibi sonrasında rafa kalkan bir proje olarak yarıda kaldı.

Avro-Komünizm: Demokrasi Update’i

“Sosyalizm, eğer demokratik yoldan, kapitalist devletin kurumlarından yararlanılarak kurulabilecekse, -proletarya diktatörlüğü- kavramı elbette gereksiz hale haşe geliyordu. (…) Avrokomünist partilerin tamamı her türden diktatörlük kavramının kabul edilmez olduğunu ilan ederek proletarya diktatörlüğü hedefini 70’lerde programından çıkardı.”

Daryl Glaser, David M. Walker

Marksizmin update’leri arasında devlet başlığı altında ilk pratik düzenlemeler Avrupa’nın göbeğinde ortaya çıkan birkaç komünist partiyle gerçekleşti. Ortaya çıkışları 1960-70’li yıllara tekabül eden İtalyan Komünist Partisi (PCI), İspanya Komünist Partisi (PCE) ve Fransız Komünist Partisi (PCF) ile bu akımdan etkilenen bazı İsveç, Belçika ve Britanya’daki bazı komünist partiler Avro-komünizm kategorisinde değerlendirildi.

“Sovyet sosyalizmine ve Batı Avrupa sosyal demokrasisine üçüncü bir alternatif” şeklinde tanımlanan bu örgütlerin ortak özellikleri SSCB tipi sosyalizme eleştirel bir bakış farklı uluslar için farklı yöntemler kullanılmalı düşüncesi sosyalist toplumun demokratik olması gerektiği ve insan haklarını korumak zorunda olduğu şeklinde özetlenebilir.

Avro-komünizm, o döneme kadar radikal marksizm içerisinde yalnızca dönemsel/stratejik tartışmalarda konuşulmuş demokratik düzen, parlamento, gibi aygıtları mücadelesinin merkezine koymasıyla ayrıksı bir yerde durdu.

Bu bir anlamda devlet tanımını da bütünüyle değiştirmek anlamına geliyordu çünkü Marks’ın proletarya diktatörlüğüne geçişte bir araç olarak gördüğü devlet aygıtı avro-komünistlerde amaç haline gelmişti.

Avro-komünizm bir kavram olarak söz konusu partiler tarafından benimsenmedi. Ancak bu partiler siyasetlerini dönemsel koşullara uydurmak olarak nitelendiriyordu. Yıllar içerisinde çoğu güçlerini kaybederek ya seçim aldatmacası arasında eriyip gitti ya da sağ siyasete yakınlaşıp ilkelerini tümüyle yitirdi.

BATI MARKSİZMİ

Marksizm, özellikle Ekim Devrimi’nden sonra devrimciler ve entelektüeller tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Ortodoks marksizm olarak adlandırılan diyalektik materyalizm, yapısal olarak diyalektik olan değişmez ekonomik yasaların tarihin başlatıcısı olduğunu söyler. Bu anlayışa göre insanların amaçlarının rolünü dikkate almamak gerekir çünkü bunlar da maddi nedenlere bağlı olarak açıklanan şeylerdir. Böylelikle bir tarihsel aşamadan diğerine doğru -komünizme varmasıyla doruk noktasına ulaşan- ilerleme doğal bir gereklilik olarak görülür. Kendi içerisinde pek çok çelişkiyi barındıran kapitalizm, işçi sınıfının (proleterya) ezilmişlik koşullarına karşı yekpare ayaklanmasına neden olacaktır. Bu ayaklanma proleterya diktatörlüğünü getirecek ve proletarya diktatörlüğünün ardından komünizme geçilecektir.

1. Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde, gelişmiş bir kapitalist toplum olan Almanya’nın toplumsal devrim sürecine girmesi beklenirken, 1920’li yıllardan itibaren Avrupa’da, özellikle İtalya ve Almanya’da faşizm yükselişe geçmiştir. Keza 1917’de Rusya’da pratiklenen Ekim Devrimi, Marks’ın teorisinin tamamen zıddını söylemektedir. Tarıma dayalı bir ekonomisi bulunan ve devrimci özne olarak işçilerden çok köylülerin yer aldığı bir pratik deneyimlenmiştir. Update edilen marksizm, ortodoks marksizmin reddini bu temellere dayandırmaktadır.

GRAMSCİ

Antonio Gramsci (1891-1937)’ye göre merkezi insan etkinliği, ekonomi değil politikadır. 1922 yılında, yaşadığı İtalya’da faşizmin zaferini görmüş olan Gramsci devrimci işçi hareketinin de büyük bir yenilgisine tanık olmuştur. İtalya Komünist Partisi’nin kurucularından olan Gramsci, Mussolini’nin iktidara gelmesinin ardından 1926’da bir suikast girişimi bahane edilerek tutuklanmıştır. Marksizme “çeşitli katkılar” yaptığı ileri sürülen Hapishane Defterleri’ni hapishanede geçirdiği 11 yıllık süreçte yazmış ve yayımlamıştır. Bu eser Gramsci’nin düşünsel değişimini ve Marksizme getirdiği “alternatif” yaklaşımı açıkça göstermektedir.

Hegemonya ve İktidar Update’i

Gramsci, marksizmde o zamana değin geçmeyen bir kavramı kullanmıştır: hegemonya. Bu kavram, burjuva değer ve normlarının bağımlı sınıflar üzerindeki ideolojik hakimiyeti anlamına gelmektedir.

Marksist teoride altyapı, ekonomik temeli; üstyapı ise hukuki, siyasal, ahlak, din vb. oluşumları içerir. Altyapı, yani ekonomik temel, üstyapıyı etkiler. Gramsci’nin burada ortaya koyduğu tez ise sınıf bilincinin gelişmesinde üstyapının önemidir. İşçileri sınıfsal rollerini anlamaktan alıkoyan sadece ekonomik süreçlerdeki konumlarına ilişkin kavrayış eksiklikleri değildir. İşçi sınıfını kendini gerçekleştirmekten alıkoyan sadece din gibi özel kurumlar da değildir. Devlet sadece burjuvazinin baskı aygıtı anlamına gelmez, aynı zamanda burjuvazinin hegemonyası anlamına da gelmektedir. Yöneticilerin baskısının değil “dünya görüşünün” yönetilenler tarafından kabul edilmesinde yattığına ilişkin görüştedir. Yani Gramsci’ye göre Marks’ın burjuva sınıfının devlet aygıtını baskıyla elinde tutması tamamen yanlış veya eksik bir çözümlemeydi!

Gramsci’nin geleneksel Marksizmi iki şekilde tersine çevirdiği savunulur. Bunlardan ilki, Gramsci’nin üstyapının altyapıyı etkilediğini söylemesi, diğeri ise sivil toplumun politik toplum üzerindeki önceliğini vurgulamasıdır. Hegemonya kavramına ilişkin bir diğer önemli nokta, egemen sınıfın bir aygıtının, ahlaki ve entelektüel liderliği yoluyla diğer aygıtları üzerinde denetim uyguladığı bir süreçtir. Aynı zamanda, egemen sınıfın kendi dünya görüşünü kapsayıcı ve evrensel olarak yerleştirmek için siyasal, ahlaki ve entelektüel liderliğini kullanmaya, bağımlı grupların çıkar ve gereksinmelerini biçimlendirmeye yönelik başarılı girişimlerini içerir.

Gramsci’nin “hegemonya”sı belli başlı bir kaç aygıttan oluşmaktadır. Bunlar; okul aygıtı, kültür aygıtı, (müze, kütüphane gibi), enformasyon örgütlenmesi, yaşam çerçevesi, kentleşme. Gramsci bu aygıtları yalnızca yönetsel ve teknolojik olarak görmez, tıpkı üretim sistemindeki gibi siyasal içerikle var olduğunu söyler.

Gramsci’nin Marks’tan farklılaştığı bir nokta da devlet kavramına ilişkindir. Üstyapı olarak devlet, kapitalizmin aşılmasında ikincil olmaktan ziyade birincil bir konumda bulunmaktadır. Ona göre devlet, burjuva sınıfının potansiyel açıdan tümüyle kapsayıcı bir grup olarak oluşumundan hareketle, bireylere sanki burjuvazinin içine alınacaklarmış gibi normlar ve yasalar dizgesine yükselen hegemonya aygıtıdır. Yani Marks’ın söylediğinin aksine, devletin varlığı, tarihsel olarak kapitalizmin aşılmasının önünde bir engel teşkil ediyordu!

Diyalektik Update’i

Gramsci’nin Marks’tan ayrıştığı bir diğer nokta, Hegel’in diyalektiğini kullanmış olmasıdır. İnsanın tarihte benzersiz bir özne olduğunu düşünmektedir ve gerçekliğin gelişiminde insanın rolünün Marks’ın tarif ettiği gibi pasif değil, etkin olduğunu söylemektedir. Marksizmin özellikle Engels gibi evrimci-pozitivist bir anlayışta olmasının tamamen karşısında duran Gramsci, Marks’ın materyalistler tarafından yanlış yorumlandığını, Marksizmin tamamen hümanist bir ideoloji olduğunu öne sürer.

Gramsci, tüm bunlar değerlendirildiğinde; Marks, Engels ve Lenin’den tamamen farklı bir şey söyleyerek marksizme bir update yapmıştır. Burjuvanın varlığını korumasında şiddet tekelini elinde bulundurmasıyla değil, proletarya üzerinde hegemonya kurmasıyla açıklar. Sınıfların varlığını sürdürmesinde ve “sınıf bilinci”nin sürdürülmesinin engellenmesinde üstyapının rolünü vurgular. Bu bağlamlarda Gramsci’nin hegemonya alt başlığında “devlet” anlayışına tamamen bir update yaptığı görülür.

LUKACS

Georg Lukacs marksizmin Engels tarafından evrimci- pozitivist bir çizgiye çekilmesine karşı çıkmıştır. 1923’te yayınladığı Tarih ve Sınıf Bilinci kitabında Hegel’in etkisi açık olarak görünür. Lukacs’a göre tarihin öznesi ve nesnesi arasında bir ayrım bulunmamaktadır. Marks, insanı nesneleştirerek tarih sürecinin çok dışında bırakmıştır. Lukacs, Marks’ın Hegel’deki devrimci yönünü ortaya çıkardığını söyler. Böylece Marks aracılığıyla da tarih teorisini materyalist bir konuma sokmayı amaçlamıştır.

Proletarya Update’i

Lukacs, işçi sınıfının devrimci hareketini öngören -toplumsal devrimin işçi sınıfı tarafından gerçekleştirileceği- marksizm anlayışını reddeder. Ortodoks marksizmi eleştirerek başladığı Tarih ve Sınıf Bilinci’nde, Rus Devrimi deneyimi ile işçi sınıfının haricinde bir öznenin (köylüler) devrimi gerçekleştirdiğini söyleyerek, yegane devrimci özne olduğunu reddetmiştir. Lukacs’ın yaklaşımına proletaryasız devrim denebilir, ancak devrimci özne olarak herhangi bir kesimden söz etmez. Aynı zamanda marksizmin salt ekonomizm olarak görülmesine de şiddetle karşı çıkar. Her ne kadar altyapı üstyapıyı belirliyor da olsa, Marks’ın kuramının merkezi olarak ekonomi politiği görmez.

Marks’ın kuramını marksizm yapan ekonominin toplumsal ilişkilerin merkezinde olması ve ekonominin (altyapının) üstyapıyı (devlet, ideoloji, hukuk, ahlak, din) etkiliyor olduğu tezine karşı çıkmak, marksizmin kendisine karşı çıkıp yerine bambaşka bir tez koymak anlamına gelir. Aynı şekilde işçi sınıfının olmadığı bir devrim düşüncesi de marksizmin tamamen baştan yazılması, update edilmesine denk düşmektedir.

Şeyleşme Update’i

Marks’ın “yabancılaşma” kavramını geçirdiği özellikle 1844 Elyazmaları, Lukacs’ın kitabı yayımladığı yılda henüz farklı dillere çevrilmemiştir. Bu yüzden marksizm içerisinde, özellikle ortodoks marksizmin de yükseltilmesiyle birlikte, yabancılaşma kavramının marksizme dahil olup olmadığı büyük bir tartışma konusu olmuştur. Lukacs’ın “şeyleşme” kavramını yaratırken Marks’ın Kapital’inde geçen “meta fetişizmi”nden etkilendiği düşünülür.

Lukacs’ın “şeyleşme”si ile en basit haliyle kast edilen; kişinin kendi faaliyetini, kendi emeğini, onun kendisine nesnel, insandan bağımsız bir şeymiş gibi gösterendir. Şeyleşmenin, işçi sınıfı için bir kişilik bölünmesine yol açtığını söylemektedir. Bu ilişkiler çerçevesinde işçi, emeğini piyasada özgürce, yine kendi özgür iradesiyle satıyormuş gibi düşünür. Ancak öte taraftan, toplumsal ilişkilerin bütününün şeyler arası ilişkiler haline gelmesiyle işçinin kendisi de bir meta, bir “şey” halini almıştır. Bu nedenle, işçi sınıfı diye bir özne toplumda bulunmamaktadır. İşçi sınıfı denilen bir özneden bahsedebilmek için “bilinç sıçraması”na ihtiyaç vardır. Bu noktada Lukacs, psikolojik bilinç ile potansiyel bilinç olarak iki ayrım koyar. Psikolojik bilinç, işçinin günlük yaşam mücadelesini temsil eder. Eve ne kadar ekmek götüreceği, ne yiyip ne giyeceği, ne kadar maaş alacağı vb… Potansiyel, yani aşılanmış bilinç ise sınıf bilincinin aktif yanını ortaya koyar. Psikolojik bilinç yanlıştır ve aşılması gerekir. Ancak Tarih ve Sınıf Bilinci’nde proleterin psikolojik bilinci nasıl aşıp potansiyel bilince ulaşacağına değinilmez.

2. Enternasyonel’in ardından Lukacs, “ideoloji” kavramını Marks’ın aksine pozitif olarak kullanmaya başlar. Marks’ta ideoloji “doğru duruma ilişkin yanlış düşünce” iken Lukacs’ta ideoloji “yanlış duruma ilişkin doğru düşünce”dir. Bu durum Lukacs’ın ortodoks marksizmi tamamen reddetmesi, bu anlayışın ekonomizmi ve siyasi pasifliği getirmesinden kaynaklanır. Siyasi pasiflikten kastı ise revizyonizmdir.

FRANKFURT OKULU

Frankfurt Okulu, 1923 yılında kurulan Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün sosyoloji, siyaset bilimi, psikanaliz, tarih, estetik, felsefe, müzikoloji gibi farklı disiplinlerden bir araya gelen bir düşünce akımının ifadesidir. Kurucusu Max Horkheimer (1895-1973) tarafından “Eleştirel Teori” olarak adlandırılır. Eleştirilen ise, geleneksel marksizmdir. 1930’lu yıllardan itibaren çevrilmeye başlayan Marks’ın elyazmaları ve “yabancılaşma” kavramını geçirdiği yazıları Frankfurt Okulu için önemli bir dayanak noktasıdır. O zamana değin diyalektik materyalizmin ve pozitivizmin haricinde marksizmin felsefi de bir temeli olduğu Frankfurt Okulu temsilcilerince söylenmiştir. Frankfurt Okulu’nun hala marksist çevrelerce eleştiriliyor olmasının nedeni ise, kendisini tamamen akademik bir alanda var etmesi, siyasi hiçbir dayanağının ve pratiğinin olmamasıdır.

Kültür Update’i

Frankfurt Okulu’nun, marksizme bir “kulturkritik” aşıladığı iddia edilir. Marksizmin o güne değin felsefi olarak ifade edilmemesi, sanata ilişkin herhangi bir açılımının olmaması Frankfurt okulunun temsilcilerinin başlıca kaygılarını oluşturmuştur. Bu nedenle marksizmde eksik kalmış olan “kültürün” Frankfurt okulu aracılığıyla marksizme eklendiği savunulur. Eleştirel Teori’nin tüm temsilcileri, insanı tarihin öznesi ve yaratıcısı olarak gördüklerinden, Gramsci ve Lukacs’ın devamcıları olarak yorumlanırlar. Aynı zamanda marksizmin şiddetle karşı çıktığı idealizmi Kant’tan bu yana benimsediklerini söylemektedirler.

Devrimci Özne Update’i

Marks ve Engels’in teorisi devrimci özne olarak proletaryayı gösterir. Ancak Lukacs gibi, Horkheimer da bu konudan emin değildir. Proletaryayı, toplumu harekete geçirici ve dönüştürücü görmekle beraber yekpare devrimci öznenin proletarya olmadığını söyler. Bu noktada Horkheimer sınıfın “ileri gelenleri” ile sınıfın geri kalanı arasındaki ilişkiyi vurgulayarak Lenin’e bir update yapar. İleri gelenden kasıt, bir parti ve onun liderliğidir. Horkheimer’ın odağı parti değil, eleştirel teoridir. Yani önemli olan öncü sınıf değil, felsefi temeldir.

Aydınlanma Update’i

1930’lu yılların başında Frankfurt Okulu ve özellikle Horkheimer’ın doğal bilimlerle ilgili benimsedikleri Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nde ana hatları çizilenlerle çoğunlukla aynıydı. Horkheimer Bilim ve Buhran Üzerine Açıklamalar’da şöyle söylemektedir: “Marksist toplum kuramında bilim, insani üretim güçleri arasında sayılır… Bilimsel bilgi, üretici güçlerin ve diğer türde üretim araçlarının kaderini paylaşır: Onların uygulama ölçekleri hem onların gelişim düzeyleriyle hem de insanların gerçek ihtiyaçlarıyla derin bir karşıtlık içindedir. Aydınlanmayı da hakimiyetine almış olan daha iyi bir topluma yönelik ilgiyi, mevcut toplumu ebedi olarak kurma teşebbüsü ile ele geçirildikçe, bilimin içine sınırlayıcı ve örgütsüzleştirici bir an katıldı. Olmaya değil de, varlığa yönelen bir yöntem, toplumun verili biçimini eşit ve kendini yineleyen bir mekanizma olarak görme eğilimine karşılık geldi.”

Horkheimer ve Theodor Adorno (1903-1969)’nun birlikte yazmış oldukları 1944’te yayınlanan Aydınlanmanın Diyalektiği, açıkça marksizmin beslendiği Aydınlanma’ya meydan okumuştur. İtalya’da faşizmin, Almanya’da nazizmin yükselişte olması hatta zafer kazanmasını sorumlusu olarak Aydınlanma düşüncesini gösterirler. Onlara göre Aydınlanma Avrupa’yı karanlığa, barbarlığa sürüklemiştir. Bilimin ve teknolojinin gelişmesinin Aydınlanma’dan bu yana yükseltilmesi nazizmi yaratmıştır.

Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Marksist pratiklerden farklı olarak değinilen bir başka konu ise “genel oy hakkı” düşüncesidir: “Her halükarda, oy pusulası düşüncesine yol açan gelişmelerin temeli, bütün özel enerjileri film stüdyosundan savaş alanına, emeğin bir tek, eşit ve soyut bir biçimine evrensel olarak indirgenmesidir. Ancak bu tür koşullardan daha insani bir koşula geçiş gözlenmiyor, çünkü kötüyü de iyiye de aynı şey oluyor.”

Diyalektik Update’i

Adorno’nun 1966’da yayımladığı kitabı Negatif Diyalektik hem Hegel’in hem Marks’ın diyalektiğinin radikal bir yorumlaması olarak görülür. Günümüz marksistlerinin sıklıkla örnek gösterdikleri Adorno’nun bu kitabı özellikle “otonomist marksistler” tarafından çok “devrimci” bir kitap olarak görülmektedir.

Avrupa’daki 68 hareketini etkilediği öne sürülen bu kitapta diyalektiğin temel kavramlarından biri “özdeşsizlik”tir. Özdeşsizlik bütüne katılmama, kitle ve tüketim toplumuna katılmamak demektir. Hegel ve Marks’tan farklı olarak “bütünsellik” düşüncesinin zıttıdır. Yine aynı kitapta Adorno, Marks’ı sınıfsız bir topluma tarih aşamalarla ulaşacak tezine tamamen karşı çıkmaktadır. Hegel’den bu yana süren pozitif diyalektik anlayışının toplumsal mücadeleler kapsamında bir uzlaşma yarattığını söylemektedir. Bu bağlamda Adorno sadece marksizmi değil, marksizmin örgütlenme tarzına da karşı çıkmaktadır. Ekoloji, LGBTİ mücadelesi gibi farklı mücadele alanlarının yaratılması Adorno’nun tarih içerisindeki “sürekli mücadele” anlayışına denk düştüğüne dair yorumlanmıştır. Kitle ve tüketim toplumuna katılmayan birey kendi özgür iradesiyle her zaman bir mücadele içerisinde var olacaktır.

Adorno, Lenin’in “öncülük” anlayışını eleştirir. Önderin izinden gitme düşüncesinin bireyin bağımsız düşünmesini engellediğini ve bireyleri tek bir kişiye bağımlı kıldığını savunuyor. Tıpkı Lukacs gibi, partinin bütünlüğü ve partinin öncülüğüyle proletaryanın bütünlüğüyle kapitalizmin aşılamayacağını savunmaktadır. Yani kapitalizmi devirecek olan işçi sınıfı ve işçi sınıfının bilinci değildir!

Yeni Sol Update’i

Bugün marksist tartışmaların temelinde duran “yeni sol” kavramı Herbert Marcuse (1898-1979) ile başlamıştır. Marcuse’nin Frankfurt Okulu’ndaki yeri Horkheimer ve Adorno’ya kıyasla daha farklı bir pozisyondadır. Marksizme Freudyen bir açılım getiren Marcuse, özellikle son dönem çalışmalarında ekonomik ihtiyaçların bütünleşme ve baskı aracı haline geldiği düşüncesinden hareketle, ekonomik ihtiyaçlardan daha fazla “insani” ihtiyaçlara yönelmiştir.

Marcuse’e göre Marks’ın teorisinde proletaryanın rolü kapitalizmin mutlak bir yansımasıdır. Marks işçi sınıfının sefilleşmesinden kaynaklanan toplumsal kutuplaşmanın proleter devrim açısından yaşamsal olduğunu söyler; diğer taraftan kapitalizmin dönemsel krizini basit bir siyasi çelişki olmaktan öte yapısal bir çelişki olduğunu ileri sürer. Üretici güçler, onunla birlikte, onun altında ilerlediği örgütlü teknik koşullara işaret eder. İmalat, makine sanayi, otomasyon endüstrisi üretim güçlerinin farklı düzeyleridir. Bunların sahiplenilmesiyle çelişki içerisinde bulunan üretici güçler; bilimi, gelişmiş iletişimi, yüksek eğitim düzeyini ve içselleştirilmiş disiplini barındırır. Böyle olduğunda, Marks’ın söylediğinin aksine bu bir sefilleşme değildir. İşçi sınıfının denetim altına alınması ve örgütlenmesi için gerekli olan koşulların ortadan kaldırılmasıdır. İşte bu noktada Marcuse, devrimi gerçekleştirecek bir işçi sınıfından bahsetmenin olanaksızlığını vurgular.

1964’ta yazdığı Tek Boyutlu İnsan ve 1972’de yazdığı Karşı Devrim ve İsyan, toplumsal hareketler noktasında el kitabı niteliğinde olan kitaplardır. Tek Boyutlu İnsan 68 öğrenci hareketlerinin önemli bir kaynağı olarak görülür.

Tek Boyutlu İnsan’ın doğrudan öğrenci hareketi içerisinde kendini var etmesinin nedeni okulların kapitalizmin içselleştirilmesini sağladığı ve okulların bu işlevi terk etmesi gerektiğini savunmasıdır. Marcuse, toplumdaki her türlü varlığı reddetmektedir. Toplumu bir bütün olarak ele almamak gerektiğini, ancak proletarya diye bir varlık olmadığını, bu kavramların artık iç içe geçtiğini söylemektedir. Etnik ve ırksal mücadele verenlerin, kendi yerel bölgelerinde ekoloji üzerinden mücadele edenlerin veya gay ve lezbiyenlerin de toplumsal yaşamın adaletsizliklerinden muzdarip olduğunu ve bunun mücadelesinin özgürleştirici olduğunu savunmaktadır.

ALTHUSSER

Altyapı-Üstyapı, İktidar Update’i

Louis Althusser, Lukacs ve Gramsci’nin geliştirdiği, ardından Frankfurt Okulunun doruk noktasına ulaştırdığı Hegelci marksizmi ve hümanizmi doğrudan reddeder. Devlet ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda açıkça belirttiği üzere “marksizmde eksik kalan yerleri tamamlama” çabası içerisine girerek marksizmi update etmiştir.

Marks toplum yapısını özgül bir belirlenmeyle eklemlenmiş düzey ya da kertelerden oluşmuş biçimde tasarlamıştır: Altyapı ya da ekonomik temel (üretici güçler ile üretim ilişkilerinin birliği) ile hukuk ve devlet, çeşitli ideolojiler, ahlak, aile, din gibi kavramları içeren üstyapı. Marksizme göre, üstyapının altyapıya göre özerkliği vardır ancak altyapı üstyapıyı etkilemektedir. Yani ekonomik ilişkiler nasıl şekilleniyorsa devlet, hukuk ve ahlak da ona bağlı olarak şekillenecektir.

Althusser, bu noktada Marks’ın bir durumu gözden kaçırdığını iddia eder. Hukuk, devlet ve ideolojinin yani üstyapının ekonomik temeli yani altyapıyı etkilediğini söylemektedir.

Althusser’in Devlet ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda söylediği üzere “Marksizme eklemek istediğim bu tez, tüm yapıların birbirini etkilediği, birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği tezidir.” Yine aynı kitapta, üstyapının önemini şu şekilde vurgular: “Başka bir söyleyişle okul, (fakat aynı zamanda kilise gibi devlet kurumları, ordu gibi başka devlet aygıtları da ) bir sürü beceri öğretiyor. Fakat bunu yönetici ideolojiye boyun eğmeyi ya da bu ideolojinin ‘pratiğinin’ egemenliğini sağlayan biçimde yapıyor. Tüm üretim, sömürü, baskı görevlileri ve Marks’ın deyimiyle ‘ideoloji profesyonellerinin’ görevlerini ‘bilinçli olarak’ yerine getirmek için şu ya da bu oranda ideolojiyi benimsemiş olmaları gerekir. Ya sömürülenler yani proletarya ya sömürücüler yani kapitalistler, ya sömürünün yardımcıları yani yönetici kadrolar, ya da hakim ideolojinin büyük papazları, yani devlet memurları…”

Devlet, marksist kuramda Marks’ın Paris Komünü Üzerine ve Lenin’in Devlet ve Devrim metinlerinde devlet aygıtı adını verdikleri şeydir. Baskı yoluyla devletin kontrolünü elinde bulundurmaktır. Buradan anlaşılması gereken ise, hukuki pratiğin gereklerine ilişkin olarak zorunluluğu ve varlığı tanınan, özelleşmiş bir aygıt. Yalnızca polis, mahkemeler veya hapishaneler değil, polis “olaylarla başa çıkamadığında” duruma el atacak olan ordu, devlet başkanı ve hükümeti de kapsar. Marksizme göre devlet, yalnızca devlet iktidarının bir işlevi olarak anlam kazanır. Tüm siyasal sınıf mücadeleleri devlet iktidarını ele geçirmek üzerine kuruludur. Tam da bu noktada Althusser bir ayrıma gitmek gerektiğini söyler: devlet iktidarı ve devlet aygıtını ayırmak gereklidir. Bu kavrama Althusser “devletin ideolojik aygıtları” adını verir. Marksist teoride devlet aygıtı hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler ve hapishanelerdir. Althusser’e göre bunlar yalnızca devletin baskı aygıtlarıdır. İdeolojik aygıtlar ise; dini (çeşitli kiliseler sistemi), öğretimsel (değişik, özel ve devlet okulları), aile, hukuk, siyaset (çeşitli siyasal partiler), sendika, haberleşme (basın, radyo, tv), kültür (edebiyat, sanat, spor vb.). Tüm bunlar devletin baskı aygıtı aygıtı ile aynı şeyler değildir. İşleyiş mekanizmaları birbirinden tamamen farklıdır. Devletin baskı aygıtı ele geçirilmiş olsa dahi ideolojik aygıtlar varlığını sürdürmeye devam eder. Üstelik baskı aygıtları “kamusal” alanda yer alırken, ideolojik aygıtlar tamamen “özel” alanda yer alır. Devletin baskı aygıtı “zor kullanarak” bir başka deyişle şiddet tekelini elinde bulundurarak işler, ideolojik aygıtlar ise “ideoloji” kullanarak işler. Devletin baskı aygıtlarına dair iktidarın bir yasa çıkarması oldukça kolayken, devletin ideolojik aygıtlarına değinen yasalar çıkarmak oldukça zordur.

Bu bağlamda değerlendirildiğinde Althusser’in marksizmi update ettiği iki temel nokta vardır: İlki üstyapının da altyapıyı belirlediği veya belirleyebileceği, diğeri ise devlet iktidarına yöneliktir. Marksizmin savunduğu tezlerin tamamen dışında bir söylem geliştirerek “teorinin eksikliklerini kapatma” çabasında olan Althusser, görece birtakım marksistler değerlendirildiğinde bunu başarmış olsa gerek.

OTONOMİST MARKSİZM

NEGRİ VE HARDT

Otonomist marksizmin önde gelen temsilcilerinden İtalyan felsefeci A. Negri ve Amerikalı edebiyat kuramcısı M. Hardt’ın da marksizme yönelik ciddi update’leri bulunmaktadır. Özellikle İmparatorluk ve Çokluk kitaplarında küresel kapitalizmin ve devletin post modern dönemde geçirdiği dönüşümlere, devrimci özne olan proleteryanın anlamındaki değişikliğe, üretim biçiminin ve emeğin dönüşen yapısına yönelik update’ler bulunmaktadır.

Kapitalizm ve Devlet Update’i

Negri ve Hardt’ın oluşturdukları teorinin ana hatları ulus-devlet ve emperyalizm kavramları üzerinedir. Negri ve Hardt’a göre “üretim ve mübadelenin asli unsurları -para, teknoloji, insanlar ve metalar- ulusal sınırları giderek daha kolay geçiyor; dolayısıyla ulus-devlet bu akışı düzenleme gücünü ve ekonomi üzerindeki otoritesini günden güne yitiriyor.” Bu sebeple ulus devletler ve emperyalizm giderek önemini yitirmektedir. 1970’lerde açığa çıkan yeni egemenlik biçiminin adı İmparatorluk’tur; “Dünya Bankası gibi ulus-aşırı birimlerden, ulus devletlere ve oradan yerel ve bölgesel sivil toplum kuruluşlarına kadar görece otonom farklı tipte yapılar ve örgütler”in var olduğu bütünlüklü bir küresel kuruluştur.

Negri ve Hardt, Lenin’in 1916 yılında yazdığı kitapla Marksist teoriye kapitalizm ve devlet update’i olarak eklediği ve kapitalizmin en yüksek tekelci aşaması olarak tanımladığı emperyalizm teorisinin sonunun geldiğinden, “emperyalizmin artık küresel iktidar yapılarını anlatmakta yeterli bir kavram olmadığı”ndan bahsetmektedir.

Üretim Biçimi, Altyapı-Üst Yapı ve Emek Update’i:

Üretim biçiminin, altyapı-üst yapı meselesinin, emek kavramının değiştiği söylemleri açıkçası günümüzün sorunlarını analiz etmede marksist teoriye can simidi değerinde önemli eklemeler sağlamıştır.

İmparatorluk döneminin üretim tarzını betimlerken Foucault’un tanımı olan “biyo-politik” kavramını kullanmışlardır. Ayrıca, “kontrol toplumu ve biyo-iktidar kavramları İmparatorluk kavramının merkezi özelliğini betimler.” sözleri, Foucault’cu bir update’in izlerini taşır.

“Küresel ekonomideki servet yaratımı giderek daha fazla bizim biyo-politik üretim dediğimiz üretim tarzına, yani ekonomik, politik ve kültürel alanların giderek örtüştüğü ve birbirini sardığı, bizatihi toplumsal hayatın üretimine meylediyor.” sözleri, altyapı ve üstyapı meselesine dair bir update’i de içermektedir. Onlara göre, toplumsal üretim ve tüzel meşruluk birer altyapı-üst yapı öğeleri olarak değil birbirlerine paralel bir şekilde yan yana var olmaktadır; ekonomik üretimle politik kuruluş zaman içinde örtüşme eğilimine sahiptir.

“Postmodernleşme ve İmparatorluğa geçiş eskiden beri altyapı ve üstyapı olarak adlandırılan alanların reel olarak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir.”

Biyo-politik üretim aynı zamanda “üretici emeğin yeni doğası”nı da ortaya koymaktadır. Emeğin biyo-politik boyutu olarak, artık-değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin emeğinin oynadığı merkezi rol, günümüzde giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emek gücüne geçmektedir. Maddi olmayan ürünler –bilgi, enformasyon, iletişim, dilsel ya da duygusal ilişkiler− üreten emek aynı zamanda “kendi eğilimini başka emek biçimlerine ve toplumun kendisine kabul ettirmiştir.”

Negri ve Hardt bu yeni kapitalist değer birikimi meselesini sömürü mekanizmasının merkezine konumlandırabilen yeni bir politik değer teorisinin geliştirilmesi ve yeni değer teorisinden sonra asıl olarak bilgi, iletişim ve dil yoluyla işleyen yeni bir öznellik teorisi kurmak gerektiğinden bahsetmişlerdir.

Devrimci Özne Update’i

Bu yeni üretim ve iktidar biçimi yeni bir öznellik tanımlamasında da bulunmuştur. Maddi olmayan emek zemininde yer alan öznelerin oluşturduğu bütün olarak tanımlanan “çokluk”, küresel düzeyde imparatorluğa karşı bir alternatif olarak sunulmaktadır.

Çokluk kavramı bir tekilliğe veya tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farklılıklara sahiptir; kültür, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar.

“Halk” kavramı gibi yekpare bir bütünlük oluşturmayan ve “güruh, kalabalık ve kitle” kavramları gibi edilgen olmayan, etkin ve çok boyutlu “çokluk” kavramı otonomiyi gerçekleştirebilme yeteneğine sahip bir öznelliği tariflemektedir.

İkilinin Marks’ın sınıf teorisinin temelindeki devrimci özne/proletarya tanımına getirdikleri update, oldukça açıktır. “Emeğin ve devrimin öznesinin temelli olarak değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Proletaryanın bileşimi değişmiştir, dolayısıyla bizim proletarya anlayışmız da değişmelidir. Biz kavramsal olarak proletaryayı emeği kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategori olarak anlıyoruz. Bundan önceki bir devirde proletarya, erkek kitlesel fabrika işçisi olan ‘endüstriyel işçi sınıfı’ olarak tanımlanıyordu.” sözleriyle “sömürülen ve kapitalist tahakküme tabi olan herkesin proletarya kategorisi altında olduğunu” belirtmişlerdir.

Negri ve Hardt proletarya kavramını genişletmiş olsalar da kavram, sahip olduğu anlam ve genişletildiği biçim sebebiyle yetersiz bir “özne” tarifi yapmaktadır. Bu tanım, küresel kapitalist sistemin, devletlerin ve dini yapıların yani, siyasi, ekonomik, erkek egemen ve dini iktidarların baskı, sömürü ve tahakkümü altındaki ezilenleri kapsamamaktadır.

DİĞERLERİ

TARIK ALİ

Pakistanlı marksist tarihçi, özellikle üniversite yıllarındayken politik eylemliliğin içerisinde aktif bir şekilde yer almış Tarık Ali ise marksizme “fundamentalizm” kavramı üzerinden bir update uygulamıştır.

Fundemantalizm Update’i

Tarık Ali, 11 Eylül 2001’de ABD’deki İkiz Kuleler’e gerçekleştirilen saldırının ardından ABD’nin Ortadoğu’daki halklara yönelik düşmanca davranışlarını ve Irak İşgali dönemini klasik bir marksist söylemle tariflememiştir.

Güncel siyasi analizi ortaya koymak için Marks’ın ekonomik söylemleri ve emperyalizm anlatıları yetersiz bulan Tarık Ali “yeni” dünya atmosferinde söz konusu olanın, sınıf çelişkisi, emperyalist sömürü ya da “medeniyetler çatışması” değil de, bir “fundamentalizmler çatışması” olduğunu, en büyük tehlikenin ise “baş fundamentalist” ABD olduğunu belirtmiştir.

“Allah bizden yana” ve “Tanrı Amerika’yı korusun” gibi dinsel sloganların temel olduğu bir savaş çılgınlığının geri getirildiğini düşünmektedir. Yaşadığımız dönemde ABD’nin emperyalist fundemantalizminin karşısında İslami fundamentalizmin olduğunu düşünen; Yahudi ve Hristiyan fundamentalizminin tarihte İslami fundamentalizmden çok daha kan dökücü ve zalim olduğunu söyleyen Tarık Ali, küresel boyuttaki çatışmaların çeşitliliğine rağmen çok genel olgulardan bahsetmekle yetinmiştir.

ALAIN BADIOU

Fas doğumlu Fransız felsefeci marksist Alain Badiou, modern sofistler olarak adlandırdığı post modernistlere karşı kendisini hakikatin savunucusu bir Platoncu olarak tanımlamaktadır. Aynı zamanda Mao’nun kültür devriminin ve 60’lı yıllarda Fransa’da artan maoculuğun etkisiyle Sovyetlerin parti-devlet sistemine eleştiriler getirmiştir.

Komünizm Update’i

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve marksist pratiklerin etkisini büyük oranda yitirmesinin ardından komünizmin öldüğü şeklindeki savlara karşı ölenin sonlu ve sınırlı olan Parti-Devlet olduğunu; -Marks’ın düşüncelerinden ve marksist yazından farklı olarak ve Platon’un bir kavramı olan- “idea” olarak komünizmin sonsuz, sınırsız ve ölümsüz olduğunu ileri sürmektedir.

Komünizm update’inde, verili üretim tarzlarından komünizme “geçiş sorunu” da bulunmaktadır. Badiou, “sosyalist devrim” ya da “millî demokratik devrim” pratikleriyle sağlanacak olan komünizme geçiş tezlerine karşı çıkmış, doğrudan komünizme geçmeyi gündemleştirmiştir.

ÉTIENNE BALIBAR

Althusser’in öğrencisi olan ve siyaset felsefesi üzerine yoğunlaşan Fransız marksist Etienne Balibar da marksizme yurttaşlık ve demokrasi update’i yapmıştır.

Demokrasi ve Yurttaşlık Update’i

Toplumsal, siyasi ilişkileri ve dönüşümleri ekonomik bir temelden ziyade siyaset felsefesinin kavramları olan demokrasi ve yurttaşlık kavramları üzerinden anlatması sebebiyle Balibar’ın düşüncesi başlı başına bir update olarak karşımıza çıkmaktadır.

Demokrasinin hep gelmekte olduğunu, ideal bir şey olmadığını ve kökleri Antik Yunan polisine giden yurttaşlıkla çatışkı içerisinde olduğunu düşünmektedir. Yapılması gerekenin demokrasinin demokratikleştirilmesi ve yurttaşlık haklarının genişletilmesi için mücadele olduğunu belirten Balibar, mücadele edilmediği takdirde yurttaşlık haklarının genişletilemeyeceğini ve -klasik marksizmin ilerlemecilik anlayışından farkını ortaya koyan bir biçimde- yurttaşlığın her zaman ilerlemeyeceğini de belirtmektedir.

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında verilen mücadelelerin “ulus-devletin sosyal yurttaşlığı”nı ortaya çıkarttığını, ardından gelen neo-liberal politikalarla birlikte yurttaşlık haklarında gerilemelerin olduğunu ifade etmektedir.

Balibar, sınıf mücadelesini -“devrimin kaynağı” olarak gören marksist anlayışa karşı- bir yurttaşlık biçiminin yaratıcısı olarak tanımlamaktadır ve sınıfı idealize etmemektedir. Sınıfın yaşanan neo-liberal dönüşümlerle devrimci ruhunu kaybettiğini belirten Balibar, günümüzde özellikle Batılı devletlerin göçmenlere yaptıklarına karşı işçi sınıfının çoğu zaman duyarlı olmadığını, göçmenlerle dayanışmadığını da aktarmıştır.

Ona göre, demokrasinin demokratikleştirilmesi bir süreci anlatır. Sürecin bir sonu yoktur. Bu sürecin faili başlı başına tek başına işçi sınıfı değil, “etkin yurttaş”tır. İşte bu nedenle etkin yurttaşın her zaman ayaklanma ve devrim kavramlarıyla bağı anlatılmaktadır.

Ayrıca, “siyasi bir güç ya da hareketin toplumu demokratikleştirmesinin koşulu, bunların kendilerinin hem hedefleri hem de içsel işleyişleri bakımından karşı çıktıkları sistemden daha demokratik olmalarıdır. Kendisi anti-demokratik olan sistem ya da toplumun, demokratik olmayan yollardan kökten dönüşümü sağlanamaz.” cümlelerini kapitalist ve marksist pratikleri de yetersiz görmesi sebebiyle kurmuştur.

HENRI LEFEBVRE

Neomarksist olarak bilinen Fransız sosyolog ve felsefeci, marksizme mekan ve kent meselesi üzerinden update’ler yapmış Henri Lefebvre, son dönemlerde mekan ve kent sorunlarının tahlilinde en çok okunan isimlerden biri olmuştur. Mekanı bir üst yapı olmaktan çıkaran, kenti sanayileşme için anahtar bir kavram olarak ele alan update’leri bulunmaktadır.

Mekan ve Üstyapı Update’i

Lefebvre, mekânın toplumsal değerler ve anlamlara dayalı olan ve mekânsal algı ve uygulamaları belirleyen bir toplumsal ürün olduğunu savunmuştur. Oysa marksizmde toplumsal mekan bir üstyapı olarak görülmekte ve hem üretici güçlerin hem de yapıların, mülkiyet ilişkilerinin sonucu olarak kabul edilmektedir. Lefebvre için mekan, üretici güçlere, iş bölümüne dahildir ve mülkiyetle ilişki içerisindedir. Mübadeleyle, kurumlarla, kültürle, bilgiyle ilişkilidir. Mekanın mübadele değeri ve kullanım değeri vardır; alınıp satılır.

Mekanın üst yapı olarak görülmesiyle ilgili olarak marksizme bir update yapan Lefebvre, Marksist devrim anlayışına bir ekleme yaptıklarını da belirtmiştir. Ona göre baş aşağıda, ayakları havada duran yalnızca Hegel’in felsefesi ve diyalektiği değildir: “Marks’ın baş aşağı olarak tanımladığı şey toplumdur. Baş aşağı çevrilen dünya teorisine sanayi örgütlenmesi içindeki marksist devrim projesini bir ‘kentsel devrim’ projesiyle tamamlayan birkaç nokta ekledik.”

Kent ve Sanayileşme Update’i

Lefebvre, kent ve kentleşmeyi sanayileşmeyi anlamak için anahtar fenomenler olarak görür: “Marks, şehirleşmenin ve kentin, sanayileşmenin anlamını içerdiğini gösteremedi. Sanayi üretiminin toplumun kentleşmesini içerdiğini ve sanayinin potansiyellerine hakimiyetin şehirleşmeyle ilgili özgül bilgiler gerektiğini görmedi. Sanayi üretimi, belli bir büyümeden sonra, şehirleşmeyi yaratır; bunun koşullarını sağlar, olasılıklarını açar. Böylece sorunsal yer değiştirir ve kentsel gelişme sorunsalı olur.” Marks’ın eserlerindeki şehire dair bilgilerde kent sorunu değil sadece konut sorunu ortaya konmuştur.

Lefebvre’nin mekanı üstyapı öğesi olmaktan çıkarması aslında güncel sorunlardan biri olan mekan ve kente dair marksizmin yorum yapabilmesini sağlamıştır. Fakat kentleşmeyi büyük oranda sanayi üretimi ve modern kapitalizmle birlikte ele aldığı için aslında kente dair analizinde eksik kalmıştır.

MARKS’TAN ETKİLENİP KENDİLERİNE MARKSİST DEMEDEN MARKSİZMİ ETKİLEYENLER

Kapitalist düzeni, toplumsal ilişkileri ya da döneminin ekonomik, sosyal, kültürel ve politik sorunsallarını çözümlemeye kalkışan pek çok düşünür Marks’ın ortaya koyduğu düşüncelerden etkilenmiştir. Marks’ın “sınırsız sermaye birikimi” gibi özellikle ekonomik alandaki görüşlerinden etkilenip kendi teorilerini ortaya koyan ama kendisini Marksist olarak tanımlamayan düşünürlerin görüşleri marksist teoriye eklemlenmekte ya da “marksist kuramı doğrulayan” düşünceler olarak sahiplenmektedir. Bu düşünürlerin tezleri doğrudan Marks’a olmasa da marksizme eklemlemeler/update’ler içermektedir.

IMMANUEL WALLERSTEIN

Amerikalı bir sosyolog olan ve “dünya-sistem” analizini ortaya koyan I. Wallerstein, Marks’ın temel birkaç düşüncesini kabul edip belirli noktalarda onun görüşlerinden ayrılan düşünürlerden biri.

Dünya Sistem Analizi

Wallerstein’a göre şimdiye dek iki tür dünya-sistem var olmuştur: Dünya-imparatorluk, dünya-ekonomi.

Bir dünya-imparatorluk, tek bir politik merkezin, fakat çok sayıda kültürün var olduğu büyük bir bürokratik yapıyken; bir dünya-ekonomi ise çok sayıda politik merkezin ve çok sayıda kültürün olduğu yapıdır. Analize göre, kapitalizm de modern bir dünya-ekonomi olan dünya-sistemdir.

Wallerstein’ın kapitalizmi modern dünya-sistem olarak tanımlamasında Marks’ın görüşlerinin etkisi büyüktür. Marks’ın kapitalizmin gelişmesinde ortaya koyduğu “sınırsız sermaye birikimi” düşüncesini analizinin temel dayanak noktası yapmıştır. Bir farklılık olarak sermaye birikiminde artık-değerden ziyade ağırlıklı olarak kâr kategorisini ön planda tutmuş, kâr ile artık değer arasındaki ilişkiyi incelememiş ve kapitalizmin kökenini pazar ilişkilerine dayandırmıştır. Bu sebeple kapitalizmin ilk olarak on altıncı yüzyılda Avrupa’da “pazar ticaretinin” gelişmesi sonucunda ortaya çıktığını düşünmektedir. Marks ise temel eserlerinde 18. ve 19. yüzyılda Batı Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de ortaya çıkan kapitalist toplumsal dönüşümü ve sermayenin toplam döngüsünün nasıl gerçekleştiğini incelemiştir.

Marks ve Marksizm Hakkındaki Yorumları

Wallerstein analizini kurarken yüzünü döndüğü Marks’a ve marksizme yönelik yorum yapmaktan ve eleştirmekten de geri durmamıştır. 1883 ile 1950 yılları arasındaki marksizmi “ortodoks marksizm” olarak tanımlamış, bu dönemdeki marksist partilerin devlet iktidarını “elde etmeye kilitlenmiş” partiler olduğunu söylemiştir. “Sınıf çatışmalarının asli olduğunu ve diğer tüm çatışmaların yan olgular olduğunu” iddia eden ve dolayısıyla; “milliyetçi, etnik, feminist ve diğer tüm benzeri hareketlere düşman” bu partileri eleştirmiştir.

Wallerstein’ın devlet iktidarı düşüncesi marksist altyapı-üst yapı ilişkileri ile bağlantılı olmuş ama ekonomik çatışmaların dışındaki sorunların görmezden gelindiği yorumunda bulunmuştur. Ona göre devlet iktidarı kapitalizmin yarattığı iktidar biçimlerinden sadece bir tanesidir. Kültürel, toplumsal ve ekonomik iktidar biçimleri de kapitalizm içinde var olmaktadır. Ortodoks marksizmin en temel hatası, kentli işçi sınıfını öncelikli kılmak ve kapitalizmin ortaya çıkardığı diğer çatışmaların taraflarını ötekileştirmektir. Ayrıca marksistlerin analizlerini ulus devlet içine sıkıştırdıkları iddia etmiştir.

Ekonomik temelli olmayan çatışmaların görmezden gelindiği meselesinde haklı bir yorumda bulunurken ne var ki bu çatışmaların kapitalizmin yarattığı iktidar yapılardan geldiğini söylemesi ve çatışmaların kaynağı olarak kapitalizme yüzünü çevirmesi radikal bir eleştiri olarak görülemez.

Ortodoks marksizme yönelik tümden eleştirilerine rağmen Wallerstein, Marks’ın görüşlerinde hem savunduğu hem de eleştirdiği yönleri ortaya koymuştur. Wallerstein, Marks’ın toplumsal yapıyı diyalektik biçimde algılamak gerektiğine; sermaye birikiminin sistemin temel mekanizması olmasına; artı-değer kavramına; kapitalizmin yaşamın toplumsal örgütlenmesini kutuplaştırmasına; sosyalizmin devletin sönümlenmesini içermesine; kapitalizmden sosyalizme geçişin evrimci biçimde değil devrimci biçimde gerçekleşeceğine dair düşüncelerinin son 150 yılın ve hatta son 400 yılın gerçekliğini açıkladığını düşünmektedir. Bu konularda Marks’a hayranlık beslerken “Kapitalizmin önceki toplumlara göre bir ilerlemeyi temsil ettiği ve sınıfsız toplumun ortaya çıkmasıyla sona ereceği düşüncesi”nin “kuşkuya yer bırakmayacak kadar hatalı” olarak tanımlamıştır.

Marksizmden tümden uzaklaştığı bir mesele ise hiçbir sınıfa veya toplumsal gruba “özne” rolü vermemesidir.

DAVID HARVEY

Britanyalı bir coğrafyacı ve antropolog olan, son dönemlerde kent üzerine yaptığı çalışmalarla kendinden söz ettiren David Harvey; marksizmden etkilenip kendisine Marksist demeyen ama Marksist kent kuramcıları dendiğinde ilk akla gelen isimlerden.

Harvey, “mekân”ı, ontolojik bir kategori olarak ele almamakta; mekansal ilişkilerin bağımsız niteliklere sahip olduğunu reddetmekte ve mekanı, insanı biçimlendiren ve onun tarafından biçimlendirilen toplumsal bir boyut olarak tariflemiştir. Mekan, kentsel mekan üzerine Lefebvre ile birlikte marksist kuramda ciddi değişikler, eklemeler gerçekleştiren isimlerden biridir.

Marksist Kuramın Mekansallaştırılması

Harvey’in önce Sosyal Adalet ve Şehir ardından Sermayenin Sınırları çalışmalarında belirlediği gündemlerden biri “marksist kuramın mekansallaştırılması ya da toplumsal mekan sorununun marksist kurama bağlanması ve karmaşık kapitalist kentsel sürecin anlaşılması” olmuştur.

Harvey’in Sermayenin Sınırları kitabındaki sınır kavramının ikili anlamı vardır. “İlkinde sınırlar sermayenin diyalektik gelişimiyle ilgili iken ikinci durumda ise Marks’ın Kapital’inin sınırları ifade edilmiştir.” Harvey’e göre “toplumsal mekan” sorunu marksizmde de başlangıcından beri geri plana atılmıştır.

Harvey’in tüm çalışmalarında başvurduğu sermaye akımları ve yatırım döngüleri, toplumsal mekanın üretilmesi, dönüştürülmesi ya da yıkılmasında, eşitsiz coğrafi gelişmede, temel kuramsal araçlardır. Harvey’e göre Marks’ın sermaye kuramının eksikliği de zaten sermaye dolaşımındaki mekansal olguyu ele almamış olmasıdır.

Marks Kapital’de sermayeyi bir süreç olarak görmüştür ama bu sermaye kavramı mekansal boyut içermez. Onun için Kapital’de doldurulacak “boş kutular” ile açılması gereken “pencereler” bulunmaktadır. Kısacası, Harvey’in önerdiği şey marksist kuramın mekansal olgu ve süreçler dahil edilerek geliştirilmesidir: “Siyasi stratejimizin merkezine devrimin kentleşmesini koymaktan başka bir seçeneğimiz bulunmuyor.”

Kapitalist Kriz ve Kent

Harvey’in kapitalist kriz ve kent mekanı üzerindeki söylemleri de marksizmin kapitalist kriz söylemine ve genel olarak marksizme önemli eklemlemeler içermektedir.

Harvey, yapılı bir çevre olarak kent mekanının kapitalizmin doğurduğu krizin atlatılmasında önemli ve merkezi bir rol oynadığını söylese de kente kapitalist birikim süreçlerinden bağımsız bir yapı ve özgünlük atfetmenin yanlış olduğunu söyleyerek kente dair yorumlarında marksist kapitalist birikim teorisinden çok da “bağımsız”laşamamıştır.

Harvey’e göre marksist öngörünün aksine, kapitalizmin krize meyilli yapısı karlılığın/kar oranlarının düşmesinden daha çok üretim sonucu elde edilen artı değerin tekrar üretime çevrilememesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, kapitalizmin krizden kurtulup kendini devam ettirebilmesinin koşulu artı değerin kent mekanında sürekli olarak üretim döngüsüne dâhil edilmesinden geçmektedir. Kentleşme hem tüketimin arttırılması yoluyla artı ürünün soğurulmasını hem de, büyük çaplı yatırımlar isteyen altyapı-üstyapı faaliyetleri vasıtasıyla, artı değerin yeniden üretim döngüsüne dâhil edilmesini sağlamaktadır.

MARKSİZMİN KADIN UPDATE’İ

İdeoloji, felsefe, mücadele yöntemi olarak da görülen bir ekonomik modelin; marksizmin, özünde neredeyse hiç değinmediği, değindiğindeyse tek bir açıdan -ekonomik açıdan- ele aldığı için derinlemesine yorumlayamadığı, dolayısıyla çözüm üretmekten uzak kaldığı, ne kadar güncellense de yetemediği kadın özgürleşmesi konusuna dair update’lerini incelemek bu yazının ereğidir.

Marks ve Engels’te Kadın Update’leri

Marks, başlangıçta -bir çok on dokuzuncu yüzyıl sosyalisti gibi- kadınların ikincil konumuyla, bu ikincillikten toplumun genel durumunu sembolize etmek için yararlandığı ölçüde ilgilendi. 1843’te yazdığı Yahudi Sorunu Üzerine adlı kitabında ve 1844 El Yazmaları’nda kadın- erkek arasındaki ilişkiyi, “toplumsal gelişme” düzeyini temsil ettiği iddiasıyla tartışma konusu yaptı. Özel mülkiyet ve sahiplik ilişkisinin hakim olduğu yerde, “tür ilişkisinin kendisi, erkekle kadın arasındaki ilişki vs. bir ticaret nesnesine dönüşür. Kadın alınıp satılır.” diyordu.

1845’te yayınlanan Kutsal Aile’de ise Genç Hegelciler’e mizahi bir atıfta bulunan başlığa rağmen, aile konusuna değinmemişti. Ancak birkaç pasajda, erkeğin kadınla olan ilişkisi hakkında yaptığı vurgunun değiştiği gözlenebilir. Bu vurgunun, marksizmde kadına ilişkin ilk update olduğu söylenebilir. Fourier’in kadının durumunu toplumsal ilerlemenin koşulu olarak sunduğu sözünü serbestçe alıntılayarak “tarihsel bir çağdaki değişim daima kadınların özgürlüğe doğru ilerleyişi tarafından belirlenebilir, çünkü burada, kadının erkekle, zayıfın güçlüyle olan ilişkisinde, insanal doğanın yabanıllık karşısındaki zaferi açıktır. Kadının özgürleşme derecesi, genel özgürlüğün doğal ölçüsüdür.” sözleriyle Fourier’in aksine, kadının durumunu toplumsal ilerlemenin ölçüsü olarak betimlemiş; kadını, sıradan bir örnekten bir şeylerin ölçüsü olma konumuna taşımıştır.

Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da, kadın erkek ilişkilerini şöyle değerlendirmiştir: “Burjuva için karısı üretim aracıdır. Bu nedenle o, ortaklaşa mülkiyet deyince kadınların da ortaklaşmasını anlar. Oysa bugün burjuva evlilik kadınların ortaklaşa kullanılışıdır zaten. Biz olsa olsa kadınların ortaklaşa kullanılmasını açığa çıkarmış olmakla ve açık gizli fuhuşun ortadan kaldırılmasını hedeflemiş olmakla suçlanabiliriz…” Proletarya cephesinde ise yine aynı metinden alıntıyla: “Cins ve yaş farklarının işçi sınıfı için artık hiçbir toplumsal geçerliği yoktur. Yalnızca, yaş ve cins farklarına göre farklı giderlere yol açan emek araçları vardır.” Temel ayrım hala sadece burjuvazi ile proletarya arasındadır.

Yıllar sonra Alman İdeolojisi’nde “Bütün bu çelişkileri içeren ve kendisi ailedeki kaba iş bölümüne ve toplumun tek tek ve birbirine karşıt ailelere ayrılmasına dayanan iş bölümü ile, aynı zamanda iş bölümünün ve ürünlerinin paylaşımı, üstelik hem nitel ve hem de nicel eşitsiz paylaşımı, ve kadının ve çocukların erkeğin kölesi olduğu ailede çekirdeği, ilk biçimi bulunan mülkiyet doğdu.” gibi bir çok pasajla, cinsiyete dayalı iş bölümü tanımı yapmış ve bu tanımı özel mülkiyetin kaynağıyla ilişkilendirmiştir. Ancak bununla sınırlı kalmıştır; belirlenim ve analizler ne yazık ki sorunun çözümü için yeterli değildir.

Kapital’de Marks “Emekçi kendine aittir ve zorunlu yaşamsal işlevlerini üretim sürecinin dışında gerçekleştirir. …emekçinin kendini yeniden üretmesi için onun öz savunma ve türünü sürdürme güdülerine güvenebilir… Sermaye ev içi alanıyla ilgilenmez.” demiş, derinleştirmediği için yüzyıllarca defalarca yeniden update edilecek update’lerden birine, “ev içi emek” meselesine değinilmiştir.

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında ifade ettiği “Kadının kurtuluşunun ilk koşulu, bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul, karı-koca ailesinin, toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir.” sözleriyle, “kadın sorunu” olarak nitelenen ataerki sorununun çözümüne yönelik indirgemeci yaklaşımı gözler serilmiştir. Aynı kitapta Engels’in görüşlerinde, dönemin kadın hareketlerinin yükselmesinin etkisi, Engels’in kendi update’i de açıkça görülmektedir: “Erkeklerin artık kurulmuş olan tartışmasız egemenliğinin ilk etkisi, o sırada ortaya çıkan ataerkil ailenin ara biçiminde kendini gösterdi.” Salt sınıfsal çelişkinin, kadın sömürüsünün kökenini açıklamakta yeterli olmayabileceği endişesiyle yeni analizler yapma ihtiyacı hissedilmiş ancak yapılmamıştır.

Proleter Kadın Hareketi’nin Aklama Update’leri

“Elbette, Marks kadın sorunuyla ‘doğrudan’, ‘yalnız onun üzerinde durarak’ uğraşmadı. Bununla birlikte, kadının hak eşitliği için eşsiz olanı, en önemli olanı yaptı. Materyalist tarih kavramıyla bize kadın sorunu üzerine eksiksiz formüller vermediyse de, daha iyisini verdi; onları bulmak ve kavramak için doğru, güvenilir yöntemi…”

Clara Zetkin

Marks ve Engels’in, yazılarında “kadın sorunu” dedikleri meseleyi derinlemesine irdelemediği, marksist kadınlar tarafından dahi kabullenilen bir gerçektir. Marks ya da Engels’in “kadın özgürleşmesi” meselesinde yol göstermekle yetinerek kadınlardan kendi yollarını çizmelerini istediklerini düşünmek, ya fazlaca saflık olacaktır ya da devamcısı olduğu teorisyenleri aklama çabası…

İkinci seçenekten taraf olanların, açıkça ekonomik bir öncelik koyan Engels’i aklama çabalarında yaptıkları alıntılar, elbette bu söz gibi apaçık olanlar değildir: “Kadınlar ile erkekler arasındaki gerçek eşitliğin, ancak her ikisinin de sermaye tarafından sömürülmesi ortadan kalktığı ve ev işi kamusal bir sanayiye dönüştürüldüğü zaman gerçekleşebileceği inancındayım.” Üstü kapalı sözleri yorumlayarak farklı anlamlar çıkarmak, özellikle bir dönemin Proleter Kadın Hareketi’ni kuran kadın ve erkeklerin(!) benimsediği yöntemlerdendir.

Marks, Engels ve Lenin’den seçme pasajları içeren Kadın ve Aile kitabına yazdığı önsözde Clara Zetkin Lenin için “Savaşım ve kuruluş sırasında bir tek gücün fazla olmadığını ve her şeyin devrime ve komünizme yararlı kılınabileceğini kuvvetle duyuyordu.” der. Kadınların özgürleşmesinin değil, proleter devrimin başarısının hedeflendiğini vurgulamak yerine kadınları mücadeleye katılmaya teşvik ettiği gerekçesiyle Lenin’i över.

Kadın özgürlük hareketinin etkisini arttırdığı bir dönemde ortaya çıkan Proleter Kadın Hareketi, 19. yüzyılda SPD ve SDAPR gibi sosyal demokrat partiler etrafında toplanmıştı. Düzenledikleri etkinlikler, proleter kadınların yaşam standartlarını daha iyi hale getirme amacını taşımaktaydı; çalışma saatlerinin kısaltılması, sağlık sigortası, işsizlik… Kadınların hem evde, hem de iş yerinde çalışıyor olmaları da konulaştırılarak o güne dek ilgilenilmeyen başlıklar, update’lerle marksizmin temellerindenmiş gibi gösterilmeye çalışıldı.

Bu hareketin teorisyenleri arasında öncelikli olarak Clara Zetkin, August Bebel ve Aleksandra Kollontay sayılabilir. Rosa Lüksemburg ise, marksistlerin kimine göre bu ekipteyken kimine göre değildir. Lüksemburg feminizm karşıtıdır, kadınların kurtuluşunu belirgin bir biçimde sosyalizmin kurulmasına endekslemiştir. Ancak kadınların sosyal ve ekonomik haklarını da savunmuş, örneğin kadınlara oy hakkı konusunda teoriyi update etmiştir. Reformizmi sonuna kadar eleştiren bir marksistin, tarihteki büyük toplumsal değişimlerinin hiçbirinin oy vererek gerçekleşmemiş olduğunu görmezden gelerek “evrensel oy hakkı”nı savunması, bu update’in en büyük çıkmazıdır.

Clara Zetkin’se -Lenin‘i oldukça tedirgin eden- 1970’lerin “bilinçlendirme grupları”na benzer gruplar oluşturarak işçi sınıfından kadınlarla yaptığı çalışmaları ile tanınır. Kadın örgütlenmesi update’ini onun getirdiği söylenebilir.

Kollontay, ismi geçen kişiler arasında meseleye en eleştirel yaklaşan, kadınlarla evlerde yaptığı toplantılarla işçi kadın kongrelerinin belki de temellerini atan kadın olarak kendi partisindeki erkeklerle bu meselelerde en çok çarpışandır. Ancak “…Oysa gerçekten özgür olabilmek için kadın, bugünkü biçimiyle zaman aşımına uğramış ve engelleyici hale gelmiş olan ailenin ona yüklediği zincirlerinden kurtulmak zorundadır. Kadın için aile sorununun çözümü, ekonomik bağımsızlığın tam olarak elde edilmesi ve siyasal eşitliğin kazanılmasından daha az önemli değildir.” gibi eleştirileriyle update’ler getirmeye çalıştığı marksizmin eksikliğini yamamaya çalışır.

Marksist Feministler ve Sosyalist Feministlerin Kesişim Update’leri

Proleter Kadın Hareketi’nden sonraki en keskin dönemeç 60’lı yılların sonunda yer alır. Bahsi geçen bu dönemeçte politize olan pek çok kadın, marksist kuramı keşfettikleri dönemde, yükselmekte olan “kadınların özgürlük mücadelesi”nin de etkisi altındaydı. Kısa zaman içinde karşılarına büyük bir sorun çıktı; marksist kuramda “kadın sorunu” adı verilen meselenin incelenmesi ve bu meseleye değinen belli başlı on dokuzuncu yüzyıl metinleri üzerine yapılan okumalar, kuramsal geleneğin oldukça hatalı, çelişkili ve yetersiz olduğunu gözler önüne serdi.

Başlangıçta pek çokları, marksizmin temellerinin “kadınların özgürlüğü” savunucularının sorduğu soruları yanıtlayacak şekilde genişletilmesinin yeterli olacağını düşündü. “Ancak bunun fazlaca mekanik bir çözüm olduğu ve geriye açıklanması gereken pek çok nokta bıraktığı kısa sürede kavranıldı. Karşımızda duran Marksist kuram ve kadınların ezilmişliğine dair sosyalist çalışma mirası, kapsamlı bir dönüşüm ihtiyacı sergiliyordu. Durumun kavranmasıyla birlikte, bazıları Marksizm’den büsbütün koptu. Bazılarıysa Marksist kuramı, sosyalist geleneğin yetersizliklerini aşacak bir ‘sosyalist-feminist’ sentez geliştirmek üzere kullanmakta ısrarcı oldu. Ben Marksist kuramı genişletmek şeklindeki ilk amaca sadık kaldım.” sözleriyle anlatıyordu yaşanan ayrışmaları ve kendi ‘tarafını’ Lise Vogel, Marksizm ve Kadınların Ezilmişliği isimli kitabında.

Feminizmin kimi özelliklerini marksizme eklemleyen marksist feminizmde asıl amaç, yine marksizmdeki gibi, işçi sınıfıyla birlikte kapitalizmin üstesinden gelebilmektir. Geleneksel Komünist Parti ya da Sosyal Demokratların sol kanadına da yakınlığıyla bilinen marksist feminizmin update’lerinden biri, kadının temel üretici fakat ikincil tüketici olarak tanımlanmasıdır. Kadının özgürleşmesi için çocukların yetiştirilmesinden ve ev işlerinden kurtulması gerektiğini savunurlar. Bunun yolu, onlara göre ev işlerinin sosyalleştirilmesinden geçmektedir.

Getirdikleri diğer update ise ev içi üretimin üretici bir faaliyet olmadığı görüşüne karşı çıkmalarından doğar. Bu görüşe göre, kadının üreticiliği erkeğin üreticiliğinin temelidir. Sermaye birikiminin de temelinde kadının ev içi emeğinin yattığını savunurlar. Kadının ücretli işçi haline getirilmesi projesi ile sınıfsız topluma geçiş için işçi sınıfına katılmak hedeflerindendir. Ayrıca, kadının ucuz emek gücü haline getirilmesinin, erkek egemenliğinin getirilerinden faydalanan erkek işçilerin tepkilerini soğuran bir mekanizma olduğunu söylerler.

Öncülleri gibi onlar da, kadını “proleter” ortak kimliği içinde tanımladıklarından ötürü, erkek egemenliği gibi kadını ezen devasa iktidar biçimini ve baskı mekanizmalarını görmezden gelmişlerdir.

Sosyalist feministlerden Heidi Hartmann, Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği yazısında onları “Marksizmle feminizmin evliliği, kocayla karısının İngiliz örfi yasasında tanımlanan evliliği gibi olmuştur. Marksizmle feminizm tek bir şeydir ve o bir şey de Marksizmdir… çünkü bunlar, feminist savaşımı, sermayeye karşı yürütülen o ‘daha büyük’ savaşımın içine katmaktadırlar… Gereksinmemiz olan ya daha sağlıklı bir evlilik ya da boşanmadır.” sözleriyle, marksist feminizmin net bir eleştirisini yapmıştır:

“Üstelik, bizim Marksizm türümüzde, bir ‘kadın sorunu’ yok, çünkü biz kadınları asla öncelikle ‘üstyapıya’ ya da başka bir yere kompartımanlaştırmadık.”

Barbara Ehrenreich’in 1975 yılında “olduğu şey olması için çok kısa bir tanımlamadır, nihayetinde, gerçekten sosyalist, enternasyonalist, ırkçılık ve heteroseksizm karşıtı feminizm” olarak tanımladığı sosyalist feminizm, toplumsal sınıflaşmayı kadınların yaşamlarının odağında görür, aynı zamanda cinsiyetçi ve ırkçı baskıyı ekonomik sömürüye indirgememeye çalışarak marksizme yeni bir update getirir. Radikal feministlerin sıklıkla kullandıkları “kişisel olan politiktir!” sloganını sahiplenir, aile içi olay denilerek kadına yönelik cinsiyetçi tahakkümün geçiştirilemeyeceğine inanırlar. “Sınıf çelişkisi”nin yanı sıra toplumsal yapıyı şekillendiren, toplumun kurucu bir ilişkisinin bir başka hakimiyete, toplumsal cinsiyet hakimiyetine yer açmadığı için marksizmi eleştirseler ve Marks’ı kimi zaman “cinsiyet körü” olarak niteleseler de, marksizmi kurtarma çabası içindelerdir.

Marksizmin temel kavramlarını kadınların durumunun analizine uygulamaya ve bu kavramlara yeni bir içerik kazandırmaya çalışır. Hayatlarının farklı alanlarının, birbirinden ayrılmaz ve sistematik bir şekilde bağlı olduğunu söyler ve bu bağlılığı tanımlamak için “kesişim” kavramını kullanırlar. Heidi Hartmann ve Christine Delphy’ye göre kadınlar ataerki altında ortak biçimde ezilirler ve bu ortak ezilmişlikleri kadınları bir sınıf haline getirir. Sosyalist feminizm, marksizme “kadınların sınıfı” update’ini getirmiştir.

Josephine Donovan, gerçekte marksist feminizmin artık katışıksız bir marksizmden çok temelde radikal feminizm tarafından değiştirilmiş bir marksizmi temsil ettiğine işaret etmek için artık ikisinin orta yolunun sosyalist feminizm olarak adlandırılmasının uygun olacağını belirtmiştir.

İki kuramdan da alıntıyla oluşturulan “kapitalist ataerkillik” kavramıyla ataerkil pratiklerin, toplumsal ilişkilerin ve ideolojilerin, zihniyet yapılarının aile içindeki ve dışındaki ekonomik sömürüyü nasıl yoğunlaştırdığını açıklamaya çalışan update’leri de; marksizmin temelleriyle çeliştiğini bile bile girişilen kurtarma çabalarındandır.

Marks ve Engels’ten günümüz marksizminin farklı eğilimlerine kadar farklı dönemlerde, sayamadığımız birçok kadın update’i getirilmiştir marksizme. Yaşamın her alanındaki bütün adaletsizliklerin temelini ve çözümünü ekonomide gören, politik ve sosyal iktidar biçimlerini yok sayan ve iktidarın kendisini bir sorun olarak görmekten ziyade sahiplenen bir ideolojinin update’lerle sıvanarak varlığını sürdürmekten ya da yok olmaktan başka şansı yoktur.

MARKSİZMİN LGBTİQ UPDATE’İ

Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti, 1928’de LGBTİ meselesine bakışını açıklamıştı: “Erkekler ya da kadınlar arası aşkı onaylayanlar düşmanımızdır.” 1933’te Hitler’in siyasi iktidarı ele geçirmesinin ardından “cinsel açıdan yozlaşmış” denilenler -tarihçilerin kimilerine göre 10 bin, bazılarına göre 50 bin, diğerlerine göre 100 bine yakın kişi- eşcinsel oldukları gerekçesiyle toplama kamplarına gönderildi ve büyük çoğunluğu türlü aşağılamayla, işkenceyle ölene kadar çalıştırıldı, eşcinselliği ortadan kaldırmaya yönelik araştırmalarda denek olarak kullanıldı, katledildi.

1936’daki İberya Devrimi’nin ardından General Franco’nun faşist İspanyası’nda “geleneksel değerler”e geri dönüldü; eşcinsellere karşı geleneksel düşmanlığa. Eşcinseller çeşitli yasalara göre (aleni rezillik, serserilik ve adice davranış) yargılanıp hapsediliyordu. Eşcinselleri çeşitli tiksindirme terapileri (kusturucu ilaçlar, elektroşok ve türlü işkence yöntemi) ile “tedavi” etme çalışmaları yapılıyordu.

Yukarıda bahsi geçen faşistlerin her yönüyle karşısında olma, faşizmin panzehiri olma iddiasındaki örneklerinse faşizmle ve faşizan yöntemlerle uzlaştığı en önemli nokta LGBTİ’ler konusundaydı.

(Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, İngiltere ve ABD’den Rusya’ya kadar tüm devletler ve resmi ideolojiler bu konuda benzer yaklaşımlar gösteriyordu. Biz bu yazıda marksizmin LGBTİ+ ve queer update’ini konu edindiğimiz için, marksizmi resmi ideolojisi ilan eden devletlerden örnekleri ele alıyoruz.)

Rusya’da 1905 ile 1917 Şubatı arasında, gey kültürü/ edebiyatı ve politikasının yeşerdiği kısa bir dönem yaşandı. 1920’lere gelindiğindeyse bu hareket zayıflamıştı. Ne Lenin ne de Troçki’nin eşcinsellik fikrini desteklediği olmuştu. Yeni Sovyet Rejimi eşcinselliği tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak görüyordu. Günden güne yükselen düşmanlık, 1933’te çıkarılan, 34’te tüm sovyetlerde yürürlüğe giren bir yasa ile zirveye vardı. Bu yasayla erkekler arasında cinsel ilişki yasaklandı ve beş yıl ağır çalışma cezası getirildi. Stalin döneminin Sovyet hukuku eşcinselliği kamu ahlakına karşı bir suç haline getirdi ancak bununla yetinmedi. On çocuk doğuran kadınlara madalya veren Stalin’in cinsel çeşitliliğin tamamen karşısında olması pek şaşırtıcı olmamalıdır. Eşkiyalık, karşı devrimci çalışmalar, sabotaj ve casusluk gibi devlete karşı işlenen suçlardan biri ilan etti.

Maocu Çin’in uygulamaları da oldukça katıydı. 1949 Devrimi’nden sonra Çinli geyler toplanıp vuruldular. Lezbiyenler göç etmek zorunda bırakıldılar. Eşcinselliğin “var olmadığı” resmi olarak ilan edildi.

Küba Devrimi’nin ilk yıllarında Sosyalist Küba Devrimi Birleşik Partisi, toplumsal cinsiyet rolleriyle kalıplaşmış heteroseksüel kadın ve heteroseksüel erkeğin dışındaki bütün cinsel kimlik ve yönelimlere karşı ön yargıları besledi. Castro, bunları “yozlaşmış Batista döneminin bir kalıntısı” olarak kınıyordu, yok edilmeleri gerekiyordu. Birinci Ulusal Eğitim ve Kültür Kongresi’nde “eşcinsel sapıkların sosyal patolojik karakteri” ele alındı ve “eşcinsel sapıkların tüm dışavurumlarının kesin bir şekilde reddedilmesi ve yayılmalarının önlenmesi”ne kadar verildi, geyler rehabilitasyon kamplarına kapatıldı. 1983’te ise “toplumda istenmeyen unsurlar”ın Küba’dan ABD’ye gönderildiği Mariel sürgünüyle uzaklaştırıldılar.

Sayılabilecek örneklerin bir kısmını sıraladıktan sonra vurgulamamız gereken bir nokta var. Marksistlerin de dediği gibi, bir ideoloji yalnızca pratikteki “yanlış uygulamalar” üzerinden eleştirilemez.

Marksizmin Temelinde LGBTİ’lere Bakış

Öncelikle belirtilmelidir ki, iddia edilenin aksine, Marks ve Engels’in kitaplarında, mektuplarında ya da başka metinlerinde LGBTİ “mücadelesi”nin esamesi okunmaz. İki yüzyıllık bu ideolojide, bu konuda farklı kesimlerin farklı görüşleri olmuştur, fikir birliği yoktur.

Marksizmin kuramsal kurucularından Karl Marks ve Friedrich Engels yayınlanmış çalışmalarında LGBTİ konusuna dair çok az şey söylediler ve genel olarak cins, cinsiyet, cinsel kimlik ve yönelim ya da cinselliğe nadiren yorum yaptılar; yaptıklarında da çoğunlukla ekonomiyle ilişkilendirerek. Örneğin Marks, “özgür kişilikten kastın, insanın kendi manevi ve erotik güçlerinin bilincine vararak, onları ‘dengeli’ bir tarzda kullanması” demek olduğunu söyler. Marks’a göre kapitalist ilişkilerin özgür ve özgün kişiliği engellediği ortadadır. Hatta gelişmiş meta ekonomisinde, ancak bazı insanlar, o da özel ve uygun koşullarda, kişilik kazanabilir.

Engels ise Anti Dühring’de şunu söyler: “Kapitalizm, insanların arasındaki her türden doğal ve insani ilişki yanında, cinsler arası ilişkileri de yıkıma uğratmaktadır.” Çoğu metninde -o dönemde bu şekilde adlandırılmasa dahi- heteronormativitenin de keskin bir savunucusudur. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında, “İlk iş bölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan iş bölümüdür.” der ve ekler “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir.” Bununla birlikte Engels’in erkek eşcinselliğini eleştirdiği ve bu durumu “antik Yunan oğlancılığı” ile ilişkilendirdiği yazıları, mektupları da mevcuttur.

İçinde bulundukları dönemde, Weimar Cumhuriyeti’ndeki Alman Komünist Partisi, Magnus Hirschfeld’in önerdiği yetişkinler arasındaki özel ve rızalı eşcinsel ilişkileri yasallaştırma çabalarını desteklemek amacıyla sosyal demokrat gruplarla bir araya gelmiştir. Engels, Marks’a yazdığı 22 Haziran 1869 tarihli mektubunda bu olaydan şöyle bahseder: “Doğu Avrupa’da Ulrichs ve Hirschfeld önderliğindeki eşcinsel hakları hareketleri midemi bulandırıyor. Eşcinseller doğaya karşı çıkan sapkın asalaklardır ve yok edilmeleri gerekir. Çünkü komünal hayatın devamı için gereken yeni bireylerin üretimini gerçekleştiremezler. Komünistler ve bu sapıklar asla bir ittifak yapamaz.” Bu ve benzeri örneklerle Engels’in metinlerinde sıklıkla karşılaşılabilir ancak bütün örnekleri sıralamak gibi bir niyetimiz yoktur.

“Marks ve LGBTİ” başlığında bulunabilecek olanın, bu konu üzerinde düşünüp taşınmayı reddediş, “Engels ve LGBTİ”de karşılaşılanın ise dahil olan bireylere açıkça düşmanlık olduğu açıktır.

Gökkuşağının Kızılı mı, Kızıla Gökkuşağı Update’i mi?

“Aşkta özgürlük, sekste özgürlük demek değildir.”

Lenin

Marksist geleneğin devamcılarının neredeyse tümü, 1960’lara dek eşcinselliği ve heteronormatif ailenin sınırlarına girmeyen bütün cinsel yönelimleri “ahlaksızlık” ya da “hastalık” olarak görmeyi sürdürdü. 68’in ardından bu durumun yüzde yüz değişip değişmediğiyse başka bir tartışmanın konusudur.

LGBTİ ve Queer hareketlerinin öncülü diyebileceğimiz eşcinsel hareketi, 1960’lara gelindiğinde radikal ve yüzünü toplumsallaşmaya dönen bir hareket haline geldi. 1969 Haziranı’nda New York’taki Stonewall Barı’nın polis tarafından basılması olayında, eşcinseller saatlerce polisle çatıştı. Literatürümüze “Stonewall İsyanı” olarak giren bu olay, yüzlerce-binlerce örgütlenmenin doğmasında ve cinsel özgürlüğün toplumsal değişimin maddelerinden biri haline gelmesinde oldukça etkili oldu.

Güncel duruma bakıldığındaysa gökkuşağının kızılı benzetmesinden marksizm ve LGBTİ mücadelesi başlıklarına, ve hatta queer marksizm denilen bir kurama dair pek çok şey yazıp çiziliyor. LGBTİ ve queer mücadeleleri, sınıf gibi çok daha büyük(!) temelleri ve amaçları olduğu iddia edilen marksizme eklemlenmeye çalışılıyor; bu update’lerin teorisyenleri, “Marks ve Engels’in … [LGBT’nin] ezilmesinin analizi ve buna karşı verilecek başarılı bir savaş için gerekli kavramsal araçları sağladığı”nı bile iddia edebiliyor.

Marksizmin eşcinsellik kavrayışının “burjuva toplumundaki bozulmanın ve çöküşün ifadesi” olarak işaretlenmekten çoğu zaman öteye gidememişken yükselen ve toplumsallaşan hareketlerin etkisiyle, yükselme ve toplumsallaşma kaygısının getirdiği bir popülizmle LGBTİ+ ve queer update’lerine ihtiyac duyduğunu söyleyebiliriz.

LGBTİ hareketin Marksizme yönelttiği belki de en temel eleştirilerden biri, her türden çatışmanın ancak sınıf çatışmasıyla ilişkilendirilmesi üzerineydi. Son derece yeni diyebileceğimiz yukarıda sayılan update’lerin en büyük çelişkisi ise, yıllardır yapılan eleştirileri hala karşılayamıyor oluşunun yanında sorulması gereken soru şu: “İki yüzyıllık teorinin üzerine teorinin temeliyle tamamen çelişen update’ler getirilerek bu çelişkinin aşılması mümkün müdür acaba?”

MARKSİZMİN EKOLOJİ UPDATE’İ

Son yarım yüzyılda ekolojiyi gündemleştirenler, marksizmin ekoloji mücadelesini kapsadığını iddia edenler ve marksizmin ekolojiyle ilişkisini genişletme eğiliminde olup ekososyalizm ya da ekolojist marksizm savlarını ortaya atanlar, bir bütün olarak marksizmin ekoloji update’ini gerçekleştirmişlerdir. Savlarını dayandırdıkları nokta, doğrudan Marks’ın yazdıkları olduğu için, biz de bu yazımızın merkezine Marks’ı, onun savunucularını ve eleştirisini aldık. Bu update’in güncel toplumsal hareketlenmelerden uzak kalmamak, eski hareketliliğe yeniden ulaşmak, yeni ve yerel örgütlenmeler başlatarak toplumsallaşmaktan başka bir amacının olabileceğini iddia etmek pek mümkün değildir.

Marksizmi Yeşile Boyamak

“…Özgürlük ancak doğanın kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan karşılıklı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirilebilir…”

Marks

Kapital III. Cilt

Marks’tan alıntılanan sözdeki “kör” ve “bilinmeyen doğa” imgelerinin, doğayı kötüleyen-küçümseyen bir ima taşıdığı ortadadır ve böyle bir doğa tarafından yönetilmenin kabul edilemezliği, onun egemenlik altına alınması gerektiğine işaret eder.

Marks’ın doğayı egemenlik altına alma öngörüsünün temel düşünce kaynaklarından birisi, onun “ilerlemeci” oluşudur. “Hindistan’da Britanya Yönetiminin Gelecekteki Sonuçları” adlı makalesinde ilerlemecilik oldukça açıktır: “Tarihin burjuva dönemi, yeni dünyanın maddi temelini yaratmak zorundadır… Bir yanda insanoğlunun karşılıklı bağımlılığı üzerine kurulmuş bulunan evrensel karşılıklı ilişkiyi ve bu ilişkinin araçlarını; öte yanda, insanın üretici güçlerinin geliştirilmesini ve maddi üretimin doğal araçların bilimsel bir biçimde yönetilmesine dönüştürülmesini…” Marks, yine doğayı fetihin gerekliliğini vurgumakta, uygarlık için gerekli gördüğü sermayeyi yükseltmektedir ve en önemlisi, bu süreci “doğal ve zorunlu” karşılamaktadır. Bu yaklaşımın ekolojik düşünceye yakınlığından değil, olsa olsa karşıtlığından söz edilmesi gereklidir.

Karşıtlığı görmezden gelenlerden ve ekososyalizmin büyük isimlerinden olan John Bellamy Foster, “Marks’ı ekolojiye gereken ilgiyi göstermediği için kınamanın uzun bir geçmişi varsa da, tartışmalarla geçen on yılların sonunda, bu görüşün olgularla uyuşmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tersine, İtalyan coğrafyacı Massimo Quaini’nin gözlemlediği gibi, ‘Marks… modern burjuva ekoloji bilincinin ortaya çıkmasından önce doğanın sömürülmesini kınamıştı.” demiş ve marksizme ilk ekolojik teorik temel olma durumunu atfetmiştir.

Marks’ın doğa anlayışının, onun ekolojik görüşünün kanıtı olduğu iddia edilir. Bu tarz bir bağ kuranlar, doğa ve insan arasındaki kopmaz bağlara, bu bağlardan kaynaklı uyarılara dikkat çekseler de; bu temel felsefenin doğa üzerinde egemenlik kuran, bütün dünyayı insanın emek dolayımıyla oluşmuş bir yere çevirmeyi (belki büyük bir üretim tesisine dönüştürmeyi) arzulayan, insanlık ile doğa arasında kaçınılmaz bir karşıtlık olduğunu düşünen “üretimci” ya da “Prometheusçu” bir görüşü savunan düşünceleri görmezden gelirler.

Foster gibi düşünürler, Marks’ın düşüncelerinin bağlamını değiştiren Marks yorumlarıyla, ideolojiyi güncele uyumlu hale getirmeye çalışmışlardır. Bu tarz çabalar, marksizmin ilerlemeci varlığını değiştirmekte yetersizdir. Bu tarz bir ilerlemecilik, kapitalizmin üretimcilik zihniyetinden kopamayışı gösterir. Üretimsel değişimin olabilmesi için, kapitalizm aşaması gereklidir. Hatta bu gereklilik, onun yarattığı teknik olanaklar sayesinde doğaya fazla yük bindirilmemesine neden olacaktır. Bu ilerlemeci anlayışın kutsadığı çalışma fikri, kökenini Protestan ahlakının çalışmayı yüceltmesinden, bunu insanın özü olarak görmesinden alır. Çalışma meselesine ilişkin temel itirazlar, Marksistler tarafından emek-iş ayrımı yapılarak da ortaya konmuştur. Emek doğayla bütünleşmeyi gerektiren tüm faaliyetlerin adıysa, tüm kapitalist süreç boyunca insanın doğayla “emek” dolayımıyla ilişki kurduğu iddiasının altı boştur. Kapitalist süreç, tamamıyla doğadan kopuşa neden oluyorsa, kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı bir ortamda emek ortaya çıkamaz.

Enrique Leff “gerek geleneksel iktisadın, gerekse tarihsel materyalizmin doğayı bir kenara ittiğini, bu yüzden iş ekolojik tahribata geldiğinde her iki yaklaşımın da kuramsal sorunlarla sorunlarla yüz yüze geldiğini” söyleyerek güncellenmeleri gerektiğini vurgular. Bunun, marksizmin materyalist ve sınıf temelli yaklaşımının mantıksal sonucu olduğunu söyleyebiliriz.

Bununla birlikte Marks taraftarları, bir “olgu” olarak ekolojik sorunları bilmese de Marks’ın çözümlemelerinde bugün ekolojik sorunlar altında dile getirilen bazı sorunları vurguladığını ileri sürerler. Marksizm ve Ekoloji isimli kitabında Gunnar Skirberkk, “…bugün ekolojik olarak tanımlanan yetersiz beslenme, hava ve su kirliliği, gürültü, çevrenin bozulması ve nüfus artışı Marks döneminde proletaryanın sorunlarıydı ve Marks bunları çok iyi analiz etti.” demiştir. Bir kuramın ekoloji tabanlı olup olmadığı sorusu, -başkaca belirleyiciler olsa da- en çok doğanın nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgilidir. İnsanı merkeze koyan, ekolojik yıkımın sonunda insanı ve onun etkinliklerini de etkileyeceğinden dolayı yakınan algı, ekoloji mücadelesinde çevreci olarak adlandırılır. Çevrecilerin dert edindiği mesele de “çevre sorunu”dur. Marks’ın bahsettiği sorunların “ekolojik sorunlar”ı değil, en fazla “çevre sorunu”nu ifade ettiğini unutmamak gerekir; salt ekonomik anlamda kapitalizmle ilişkilendirilen “çevre sorunu”…

Marksistlerin Marks’a Yaptıkları Eleştiriler de Eleştirilmelidir

Marks’a ekoloji konusunda eleştiri yapan marksistlerin bu eleştirilerini yaparken kullandıkları düşünme biçiminin, Marks’ınkinden ne kadar farklı olduğu sorusu, bu noktada oldukça önemlidir.

Örneğin, Marks’ın doğa anlayışına yapılan eleştirileri çürütmeye yönelik tezlerini sıraladığı Marks ve Doğa: Al Yeşil Bir Perspektif kitabında Paul Burkett, en yaygın eleştirilerden birinin şu olduğunu söyler: “Marks’ın kapitalizm tahlili, doğanın üretime olan katkısını ya tümüyle göz ardı eder ya da bu katkının önemini küçümser; bu durum, özellikle de onun emek değer kuramı için geçerlidir.” Burkett bu eleştiriyi “Marks’ın doğanın üretime olan katkısını elbette önemsediği”ne dair kanıtlarla çürütür. Ancak asıl meseleye yani doğanın sadece üretime olan katkısına değer atfedilmesine dair herhangi bir eleştirisi yoktur, olması da beklenmemelidir.

Engels, Aralık 1882’de Marks’a yazdığı, Podolinsky’nin tarımdaki enerji kullanımının ölçülebilirliğiyle ilgili önerisine dair mektubunda şunları söylemişti: “Enerji rezervlerini, kömürü, mineralleri ve ormanları nasıl kötü bir biçimde tükettiğimizi sen benden daha iyi bilirsin.” John Bellamy Foster, bu mektupla ilgili Ekoloji ve Ekonomi isimli kitabında “…Marks ve Engels’i, üretici güçlerin geliştirilmesi dedikleri meseleye gereğinden fazla heves duymaları sebebiyle eleştirmek mümkün.” der. Marks ve Engels enerji rezervleri, kömür, mineraller ve ormanların kaynak olarak görülüp tüketilmesinden değil “kötü bir biçimde” yani sürdürülemez biçimde tüketilmesinden rahatsızlardır; asıl eleştirilmesi gereken de budur.

Ekolojik hareketin felsefi temeli olma iddiasında olan marksistler, varlık-kaynak tartışmasında, kaynak ekonomisi dilinden konuşur. Doğa, kapitalizm için olduğu kadar onlar için de “üretim ve tüketim sarmalında hammadde sağlayacak bir depo” yani “kaynak”tır. Kaynak ekonomisinin, literatüre liberal ekonominin meşhur sınırlı kaynaklar-sınırsız ihtiyaçlar denkleminden girmiş olduğu düşünülürse, ekososyalizmin ekolojik mücadeleye felsefi kaynak olma iddiası bir yana, liberal kökenlerini sorgulamaya başlaması şarttır. Her şekilde “mülk edinilecek” bir kaynak olan doğa, özel mülkiyetin olmaktan çıkacak, ama kamu mülkü haline gelecektir.

Bu noktada yapılması gereken, insan dolayımından arındırılmış bir şekilde, doğa ve içerisindekilerin varlık olarak görülmesidir. Marksist bakış açısı, varlıkları insan etkinlikleriyle ilişkilendirip kaynak olarak görmekte ısrarcıdır. Bu, faydacı bir bakış açısıdır. Bu faydacı bakış açısı ise iktidarlı ilişkilerin kurulmasındaki temel nedenlerden biridir. Dolayısıyla ekolojik krize neden olan bir bakış açısıyla çözüm ortaya konamaz.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.

The post Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/feed/ 0
Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/#respond Thu, 21 Dec 2017 07:23:10 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/   İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak bir kenara, yaşamlarını idame ettirme noktasında dahi sıkıntılar içerisinde oldukları bir zamanda; sadece kapitalizmin vahşiliği ile değil, devletin zorbalığı ile uğraşıyor olduğu bir çağda; 19. yüzyılın ilk yarısında, Pierre Joseph Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır” önermesi sadece içinde bulunulan yüzyıla değil, önceye ve sonraya yönelik bir tespitti. Önceye yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizm […]

The post Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak bir kenara, yaşamlarını idame ettirme noktasında dahi sıkıntılar içerisinde oldukları bir zamanda; sadece kapitalizmin vahşiliği ile değil, devletin zorbalığı ile uğraşıyor olduğu bir çağda; 19. yüzyılın ilk yarısında, Pierre Joseph Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır” önermesi sadece içinde bulunulan yüzyıla değil, önceye ve sonraya yönelik bir tespitti.

Önceye yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizm ulaştığı aşamaya uzun bir tarihsel süreç içerisinde gelmişti. Ve bu geliş yıkımın, sömürünün ve katliamın tarihiydi. Sonraya yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizmin varlığı ve büyümesi arasında doğrudan bir ilişki vardı. Büyümeden, yani daha çok yıkmadan, sömürmeden ve katletmeden varlığını devam ettiremezdi.

Proudhon’un şiarı kapitalist düzene ilk karşı çıkış değildi ve sözü önceki yüzyılların kapitalizm karşıtı mücadele geleneğini de içinde barındırıyordu. Ama şiarı radikaldi, mülkiyeti ve mülkiyet sisteminin ekonomisini tarihsel bir zorunluluk olarak gören tüm “muhalefete” bir yanıttı.

Proudhon mülkiyeti “zorunlu bir tarihsel aşamanın gereklilikleri” diye meşrulaştırmadı. Tarihsel bir olumsuzlamaydı. Tıpkı, bu sözle beraber yer alan “Kölelik cinayettir.” şiarında olduğu gibi… Kıta Avrupa’sında liberaller ve sosyal-demokratlar, toplumsal refahlarının kaynağı olan köleliğe ve mülkiyete tarih yazmakla, felsefik köken aramakla meşgulken; o, her zaman ve her mekan için genelleştirmekten kaçınmadığı siyasal düşünceleri toplumsallaştırmaya çaba gösteriyordu.

“Mülkiyet hırsızlıktır” bir iddia ya da tez değil, bir tespittir. Sadece modern kapitalist bir ekonomik işleyişe yönelik değildir. Mülkiyet ilişkilerinin ilk ortaya çıkışından başlayan ve içinde bulunulan dönemde karmaşıklaşan bu ilişkileri kendine sorun edinir. Mantıksal önermelerle, iddia kanıtlamaya çalışan “bilimcilik oyunu” değil, ezilenlerin içerisinde bulunduğu koşullardan kurtulmaya yani özgürleşme sürecine yönelik bir şiardır.


Kapitalizm Hırsızlıktır

“Mülkiyet yoksun bırakma hakkıyla eşitliği, despotizmle özgürlüğü ihlal eder ve hırsızlıkla tam bir özdeşliği vardır.”

“Mülkiyet Nedir?”- Proudhon

Kapitalizm ve mülkiyet arasındaki ilişki, sadece ücretli emeğin ortaya çıktığı bir dönemle sınırlandırılamaz. Bunun bir öncesi vardır. Ancak modern kapitalizm ve mülkiyet arasındaki ilişkiyi irdelemek, bu önceki kısmı anlamak açısından da kullanışlıdır. Modern kapitalizmden önceki ilişkileri değerlendirmeyi sonraya bırakıp, kapitalizmin modern kısmına baktığımızda bir nedensellik gözümüze çarpar.

Ücretli emeğin yani işçinin varlığını zorunlu kılan nedensellik özel mülkiyet (ve devlet mülkiyeti) ile kavranır. Mülkiyete sahip olan ve mülksüz arasındaki ayrım, sadece üretim araçlarının mülkiyetinin sahipliği ile açıklanamaz. Çünkü üretim araçlarının özel (veya devlet) mülkiyeti, şiddet mekanizmaları ve zor yöntemleri kullanılmadan var olamaz. Özel mülkiyete dayalı bir ekonomi, ekonomik iktidarı elinde bulunduran sınıfın ayrıcalığının kaynağıdır. Bu ayrıcalık sadece baskıcı ve otoriter bir şekilde kendini var edebilir. Bu baskı ve otoriter yöntemden, modern kapitalizm öncesi dönemden bahsederken değineceğiz.


Özel Mülkiyet Devletin Özel Biçimidir

“Bugünkü biçimiyle mülkiyet nedir, sermaye nedir? Kapitalist ve mülk sahibi açısından bunlar, devletçe güvence altına alınmış, çalışmadan yaşama gücü ve hakkı demektir. Bir başkasının çalışmasını sömürerek yaşamını sürdürme gücü ve hakkı…”

Kapitalist Sistem, Bakunin

Özel mülkiyet, mülk sahibinin kendi mülkiyeti üstünde bir yönetici olarak davrandığı küçük bir devlet gibidir. İşçi onların mülkiyetini kullanırken onların emirlerine, yasalarına ve kararlarına itaat etmek zorunda olan kapitalistin vatandaşları gibidir.

Özel mülkiyet, devletin özel biçimidir. Sahip olan kişi “sahip olduğu” alan dahilinde neler olduğunu belirler. Bu nedenle bunun üzerinden iktidar tekeline sahiptir.

Ancak bu durum, yani liberallerin “iradi iş sözleşmeleriyle” olumladıkları ilişki biçimi, tam anlamıyla özgürlüğün reddidir. Aynı liberallerin, özel mülkiyeti “mutlak bir hak” olarak tanımlayarak yaptıkları, ihtiyaçların karşılanması hususunda adaletsizliklere neden olmaktır. Ekonomik adaletsizlikler, özel mülkiyet aracılığıyla meşrulaştırılmış olur. Ve aynı adaletsizlikler yüzünden mülksüzler, mülk sahiplerinin emrinde çalışmaya zorlanır.

Mülkiyet bir iktidar kaynağıdır. Proudhon “Mülk sahibi ya da hırsız” der, “kendi iradesini yasa olarak dayatır; yani hem yasama hem de yürütmeymiş gibi davranır.” Böylece mülkiyetin despotizmi ortaya çıkardığını vurgular. Yani mülk edinmek için, zor kullanma, diğerlerinin iradelerini yok sayma yöntemleri kapitalizmi bir zorbalık ve hırsızlık olarak tanımlamamıza olanak verir.


İlk Tartışma

Mülkiyet ve ekonomik sistemi olan modern kapitalizmin bu zora dayalı ilişkiler ağı, temellerini ilk mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıktığı zamanlarda ve coğrafyalarda bulur. Bunları nasıl isimlendirirsek isimlendirelim (erken kapitalizm, ilkel kapitalizm, mülkiyet ilişkilerinin ilk çıktığı zamanlar), ortada olan durum Errico Malatesta’nın “Jandarma olmadan, mülk sahibi var olmaz.” diye altını çizdiği bir ikiliktir. Biri olmadan diğeri var olamaz.

Tam da bu kısım, tarihsel okumalar açısından önemli bir yerde duruyor. Tüm tarihsel okumayı mülkiyet ilişkilerinin gelişimi üzerinden yapan liberalizm ve sosyalizm; iktidarı ekonomik sömürünün, toplumsal adaletsizlikleri ve siyasal şiddetin merkezine koyan ve buna bağlı tüm gelişimlerde iktidar ve onun merkezileşmesinin önemini vurgulayan anarşizm…

Mülkiyetin mi yoksa iktidarın mı önce var olduğu sorusuna ilişkin verilecek bir cevabın, muhakkak iyi bir tarihsel verilendirme yapması gerekecektir. Öte yandan, Malatesta’nın ortaya koyduğu zorunlu ikilik; “mülkiyet sahibi olduğunu” iddia edenin, “her şeyin herkesin olduğu” bir durumda, meşruluğunu sağlayabileceği yegane unsurun şiddet ve zor olabileceğini göstermek açısından önemlidir.

Keza, M.Ö. 4000’lerin hem mülkiyete dayalı merkezi bir ekonominin ortaya çıktığı hem de siyasal iktidarın merkezileştiği dönemler olması rastlantı değildir. Mülkiyete dayalı ilişkilerin sistematikleştiği coğrafyaların ilk devletlerin ortaya çıktığı coğrafyalar olması da bize “meşru şiddet tekelini” elinde tutan güç olmadan mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkamayacağını göstermektedir.

Bu açıkça şu demektir; mülkiyet ve ilişkilerinin siyasalı belirlemesindeki rolü, siyasi iktidarın mülkiyet ilişkilerinin belirlenmesindeki rolünden daha azdır. Dolayısıyla tarihin bu dönemindeki en büyük hırsızlar da mevcut siyasal iktidarlarını, yani şiddet kullanma tekelini emirlerinde bulunan kolluklarla uygulayarak mülkiyet sistemini yaratanlardır. Üretim-tüketim-dağıtım ağını kontrol eden merkezi devlet yapılanmalarıdır.


Sömürgecilik ve Çitleme

Tarihteki özellikle iki büyük sürecin mülkiyet ilişkilerinin şimdiki altyapısını oluşturmasında önemli etkisi olmuştur.

15. yüzyılda başlayan sömürgecilik hareketleri, bir yanda devletlerin siyasi sınırlarını genişlettiği ve sömürge altına alınan coğrafyanın bir merkez tarafından kontrol edildiği yeni bir uluslararası siyaset ortaya çıkarırken; öte yanda sömürgeleştirilen coğrafyalardaki tüm varlıklar sömürülmüş ve modern kapitalizmin en büyük birikimi elde edilmiştir. Avrupa dışında kalan neredeyse tüm coğrafyalar, bu süreçte bu siyasi ve ekonomik saldırıya maruz kalırken sömürü, köleliğin yaygınlaştığı ve her şey gibi insanın da metalaştığı bir biçim halini almıştır. Yüzyıllar boyunca devam eden (ve hala daha etkilerini sürdüren) bu süreç, Sanayi Devrimi’ne ilk kaynaklık eden sermayenin oluşturulmasında kullanılmıştır.

Modern kapitalizmin oluşmasında bir milat niteliğinde bulunan Sanayi Devrimi’ne etki eden diğer büyük gelişme, 18. yüzyılda İngiltere’de başlayıp yaygınlık kazanan topraksızlaştırma hareketi; çitlemeydi.

“Çitleme kanunları, tarımsal nüfusu sefalete itti ve onları toprak sahiplerinin insafına terk etti; işçiler olarak imalatçıların insafına terk edilecekleri kentlere büyük sayılarda göç etmeye zorladı.”

Pyotr Kropotkin

Çitleme hareketi, toprağın yeniden örgütlenmesi süreciydi. Ortak kullanımda olan topraklar, krallık tarafından özel şahısların mülkiyetine verildi ve toprağa dayalı ekonominin zora girmesine yol açtı. Yani köylülerin ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları toprakları ellerinden alındı. Çitleme hareketi sadece zengin toprak sahipleri yaratmadı, aynı zamanda bir süre sonra ihtiyaç hissedilecek olan işçilere topraksız köylülerden hammadde sağlandı.

Toprak, ihtiyaçlarını karşılamak için kullananların elinden alındı ve toprak sahipleri tarafından kar için üretim yapacak şekilde kullanıldı. İnsanları, ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları topraklardan “yasal” olarak men edebilen toprak sahibi bu sınıf, modern hırsızların kökeni konumunda.

Tarihteki tüm bu zor girişimleri, yaratılan “zenginlik”in temelini oluşturan önemli olaylar. Bu tarihsel süreçlerin yarattığı yeni sınıf tarih sahnesine çıktı ama, tabi ki devlet korumasında. Kapitalizmin gelişim süreci, bu kaba hatlarıyla bile düşünüldüğünde şu sonuca ulaşmak çok da yersiz değil: Kapitalizm hırsızlıktır.


Devlet Hırsızlıktır

Devletin, mülkiyet ilişkilerinin kapitalist evrimi içerisindeki rolüne yukarıdaki bölümlerde değinmeye çalıştık. Mülk sahipleri ve mülksüzler arasındaki ekonomik ilişkide, mülk sahipleri lehine kurucu ve koruyucu rolünün yadsınamayacağının altını çizmeye çalıştık. Devlet mekanizmasının bu rollerinin dışında, doğrudan ekonomik sömürüde özne olarak yer aldığı, yani hırsız rolünü oynadığı; kapitalizmle ilintili unsurların (burjuvazi vb.) devre dışı kaldığı ekonomi modellerini irdelemek bir başka açıdan önemli.

Bu önem, kapitalist sömürü sisteminin alternatifi olarak gösterilen “devletli” çözümleri doğru değerlendirmekle ilgili. Özel olanın karşısına “kamusallığı”; kapitalizmin karşısına “sosyalizmi” koyanların ısrarlıca üstüne düşünmesi gereken, ekonomik artığı (yani emeği) yağmalamak için muhakkak kapitalizmin özel biçiminin gerekmediğidir.

“Yaşam devam ediyor, her gün duygu ve düşüncelerime yeni çelişkiler ekleniyordu. Beni en çok etkileyen ise çevremde tanık olduğum açık eşitsizlikti. Petro-Sovyet Birinci Sınıf Konukevi (Astoria) ahalisine ayrılan pay fabrikalarda çalışan işçilerinkine oranla çok fazlaydı. Emin olun, bu işçiler yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak oranda bile pay almıyorlardı. Astoria’daysa durum çok farklıydı. Burada öbeklenen ve Smolni’de çalışmalarını yürüten Komünist Parti üyeleri, Petrograd’ın en iyi imkanlarına sahipti.” ve ekliyor Emma Goldman Bolşeviklerin Devrime İhanetinin Öyküsü’nde; “Bu adaletsizliği haklı kılan tek bir gerekçe göremiyordum. Mutfak ziyaretlerimde hizmetçilerin sayısız memur, yoldaş ve müfettişler tarafından denetlendiğine tanık oluyordum. Hizmetçilerin yemeklerinin hazırlandığı ayrı, küçük bir mutfak daha mevcuttu ve burada hengameyi aratmayan yemek kavgaları yaşanıyordu. Komünizm böyle bir şey miydi?”

Elbette komünizm böyle bir şey değildi, olamazdı. Ama komünizm adı altında devlet kapitalizmi programını uygulayanların kaçınamayacağı ya da kaçınmak istemediği şey, mülkiyet sisteminin ortaya çıkardığı “ekonomik artığa” el koymak olacaktı.

Dün ve bugün, sosyalizmin pratiğe geçtiği tüm coğrafyalarda, ekonomik adaletsizliklere ilişkin bir türlü bulunamayan çözüm, tam da özel mülkiyet ilişkilerinin devlet mülkiyeti altında devam ettiriliyor oluşudur. Ortaya çıkan yeni hırsızlar, o devlet yapılarının korumasında mülkiyet ilişkilerini yeniden üreten bürokratik sınıf olmuştur.

Özel mülkiyetin devlet mülkiyetine dönüştürülmesi (kamulaştırma ya da millileştirme), mülkiyet ilişkilerini değiştirmez. Değiştirdiği sadece patronların yerine geçen bürokratlardır. Mülkiyet ilişkilerinden özgürleşmek, mülk sahiplerinin değişmesi değildir.


Yeniden Düşünmek

Mülkiyet ve hırsızlık arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek, her zaman olduğu gibi bugün de önemli. Karşısında mücadele ettiğimiz ekonomik, siyasi ve toplumsal yapıyı anlamak ve yaratacağımız yeni dünyanın tüm bu biçimlerden uzak bir şekilde inşa edilmesi için önemli. Ama en önemlisi, asıl hırsızların ve asıl hırsızlığın, kim ve ne olduğunu anlamak ve anlatmak…

1840’tan bu yana “Mülkiyet hırsızlıktır” şiarı, coğrafyadan coğrafyaya, toplumsal devrim mücadelelerinde yayılmakta. Bugün birilerinin unutturmaya çaba gösterdiği bu şiarı, şimdi dillendirmekten daha uygun zaman yok. Kapitalizm hırsızlıktır, devlet hırsızlıktır.


Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.

The post Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/feed/ 0
“Suriyeleşme Pakistanlaşma” – Emrah Tekin https://meydan1.org/2016/04/29/suriyelesme-pakistanlasma-emrah-tekin/ https://meydan1.org/2016/04/29/suriyelesme-pakistanlasma-emrah-tekin/#respond Fri, 29 Apr 2016 10:57:54 +0000 https://test.meydan.org/2016/04/29/suriyelesme-pakistanlasma-emrah-tekin/ Mart ayının sonlarına doğru Pakistan’ın Lahor kentindeki bir lunaparka düzenlenen bombalı saldırıda, çoğunluğu çocuk ve kadın olan toplam 70 kişi yaşamını yitirdi. Saldırıyı Pakistan Talibanı’na bağlı Cemaat-ul Ahrar üstlendi. Selefi-cihatçı grupların düzenlediği bu ve buna benzer katliamların, artık Pakistan coğrafyasının rutini haline geldiği söylenebilir. Bunda da en büyük neden, Pakistan devletinin izlediği politikalar. Çoğunluğu yoksul […]

The post “Suriyeleşme Pakistanlaşma” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi- Suriyeleşme Pakistanlaşma Emrah Tekin

Mart ayının sonlarına doğru Pakistan’ın Lahor kentindeki bir lunaparka düzenlenen bombalı saldırıda, çoğunluğu çocuk ve kadın olan toplam 70 kişi yaşamını yitirdi. Saldırıyı Pakistan Talibanı’na bağlı Cemaat-ul Ahrar üstlendi. Selefi-cihatçı grupların düzenlediği bu ve buna benzer katliamların, artık Pakistan coğrafyasının rutini haline geldiği söylenebilir. Bunda da en büyük neden, Pakistan devletinin izlediği politikalar.

Çoğunluğu yoksul yaklaşık 200 milyonluk nüfusu ve elinde bulundurduğu nükleer silahlarla Pakistan devleti, bölgesel çapta bir süper güç. Pakistan, işte tam da bu “özgüvenle”, özellikle 1980’lerin başlarında, etnik ve siyasal anlamda zaten fazlasıyla karmaşık olan coğrafyasında, bir takım dengeleri değiştirmeye soyundu. Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edilmesiyle ABD tarafından devreye sokulan ve komünizm tehdidine karşı İslami akımları desteklemek şeklinde özetlenebilecek “Yeşil Kuşak” doktrininde Pakistan kilit bir devletti. Pakistan bu süreçte Afganistan’daki SSCB karşıtı mücahitleri (yazının girişinde bahsi geçen katliamın faili Taliban başta olmak üzere) desteklerken, nihai amacı ise burada kendi himayesinde İslami bir yönetim kurmaktı. Bu anlamda Afganistan’da savaşacak selefi cihatçılar için sınırında “açık kapı politikası” uyguladı. İstihbarat servisi aracılığıyla, cihatçılara eğitim verdi. Tüm bunları yaparken en büyük destekçileri ise ABD ve Suudi Arabistan idi. Pakistan’da Lahor’daki katliam benzeri saldırıları adeta yaşamın normal seyrinde bir sıradanlığa çeviren süreç, bizzat devlet tarafından, işte böyle adım adım örüldü.

Benzer devlet politikalarıyla, coğrafyamızda Pakistanlaşma sürecini de bizler yaşıyoruz. Sultanahmet, İstiklal Caddesi bombalamaları ve sonrasında devlet yetkililerinden gelen açıklamalar, toplumu benzer saldırılara hazırlama yönünde adeta. Ancak işin trajikomik yanı ise olası saldırıların toplum olarak ön bilgisini, Alman ve ABD konsolosluklarından alıyor oluşumuz. Devlet erkanı tutturduğu “güvenlik zafiyeti yok” teranesinden milim sapmamışken; durum, burnundan kıl aldırmayan devlet kibrine takdirlik(!) bir örnek.

Oysa hayaller büyüktü TC için, özgüven de bir o kadar yüksekti. Cihatçı örgütler eliyle Suriye’de rejim değişecek, Neo-Osmanlıcı politikalar tıkır tıkır işleyecekti. Olmadı. Suriye’de rejimin -en azından kısa vadede değişmeyecek biçimde- kalıcı olduğunun anlaşılması, TC’nin elini bir kademe düşürdü. Bu kez, henüz hala “kullanışlı olan” cihatçı örgütler, Kürtler ve muhaliflerin üzerine salındı. Pirsus ve 10 Ekim Ankara katliamları ile hayata geçirilen plan buydu. Bu planın da süresi doldu, bizzat kendileri yapıyorlar şimdi daha büyüklerini. Şimdilerde de, küresel devletlere dönük değerli yalnızlık böbürlenmelerinden, “Suriye’de bizi niye yalnız bıraktınız” sızlanmalarına geçildi.

Devletin kolluk güçlerinin “eskort”luğunda sınırlardan geçirilen cihatçılar… Onlara eskortluk yapan, aynı devlet birimlerinin mühimmat geçişlerindeki rolleri… Olan bitenin adı da baştan konmuş “Şii rejimlere öfkeli gençlere” destek…

Desteğin ulaşılabileceği boyutun bir evresinde ise, devletin en tepesinden gelen, IŞİD’in bir ton açığı An-Nusra’nın neden desteklenmediği serzenişi…

Tüm bu içi boş ve bedeli bizlere katliamlarla ödetilen politikalarının somut sonuçları ise Pakistan benzeri bir bumerang etkisi. Şimdilik Pakistan coğrafyasındaki kadar sıradanlık arz etmese de Sultanahmet ve İstiklal Caddesi’nde patlayan bombalar, IŞİD başta olmak üzere cihatçı örgütlerin “kullanım süresinin” dolmaya başladığını gösteriyor. Pakistan-Afganistan-Suriye-TC hattında yaşanan bumerang etkisi ise İstiklal Caddesi patlamasıyla devlete yakın medya kalemşorlarınca “bombalara alışmalıyız” diye sıradanlaştırılmak isteniyor.

Emrah Tekin

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post “Suriyeleşme Pakistanlaşma” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/04/29/suriyelesme-pakistanlasma-emrah-tekin/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (17) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 2 https://meydan1.org/2015/11/03/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-17-guney-afrikada-karsilikli-yardimlasma-2/ https://meydan1.org/2015/11/03/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-17-guney-afrikada-karsilikli-yardimlasma-2/#respond Tue, 03 Nov 2015 12:39:00 +0000 https://test.meydan.org/2015/11/03/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-17-guney-afrikada-karsilikli-yardimlasma-2/   Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma(2) Karşılıklı Yardımlaşma, bir ailede ya da birbirine yakın bir toplulukta büyümüş herkesin bildiği bir şeydir. Aile üyeleri genellikle eşit karşılık beklemeden birbirlerine yardım ederler. Dünyadaki birçok küçük kırsal toplulukta sadece aile üyeleri arasında değil, aynı zamanda komşular arasında yaygın bir pratiktir. Dünyanın birçok bölgesinde ve özellikle Güney Afrika’da, karşılıklı yardımlaşmayı […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (17) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi’nin önceki sayısındaki Anarşist Ekonomi Tartışmaları bölümünde, Zabalaza dergisinin 2009 Nisan tarihli sayısından alıntıladığımız Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi (ZACF)’den Stefanie Knoll imzalı yazının ilk bölümünü yayınlamıştık. Yazının bu ikinci bölümünde Kropotkin’in Karşılıklı Yardımlaşma kavramına Güney Afrika’dan güncel örnekler veriliyor.

 

Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma(2)

meydan Gazetesi- Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma(2)1

Karşılıklı Yardımlaşma, bir ailede ya da birbirine yakın bir toplulukta büyümüş herkesin bildiği bir şeydir. Aile üyeleri genellikle eşit karşılık beklemeden birbirlerine yardım ederler. Dünyadaki birçok küçük kırsal toplulukta sadece aile üyeleri arasında değil, aynı zamanda komşular arasında yaygın bir pratiktir. Dünyanın birçok bölgesinde ve özellikle Güney Afrika’da, karşılıklı yardımlaşmayı daha da büyük, kültürel ölçekte görebiliriz. Hatta bu kültürlerde karşılıklı yardımlaşma için özel terimler vardır ve bunlar, zor koşullar nedeniyle yeni biçimlere evrilmiş olarak uygulanmaktadır.

Kropotkin, Kalahari’deki Buşmen [10] kültüründeki karşılıklı yardımlaşmayı zaten yazmıştı ve onlardan hayranlıkla bahsetmişti. Kropotkin’e göre “İlkel [11] Komünizm” (yani endüstriyel olmayan bir toplumdaki komünizm) altında yaşıyorlardı. Afrika (ve dünyada) diğer birçok grup gibi, Buşmenler her şeyi herkesle paylaşarak – grubun dışındakilerle bile – karşılıklı yardımlaşmayı uygulamakla kalmadılar[12], aynı zamanda şefleri de yoktu ve bu yüzden “ilkel anarşistler” olarak kabul edilebilirler [13]. Pastadan daha büyük dilim almaya çalışan ve eşitlikçi pratikleri tehdit eden şeflere güvenmiyorlardı. Kropotkin Buşmenler için “Ava beraber çıkarlar ve ganimeti tartışmadan paylaşırlardı; yaralıları asla bırakmaz ve yoldaşlarına güçlü bir sevgi gösterirlerdi” [7]. “Bir Hottentot’a bir şey verildiği zaman onu hemen orada bulunanlara paylaştırırdı […]. Yalnız yemek yiyemez ve ne kadar aç olursa olsun oradan geçenleri çağırıp yemeğini paylaşır” [7].

Bununla birlikte, karşılıklı yardımlaşma sadece Güney Afrika’daki Buşmenler arasında var olmamıştır. Hele de sadece geçmişte uygulanan bir şey hiç değildir. Güney Afrika’da birbirine benzeyen ama değişik terimlerle bilinen birçok karşılıklı yardımlaşma örneği vardır. Üstelik, karşılıklı yardımlaşmayı Güney Afrika’daki bütün etnik gruplar arasında görebiliriz.

Güney Afrika’da karşılıklı yardımlaşma çoğu zaman Ubuntu düşüncesine dayalıdır. Ubuntu kelimesi, Zuluca olmasına rağmen Güney Afrika genelinde diğer gruplar tarafından da yaygın olarak kullanılır. Özellikle Güney Afrika’da Ubuntu hakkında çok sık yazılır ve konuşulur. Ayrıca çoğu zaman kiliseyle ilişkilidir. Ubuntu belirli özellikleriyle karşılıklı yardımlaşmaya benzer ama birçok özelliğiyle insanların yoksulluğu kabul etmesine yol açar ve bu nedenle durumlarının iyileşmesine engel olur. Bu yüzden, hiçbir dinle ilişkisi olmayan, gerçek karşılıklı yardımlaşma pratiklerinden bahsetmek çok daha ilginçtir.

Genel olarak kırsal Afrika’da tarlalarda birbirine yardım etmek çok yaygındır. Tarlalar çoğu zaman ortak işlenir ve o gün tarlası işlenen kişi, yardım edenlere yemek ve içecek temin eder. Tarlalar dönüşümlü olarak işlenir ve böylece tarla sürme ve hasat mevsiminde herkesin tarlası işlenmiş ve herkes yemek yemiş olur.

Aynı komünal çalışma, ev inşaatında birbirine yardım etmek konusunda Güney Afrika’nın her yerinde görülebilir.

Kültürel pratiklere ek olarak, cenazeler için para biriktiren ve ailede hayatını kaybeden biri olduğunda birbirlerine yardım eden cenaze topluluklarında olduğu gibi, insanlar (özellikle kadınlar) sivil topluluklarda bir araya geldikçe Güney Afrika’nın her yerinde karşılıklı yardımlaşmanın yeni örnekleri ortaya çıkıyor. Böyle topluluklar aynı zamanda ölenin akrabalarına destek sağlıyorlar. Bu yeni oluşumlar genelde yoksulluğun sonuçlarıyla ilgili.

Güney Afrika’da yeni olan bir başka örnekse, insanların birbirlerine yardım ederek belirli bir süre para biriktirdiği ve (buzdolabı gibi) gerekli ev eşyalarını aldığı “stokvel” lerdir.

Güney Afrika’nın yoksul bölgelerindeki kreşlerde, iş bulmayan bir kadının işe giden kadınların çocuklarına bakması çok yaygındır ve bakıcı bunun karşılığında yemek alır.

Kültüre Dayalı Karşılıklı Yardımlaşma

Meydan Gazetesi- Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma(2)

Çok saldırgan oldukları söylenen Zulular, sadece şeflerin ya da az sayıda insanın savaş istediği ama çoğunluğun barış içinde yaşamak istediği nüfuslara iyi bir örnektir. Ancak Zulular arasında karşılıklı yardımlaşma en az diğer etnik gruplar kadar yaygındır. Bazı Zulu şeflerinin saldırgan oldukları açıktır (bütün şefler gibi çünkü güç yozlaştırır). Ama halklar hep barış ve dayanışma içinde yaşadılar. Geçmişten bugüne, Zulular arasında karşılıklı yardımlaşmanın birçok örneği vardır.

Zulu toplumu genel olarak “bir insan, diğer insanlar sayesinde insandır” diye tercüme edilebilecek olan ve kişinin birey olabilmesi için toplumsal bütüne ihtiyacı olduğu anlamına gelen “umuntu ngumuntu ngabantu” deyişi etrafında örgütlenir.

Karşılıklı yardımlaşma farklı Zulu terimleriyle bilinir. Bunlardan biri, tarlaların sürüldüğü mevsimde birisinin tarlasında ortaklaşa çalışılan ve yardım edenlerin yemek ve geleneksel bira aldığı “ilimo”dur. Bir sonraki hafta ise başka birinin tarlası sürülür.

Cenaze cemiyetinin Zulu’daki adı masingcwabane, “birbirimizi gömelim” anlamına gelir. Cemiyete katılanlar her ay belli bir miktar para katkıda bulunurlar. Birisi hayatını kaybettiğinde bu para kullanılır. Belli bir miktar da ölenin akrabalarına verilir. Cenaze masrafları, tabut, çadır, sandalyelerin masrafları karşılanır.

“Birbirimizi inşa edelim” anlamına gelen Zulu sözcüğü, masakhane, evlerin ortak inşa edilmesini anlatır.

Izandla ziyagezana (Zuluca) “elleri yıkarken, bir el diğerini yıkar” anlamına gelir. İki el de diğerini temizlenmesine yardım eder. Bu yüzden insan olarak bizim de ellerin birbirine yardım ettiği gibi birbirimize yardım etmeliyiz.

Sotho ve Tswana kültüründe karşılıklı yardımlaşma, letsema olarak bilinir. Letsema, insanların ortak bir amaç için bir araya gelmesidir ve bunun sonuçlarından katılan herkes faydalanır. Örneğin altyapı inşaatı gibi ortak projelerde köyün dayanışma içinde çalışmasına işaret eder.

Sotho ve ayrıca Pondo kültürlerindeki bir başka komünist özellik çocukların komünal olarak büyütülmesidir. Herkes bütün çocuklara bakar. Onlar bütün komünün çocukları olarak görülür. Başka bir deyişle, herkes herkesin çocuklarını büyütmesine yardım eder.

Pedi kültüründe kobufedi, birbirinin tarlasında beraber çalışmaya verilen isimdir. Sebzelerin yetiştirilmesine ve ekinlerin ve hayvanların bakımına herkes yardım eder çünkü bu, topluluğun bütününe hizmet eder.

Xhosa kültüründe dibanisani, “daha iyi bir gelecek için beraber çalışalım” demektir. İnsanların bir araya gelip birbirine yardım etmesini anlatan genel bir terimdir. Örneğin törenler her yıl başka bir yerde yapılır ve bütün hazırlıkları oradaki insanlar yapar. Kulübeler yandığında herkes yeniden yapmak için birbirine yardım eder. Cenazelerde ve düğünlerde insanlar temizlik ve yemek işlerinde birbirine yardım eder.

Venda kültüründe karşılıklı yardımlaşma uthusana olarak bilinir ve “birbirine yardım etmek” anlamına gelir.

Swaziland’ta lilima, Karşılıklı Yardımlaşma’nın Swatice karşılığıdır. Komşunun komşuya yardım etmesine işaret eder.

Güney Afrika’nın her yerinden, bu makalede bahsedilmeyen ama hepsi buradakilere çok benzeyen ve çok canlı birçok örnek vardır. Yüksek suç oranına rağmen (ki Güney Afrika’daki devasa eşitsizliklere bağlıdır) ve topluma karşı işlenen suçlara rağmen, daha iyi bir dünya inşa edebileceğimiz birçok olanak vardır.

Güney Afrika’da 2003’den beri örgütlü olan ZACF’nin ismi, Zulu ve Xhosa dillerinde mücadele anlamına gelir. Daha önce ZabFed ismiyle, çoğu Soweto ve Johannesburg’da bulunan anarşist kolektiflerin, 80 ve 90’larda verdiği ırkçılık karşıtı mücadele sonrasında, Platformist-especifista düşüncesine yakınlaşması ve birleşmesi ile başlayan ZACF, işçi mücadelesinin yanı sıra Gauteng’da Özelleştirme-Karşıtı Forum ve Topraksız Halk Hareketi gibi toplumsal hareketlerle birlikte çalışmıştır. ZACF’la ilişkili ve 1990’larda bir yeraltı kolektifi olarak başlamış olan Zabalaza Kitapları, anarşizm, devrimci sendikalizm ve kadın özgürlüğü konusunda klasik ve güncel kitaplar, kitapçıklar ve müzikler yayınlamaktadır.

Günümüz Toplumuyla İlişkisi

Karşılıklı yardımlaşma pratiklerinin çoğu unutulmuştur çünkü bunlar devlet tarafından yok edilmiştir. Devlet insanların bağımsız olmasını, kendi ürününü yetiştirip ondan bağımsız yaşamasını istemez, insanları kontrol etmek ister. İnsanlar kendi yiyeceğini yetiştirmeyi bile unuttu. Şanslı olanlar işçi oluyorlar; kalanlar ise geçinmek için tek şansları dilenmek ya da suç işlemek olan işsizler.

Şehir hayatı çoğu zaman insanların kültürünü yok etmekle kalmıyor, aynı zamanda bireyciliği yaratarak ve karşılıklı yardımlaşmayı unutturarak toplumumuzu yok ediyor. Kropotkin, “Hottentotlar arasında, yemeği paylaşmak isteyen olup olmadığını sormak için üç kere yüksek sesle çağrı yapmadan yemek bir skandal olurdu. Şimdi saygıdeğer bir vatandaşın yapması gereken tek şey vergi ödemek ve aç kalanları öyle bırakmaktır.” [7] derken bunu göstermiştir. Kriz dönemlerinde bu ölümcüldür.

Birçok kasabada ortak sebze bahçeleri işleyen ya da başka şeyler paylaşan birkaç kişi görüyoruz. Yukarıdaki örnekler karşılıklı yardımlaşmanın hala canlı olduğunun ve büyümeye devam ettiğinin işaretlerdir çünkü insanlar birçok sorunumuzu, birbirimize yardım ederek ve beraber çalışarak çözebileceğimizi görüyor. Kropotkin, bugün özellikle de şehirlerdeki toplumun yüzlerce yıldır yaşayan ve kırsalda hala canlı olan pratiklerden öğrenebileceğini açıkça göstermiştir. Karşılıklı yardımlaşma, devletten ve hayır kurumlarından bağımsızlığımızın bir bölümünü geri almak için bir yoldur. Daha iyi bir dünyayı bunun üzerine inşa etmeliyiz ve daha iyi bir dünya bunun üzerine inşa edilmelidir.

DİPNOTLAR :

7. Kropotkin, Piotr (2006 [1902]) Karşılıklı Yardımlaşma. Evrimin Bir Öğesi. Mineola, New York: Dover 10. O dönemde bu halk için kullanılan “Hottentot” terimi artık haklı olarak uygunsuz kabul ediliyor.

11. ilkel terimi Kropotkin tarafından aşağılayıcı olarak kullanılmamıştır

12. Geçmiş zaman kullanarak yazıyorum çünkü Buşmen kültürünün büyük bir kısmı kolonicilik ve kapitalizm tarafından yok edilmiştir.

13. Anarşist toplumlar hakkında birçok çalışma vardır, örneğin: Barclay, Harold (1996): Yönetimsiz Halklar. Anarşinin Bir Antropolojisi. Londra: Kahn & Averill

Stefanie Knoll

Çeviri: Özgür Oktay

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (17) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/11/03/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-17-guney-afrikada-karsilikli-yardimlasma-2/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (15): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür -Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 3 https://meydan1.org/2015/04/22/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-15-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-3/ https://meydan1.org/2015/04/22/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-15-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-3/#respond Wed, 22 Apr 2015 14:23:41 +0000 https://test.meydan.org/2015/04/22/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-15-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-3/   Özgürlükçü Komünizm, Mücadele Eden Sınıfların Özlemi (3) Scott Nappalos Özgürlükçü Komünist Toplum Böyle bir komünist toplumda üretim iki faaliyet üzerine kurulur: insanların neyi ne kadar istediğini ölçmek ve bunları hem kolektif olarak, hem de sorumluluğu belli olacak biçimde üretmek. Katılımcı ekonomi, bilinçli tahminler yoluyla insanların hangi ürünleri ne kadar arzuladıklarını ölçmeyi önerir. Fakat bu […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (15): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür -Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

Meydan gazetesinin Anarşist Ekonomi Tartışmaları dizisine, Kuzey Amerika IWW üyesi, Scott Nappalos’un yazısının üçüncü bölümüyle devam ediyoruz. Yazının odağında güncelliğini koruyan bir tartışma olan teorinin pratikte somutlaşması ve teorinin pratikten üretilmesi yer alıyor. Yazının bu son bölümünde, devrimci durumların ekonomik pratiklere etkisi ve anarşist komünist ekonomi teorisinin ücret sistemi eleştirisi yer alıyor. Libcom’un dışında birçok uluslararası anarşist sitede de yayınlanmış olan yazı, daha önceki yazı dizilerimizde içerisinden yazılarına yer verdiğimiz The Accumulation of Freedom: Writings on Anarchist Economics kitabındaki bölümlerden biri olma niteliğini de taşıyor.

 

Özgürlükçü Komünizm, Mücadele Eden Sınıfların Özlemi (3)

Scott Nappalos

Meydan Gazetesi- Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları

Özgürlükçü Komünist Toplum

Böyle bir komünist toplumda üretim iki faaliyet üzerine kurulur: insanların neyi ne kadar istediğini ölçmek ve bunları hem kolektif olarak, hem de sorumluluğu belli olacak biçimde üretmek. Katılımcı ekonomi, bilinçli tahminler yoluyla insanların hangi ürünleri ne kadar arzuladıklarını ölçmeyi önerir. Fakat bu öneri, mevcut ürünlerin güncel kullanımını ve gelişimi birlikte ele alarak ekonominin hangi yöne gideceği konusunda karar alan kolektif yapılarda gerçekleşen diyaloğa dayanır.

Mutlak ve değişmez biçimde kıt bulunan bazı ürünler için, gerçek ihtiyaçlara dayalı, adil bir sistem bulmamız gerekir. Bu gerçekten acil bir sorundur ama yine birçok ekonomist bunu yok sayıyor çünkü mevcut durumdan devrimci topluma ve sonra devrim-sonrası topluma nasıl gideceğimizi ele almayan, gerçek pratiğe dayanmayan taslaklar yaratıyorlar. Mevcut üretimden toplumsal üretime geçiş süreci kısa vadede kıtlıklar yaratacaktır. Uzun vadede, kolektif bilgimizi kullanmak, en kötü işlerin makineleşmesi ve kapitalist ekonominin devasa parçası olan gereksiz üretimi (finans, ordu, hapishane, zengin eğlenceleri, vb.) ortadan kaldırmak, bütün dünyaya fazlasıyla yetecek kadar imkan sunacaktır. Aslında zaten bütün dünyayı fazlasıyla doyuracak kadar yiyecek üretiyoruz ama fiyatları yüksek tutmak için çoğunu yakıyoruz. Birçok anarşist komünist düşünür böyle gıdalar için karne kavramını öne sürer. Böyle bir pratik savaş zamanında kabul görmüştür ve bugün de organ nakli için kullanılan paylaşım yöntemidir.

Toplumsal devrim herkese yetecek kadar üretebildiği aşamaya geldiğinde, o zaman “herkese ihtiyacı kadar” ilkesi uygulanabilir ve endüstrisi daha gelişmiş ve verimli bölgeler doğal olarak bu aşamaya diğerlerine göre daha erken ulaşacaktır. Fakat toplamda bu aşamaya ulaşılana kadar eşit paylaşım sistemi, yani kişi başına eşit dağılım, sadece adil değil, zorunludur. Hastaların, yaşlıların, hamile ve yeni doğum yapmış kadınların ayrıca düşünülmesi gerektiğini söylemeye bile gerek yok…[xix]

Bu karne sistemi tabii ki aslan payının ve en iyi dilimlerin parti elitine gittiği, örneğin Sovyetler Birliği’ndeki karne sisteminden farklıdır. Mesela günümüzde organlarla ilgili, en çok ihtiyacı olan ve en uygun kişileri belirleyip sıraya koyan bir uluslararası kurum vardır. Organ naklinde organı kimin alacağı, fiyata, mesleğe ya da kişinin algılanan değerine göre değil, ihtiyaç ve uygunluğa göre belirlenmesi açısından komünist temelde gerçekleşir. Karne sisteminden kaçınmak için her şey yapılmalıdır ama yokluk zamanlarında adil tek çözümün bu olduğunu görmemiz gerekir.

Öte yandan, Berkman’ın komünist alternatifi olan “fazlalığın açık kullanımına” bakarsak, kirlilik ya da aynı malzemenin çelişki yaratan kullanımları gibi karar verilmesi gereken meselelerde toplumun nasıl tartışıp düzenleme yapacağı konusunu ele almadığını görürüz. Küresel kapitalist ekonominin herhangi bir yapı-sökümüne girişenler, dev boyutlardaki küresel eşitsizlik ve dünyanın büyük kesiminin engellenmiş gelişimi sorunlarıyla uğraşmayı göze almalıdır. Dünyanın bütün toplumlarının kapasitelerini bilinçli ve kolektif olarak geliştirecek ve (kapitalizmin, pazarlarını genişletmek ve karlarını artırmak için yarattığı sürdürülemez olan) mevcut yapıların yaratacağı ekolojik felaketlere çözüm bulacak bir yönteme ihtiyacımız var.

Bu kararları sadece halk meclisleri yoluyla alabiliriz. Fakat çözüm teknik değildir. Kirlilik konusundaki kavgaları çözümlemek için sadece ekonomik bir tasarım bulamayız. Yukarıdaki tartışmada çeşitli önerileri gündeme getirmek için bir öneri zaten var, ama  politik meseleler için sadece toplulukların konseyleri içinde, politik süreçler olabilir. Herhangi bir değer belirlemek, keyfi olacağı gibi, sorunu da çözmez. Bunun yerine, topluluklar bir araya gelmeli, tartışmalı, anlaşmaya varmalı ve herkes için en iyi çözümü oluşturmalıdır. Yapılar, güç mücadelelerinde ve gücü ilgilendiren mücadelelerde arabuluculuk yapabilir ama bu yapılar çözümün sadece dış yüzüdür. Hiçbir garanti sağlamazlar ve böyle sorunlar nihayetinde durumun maddi, toplumsal ve tarihsel analizini gerektirir. Malumun ilanının, muğlak genellemelerin, boş şekilciliğin ötesinde bir değerlendirme için kaçınılmaz olarak daha çok deneyime, pratiğe ve denemeye ihtiyacımız var.

Bununla beraber kapitalizmden farklı olarak, “her zaman, ne istersek onu” yapabileceğimizin bir garantisi yoktur. Çeşitli planlama inisiyatifleri boyunca herhangi bir topluluk diğeriyle eşit konumda olacağı için, ilkeli olunması yönünde yapısal baskılar olacaktır. İleride bizi yakabilecek durumda olanları yakmak istemeyiz. Bugünden farklı olarak, bunu yapmak için finansal ya da politik bir çıkar olmayacaktır. Gerçek anlaşmazlıklar çıktığında, ve bunlar olacaktır, toplumsal mücadele bizim modellerimizin ve formüllerimizin ötesine geçecektir.

Ücret Sisteminin Eleştirisi

Fakat paylaşım net çizgiler çeker. Paylaşımda komünist ekonomiyi tanımlarken, ücretli iş sisteminin olmadığını, bireysel emeğin algılanan değeri yerine insani ihtiyaçlar ve maddi olanaklara dayalı olduğunu ve kapital birikiminin yerini insan ihtiyacı için üretimin aldığını gördük. Katılımcı Ekonomi’nin tüm özellikleriyle ortak olan kolektivist ekonomi ise, aslında insanları çeşitli ücret-düzenleri için çalışmaya zorlayan bir sistemdir. Kolektivist paylaşımın temelinde ücret olarak biriktirilen gelir vardır ve bu gelirin bireyin yaptığı işin algılanan değerine dayalıdır. Kolektivistler sosyalizm altında emeğin değerini çeşitli şekillerde tanımlamışlardır: üretim miktarı, çalışma saati, işin zorluğu ve çalışırken sarf edilen güç (katılımcı ekonomi), emeğin toplumsal değeri, vb.

Komünist ekonomi, kısmen devrimci toplumların deneyimlerine dayanarak, ücret sistemini reddeder. Rusya, Çin, Küba, Macaristan, Almanya, vb. deki devrimci deneyimler içinde tek bir şey görebiliyorsak, o da kapitalizmin, düşmanının içinden tekrar ortaya çıkabileceğidir. Sınıf ayrımları ve sınıf eşitsizlikleri, olası yönetici sınıfları için bir rampa görevi görür. Ücret sistemleri, “Proleter” devlet önerisi kadar olmasa da, kapital ve maddi güç birikimiyle yeni yönetici sınıfların oluşmasına ve ekonomik eşitsizliklere zemin sağlar. Bu temelde olumsuz bir itirazdır. Olumlu tarafında ise, komünist ekonomi, adaletsizliğin ve ücretli emeğin sürdürüldüğü ekonomilerde olmayan ek seçenekler ve imkanlar sunar. Komünizm, hem yapılan işlerde hem alınan karşılıkta ayrımları ortadan kaldırması sayesinde üretimde ve insanlar arasında tümüyle yeni ve temelden farklı toplumsal ilişkilerin kurulmasına yol açar. Temelde komünist olan bir paylaşım, toplumsal üretimin çıktılarını ve yapısını, bu üretimden faydalanan toplumun gerçek ve hayati ihtiyaçlarına doğru yönelmeye zorlar. Komünizm, emek ve tüketim arasındaki bağları parçalayarak, toplumsal ihtiyaçlara ve insan arzularına dayalı alternatif bir yaşama ve çalışma şekli sunar.

Üstelik adil bir ücretin neye dayanarak yapılabileceğini sorgulamak yerinde olacaktır. Kapitalizm altında ücretler adil değildir. Ücret pazara bağlıdır, o kadar. Ama sosyalist ücretler emeğin belli bir değer algısına dayalıdır. Katılımcı ekonomide bu ücret “…toplumsal ürüne katılımda sarf edilen gayret ya da fedakarlıktır”.[xx] Kaç saat çalıştığınız, ne kadar ürettiğiniz, üretime kattığınız değer gibi çeşitli kolektivist ücretler önerilmiştir. Fakat bunların hepsinde temel bir problem vardır; bunlar keyfi ve adaletsizdir.

Zamanımızda üretim büyük ölçüde toplumsaldır. Bireyin katkısını, o işin yapılmasını sağlayan diğer binlerce bireyin katkılarından ayırmak çok zordur. Basitçe, günümüz toplumunda toplumsal emek ve kapital o kadar iç içe geçmiştir ki, çoğu durumda bireyin katkısını diğerlerinin emeğinden ve o bireyin üretmesini sağlayan toplumsal kapitalden ayrı ölçmek imkansızdır. Kapitalizm bunu zaten denemez; sadece insanlara zorla kabul ettirilen miktarı öder. Sadece saatlere bakarsak, hepimiz biliyoruz ki bir kişinin çalıştığı saatler diğerinden farklı olabilir; ama aynı ücreti alırlar. Bazı insanlar doğalında yetersiz oldukları için onların yaptığı işin değeri adaletsiz olur. Diğerleri, fazla çaba sarf etmeden, sadece yeteneklerine dayanarak zengin olamamalılar. Çaba ve fedakarlığa göre değerlendirme yaparsak, böyle bir sistem yine rastgele ve keyfi değerlendirmelere açık olur. Çalışma arkadaşlarının birbirlerinin işlerini değerlendirmesi ise iş yerindeki dedikodu ve iç çekişmeleri bugünkü rahatsızlık seviyesinin çok üstüne, ücretler üzerinde bir güç sistemine dönüştürür. Bir şeye değer biçmek tarafsız olamaz; güç yüklüdür ve bir baskı aracıdır. Ücret, kapitalizm tarafından gerçek toplumsal emeği gizemlileştirmek için kullanılan bir baskı aracıdır. Katılımcı ekonomi ve kolektivistler, bu aracın kar-sistemiyle ilişkisi kesildiğinde bir adalet aracı olabileceğini düşünüyorlar.

Emeğe değer biçmenin zorluğu daha temel bir şeye işaret ediyor: Algılanan değere dayalı, zorunlu emeğe öncelik veren ve ödüllendiren bir ekonomi istemiyoruz. Hem zenginlikteki eşitsizliklerin tehlikesi, hem değer biçmenin yarattığı yıkıcı toplumsal baskı, emeğin değerinin tüketimden ayrı olduğu, daha özgürlükçü bir ekonomiye işaret eder. Geleneksel olarak bu düşünce “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” [xxi] şeklinde özetlenmiştir.

Komünizme Doğru

Biz, bir hareket olarak, bir ahlaki bellek ya da günümüzün kitle mücadelelerinde model oluşturma rolünün ötesine geçmeliyiz. Özgürlükçü alternatif, pratiği doğrudan, içinde bulunduğumuz hareketlerin içinde inşa etmeye girişmeli, teorimiz pratiğimizle birlikte evrilmelidir. Kropotkin’le birlikte, günümüz toplumunda bazı komünist öğelerin zaten bulunduğunu gördük. Gilles Dauve da, komünist ekonomiye doğru bu dinamik ve tarihsel yaklaşıma, komünleştirme kavramıyla katkıda bulunmuştur.

Komünizm, iktidarı ele geçirdikten sonra pratiğe konulacak bir dizi önlem değildir. Bütün eski komünist hareketler toplumu durdurabildiler ama bu kitlesel duraklamadan bir şey çıkmasını beklediler. Komünleştirme, tam tersine, malların dolaşımını karşılıksız yapar… tüm ayrımları ortadan kaldırmaya kalkışır.[xxii]

Günümüzde var olan komünizm, işlevsel olarak var olan komünizm anlamına gelmez. İşimiz komünizm adaları oluşturmak (ki bu mutlaka kapitalist ilişkileri yeniden oluşturur), ya da mevcut mücadelelerde komünizm örnekleri yaratmak değildir. Kapitalizm sadece zenginliklerden değil, insanların arasındaki ilişkilerden oluşur. Komünist bir ekonominin geliştirilmesindeki asıl mesele kitlesel mücadele içinde işçi sınıfının devrimci farkındalığını, komünleştirmeyi ve pratiklerini geliştirmesidir. Kapitalizmi yenmek, bir teori değil, mücadelelerimizin içinde tarihsel bir andır. Ve bunun için toplumsal ilişkiler, örgütlenme ve mücadele içindeki işçilerin farkındalığı gerekir.

Dipnotlar:
[xix] Alexander Berkman, ABC of Anarchism, chapter 12, 1929, http://www.lucyparsonsproject.org/anarchism/berkman_abc_of_anarchism.html (28 Mayıs 2010’da ulaşıldı).

[xx] Michael Albert, Life After Capitalism, http://www.zcommunications.org/zparecon/pareconlac.html (30 Mayıs, 2010’da ulaşıldı).

[xxi] “Herkesten” ifadesinin nasıl yorumlanacağı konusu tartışmalıdır. Bazı teorisyenler herhangi biçimde çalışmaya zorlanmadan herkesin toplumsal üretimden yararlanacağını savunurken, diğerleri buna erişmenin koşulunu toplumsal olarak gerekli görülen asgari emek olarak koyarlar (yapabildiğini varsayarak). İkincisi, İspanya Debrimi sırasında CNT içinde baskın olan geleneksel cevaptır. Bertrand Russell, Chomsky gibi ünlü teorisyenlerin savunduğu bu görüşe meylediyorum ve bu makalede bunu varsayıyorum.

[xxii] Gilles Dauve, Eclipse and Re-Emergence of the Communist Movement, http://libcom.org/library/eclipse-re-emergence-communist-movement (18 HAziran 2010’da ulaşıldı).

Çeviri : Özgür Oktay

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (15): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür -Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/04/22/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-15-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-3/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (14) : Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 2 https://meydan1.org/2015/03/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-14-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-2/ https://meydan1.org/2015/03/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-14-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-2/#respond Sun, 15 Mar 2015 20:21:25 +0000 https://test.meydan.org/2015/03/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-14-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-2/ Özgürlükçü Komünizm, Mücadele Eden Sınıfların Özlemi (2) Ekonominin iki ana alanı vardır: nasıl üretildiği ve nasıl paylaşıldığı. Komünist paylaşımın nasıl işleyebileceği konusunda birkaç farklı alternatif önerildi. İnsanların genelde kabul ettiği yaklaşım, atölyelerden fabrikalara kadar meclis demokrasisi ile, bölgesel ve küresel düzeyde ise meclislerin federasyonu ile örgütlenmektir. Doğrudan demokratik meclisler, kimsenin kimseyi temsil etmediği demokratik organlardır. […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (14) : Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları 14

Meydan gazetesinin Anarşist Ekonomi Tartışmaları dizisine, Kuzey Amerika IWW üyesi, Scott Nappalos’un yazısının ikinci bölümüyle devam ediyoruz. Yazının odağında güncelliğini koruyan bir tartışma olan teorinin pratikte somutlaşması ve teorinin pratikten üretilmesi yer alıyor. Yazının bu bölümünde, anarşist komünist ekonomi teorisi içindeki iki ana akım, planlı ve plansız modeller, günümüzde popüler olan Katılımcı Ekonomi ile karşılaştırılarak inceleniyor ve önceki bölümde verilen pratikler, teorik tartışma içinde değerlendiriliyor. Uzunluğu nedeniyle üç bölümde yayınlayacağımız yazı, libcom’un dışında birçok uluslararası anarşist sitede yayınlanmış olma ve daha önceki yazı dizilerimizde içerisinden yazılarına yer verdiğimiz The Accumulation of Freedom: Writings on Anarchist Economics kitabındaki bölümlerden biri olma niteliği taşıyor.

Özgürlükçü Komünizm, Mücadele Eden Sınıfların Özlemi (2)

Ekonominin iki ana alanı vardır: nasıl üretildiği ve nasıl paylaşıldığı. Komünist paylaşımın nasıl işleyebileceği konusunda birkaç farklı alternatif önerildi. İnsanların genelde kabul ettiği yaklaşım, atölyelerden fabrikalara kadar meclis demokrasisi ile, bölgesel ve küresel düzeyde ise meclislerin federasyonu ile örgütlenmektir. Doğrudan demokratik meclisler, kimsenin kimseyi temsil etmediği demokratik organlardır. İşçiler ve toplum üyeleri bütün kararlarını doğrudan, açık toplantılarda alırlar. Halk meclislerinin ötesinde, işyerleri ve mahalleler arasındaki koordinasyonu komiteler ve temsilci heyetleri sağlar. Meclis, temsilcilere talimatlar verir ve temsilcinin meclisin iradesini uygulamasını bekler. Benzer şekilde, sınırlarını aşan temsilcilerin yetkileri anında geri alınabilir ve kararları meclisin onayına bağlıdır. Bunun tam olarak nasıl çalışacağı, temsilcilerin görevleri, vb. bence politik kararlardır ve en iyisini pratik belirler.

Neyin ne kadar üretileceğine karar vermek için mahalle meclisleri benzer şekilde yukarı doğru federe edilir. İşçiler nasıl çalışacaklarına karar verirken ilgili topluluklar atık ve kirlilik gibi konuları ele alarak en güvenli ve en adil nasıl üretileceğine karar verirler. Mevcut ekonominin içinde birçok değersiz endüstri ve ürün olmasının yanı sıra bazılarının nükleer silahlar gibi yok edici potansiyelleri olduğu için bu endüstrileri kolektifleştirmek yetmez, tasfiye edilmeleri gerekir. Ani yükselişler ve düşüşlerle örgütlenen, kar etmeye dayalı bir ekonomiyi, toplumun ihtiyaçlarını kullanıma dayalı olarak karşılayan bir ekonomiye dönüştürme süreci zaman alacaktır. İş sınıflarını yok etmek ve kötü işleri yeniden örgütleyerek adil paylaşmak gerekir. Toplumun ürettiklerinden faydalanmak için engeli olmayanlar en azından asgari miktarda emekle katkıda bulunmalıdır.[xi]

Paylaşımı ele alırsak, komünist ekonomik pratik ve düşünce içinde toplumun zenginliklerini paylaşmak için birkaç örgütlenme stratejisi önerilmiştir. Komünist ekonomik gelenek içerisinde iki ana çerçeve vardır: Planlı strateji ve kendiliğinden ortaya çıkan denilebilecek strateji. Teorilerin sayısı, mevcut düşüncedeki kutuplaşmaların sayısından azdır.

Planlı komünist ekonomi, genel olarak, paylaşımın halk meclislerinin federasyonu ile oluşturulan konseylerde yapılan üretim planına göre yapılmasını savunur. Bölgenin halkı düzenli olarak bir araya gelip hazırdaki malzeme ve emek miktarına göre ne üretileceğine karar verirken üretilenlerin paylaşılmasını bireylerin ve ailelerin ihtiyaçlarına göre düzenler (ücrete göre değil). Böyle bir komünist toplumda üretim iki faaliyet üzerine kurulur: insanların neyi ne kadar istediğini ölçmek ve bunları hem kolektif olarak, hem de sorumluluğu belli olacak biçimde üretmek.

Teknolojinin bugün geldiği seviye düşünüldüğünde insanların günlük tüketimini ölçmek çok basittir. Komünist bir toplumda, hem tüketim hem de üretim istatistiklerini otomatik olarak kaydetmek kolay olacaktır. Böylece neyin ne kadar gerektiğini tahmin edebilmek için tüketim örüntüleri (dönemsel ya da belli durumlarda gerçekleşen azalmalar ve çoğalmalar) hakkında anlık veri üretilebilir ve toplum, insanların istekleri için gereken kaynakları tahsis edebilir. Bu yolla kaynaklar durmadan değişen üreticilere demokratik olarak tahsis edilebilir.

Üretimin gelişmesini planlamak amacıyla, bilgi merkezlerinde çalışmalar yapılarak bu veriler bir araya getirilip istatistikler düzenlenebilir. Bu tip bilgi merkezleri yerel, bölgesel ve küresel düzeylerde olabilir. En küçük yerel ölçekte, bilgi merkezleri yerel ihtiyaçları karşılamak için stok durumlarını ve üretim kapasitesini takip edebilir. Bölgesel bilgi merkezleri bu istatistikleri düzenleyerek bölge çapındaki durum tablosunu görebilir. Bunu görmenin bir yolu da bölgesel üretim birimlerinin stok durumlarını, üretim kapasitelerini ve ihtiyaçlarını anında izlemektir. Küresel bir bilgi merkezi benzer şekilde bölgesel istatistikleri düzenler. Bu küresel bilgi sistemi merkezsiz olarak birbirine bağlanabilir ve insanlara gereken her tür raporu sağlayabilir.[xii]

Bu, sadece günlük tüketim için üreteceğimiz anlamına gelmiyor. Komünizm, karı ve ekonomik eşitsizliği kaldırarak kapitalizmin aşırı-tüketici ihtiyaçları için yaratılan yapay ihtiyaçları tasfiye ederken, gelip geçici hevesler için değil, daha iyi bir dünya için arzumuzu yansıtan bir ekonomiyi ve toplumu inşa edebilmek isteriz. O zaman, toplumsal dönüşümle ilgili bu kararları ve güncel eğilimleri birbirine bağlayan bir mekanizmanın olması gerekir.

Kullanım tabloları, komün meclislerinde tartışılabilecek verileri sağlar ve meclisler bu verilere dayanarak, mevcut endüstrilere ve gelecekteki üretimi geliştirecek faaliyetle kaynakların nasıl tahsis edileceğine, yeni üretim birimlerinin kurulmasına ya da mevcut olanların büyütülmesine karar verir. Büyük olasılıkla yeni endüstriler ve ürünler yaratmak isteyen işçiler tekliflerini meclise sunarlar ve meclis eski emek ve malzeme kullanımı ile yenisi arasında karar verir. Bu kısmi planlama denebilecek süreçte, kaynaklar kolektif olarak tahsis edilirken düşünüp taşınılır, tartışılır ve kolektifin önceliklerine dayalı bir plan oluşturulur. Bu plan yukarı doğru ilerlerken meclislerin federasyonunda tartışılır ve değiştirilir. Mevcut endüstriler ve ürünlerse günlük kullanıma uyum sağlayacak esnekliğe sahip olurlar. Buna benzeyen bir sosyal bütçeleme biçiminde komünün zenginliği halkın önerilerine göre tahsis edilir. Federasyonlar bu kararları koordine etmek için verileri paylaşır, önerileri gözden geçirir ve etkilenen toplulukların gözden geçirmeleri için gönderir.[xiii]

Üretim çizelgeleri, doğrudan demokratik konseylerde belirlenen ve yukarı doğru federe edilen önceliklere dayanarak hazırlanır. Bu yolla ücretlere, fiyatlara ve sınıf eşitsizliğine dayanmayan birçok endüstrinin planları ve koordinasyonu yapılır. Neyin ne kadar üretileceğini belirleyen şey fiyat değil komünün önceliklerdir. Tüketim, ücrete değil ihtiyaca dayalıdır. Toplumsal üretimle ilgili kararlar kapitalizmin bireyci, ne-olursa-olsun-satılıyorsa-üret mantığıyla değil, bilinçli ve kolektif olacaktır. Kropotkin’in Ekmeğin Fethi ‘de bahsettiği komünist belediyeler muhtemelen böyledir. Katılımcı ekonominin önerdiği entegre, küresel bir ekonomi için planlama konseyleri teoride komünist olacak şekilde değiştirilebilir.[xiv]

Başka bir görüş, kendiliğinden ortaya çıkan ve uyum sağlayan bir ekonomiyi savunur. [xv] Komünist paylaşım hakkındaki bu görüş sezgilere güvenir ve toplumu birbirine bağımlı, yaşayan ve karmaşık bir organizma olarak görür. Bu görüşe teşvik eden iki kök sebep vardır. Birincisi burada bütün bir ekonomiyi başarılı, bilinçli ve net olarak planlama yeteneğimiz şüphelidir; ikincisi, komünist bir toplumda dinamik ve evrilen bir öz-planlama biçiminin hem savunucuları, hem de tarihsel öncülleri vardır. Macar ve İspanya devrimleri sırasında, halk ekonomiyi kendi eline alıp kar amaçlı üretimi kolektifleştirerek ortak kullanım amaçlı bir ekonomiye dönüştürmüş ve bazı durumlarda bunu çok kısa bir zamanda başarmıştır. Bu dönüşüm başlangıçta hiçbir birleşmiş planlama aygıtı olmadan gerçekleşmiştir. Bireylerin ve grupların sayısız inisiyatiflerinden evrilerek ortaya çıkan paylaşım, zamanla birlik olmuş, örgütlenmesi toplulukların ve savaşların yarattığı talepleri karşılamak için evrilmiştir. Burada söylenmek istenen, o dönemde örgütlülüğün olmadığı değil, iki modelin arasındaki farktır: biri yapısal ve tarihsel olarak açık görüşlü bir örgütlenme, yani kendiliğinden ortaya çıkan ve evrilen bir yapıyı ortaya çıkarabilecek bir örgütlenmedir; diğeri geniş çapta planlanmış, öngörülebilir ve oldukça durağan bir örgütlenmedir. Faaliyetlerini böyle programlara bağlı kalarak yönlendiren ve buna uygun koşullarda yaşayanlara sunacak çok az delil vardır. Birçok seviyede ortaya çıkan problemleri çözerken ortaya çıkan bir ekonomik faaliyeti ve dengeye ulaşabildiği anda bu faaliyetin kararlı duruma gelmesini anlayabiliyoruz. Maalesef bu tartışmalarda saklı kalan bir problem var; devrimci bir durumda dengenin nasıl sağlanacağı problemi, birçok açıdan, olası geleceklerin soyut modellerinden daha önemli bir problemdir. Elbette, sadece sağlam ve uyum sağlayan bir ekonomik biçimin ötesinde, (devrimci ve özgürlükçü) prensipler ve pratikler, çözümün bir parçasıdır.

Gelecekte ne isteyeceğimizi öngörme yeteneğimizi sorgulamanın haklı sebepler vardır.[xvi] Kapitalizm altında arzular; yaratılır, değiştirilir ve sömürülür. Kar ortadan kalktığında ihtiyaçlar kolektif ve organik hale gelir. Yine de ihtiyaçlar sabit değildir ve tahmin edilemez. Bilakis, insanların yaşamı dalgalanmalar ve öngörülemez değişimlerle doludur. Üstelik kendi tüketimimiz ve arzularımız hakkındaki algılarımızın hatasız olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz. İnsanlar genellikle kendilerini yanlış nitelerler çünkü nasıl davrandıklarına göre değil, kendilerini nasıl görmek istediklerine göre düşünürler. Durumu politize edin ve milyonlarca insana genişletin ve işte karşınızda ben-yansımalarına dayalı bir ekonomiyi yaratırken görülen ciddi yapısal zayıflıklar. Cornelius Castoriadis 1960’lar ve 1970’lerde benzer itirazlarda bulunmuştur.[xvii] Castoriadis benzer gerekçelerle sıkı planlamayı reddeder.

Bir plan, tüketim mallarının eksiksiz bir listesini ya da bunların hangi oranlarda üretilmesi gerektiğini nihai bir hedef olarak öneremez. Böylesi bir öneri iki nedenle demokratik olmaz: Birincisi bu önerini hiçbir zaman “ilgili gerçeklerin tüm bilgisine”, yani herkesin tercihlerinin tüm bilgisine dayalı olamaz. İkicisi, bu yöntem çoğunluğun azınlık üstünde gereksiz bir tiranlığına eşdeğer olacaktır. Nüfusun %40’ı belli bir maddeyi tüketmek istiyorsa, kalan %60’ın başka bir şeyi tercih etmesi bahanesiyle bundan mahrum bırakılmaları için bir gerekçe yoktur. Hiçbir tercih ya da zevk diğerinden daha mantıklı değildir. Dahası, tüketici istekleri çoğu zaman birbirleriyle uyumlu değildir. Bu konuda çoğunluk oylaması yapmak karne vermeye denk düşer ve bu problemi çözmenin en anlamsız yoludur. Bu yüzden planlama kararları belli maddelere değil, genel yaşam standardına (toplam tüketim hacmi) yöneliktir. Bu tüketimin içeriğine detaylı olarak girilmez.[xviii]

Scott Nappalos

Çeviri : Özlem Arkun

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (14) : Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 2 appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/03/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-14-sinifsizlik-anarsizmle-mumkundur-anarsist-komunist-ekonomi-pratigi-2/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları(7) : “Görünmez Eli Kesmek: Pazarların İçsel Problemleri ve Anarşist Teori, Strateji ve Vizyon” https://meydan1.org/2014/01/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari7-gorunmez-eli-kesmek-pazarlarin-icsel-problemleri-ve-anarsist-teori-strateji-ve-vizyon/ https://meydan1.org/2014/01/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari7-gorunmez-eli-kesmek-pazarlarin-icsel-problemleri-ve-anarsist-teori-strateji-ve-vizyon/#respond Wed, 15 Jan 2014 18:18:10 +0000 https://test.meydan.org/2014/01/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari7-gorunmez-eli-kesmek-pazarlarin-icsel-problemleri-ve-anarsist-teori-strateji-ve-vizyon/   Görünmez Eli Kesmek: Pazarların İçsel Problemleri ve Anarşist Teori, Strateji ve Vizyon Kapitalizm (yine) krizde ve dünyanın her yerinde insanlar alternatifler arıyor. Tabii ki arıyorlar, çünkü kapitalizmin krizlere gebe olduğu ve düzgün bir dünya istiyorsak başka bir şekilde örgütlenmemiz gerektiği şimdiye kadar herkes için apaçık ortaya çıkmıştır. Anarşistler tipik olarak mevcut ekonomik düzenin sonlandırılmasını […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları(7) : “Görünmez Eli Kesmek: Pazarların İçsel Problemleri ve Anarşist Teori, Strateji ve Vizyon” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisinin bu sayıdaki yazısında, Deric Shannon’un “Görünmez Eli Kesip Atmak: Pazarların İçsel Problemleri ve Anarşist Teori, Strateji ve Vizyon” isimli makalesine yer verdik. Geçen sayıdaki yazıyı alıntıladığımız “Özgürlüğün Birikimi-Anarşist Ekonomi”nin bir diğer bölümünü oluşturan bu yazı, güncel anarşist ekonomi pratiklerinin ve teorilerinin önemli bir kısmının etkilendiği “mutualizm”i ana konusu olarak ele alıyor. Shannon yazısında, mutualizmi teorik, stratejik ve vizyon olmak üzere üç ayrı hatta eleştirmeye soyunuyor. Bu eleştirinin kaynağını, yazının son kısmında üzerinde duracağı anarşist-komünist bir perspektifle bağlamaya çalışıyor. Devlet ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi, iktidarın varlığını da sorgulatarak ne olduğunu irdelemesi açısından önemli bulduğumuz bu yazıyı sizlerle paylaşıyoruz:

 

Görünmez Eli Kesmek:

Pazarların İçsel Problemleri ve Anarşist Teori, Strateji ve Vizyon

Kapitalizm (yine) krizde ve dünyanın her yerinde insanlar alternatifler arıyor. Tabii ki arıyorlar, çünkü kapitalizmin krizlere gebe olduğu ve düzgün bir dünya istiyorsak başka bir şekilde örgütlenmemiz gerektiği şimdiye kadar herkes için apaçık ortaya çıkmıştır. Anarşistler tipik olarak mevcut ekonomik düzenin sonlandırılmasını (ya da bazılarının deyimiyle, “ekonomiyi” tümüyle ortadan kaldırmayı) istemekle kalmaz; aynı zamanda egemenliğin her biçimine ve ezilmelere karşı çıkarlar. En iyilerimiz, bu değişik egemenlik biçimlerinin toplumsal hayatın içinde karmaşık şekillerde kesiştiğini anlamıştır ve bu yüzden teorilerimiz ve stratejilerimiz bu anlayışı yansıtır.

Anarşistler arasındaki alternatiflerden biri, “mutualizm” denen pazar biçimindeki bir sosyalizmdir. Hem stratejik, hem vizyoner olan bu ekonomik düşünceyi ilk olarak Proudhon açıklamış, on dokuzuncu yüzyılın başlarında Fransa’da, Lyon’daki işçi kesimleri arasındaki deneyimlerine ve gözlemlerine dayanarak modellemiştir.[2] Proudhon, işçilerin sahip olduğu ve yönettiği şirketlerin kapitalist şirketlerin yerine geçip ücretli köleliği ortadan kaldırabileceğini ve bütün işçilerin bireysel ya da kolektif olarak kendi üretim araçlarına erişebildiği bir dünya yaratabileceğini savunuyordu. Kapitalistler üretim araçlarına sahip olmaları sayesinde işçilere ürettikleri değerin bir kısmını verip kalanı kar olarak alabildikleri için, işçilerin bu araçlara sahip olması ve öz-yönetimi bizi bu toplumsal ilişkilerden kurtaracaktır. Proudhon;bu işçilerin-sahipliğindeki ve özyönetimli şirketlerin devletsiz bir pazarda —büyük bir tarım-sınai federasyonun düzenlediği sosyalist bir pazarda— rekabet ettiği bir dünya öngörüyordu.

Proudhon, mutualist strateji ve vizyon düşüncesini (Bu ikisi her zaman çok yakından ilişkilidir.) ilk oluşturduğunda bundan yüz yıl önceydi. Fakat insanlar kapitalizmin doğasını, mantığını ve “gerekliliğini” sorgulamaya başladıkça, tahmin edebileceğimiz gibi, sosyalizmin pazar biçimleri popülerlik kazandı. Örneğin, Schweickart’ın “Ekonomik Demokrasi” adını verdiği çalışması bir çok dile çevrilmiştir ve çok destekçisi vardır.[3] Mutualistler, Devletsiz Toplum Merkezi ve Özgürlükçü Sol Birliği gibi gruplarda yazarlar ve ajitasyon yaparlar. İngiltere Muhafazakar parti üyesi Francis Maude bile kamu işçilerinin kooperatif kurabileceğini önermişti.[4]

Bu bölümde genel olarak pazar sosyalizminin, özellikle de yıllar önce Lyon’daki işçilerin uyguladığı ve Proudhon’un ve çağdaşlarının dile getirdiği anarşist akımın —mutualizmin— geniş bir eleştirisine girişmek istiyorum (Sonuçta bu derleme anarşist ekonomi üzerine). Ben bir özgürlükçü komünist olduğum için eleştirilerimin çoğu benimle aynı karşı-siyaset eğiliminde olanlara yeni gelmeyecek ama bu yolla en azından bazı eski şeyleri yeni ve kullanışlı şekilde söyleyebileceğimi umuyorum. Ayrıca A.B.D.’de, Benjamin Tucker ve Josiah Warren gibi Amerikan anarşizminin bireyci geleneğinden ödünç alan yeni biçimleriyle birlikte, mutualizme olan ilgi arttı. Ve bu nokta, kapitalizm alternatiflerine ilgi artarken, anarşist komünistlerin söze girmesi için iyi bir yerdir. Aşağıda mutualizmin teorik ve stratejik yetersizlikleri olarak gördüğüm bazı özelliklerini ve özellikle —belki de en önemlisi— herhangi bir kapitalizm-sonrası vizyonun parçası olarak pazarları neden reddetmek isteyebileceğimizi özetleyeceğim.

Çağdaş mutualist teorinin merkezinde devlet eleştirisi yer alır. Yaptıkları devlet analizinin bazı kısımlarıyla aynı fikirde olmakla birlikte çıkardıkları sonuçların çoğuna itirazım var. Akıllı ve üretken mutualistlerden biri olan Carson, “Bir mutualist anarşist olarak, devlet zoruyla tefecinin, arsa sahibinin ve kapitalistin çıkarları korunmadığı zaman artık değere el konulmasının —yani kapitalizmin— mümkün olmadığına inanıyorum.” diye yazıyor. Buraya kadar tamam.

 

Deric Shannon

San Jose Devlet Üniversitesi’nde Adalet Çalışmaları Bölümü’nde profesör olan Shannon, AK Press’in yazar ve editor kadrolarından. Yazının başında da belirttiğimiz üzere The Accumulation of Freedom: Writing on Anarchist Economics’in yazarlarından biri. Bunun dışında, Political Sociology: Oppression, Resistance, and the State and Contemporary Anarchist Studies: An Introductory Anthology of Anarchy in the Academy ve Queering Anarchism isimli kitapları bulunuyor.

 

Gerçekten de kapitalist toplumsal ilişkiler, üretim araçlarının özel mülkiyeti sonucunda ortaya çıkan sınıfsal karşıtlıkları devletin kontrol etmesini gerektirir. Kapitalistler işçilerin ürettiğinin bir kısmını (yani ücretleri) ödeyip kalanı kar biçiminde çalarak artık değer biriktirirler. Devlet bu düzeni şiddet kullanarak korur—Devletin sağladığı koruma olmasa biz işçiler üretim araçlarını ve kendi emeklerimizin tüm toplumsal ürünlerini alıp istediğimizi yapabiliriz. Fakat özel mülkiyet kurmacası, devlet kurmacası tarafından dayatılıyor—ve bu mitler, bu toplumsal örgütlülüğümüzün içine yerleşmiş, temelinde dini ve mistik özellikler, artık değere el konulmasına izin veriyor. Bu konuda anlaşıyoruz.

Çağdaş mutualistler bu durumda “kapitalizmin sömürücü özelliklerinin temelinde devletçilik vardır.”[6] dediklerinde sorunlar başlıyor. Dahası, “dolayısıyla kapitalizmin devletçi desteklerini yok etmek yeterlidir”[7] diyorlar. Eski Amerikan bireycilerinin, anarşizmi neredeyse anti-devletçiliğe indirgeyen çalışmalarından hareketle, bu sonuca oldukça sezgisel olarak varılıyor. Örneğin Tucker anarşizmi “iş ilişkilerinin bireyler ya da gönüllü birlikler tarafından yönetilmesi ve devletin ortadan kaldırılması gerektiğini savunan doktrin”[8] olarak tanımlıyor. Böylece, (Proudhon ve Warren’ın savunduğu) anarşizmin “temel meselesi” devletin ortadan kaldırılması olunca —“Proudhon’un An-arşizm olarak adlandırdığı doktrin” anarşistleri “sadece korkusuz Jeffersoncu Demokratlara” indirgiyordu.[9] Bu durumda mutualistler vahşi ekonomizmin “temel çelişkisini”, yeni bir “bütün toplumsal sorunların kökü“ ile değiştiriyorlar— yani devletle. Bu da baştan savruk ve etraflıca düşünülmemiş bir teoriye yol açıyor (ve tabii bu da savruk ve etraflıca düşünülmemiş strateji ve vizyona).

Sonuçta pazar da insanların başka deneyimlerinden yalıtılmış değil. Ve tabii devletin yardımıyla kapitalizm de bizim mevcut pazar pratiklerimizin içine yerleşmiştir —ama sadece kapitalizm değil. Sonuçta biz anarşistler olarak —bütün egemenlik ilişkilerine karşıyız. Erkek egemenliği, “normal” ve “muktedir” bedenler, beyaz üstünlüğü, cinsiyet için katı ve yoğun bir şekilde denetlenen kategoriler de aynı şekilde pazar pratiklerimizin içine yerleşmiştir—bu liste oldukça uzun tutulabilir. Ve bu egemenlik ilişkilerinin yapısı “köküne” saldırıp gerisini çözebileceğimiz bir yapıdan çok uzaktadır. Bu ilişkiler kurumsal düzenlerimizin yanı sıra günlük hayatımızın içinde de birbirleriyle kesişirler.

Mutualistler savunduğu gibi hükmedici ilişkilerinin kalbinde devlet yatıyorsa bu diğer egemenlik biçimlerini nerede bulacağız? Onların teorisi devleti bir kök olarak ele alıyor ve örneğin ilkel birikimin, kapitalizmin ve devletin gelişmesinin temellerinde erkek egemenliğinin rolünü göz ardı ediyor.[10] Benzer şekilde eğer devleti, ekonomiyi ve ondan doğan diğer toplumsal ilişkilerimizi yapılandıran, doğrudan bir hiyerarşi olarak görürsek, çağdaş toplumsal düzenin yapılandırılmasında beyaz üstünlüğünün rolünü inceleyemeyiz. Benzer şekilde, köle ekonomisinin çağdaş Amerikan kapitalizmini ve genişlemeyle küresel ekonomiyi[11] geliştirmesinden, A.B.D.’deki Jim Crow ya da grev kırmada ırk ayrımının stratejik kullanımı[12] gibi beyaz üstünlüğünün değişik dönemlerine has ekonomik özelliklere kadar birçok tarihsel gelişme, bu formülle “devletçiliğe” indirgeniyor.

Söylemeye çalıştığımız şey, devletin tüm bu kurumsal yapıları desteklemediği değil —destekliyor. Devlet, köleliği kanunlaştırmak için kullanıldı, Jim Crow ‘u uyguladı ve bunu grev kırmak için kullanan kapitali destekledi. Fakat aynı zamanda bu diğer egemenlik biçimleri de devletin kendisini destekliyor. Yani, kök yok ve hükmedici ilişkilerimiz karmaşık bir şekilde birbirine bağlı. Dahası, bundan farklı varsayımlar, indirgemeci oldukları için teoride ve stratejide her tür hatayı doğuruyorlar. Ackelsberg, İspanya Devrimi’nde anarşist kadınların oluşturduğu bir grup olan Mujeres Libres üzerine yazdığı mükemmel kitabında; birçok anarşistin —ve özellikle bu anarşist kadınların— sendikalist hareketin içinde kapitalizmi temel karşıtlık olarak gören bazı kesimlere karşı sınıf indirgemeciliğini nasıl reddettiklerini anlatır. Bu indirgeme “birçok anarşistin”, “kadınların ezilmesi sorununu”, olsa olsa işçilerin kurtuluşuna göre ikinci sırada, ‘devrimin sabahında’ çözülecek bir problem” olarak görmelerine yol açmıştır. Mujeres Libres bu düşüncenin karşısında mücadele etmiştir. Maalesef, mutualist teori, —kapitalizmin “kökü” varsaydığı—devlet konusunda aynı yanlışı yapıyor ve geri kalan sorunların çözümünü öncelikle devletin halledilmesinden sonraya bırakıyor.

Günümüzde indirgemecilik ve öncelikli çelişkiler sorusuna en iyi cevabı verenler, kesişimsellik (intersectionality) teorisini ortaya atan siyah feministler ve kadıncılardır.[15] A.B.D.’de 60’lar ve 70’ler haraketleri içindeki ezmenin ve sömürünün kökü ile ilgili tartışmaların etkisiyle feministler de toplumsal baskının bu “kökünü” nasıl tespit edip saldırabileceğimiz konusunda iç tartışmalar başlattılar.[16] Combahee River Kolektif bildirisinin ardından,[17] birçok feminist egemenlik için tek bir kaynak bulmayı gereksiz görmeye başladı. Bunun yerine, egemenlik ilişkilerinin tek temele indirgenemeyen, karmaşık şekillerde kesiştiğini savundular. Tahakkümün her hangi bir biçimine karşı savaşmak demek hepsine karşı savaşmak gerektiğini onaylamaktır. Bu, anarşist analize güzelce uygulanabilir—özellikle feministlerin devleti ve kapitalizmi yıkma çağrısı yaptıkları yerlerde.[18]

Ve kapitalizmi bu tek kaynağa indirgemek anarşist teoriden baş döndürücü şekilde ödün vermektir. Örneğin bazı çağdaş mutualistler, sözde “anarko”-kapitalistlerle beraber yazıyor ve çalışıyorlar. Sonuçta bu kapitalistler de devlete karşılar. Ve bu ücretli emek, özel mülkiyet ve kiralık korunma savunucularıyla (Çünkü etrafta yardım edecek bir devlet olmadığında birilerinin işçilerin ellerini o üretken mülklerden uzakta tutması gerekiyor.) birlikte bir çalışabilirsek, devleti bitirebiliriz—ve sonra kapitalizm çökecek mi? Bu oldukça ilginç döngüsel akıl yürütme bir noktada Carson’u, bir zamanlar “özgürlükçü” kelimesini “düşmanlarından”(yani anarşistlerden)[19] çalmakla övünen Murray Rothbard gibileri için “entelektüel olarak dürüst”[20] demeye bile yönlendiriyor.

Fakat anarşizm her zaman toplumcu olmuştur—ve yirminci yüzyılın başından beri de tipik olarak komünisttir. Anarşistler egemenliğin tüm biçimlerine karşı çıkarlar ve kapitalizm bunlara dahildir—her zaman da böyleydi. Aksini iddia etmek, kapitalizme karşı savaşırken ölen ya da cezaevine giren binlerce anarşistin anısına hakaret olur. Ve kapitalizmi yok etmek için devlete karşı kapitalistlerle birlik olmayı önermek hiçbir stratejik düşünceye sığmayacak bir ödündür. Fakat devleti kapitalizmin kökü olarak gören mutualistler için böyle değil. Gerçekten de, kapitalizmi yok etmek için bütün egemenlik ilişkilerini de yok etmeliyiz—çünkü bunlar karşılıklı olarak birbirlerini pekiştirirler (tabii ki bu kapitalizmi de yok etmek demektir).

Açıkça belirteyim, kitle örgütleri ve kampanyalar her tür düşünceden insanları kapsar ve insanlarla birlikte örgütlenmek için bir turnusol testine gerek duymamalıyız. Fakat hareketimizin eylemlerinde birkaç şeyi açıkça belirtmeliyiz. Birincisi; mutualistlerin doğru şekilde belirttikleri gibi, kapitalizm devlet olmadan var olamaz. Devletsiz kapitalizm olamayacağına göre onu savunmak kendi başına bir çıkmazdır. İkincisi, anarşistler kapitalizme karşıdır, tüm egemenlik biçimlerine karşı olduğumuz gibi. Ücretli emeğe — insanların üretken mülklere sahip olup ve başkalarının bunları kullanarak yarattığı artık değere el koymasına— karşıyız. “Anarko”-kapitalist diye bir şey yoktur.

Strateji Üzerine Birkaç Söz

Teori, strateji ve vizyon çok yakın ilişkili oldukları için mutualist strateji hakkında birkaç şey daha söylemek istiyorum. Mutualistler, ki bu konuda tebrik etmek gerekir, stratejide bazı temel gereklilikleri görmüşlerdir—özellikle de kapitalizmi bitirmek istiyorsak ve sadece çalışanlara karşı daha nazik olması için tamponlamak istemiyorsak:

Emekçilerin başarılı bir sınıf savaşı vermeleri için savaş terimleriyle düşünmeleri gerekir, “haklar” ya da “yasa” değil. Anaakım sendikalar psikolojik olarak Yeni Düzen “toplumsal sözleşmesinin” mirasına bağımlılar. Ulusal Emek İlişkileri Kurulu’nun sınırları dışında düşünememeleri ciddi bir handikap. Emeğin savaş terimleriyle düşünmesi, “yerleşik kurallara” bakmadan, sadece strateji ve kendi adalet anlayışları ile sınırlı kalarak elindeki tüm araçları kullanması gerekir.[21]

Burada gerçekten yine anlaşıyoruz. Ama Carson, aynı metin içinde başka hiçbir yerde “savaşı” savunuyor gözükmüyor. Bir kere, devleti kapitalizmin “kökü” olarak gören birinden bekleyebileceğimiz şekilde, “anarşistler için politik program”ında erkek egemenliği, beyaz üstünlüğü, hetero-normativite, vb. hakkında hiçbir şey yok. Yine, —bütün egemenlik ilişkilerine karşı olan— anarşistlerin bunlar hakkında söyleyecek bir şeyleri olmalı. Bu hiyerarşik ayrımlarla baş etmek konusunda büyük anlaşmalara varmamız gerekmiyor ama onları yok sayamayız. Ve onları bu mutualist çerçeveye yerleştirmek ilginç olabilir (Örneğin gizli el erkek egemenliğini boğabilir mi?). Dürüst olmak gerekirse Özgürlükçü Sol Birliği’nin yazılarına baktığımda bu konulardan bazılarına açıklama getirme çabasını gördüm, ama bu metinlerde kapitalizm açıkça suçlanmıyordu (ve bu diğer hiyerarşik ayrımların korunmasındaki rolü de anlatılmıyordu).

Bunun ötesinde Carson’un politik programındaki stratejisinin çoğu Prodhon’unkini yansıtıyordu — mutual banka, kooperatiflerin yaratılması, kamu hizmetlerinin mutualizasyonu, vb. Bu klasik anlamda reformist bir pozisyondur — çatışma için mümkün olan son ana kadar bekliyoruz. Bu noktada Martin ve Barrot’un komünleştirmesinden bir şeyler öğrenebiliriz:

Komünleştirme, farklı olarak, malları parasız dolaşıma sokacak, fabrikayı çevresinden yalıtan kapıyı açacak, iş sürecinin teknik olarak geliştirilmesi için fazla yabancılaşmış olan bir başka fabrikayı kapatacak, 15 küsur yıl yaşamdan koparan özelleştirilmiş bir yer olan okulu kaldıracak, insanların kendilerini 3-odalı aile birimlerine hapsetmeye zorlayan duvarları yıkacak—kısacası bütün ayrımların kırılmasına neden olacaktır.[22]

Burada hiç bekleme yok, pazar yok, kapitalizmin denizinde kooperatif adaları yok, ama yaşamlarımızda komünizmin bilinçli olarak yaratılması var— şimdi ve burada var olanın, o ayrımları kırıp, imkanlı çatlakları genişletip açarak yaşamın diğer alanlarına yayılması. Bu ne çatışmayı ya da saldırmayı beklemek için bir uyarı, ne de tarihi sonlandıracak “Büyük Devrimci Eylem”i beklememiz için bir öneridir. Bu, günlük hayatlarımıza şimdi müdahale etmemiz ve bize ait olanı —her şeyi— almamız için bir öneridir. Bunun anlamı şu anda saldırıp işgal edebileceğimizdir ve o çatışma altyapıyı yaratmakla uğraşırken beklediğimiz uzun vadeli bir dilek değildir— bilakis altyapı, bu çatışmalar ve işgallerdir.

Alternatif kurumların yaratılması mutualist stratejide geniş yer tutar ve Proudhon’un zamanından beri böyle olmuştur. Mevcut toplumun yerine alternatifler yaratmamız gerektiğini yine kabul ediyorum (Bakunin’in yüz yıl önce belirttiği gibi— en azından eskisini yok etme sürecinde yenisini yaratırız). Ve böylece Proudhon mevcut düzenin dışına çıkmanın adımları olarak; mutualist yardımlaşan toplumların, kredi ve banka birliklerinin, işçilerin sahip olduğu ve öz-yönetimli kamu hizmetlerinin (devletin himayesi ve yönetiminden çıkarılarak) yaratılmasını öngördü. Benzer şekilde, bir pazar sosyalistinden beklenebileceği gibi, bizi yavaşça kapitalizmden dışarı taşıyacak stratejisinin merkezinde işçi kooperatiflerini gördü. Fakat kooperatiflerin, kapitalizm altında talep olarak, Kay’in öz-sömürü olarak açıkladığı bir sorunu vardır.

Dolayısıyla sorun kapitalin nasıl yönetildiği değil, kapitalin kendisidir, kimin yönettiğinden ya da ne kadar demokratik yönettiğinden bağımsız olarak… Bir kooperatifin mülkleri, nasıl kullanılacakları hakkında oylama yapılsa da, yaygın meta üretimi ve ücretli emek toplumunun içinde olduğu sürece kapital olmaktan çıkmazlar. Demek istediğim, bir işi yapmak için gereken emek zamanını en aza indirmek için tüm gücümüzle biriktirme zorunluluğu aynen kalır, kooperatifte bile… Rekabetçi bir pazarda faaliyet gösteren bir firma —”iflasın eşiğindeki” firmalar için kesinlikle geçerli olacaktır— pazardaki yerini korumak ya da iyileştirmek için üretimi genişletmek ve yeni teknolojilere tekrar yatırım yapmalı ve bunun için de gerekli artık değeri oluşturmak zorundadır. Yani —bir yoğunlaşmış kapital olan— firmanın kendine ait bir mantığı vardır. Artırılmış canlı emekle beslenmesi gerekir, yoksa kuruyup yok olur. Ölü emek olarak, canlılardan vampir gibi yaşam emmelidir ve ne kadar çok emerse o kadar çok yaşar.[23]

Diğer bir deyişle, pazarın baskısı kapitalizm altındaki diğer herhangi bir işletmeye olduğu gibi kooperatiflerin de karşısına çıkacaktır (ve rekabetçi pazar sosyalizminde de böyle olacaktır). Şimdi, bu kooperatiflerin ille de kötü olduğu ya da kapitalizm altındaki öz-yönetimli kuruluşların bize herhangi bir ders veremeyeceği anlamına gelmez. Bilakis, iş yaşamımızda en ufak karar verme ve katılım bile (özellikle işyerinde ve yaşamımızın çoğunda neredeyse hiç katılımımız olmadan kurulan) toplumsal dünya(lar)ımızda örgütleme alternatiflerine işaret edebilir. Fakat kapitalizmden çıkış stratejisi olarak kooperatiflerin varsaydıkları pazarların yanı sıra kendi iç sorunları da vardır. Ve bu sorunlar mutualist kapitalizm-sonrası vizyonda da sürer.

Vizyon

Carson’ın yazılarında, mutualist dünya “bizim dünyamızdan geceyle gündüz kadar farklı ya da kölelikten kurtulduğumuz—işi yapanların sahip olup kontrol ettiği merkezsiz, yerel kullanıma yönelik küçük ölçekli üretimin dünyası” olacaktır.[24] Katılıyorum. Mevcut toplumdan büyük ölçüde farklı olacaktır. Ama benim için iki soru ortaya çıkıyor. Birincisi, böyle bir dünya toplumcu kalır mı? İkincisi, pazar sosyalizmi gerçekten yeterli mi? —yani bunları aynen korumak: pazarlar, firmalar arası rekabet, olumsuz dış etkiler, yaşamın ayrı bir alanı (yani “iş” ve “çalışma”) olarak üretim—

Daha önce dediğim gibi pazarlara, kapitalizm-sonrası vizyon olarak karşı çıkıyorum. Bunun nedeni kısmen pazar sosyalizmini savunan çevrelerin gerçekten toplumcu kalacaklarını kabul etmekte zorlanmam. Devletsiz toplumculuğun gerekliliği konusunda anlaşırsak insanların bu yolda her türlü olasılığı deneyeceklerini düşünüyorum. Komünizmin işçilere dayatılması oldukça anlamsız olacaktır (Bizi sömürenlere dayatmak konusunda rahatım.) ve insanlara tek bir vizyon dayatan bir devlet olmadığı zaman kapitalizm-sonrasında, değişik alanlarda birçok değişik biçim olacaktır. İşçiler bir ihtimal sosyalizmin pazar biçimlerine de girişebilirler. Kooperatif hareketinde stratejik olarak zaten girişiyorlar, ama hareketin çoğu toplumcu özelliğini ve kapitalizmin ötesine geçme isteğini kaybetti (daha ötesine gitmeye çalışılmazsa pazar sosyalizminden ne çıkabileceğini yansıtmıyor mu?). Fakat nihai bir hedef olarak pazarları savunmak bana mevcut sömürgeci ilişkilere geri dönmeyi istemek gibi geliyor. Pazarlar rekabet sürecinde kar etme baskısını dayatır. Ve benim için bu rekabetçi alanda mutualite görmek zor. Kooperatif firmaları diğerlerinden daha fazla biriktirebildiği zaman bu, kapitalizmi doğuran birikimleri oluşturan büyük eşitsizliklere yol açmaz mı?

Bu kuşkusuz bir varsayım—hiçbirimiz kapitalizm sonrası toplumun neye benzeyeceğini bilmiyoruz (ama bu ilişkileri embriyo halinde yaşarken gözlemlediğimiz zaman ve desteklediğimiz değerleri mücadelenin içine yerleştirmeye girişirken bazı belirtiler görüyoruz). İşçiler, kendileri bir sınıf olmaktan çıktıklarında geleceğin toplumunun neye benzeyeceğini (yaratıyorlar ve) yaratacaklar. Teorisyenler tarafından dikte edilmeyecek olsa da bence anti-kapitalistlerin üzerine düşen, en iyi tahminlerimizi ortaya koymaktır (ve bunu alçak gönüllülükle ve kesinliklerden ziyade tahminler olarak yapmaktır). Ve özgürlükçü komünistler için bu, yaşamlarımızda komünizmin içeriğini yaratmak demektir. Bunun için şimdiki zamanı, şu anda var olanların bir kümesi olarak görmek yerine, tutumumuzu değiştirerek onu oluşanlar kümesi olarak görebiliriz —biz ezilenlerin ve sömürülenlerin pasif izleyiciler değil eylemciler olduğumuz tarihsel sürecin içinde ortaya çıkan oluşumlar.

Ama, kapitalizm-sonrası vizyon olarak —kapitalizmin ötesine geçmenin bizi nereye götüreceğine ilişkin bir tahmin olarak— pazar sosyalizmini neden eleştiriyorsun diye sorulabilir. Esas olarak pazarların, eşitsizlik yaratan içsel sorunları olduğu için ve bence toplumsal dayanışmayı yaratmak yerine yok etmeye eğilimli oldukları için.

Birincisi ve en önemlisi, pazarlar katılımcı değildir. Yani toplumsal hayatımızı planlama yerine (ya da daha iyisi yaşamak), bunları ünlü “görünmez ele” bırakıyoruz. Üretmemiz gerektiğini tahmin ettiğimiz derecede “katılıyoruz” (Aslında tipik olarak patronlarımız ne üreteceğimizi hesaplıyor ama pazar sosyalizminde herhalde kendimiz yaparız.) ve yaratabildiklerimizi ya da pazar aracılığıyla bize sunulanları tüketiyoruz. Kendimizi süreçten çıkarıp yerine kar isteğini koyuyoruz.

Buna bağlı olarak pazar paylaşımının olumsuz dış etkileri vardır. Örnek olarak (bıkmış olabilirsiniz ama) hava kirliliği gibi şeyler, bir malın (örneğe bağlı kalmak için çok yakıt yakan bir araba diyelim) üreticisi ve alıcısı arasındaki alışveriş anlaşmasının dışındaki üçüncü kişilerin onayına sunulmaz. Pazardaki rekabet sürecinde, bu olumsuz dış etkiler üçüncü kişilerin onayı olmadan yaratılır. Dolayısıyla “serbest ticaret”, tipik olarak pazardaki malların karşılıklı anlaşmaya bağlı olarak değiş tokuş edilmesi olarak anlaşılırken; etkilenen üçüncü kişilerin onayından hiç bahsedilmez. Kendi yaşamlarımızı yaratmakta özgür olduğumuz bir toplum, karar-alma süreçlerinde kararın bizi etkilediği ölçüde söz sahibi olduğumuz bir toplum olacaktır. Pazarlar bu çeşit katılımı ve aktif yaratımı lanetler.

Bence pazarların yaptığı (ve pazar sosyalizmi altında yapacağı) en olumsuz dış etki toplumsal dayanışmaya karşı olur. Eğer işçilerin yönetimindeki firmalar pazarda rekabet ederse bunun anlamı, o işçilerin gelirinin firmalarının ne kadar iyi performans gösterdiğine bağlı olmasıdır. Bazı işçi grupları işyerlerini işletme biçimleri ya da oradaki imkanlar sonucunda toplumsal üretime daha fazla erişebilecekler. Bazılarının daha iyi donanımları olacak, katıldıkları işyeri kolektifinin bireyleri daha kapasiteli olacak, vb.

Bu, toplumsal üretime daha fazla erişmek için işçileri birbirleriyle karşı karşıya getirerek toplumsal dayanışmayı zayıflatır. Bu işsizlik yaratabilir çünkü öz-yönetimli firmalar da —aynen kapitalizm altında şirketlerin “küçülmeye” gitmesi gibi— işçileri atıp maliyetlerini azaltabilirler. İşyerleri pazar aracılığıyla toplumsal üretime erişmek için rekabet ederken, firma artık değeri ne kadar artırabilirse, işçilerin geliri o kadar fazla olur— böylece ek gelire ulaşabilmek, işgücünün bazı (daha az üretken) kısımları olmadan üretimini sürdürebilen firmalar için işten çıkarmaları ve işsizliği teşvik eder.

Benzer şekilde pazar rekabeti olumsuz dış etkileri de teşvik eder ve hatta olumlu dış etkileri köstekler. Gelirin belli bir firmanın başarısına bağlı olması, toplumsal maliyetleri başkalarına kaydırmayı da teşvik eder. Hava kirliliği örneğine dönecek olursak, bu kirlenmeyi azaltacak cihazlar pahalı olabilir. Bir pazar toplumunda işçilerin geliri firmanın başarısına bağlı olduğu için, kirletmek bir firmanın işçilerinin gelirini artırabilir. Buna bağlı olarak eğer bir işyeri toplumsal bir iyilik’ten kar edemiyorsa o olumlu dış etkileri (bu örnek için temiz hava) köstekler.

Ve en önemlisi, bu tarz rekabet çoğu anarşisti (hatta çoğu mutualisti) harekete geçiren değerleri erozyona uğratır. Pazar paylaşımı bencil-çıkarlarla kar-arayışıdır ve yükselttiği etik —mutualistlerin önerdiği (Proudhon’un tarım-sınai federasyonu ya da sabit fiyatlar gibi) yerinde denetim türleriyle bile— her birimizin kalanlara karşı olmasıdır. Kapitalizm altında bize bireyler olarak bu etik öğretilir. Öz-yönetimli firmaların pazarında rekabete girseydik kolektifler olarak bu etiği öğrenirdik.

Dahası, mutualizm işyerini ve çalışmayı insan yaşamının geri kalanından ayrılmış bir yaşam alanı olarak öngörüyor. İnsan yabancılaşmasının bu temel biçiminden kurtulmak yerine bu ayrımları koruyor. Bunun birkaç önemli anlamı var. Birincisi, pazarlar hala çocuklar için —insanlar için— temel toplumsallaşma kaynağı olacaktır. Örneğin eğer bir firma kadınları kendi bedenleri hakkında berbat hissettirdikten sonra o sorunu “düzelten” bir ürün üretip kar elde edebiliyorsa, o zaman bu, kadınlar için yoğun şekilde denetlenen ve imkansız güzellik ölçülerini teşvik eder. Pazarlar, bizim o yaygın pazar ilişkileri dışında kendilik anlayışımızı bulamayacağımız tarzda toplumsal süreçler için maddi çıkarlar yaratabilir.

Bu aynı zamanda işyerini de —sıkıntıdan patlayarak zamanımızı harcadığımız ve metalara erişmek için yarışırken gittikçe daha çok ezildiğimiz o korkunç yeri— olduğu gibi koruduğumuz anlamına geliyor (çünkü işyeri, zorunlu emek yoluyla toplumsal üretime erişebilmek için bağlandığımız yerdir). Kapitalist toplumsal yaşamda hüküm süren rasyonel ve hesaplanabilir süreçleri koruyoruz. Özgürlükçü komünistler için bazı ölçülebilir ve hesaplanabilir toplumsal ürünleri paylaşmak yeterli değildir. Sadece malların paylaşımındaki miktarların bir yöne kaydırılması peşinde değiliz. Toplumsal yaşamın örgütlenmesinde biçimsel bir dönüşüm istiyoruz. Eğer dünyamızı kar, rasyonel değiş-tokuş ve hesaplı, bencil çıkarlar merkezinde örgütlemek yerine keyif, arzu ve hatta macera gibi farklı değerler merkezinde örgütleseydik toplum neye benzerdi? “Ne kadar?” gibi sorularla o kadar endişelenmeyip, onun yerine “Ne kadar iyi?” gibi sorular sorsaydık dünya nasıl gözükürdü? Öz-yönetimli yabancılaşma ve parçalanma, bu uğurda savaşmamız gereken bir alternatif gibi mi duyuluyor? Bence çok daha fazlasını isteyebiliriz ve istemeliyiz (ve almalıyız). Bu aynı zamanda bizi verimlilikçi bir düşünce yapısından çıkarıp o kadar fazla gereksiz şeyi üretmeyi durdurduğumuz bir dünyaya doğru yöneltebilir.

Özgürlüğün Birikimi İçin

Bence mutualistler temel bazı şeyleri doğru yapıyorlar. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, işçilerin ürettiği artık değere el konulması, işyerindeki emir yapıları—bütün bunlar kapitalizmin ayrılmaz parçalarıdır ve mutualistler bunları haklı olarak reddediyorlar. Eğer komünizmin yaratılmasını bir süreç olarak — ezilenlerin bir faaliyeti olarak— görürsek; o zaman yolda pazar sosyalizmi deneyleri görebiliriz, çünkü bu fikrin birçok takipçisi var. Umarım bu eleştiri, amaçladığım doğrultuda alınır —amacım mutualist ekonomiyi ya da pazar sosyalizmini kınamak değil, özgürlükçü komünistlerin geleceği oluşturma sürecinde neden farklı içerik yarattığını ve anarşistlerin pazar etrafında dönen bir teoriyi, stratejiyi ve vizyonu neden reddedeceğini açıklamaktır.

Bence mutualistler teorilerinde, kapitalizmin toplumsal ilişkilerini devletin koruduğunu savunmakta haklılar. Fakat kapitalizmin kökü devlettir diye önermeleri yanlıştır — sanki sadece devleti sökerek altında yaşadığımız, karmaşık ve kesişen egemenlik ilişkilerinden kurtulabilecekmişiz gibi. Dahası, diğer egemenlik ilişkilerinin, kapitalizmi ve devleti yaratıp desteklemek konusundaki rollerini yok sayarak ilkel birikimle kapitalizmin yaratılışını birbirine karıştırıyorlar. Bu da, tabii iyi düşünülmemiş bir stratejiye yol açıyor.

Mutualist Kevin Carson yine haklı olarak çalışan insanların “haklar” gibi sosyal masalların terimleriyle düşünmeyi bırakıp kapital ve devletle savaşmaları gerektiğini savunuyor. Ama programında, şüphesiz devleti temel çelişki olarak gördüğü için, sınıfsal olmayan ezilme konusunda söyleyecek bir şeyi yok. Ve alternatif kurumlar yaratarak, reformlarla —özellikle mutual kredi ve kooperatif ticari kuruluşlar yoluyla—kapitalizmden çıkış yolunu gösteren, pazar merkezli mutualist strateji; mutualizmde vizyon sorunlarına yol açıyor.

Mutualistler doğru bir şekilde kapitalizmin ötesine geçmek zorunda olduğumuzu ileri sürüyorlar. Ama kapitalizm sonrası toplumda pazarları korumak, kara ve rekabete dayalı herhangi bir sistemin parçalayıcı etkisini de korur. Dahası, olumsuz dış etkileri teşvik eder ve olumlu dış etkileri köstekler. İşçileri toplumsal üretime erişim konusunda birbirleriyle karşı karşıya getirir. Ve işyerini hayatın ayrı bir alanı olarak koruyarak toplumsal dünyamızı, kapitalist yabancılaşmanın ayrılmaz parçaları olan aynı rasyonel, hesaplanabilir kontroller üzerine örgütlüyor.

Özgürlükçü komünizm; iddia ediyorum ki, içeriğini mücadelemizin içinde yarattığımız bir şeydir ve çoğu zaman pazar sosyalistlerinin oluşturduğundan farklı görünür. Gerçi üzerinde anlaştığımız, benzer duyarlılıklarımız var. Mükemmel bir dünya yaratamayız ama bence daha iyi bir dünya yaratabiliriz. Ve bunu yaparken mümkün olanların arasında ütopyaya en yakın olana doğru gitmemiz gerektiğine inanıyorum. Geleceğin toplumunun neye benzeyeceği hakkında tahminler meraklılarına bazı ihtimaller sunsa da, sonuçta kapitalizm sonrası toplumun yaratılması bütün ezilenlerin işidir —sadece teorisyenlerin değil. Bana göre bu hareket komünizmdir ve geleceği yazılmamıştır ama oluşmaktadır.

Dipnotlar

     

1 Bu parçayı yazarken yorumlarıyla bana yardımcı olan Matt Ignal, Zach Blue, Abbey Volcano, Tom Wetzel, John Asimakopoulos ve Bill Armaline’e teşekkür ederim. Biliyorum hiçbiriniz benim bakış açıma tümüyle hemfikir değilsiniz ama tavsiyeleriniz olağanüstü yardımcı oldu, gerçi bütün hatalar, yanlışlıklar vb. sadece bana aittir.
2 Proudhon’un eserlerinin mükemmel bir güncel derlemesi için, bkz. Iai McKay, ed. Property Is Theft!: A Pierre-Joseph Proudhon Anthology (Oakland, CA: AK Press, 2011).
3 Bkz. David Schweickart, Against Capitalism (Cambridge: Cambridge University Press, 1996); and David Schweickart, After Capitalism (Lanham, MD: Rowman and Littlefield, 2002). İlgilenen okurlar, internette birkaç yerde Schweickart ve “katılımcı ekonomi” nin arkasındaki beyinlerden biri olan Michael Albert arasındaki, pazar sosyalizmi üzerine odaklanan tartışmaları bulabilirler.
4 “Public Sector Workers Urged to Form Co-operatives,” Guardian, November 17, 2010, http://www.guardian.co.uk/society/2010/nov/17/public-sector-workers-co-operatives (accessed June 15, 2011). Kesinlikle ne gerçek kooperatifleri, ne de pazar sosyalizmini öneriyor. Daha çok, sözel bir el-çabukluğu elde etmek için özel mülkiyet alternatiflerine artan ilgiyi kullanıyor (blz. Anarcho, “Mutualism: Fake and Real,” Anarchist Writers 18, 2010, http://anarchism.pageabode.com/anarcho/mutualism-fake-real (accessed June 15, 2011).).
5 Kevin Carson, “The Iron Fist behind the Invisible Hand: Corporate Capitalism as a State-Guaranteed System of Privilege,” mutualist.org, http://www.mutualist.org/id4.html (accessed June 15, 2011).
6 Kevin Carson, Studies in Mutualist Political Economy, http://www.lulu.com/items/volume_68/8968000/8968917/3/print/8968917.pdf (accessed June 15, 2011).
7 Carson, “The Iron Fist.”
8 Benjamin Tucker, Individual Liberty, http://theanarchistlibrary.org/HTML/Benjamin_Tucker__Individual_Liberty.html (accessed July 5, 2011).
9 Ibid.
10 Örnek olarak, bkz. Sylvia Federici, Caliban and the Witch: Women, the Body, and Primitive Accumulation (Brooklyn, NY: Autonomedia, 2004); Maria Mies, Patriarchy and Accumulation on a World Scale: Women in the International Division of Labor (Atlantic Highlands, NJ: Zed Books, 1986); and Carole Pateman, The Sexual Contract (Stanford, CA: Stanford University Press, 1988).
11 Bkz. Joe R. Feagin, Racist America: Roots, Current Realities, and Future Reparations (New York: Routledge, 2010).
12 Bkz. Carter A. Wilson, Racism: From Slavery to Advanced Capitalism (Thousand Oaks, CA: Sage, 1996).
13 Bkz. Martha A. Ackelsberg, The Free Women of Spain: Anarchism and the Struggle for the Emancipation of Women (Oakland: AK Press, 2005).
14 Ibid., 38.
15 Örnek olarak, bkz. bell hooks, Feminism is for Everybody: Passionate Politics (Cambridge, MA: South End Press, 2000) and Patricia Hill Collins, Black Feminist Thought: Knowledge, Consciousness, and the Politics of Empowerment (New York: Routledge, 2000).
16 Örnek olarak, bkz. Lydia Sargent, Women and Revolution (Boston, MA: South End Press, 1981).
17 Combahee River Collective, “Combahee River Collective Statement,” http://circuitous.org/scraps/combahee.html (accessed June 15, 2011).
18 Anarşizmi kesişimsellik ile bağlayan bir parça için, bzkz. Deric Shannon and J. Rogue, “Refusing to Wait: Anarchism and Intersectionality,” http://theanarchistlibrary.org/HTML/Deric_Shannon_and_J._Rogue__Refusing_to_Wait__Anarchism_and_Intersectionality.html (accessed June 15, 2011).
19 Bkz. Anarcho, “Mutualism: Fake and Real.”
20 Bkz. Carson, “The Iron Fist.”
21 Anarcho, “Mutual Aid, Parecon, and the Right Stealing the Word ‘Libertarian,’” http://anarchism.pageabode.com/anarcho/mutual-aid-parecon-right-stealing-libertarian (accessed June 15, 2011).
22 François Martin and Jean Barrot, Eclipse and Re-emergence of the Communist Movement, http://theanarchistlibrary.org/HTML/Francois_Martin_and_Jean_Barrot__AKA_Gilles_Dauve___Eclipse_and_Re-Emergence_of_the_Communist_Movement.html (accessed June 22, 2011).
23 Joseph Kay, “On Co-ops, Conflicts, and Strawmen,” http://libcom.org/library/co-ops-conflicts-straw-men (accessed June 14, 2011). Aynı terminoloji kullanmazdım çünkü “sömürü” genelde bir tarafın, diğer tarafın artık değerine el koyduğu bir düzen için kullanılır, ama pazar içinde çalışan kooperatifler hakkındaki yorumları mükemmel. Iain Mckay ile aralarında bu konu üzerine yaptıkları yazışmanın tamamı ilgilenenler için mükemmel bir okumadır.
24 Carson, “The Iron Fist.” 

 

 

Deric Shannon

Çeviri: Özgür Oktay

[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları(7) : “Görünmez Eli Kesmek: Pazarların İçsel Problemleri ve Anarşist Teori, Strateji ve Vizyon” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/01/15/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari7-gorunmez-eli-kesmek-pazarlarin-icsel-problemleri-ve-anarsist-teori-strateji-ve-vizyon/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları(4) : Komünleştirme Nedir? https://meydan1.org/2013/09/07/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari4-komunlestirme-nedir/ https://meydan1.org/2013/09/07/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari4-komunlestirme-nedir/#respond Fri, 06 Sep 2013 21:56:47 +0000 https://test.meydan.org/2013/09/07/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari4-komunlestirme-nedir/ KOMÜNLEŞTİRME NEDİR? Artık kesin olan tek bir şey var: Kapitalist dünyada durumumuz sadece daha kötüye gidebilir. Önceden “sosyal haklar” olarak kazanılmış kabul edilen her şey yeniden sorgulanıyor. Fakat bu dönüşümün nedeni ekonominin kötü yönetilmesi, patronların aşırı aç gözlülüğü ya da uluslararası finans üzerindeki denetim eksikliği değil. Bu, sadece kapitalizmin küresel evriminin kaçınılmaz bir sonucu. Ücretler, […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları(4) : Komünleştirme Nedir? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

1960’ların sonunda, Avrupa’da toplumsal hareketlenmeler bir krize girdi. Toplumsal devrim, hem teorik olarak hem de pratikte darbeler aldı. Özellikle bu durumu, proletaryanın kapitalist üretim içindeki yerinin olumlanmasından kaynaklandığını vurgulayan kesimler ortaya çıktı. İçine girilen krizin nedenini sınıfların olumlanmasına bağlayanlar, bu durumun toplumun diğer ezilen kesimlerinin görmezden gelinmesine yol açtığını vurguladı. Bu kesimler, bu olumlamadan ziyade işçi kontrolünde üretim yerlerini, işçi otonomilerini, işçi konseylerinin yaygınlaşmasını savundular.

Bu teorik sorgulama, komünleştirme sorunsalını ortaya çıkardı. Devrimci bir eylem olarak, koşulların ve insan eyleminin dönüştürülmesi… Komünizmin komünist üretimi olarak tanımlanan bu süreç, bir geçiş sürecini ifade etmez. Kapitalist üretim sistemiyle aynı anda yarışacak bir eylem kurmaz. Daha çok kapitalist üretim sisteminin iç çelişkilerinden yola çıkarak onu yok etmeyi ister.

Anarşist Ekonomi Tartışmaları’nın bu dizisinde, Avrupa’da tüm toplumsal muhalif çevrelerce önemsenen bir tartışmayı sizlerle paylaşmayı uygun bulduk. Komünleştirme tartışmaları, kökeni üstte belirttiğimiz gibi 60’lara dayansa da; 2008’de kendini iyice belirginleştiren ekonomik kriz, bu tartışmaların daha güncel bir biçimde yapılmasına neden olmuş. Tartışmaların en güzel tarafı, farklı coğrafyalardan kolektiflerin ortak bir şekilde bu tartışmayı yürütmesi.

Bu tartışmaların yazınsal mecrası olan SIC dergisi, 2004 Eylül’ünden 2008 Haziran’ına kadar aynı işlevi gerçekleştiren Meeting dergisinin devamı niteliğinde. Orijinali Fransızca olan derginin uluslararası edisyonu İngilizceye çevrilerek tartışmaya daha fazla bireyin katılması hedeflenmiş. Bu dergide/tartışmada yer alan yazılar, farklı coğrafyalardan kolektiflerin yayınlarından hazırlanmış bir derleme. Bunlar arasında, İngiltere ve ABD’den Endnotes, Fransa’dan Théorie Communiste, İsveç’ten Riff-Raff ve Yunanistan’dan Blaumachen gibi dergiler yer alıyor.

SIC: Internatonal Journal for Communisation’ın uluslararası edisyonundan çevirisini yaptığımız yazı, Leon de Mattis’in “What is communisation?” isimli yazısıdır. Yazı anlam bütünlüğü korunarak, çevirmenin inisiyatifinde kısaltılmış bölümlerden oluşuyor. Yazının, orijinalinden çevirisinin yapıldığı başka bir çalışma hali hazırda yürütülüyor olduğundan, bu çevirinin kısaltılmış olmasından kaynaklı bir olumsuzluk hissetmedik. Dahası gazete sınırlarını göz önünde bulundurduğumuzda, komünleştirme tartışmalarına yalın bir giriş olduğu kanaatindeyiz. Derginin diğer yazılarıyla beraber, komünleştirme tartışmalarını değerlendirdiğimiz mevzu bahis çalışmamıza ilişkin bilgilendirmeyi, yine Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları bölümünden yapacağız.

KOMÜNLEŞTİRME NEDİR?

Artık kesin olan tek bir şey var: Kapitalist dünyada durumumuz sadece daha kötüye gidebilir. Önceden “sosyal haklar” olarak kazanılmış kabul edilen her şey yeniden sorgulanıyor. Fakat bu dönüşümün nedeni ekonominin kötü yönetilmesi, patronların aşırı aç gözlülüğü ya da uluslararası finans üzerindeki denetim eksikliği değil. Bu, sadece kapitalizmin küresel evriminin kaçınılmaz bir sonucu.

Ücretler, iş olanakları, tazminatlar, sosyal hizmetler ve gelir yardımların hepsi bir şekilde bu evrimden etkilendiler. Süreç her yerde aynı: Yeni reformlar, tam olarak eski reformların durduğu yerden saldırıya devam ediyor. Bu dinamik hiçbir zaman, “ekonomik kriz”den refaha döndüğümüzde bile tersine dönmedi.

Bütün bunlara rağmen dünya çapındaki kapitalizmin bu hızlı dönüşümü karşısında solun solunda verilen karşılık dehşet verici derecede zayıf oldu. Çoğu patronların ve politikacıların aşırı neo-liberalizmini suçlamakla yetindiler. Kapitalizmin krizi ve yeniden düzenlenmesi neden mücadelenin eski koşullarına dönmesini imkansızlaştırıyor? Ve bugünkü mücadele için bu gerçekten hangi sonuçları çıkarabiliriz?

Bu soruları cevaplamak için kısa bir teorik gezinti yapmalıyız. Kar, kapitalist toplumun parçalarından herhangi biri değildir. Kar, bu toplumsal alanda ana lokomotif, herhangi bir şeyin var olma nedenidir. Kar, insanların faaliyetlerine aşılanabilen ve parazit bir kapitalist için emek ürününü çalan bir şey değildir. Kar olmadığında bu faaliyetler o kadar farklı şekilde var olurlar ki, şimdi gözlediklerimize hiç benzemeyeceklerdir.

Mesele bu durum hakkında ahlaki bir hüküm vermek değil, bunun tüm sonuçlarını anlamaktır. Sorun sistematik olarak kar uğruna toplum için kullanışlı, iyi ya da yararlı olan şeylerin harcanması değildir. Sorun kar olmaksızın “kullanım”ın var olamamasıdır.

—–

Kapitalizm paylaşma değil sömürüdür. Üretilen tüm değeri tekrar paylaştırma mümkün değildir çünkü değer sadece emek ve onun ürünü birbirinden ayrıldığında ortaya çıkar ve böylece bu ürünün eşitsiz paylaşımına izin verir. Toplumsal zenginliğe “el konulmasını” mümkün kılan budur.

Bir şeyin “değeri” doğada değil toplumsal olarak yaratılır. Ayrıca, bazılarının inanmamızı istediğinin tersine, “değer” sadece kolaylık sağlayan doğal bir yaratım değildir. Belli bir toplumda insan hayatı için vazgeçilmez olanları üretmek için en az bunun kadar kolay olan başka birçok yol vardır. Sınıflı toplumunun başından beri para ve değer, otoritenin simgesi olmuştur. Kapitalizmde ise bunun en büyük aracı haline gelmiştir. Dolaysıyla kendi varlığı eşitsizliğe dayanan bir aracın kullanarak eşitliğin sağlanması beklenemez.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, savaşın neden olduğu yıkım ve ertesindeki uzun buhran dönemindeki değer kayıpları, ekonomistlerin “büyüme” dediği şeye uygun bir durum yarattı. Bu büyüme, emek gücünün mutlak değeri artarken göreceli değerini azaltan çelişkili bir yarıştan başka bir şey değildir. O dönemde baskın olan Fordist uzlaşma ile ücretleri artırarak “yaşam standardının” yükseltilmesi karşılığında devasa üretkenlik ve sürekli ağır iş elde edildi. İstihdam edilen emek gücünün değeri, daha fazla işçiye dağılsa da, mutlak olarak artarken üretilen şeylerin toplam değeri, üretkenliğin artması sayesinde çok daha fazla artıyordu. Bütün bu metaların satışı—o zamanlar “tüketim toplumu” denen şeyin temeli—üretimde oluşan artı değerin, kapitalist karın kaynağının, ilave kapitale dönüşmesine izin verdi. Bu ilave kapital tekrar yatırım yapılarak, üretim sürekli genişletildi. Fakat bu genişlemenin içsel bir sınırı vardır: Bir noktada değer biçilmesi gereken kapital miktarı, üretilenleri karla satmayı sürdürmek için gerekenden çok daha fazla olur. Gerçekte bu dinamik denge yirmi yıldan fazla sürdürüldükten sonra, 1960’ların ortalarında başlayan ve arka arkaya gelen gerilemeler 1970’lerin sözde “petrol krizi”ne yol açtı.

“Refah” sadece Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya ile sınırlıydı ve hatta buralarda da yoğun sömürü ve düşük ücretle çalıştırılan göçmenler gibi bazı proleterler de dışarıda kalıyordu. Ayrıca Batı refahı, proleterin kapitalist toplumsal ilişkideki ezilen taraf olduğunu ve buna göre pay aldığını gizleyemedi. Alım gücündeki artışlar ile birlikte kalitesiz standart metalar kitlesel olarak satıldı. O dönem ortaya çıkan “tüketim toplumu” ifadesi talihsizdir çünkü toplum bir o kadar da “üretim toplumu”dur. Yukarıda bahsedilen toplam değerin büyümesi için sürekli daha fazla sayıda metanın dolaşıma sokulması gerekir. Kitlesel üretim ile her bir metanın değerinin düşmesi emek gücünün değerinin göreli olarak düşürülmesine izin verdi. O dönemde analiz edilen ve eleştirilen bir konu olan gündelik “yabancılaşma”, değerin dolaşıma girmesinin bir sonucundan başka bir şey değildi.

Bir zamanların popüler kavramı yabancılaşmaya bugünün dağarcığında rastlanmıyor. “Üretim için üretim” deyimi kapitalist yabancılaşmanın bir göstergesidir. Maddi üretimin kendi dışında hiçbir amacı yokmuş gibi görünür. Fakat kapitalizm her şeyden önce sömürü ve otorite ilişiklerini üretir. Amaçsız maddi üretim olarak gözükmesinin nedeni kapitalizmin bireyler arasındaki ilişkileri, şeyler arasındaki ilişkiye dönüştürmesidir. Üretim için üretim saçmalığı ve şeylerin insanlar üzerinde gücü olduğu yanılgısı, bir sınıfın diğeri üzerindeki otoritesini, yani kapitalist sınıfın proletaryayı sömürüsünü, meşru kılan bir görüntüden başka bir şey değildir. Kapitalizmin esas amacı kar ya da “Üretim için üretim” değil, bir grup insanın diğer bir grup üzerindeki otoritesini korumaktır.

1980’lerde başlayan değişimlerle yabancılaşma kaldı ama “refah” uçtu gitti. 60’lar ve 70’ler, emek ve çalışma koşullarının yanı sıra kapitalist toplumun diğer özelliklerini de eleştiren geniş protestoların geliştiği bir dönemdi. En yaşamsal konuda uzlaşı reddedildi: Yaşam standardının yükselmesi ile proletaryanın üretim ve tüketimdeki bütünsel itaati arasındaki ödünleşme. Sendikalar ya da resmi komünist partiler gibi işçi hareketinin yerleşik aracıları ile mücadele aynı anlama geliyordu: “Fordist uzlaşı”nın işçi sınıfına biçtiği rol sorgulandı.

——

Kapitalizm önceki dönemde, onu kapitalizm yapan şeyin özünü tasfiye etmeliydi. Bunun aslında temelde aynı olan iki nedeni vardı: Kar oranın düşmesi ve toplumsal mücadelenin büyümesi. Kriz ve yeniden düzenleme, muhafazakar ve baskıcı “neo-liberal” dalga eşliğinde bu amaca hizmet etti. Fakat yeniden düzenlemenin nedeni “neo-liberalizm” değildi: Tersine yeniden düzenleme, kapitalist sömürünün devam etmesi için zorunluydu ve “neo-liberalizm” ona eşlik edecek olan en uygun ideolojiydi. Fransa gibi sıradışı ülkelerde, kapitalist uyarılara itaat etmek zorunda kalanlar sosyalistler oldu.

Şimdi yeniden düzenlemeler ilerlediği için bütün parçaları açıkça gözüküyor. Amaç toplam emek maliyetini azaltmak ve bu amaçla Batı ülkelerinin dışında işçi hareketinin uzun tarihi ile lekelenmemiş, ucuz işgücü bulmaktı. Hong Kong ve Tayvan gibi birkaç “atölye ülke” öncü oldu. Gelişen finans ve para değişimi kapitalizmin küresel olarak entegre olmasını sağladı: Bazı bölgeler imalata, bazıları tüketim ve/veya ileri imalata yönelirken kalanlar terk edildi çünkü sonuçta değer dolaşımı açısından gereksiz hale geldiler. Kürenin bölgelere ayrılması hızlıca gelişti ve bugün gelinen noktada tüm dünyada fraktal gibi her ölçekte yeniden üretiliyor. Dünya çapındaki akışlarda, karlılığın nasıl baş edeceğini bilmediği, kapatması ve gözetim altında tutması gereken bir insan taşması var. Merkezdeki yoksullaştırılmış varoşlar, bu akışların uçlarında bulunan ülkelerin bir görüntüsüdür. Küresel rekabet, batı proletaryasının önceki tarihsel ödünleri sonucunda kazandığı bütün faydalarda göreli bir düşüş dayatıyor. Ve hiçbir iyileştirme anlayışı olmadığı için devletin kaybolan ümitlere cevabı, polis ve baskıcı söylemden oluşuyor. 1970’lerdeki krizin ardından kapitalizmin yeniden düzenlenmesi, temelde kapitalin kendini değerlendirmek için emeğin maliyetini düşürerek yeni bir yol bulduğu anlamına gelir.

Böyle bir evrimin kaçınılmaz olarak Batı ülkelerindeki mücadeleye son derece önemli etkileri oldu. 1970’lerin krizi ve yeniden düzenlemelerinden önceki dönemde proletarya mücadelesinin ikili bir anlamı vardı. Bunlar şüphesiz birbiriyle çelişkiliydi ama sonuçta temel aldıkları önerme aynıydı. Bir yanda, mücadele çalışma koşullarının iyileşmesi, ücret artışı ve sosyal adalet gibi yakın vadeli hedeflerin peşine düşebilirdi. Diğer yanda, mücadele sonuç olarak ve bazen hedef olarak emeğin sınıfını, kapitalin sınıfına göre güçlendirmeyi ve hatta burjuvazinin devrilmesi alabilirdi.

 2008’deki finansal kriz sonrası kapitalizmin görünümüne bakarak paranın bir sonraki çöküşünün Arjantin’le sınırlı olmayacağını söyleyebiliriz. Esasında güncel durumda birçok başlangıç noktası mümkündür ve her an olabilecek derin bir parasal kriz şüphesiz bunlardan biridir.

Bu iki özellik çelişkiliydi ve “reform” yanlıları ile “devrim” yanlıları arasında sürekli bir uzlaşmazlık vardı. Fakat en sonunda mücadele iki şekilde de olabilirdi. Yakın vadedeki çıkarlar için mücadele de, gelecekte komünizm için mücadele de aynı fikir etrafında oluşturulmuştu: zafer yalnızca işçi sınıfının ve kavgasının güçlenmesi ile mümkündü. Tabii ki, tartışmalar işçi sınıfının ötesinde tüm ideolojik bölünmeler arasında yaşanıyordu—yani, Leninistler, solcular, anarşistler, vb. Fakat tümünün paylaştığı mücadele deneyiminde, proletarya sınıfı, müttefik ve hatta birlik olmadığı halde (zaten hiçbir zaman olmadı) görünür bir toplumsal gerçeklikti ve bütün işçiler kendilerinin bu sınıfa dahil olduğunu kolayca görebiliyordu.

—–

Peki şimdi? Otuz yıldan beri “reform” ve “devrim” arasındaki tartışmanın tamamen kaybolmasının nedeni, ona anlam veren toplumsal temelin ezilmiş olmasıdır. Partiler, sendikalar ve sol kanat birlikleri artık, işçi hareketi öncesindeki bir dönemden, Fransız Devrimi’nden alınmış bir ideoloji ile “vatandaş” ya da “demoktratik” partiler vb. oldular. Şüphesiz, ne proletarya, ne de kapitalizm ortadan kalktı. O zaman eksik olan ne?

Kısmi zaferler ve sendikanın rolünün kurumsallaşması komünist anlayışı gittikçe uzaklaştırıyor. Yıllar geçtikçe bu anlayış daha da uzak ve bir varsayım hale geldi. Fakat mücadelelerin, tüm sınırlarına rağmen, ana çatısı işçilerin patronlar karşısında güçlenmesiydi.

Hepsi bu da değil. Bu son otuz yılda, kitlesel işsizliğin baskısı altında çalışma hayatındaki dönüşümler, işçilerin iş ile ilişkisini ve dolayısıyla proletaryanın kendisi ile ilişkisini değiştirdi. İnsanlar artık hayat boyu bir iş tutturmuyorlar. Hiçbir kariyer gelişimi hafife alınamıyor. İşçinin “gelişmesi”, eğitim alması, işyerini ve görevini değiştirmesi gerekiyor. Güvencesizlik genel geçer hale geliyor. İşsizlik artık işin olmaması değil, onun geçici hallerinden biri: Bütün işçilerin tekrar tekrar geçmesi gereken dönemler. İşlerin dışarıya verilmesi, taşeronluk ve geçici işçi ajansları işçileri birçok kategoriye ayırıp bölüyor. Sonuçta mücadeleyi sürdürmek zorlaşıyor çünkü birliğin var olduğu 1970 öncesi dönemin tersine, beraber mücadele etmesi gerekenlerin birliği daha baştan sorunlu. Mücadeledekilerin birliği, amaçları gerçekleştirmek için vazgeçilmez olduğu için, artık mücadele tarafından oluşturuluyor. Bu birlik sağlansa bile eskiden olduğu gibi bölünme ile karşılaşabiliyor.

Bu birlik sadece mücadele edenler arasında ve mücadele boyunca sağlanıyor ve sosyal bir sınıf ortaklığına ihtiyaç duymuyor. “Sınıf bilinci” politik propaganda ile tekrar yaratılabilecek somut bir şey değildir, çünkü kapitalist toplumsal ilişkilerinin belirli bir durumu üzerinden var olmuştur. Bu ilişki değişti, dolayısıyla bilinç de değişti. Bunu teslim etmeliyiz.

Bugün, hem reformist hem de devrimci anlayışın çıkmaza girdiğini anlayabiliyoruz çünkü komünist devrimi sınıfların ortadan kalkması olarak değil, bir sınıfın diğer bir sınıf karşısında zaferi olarak anlamışlardı. Buradan, proletaryanın zafer sonrasında toplumu yöneteceği bir geçiş dönemini öngören geleneksel fikir çıktı. Bu tarihsel olarak, pratikte burjuva yerine komünist partiye bağlı bürokrat sınıfının geçtiği Sovyet stili devlet kapitalizmine denk düşer. Reformistler (seçim sandığından gelen güç ile) ve anarkosendikalistler bile (sendika yapıları ile kazanılan güç ile) bu düşünce akımına yabancı değillerdi. Onlar için de proletaryanın zaferi, otoritesi ile toplumu dönüştürecek bir zaman verecekti. Anarşist ve Marksist kampın muhalifleri zamanla devrim ve komünizmin dolaysızlığının teorisini oluşturdular. O dönemdeki teorik keşiflerin temelinde ve kapitalizmin yakın zamandaki dönüşümünü göz ardı etmeden komünizmin yalnızca toplumsal sınıfların aynı anda ortadan kalkması olabileceğini anlamak durumundayız.

Komünleştirme bir amaç değildir, bir proje değildir. Bir yoldan başka bir şey değildir. Fakat komünizmde amaç yoldur, araç amaçtır. Devrim tam olarak, kapitalist üretim tarzının kategorilerinin dışına çıktığınızda olur.

Eğer komünist devrim bugün mümkünse, sadece bu bağlamda doğabilir: Bir yanda proleter olmak kendinin dışında olarak deneyimlenir, diğer yanda kapitalizmin varlığı bireyi emek gücünü satmaya zorlar ve bu satışın biçimi ne olursa olsun birey proleter olmak dışında bir şey olamaz. Bu durum kolayca, komünizmi başka bir yerde, alternatif bir hayat tarzı ile yaratabileceğimiz yönündeki yanlış düşünceye yönlendirebilir. Özellikle Batı ülkelerinde belirginleşmeye başlayan bir azınlığın hevesle bu tuzağa düşmesi ve kapitalizme bu şekilde karşı durup savaşmayı hayal etmesi tesadüf değildir. Fakat kapitalist toplumsal ilişkiler dünyamızın bütünleştirici dinamiğidir ve bundan kolayca kaçabilecek hiçbir şey yoktur.

—–

Var olan koşulların hepsinin üstesinden gelmenin tek yolu, mücadele biçimleri ile gelecekteki hayat biçimlerinin tek ve aynı süreç içinde ete kemiğe büründüğü ve birbirinden farksızlaştığı yoğun mücadele aşamasıdır. Bu aşama ve onun özel faaliyetlerine komünleştirme demeyi öneriyoruz.

Komünleştirme henüz yok ama mücadelelerin geldiği aşama komünleştirmeden bahsetmemize izin veriyor. Arjantin’de 2001 isyanlarını takip eden mücadele sırasında, bu toplumda proletaryayı bir sınıf olarak belirleyen etkenler sarsıldı: Mülkiyet, değişim, işbölümü, erkek kadın ilişkileri… Kriz bu ülke ile sınırlı olduğu için mücadele hiçbir zaman sınır dışına çıkmadı. Ancak komünleştirme sadece

sınırsız büyüme dinamiğinde var olabilir. Durduğunda sönümlenir, en azından o an için. Fakat 2008’deki finansal kriz sonrası kapitalizmin görünümüne bakarak paranın bir sonraki çöküşünün Arjantin’le sınırlı olmayacağını söyleyebiliriz. Esasında güncel durumda birçok başlangıç noktası mümkündür ve her an olabilecek derin bir parasal kriz şüphesiz bunlardan biridir.

Bize göre mücadele kendi devamlılığını sağlamak için komünizmin dolaysız üretimini mümkün kıldığı anda komünleştirme olacaktır. Komünizm dediğimiz, halihazırda bireyleri ilişkilendirerek topluma hizmet eden para, devlet, değer, sınıf vb. tüm aracılardan kurtulmuş kolektif bir örgüttür. Bu aracıların tek işlevi sömürüyü mümkün kılmaktır. Herkese dayatılırlar fakat sadece birkaç kişiye fayda sağlarlar. Buradan hareketle bireyler, birbirleriyle kurdukları ilişkiler herkesin itaat ettiği kategorilere indirgenmeden, doğrudan ilişki kurdukları anda komünizm olacaktır.

Bu bireyin bugün bildiğimiz, kapitalist topluma ait birey olmadığını söylemeye gerek yok. Bu birey, değişik biçimler alan bir hayatın ürettiği farklı bir bireydir. Tekrar hatırlayalım, insan bireyi “insan doğası”ndan türeyen dokunulmaz bir gerçeklik değil, toplumun ürünüdür ve tarihteki her dönem kendi birey tipini üretmiştir. Kapitalin bireyi toplumsal zenginlikten aldığı paya göre belirlenir. Bu belirlenme, kapitalist üretim biçiminin temel iki sınıfı arasındaki ilişkileri üretir. Bu iki sınıf arasındaki ilişki önce gelir ve sınıfların zaten var olan bireylerin gruplaşması ile oluştuğu yolundaki genel kanının aksine bireyi üreten budur.

 Tarih, gücünü korumaya çalışan bir devletin vahşetinin sınırsız olduğunu göstermiştir—insanlığın doğuşundan bu yana en zalim ve insanlık dışı olayların faili devletlerdir. Herkesin özgürleşme sürecine katılmasıyla açığa çıkan sınırsız yaratıcılık, tek bir harekette kapitalizmle savaşmak ve komünizmi yaratmak için gereken kaynakları ancak bu ölümüne mücadele ve bu mücadelenin gerekleri içerisinde bulabilir. 

aksine bireyi üreten budur. Sınıfların ortadan kalkması ile birlikte kapitalin bireyini, kendisi yapan özellikler de ortadan kalkar, yani ortak üretilen toplumsal zenginlikten bireysel ve bencilce pay alma özelliği. Tabii ki kapitalizm ve komünizm arasındaki tek fark bu değildir ve komünizmde yaratılan zenginlik türü kapitalizmin yaratabileceğinden çok farklıdır. Komünizm bir üretim tarzı değildir çünkü toplumsal ilişkiler, yaşamsal ihtiyaçların üretim biçimleri tarafından belirlenmezler. Tersine, bu ihtiyaçların üretim tarzını belirleyen komünist toplumsal ilişkilerdir.

Komünizmin nasıl olacağını bilmiyoruz, bilemeyiz ve bu yüzden onu somut olarak tanımlamaya çalışmıyoruz. Onu sadece negatif olarak, kapitalist toplumsal biçimleri yok ederek olacağını biliyoruz. Komünizm parasız, değersiz, devletsiz, sınıfsız, otoritesiz ve hiyerarşisiz bir dünyadır ve ataerkillik gibi kapitalizmin işleyişine entegre olmuş otorite biçimlerinin ve erkeklik ve kadınlık durumlarının birlikte aşılmasını gerektirir. Cemaatçi, etnik, ırkçı ya da diğer herhangi bir ayrımcılığın, daha baştan küresel olan komünizmde aynı derecede imkansız olduğu aşikardır.

Somut komünizm biçimlerini öngörüp karar veremiyorsak, bunun sebebi toplumsal ilişkilerin, ne kadar zeki olursa olsun tek bir beyinden tastamam tanımlanamaması, fakat sadece kitlesel ve genelleşmiş toplumsal pratiklerin sonucu olarak ortaya çıkmasıdır. Bizim komünleştirme dediğimiz işte bu pratiktir. Komünleştirme bir amaç değildir, bir proje değildir. Bir yoldan başka bir şey değildir. Fakat komünizmde amaç yoldur, araç amaçtır. Devrim tam olarak, kapitalist üretim tarzının kategorilerinin dışına çıktığınızda olur. Mevcut mücadeleler zaten bu çıkıştan bahsetmişlerdir ama onların içinde gerçekten bir çıkış yoktur. Sadece kitlesel ve geçerken her şeyi yok eden bir çıkış, gerçek bir çıkıştır.

Komünleştirmenin kaotik olacağından emin olabiliriz. Sınıflı toplum, kendini birçok yolla savunmadan ölmeyecektir. Tarih, gücünü korumaya çalışan bir devletin vahşetinin sınırsız olduğunu göstermiştir—insanlığın doğuşundan bu yana en zalim ve insanlık dışı olayların faili devletlerdir. Herkesin özgürleşme sürecine katılmasıyla açığa çıkan sınırsız yaratıcılık, tek bir harekette kapitalizmle savaşmak ve komünizmi yaratmak için gereken kaynakları ancak bu ölümüne mücadele ve bu mücadelenin gerekleri içerisinde bulabilir. Kapitale karşı savaşta devrimci pratikler olan değer, para, değişim ve tüm metaa ilişkilerinin reddedilmesi, dışlananların çoğunu yani orta sınıfları ve köylü kitleleri —komünleştirme önlemleri ile—birleştirmek için, ya da kısaca proletaryada artık var olmayan birliği yaratmak için etkili silahlardır.

Ayrıca komünizmin yaratılması ile temsil edilen itkinin kesintiye uğradığında sönümleneceği açıktır. “Devrimin kazanımlarının” kapitale dönüştüğü herhangi bir biçim, herhangi bir sosyalizm biçimi, komünizm öncesi bir ara aşama, bir “duraklama” olarak görülen herhangi bir “geçiş”, devrimin kendi kendine ürettiği bir karşıdevrim olur. Kapitalizm ölürken bu karşıdevrime yaslanmaya çalışacaktır. Örneğin ataerkilliğin aşılması için devrimci kampı bölen, temel bir yarılma olacaktır çünkü amaçlanan kadın ve erkek arasında bir “eşitlik” değil, daha çok cinsiyete dayalı toplumsal ayrımların radikal biçimde ortadan kaldırılması olacaktır. Tüm bu nedenlerle komünleştirme “devrim içinde devrim” olarak görülecektir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, savaşın neden olduğu yıkım ve ertesindeki uzun buhran dönemindeki değer kayıpları, ekonomistlerin “büyüme” dediği şeye uygun bir durum yarattı. Bu büyüme, emek gücünün mutlak değeri artarken göreceli değerini azaltan çelişkili bir yarıştan başka bir şey değildir.

Bu devrime uygun örgütlenme biçimi sadece komünleştirme önlemlerinin çoğalmasıyla sağlanabilir. Bu önlemler belli bir duruma uygun tepkiyi verdiği ölçüde kendiliğinden genelleşir ve her yerde her çeşit insan tarafından alınabilir. Komünleştirme demokratik olmayacaktır çünkü “doğrudan” olanı dahil demokrasi, birey ile kolektif olan arasında kurulan ilişki biçimlerinden sadece birine denk düşer, tam olarak kapitalin dayattığı biçimin aşırı halidir ve komünizm tarafından reddedilir. Komünleştirme önlemleri hiçbir birim tarafından, herhangi birinin herhangi bir şekilde temsiliyeti ile ya da herhangi bir dolaylı yapı ile alınamaz. Mücadelenin bir problemine kendilerince yeterli bir çözüm aramak için inisiyatif alan insanlar tarafından, tam da o anda alınır. Mücadelenin sorunları aynı zamanda hayatın sorunlarıdır: Nasıl yemeli, nerede kalmalı, herkesle nasıl paylaşmalı, kapitalle nasıl savaşmalı, vb. Tartışmalar var, ayrılmalar var, içeride görüş ayrılıkları var. Tartışmalı konularda karar alacak bir birim yok. Kararı durum verecek ve kimin haklı olduğunu, olgudan sonra, tarih bilecek.

Bu sonuç fazlasıyla beklenmedik gözükebilir ama bir dünya yaratmanın başka yolu yoktur.

Leon de Mattis, Temmuz 2011

Çeviri Özgür Oktay

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları(4) : Komünleştirme Nedir? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/09/07/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari4-komunlestirme-nedir/feed/ 0