meydan gazetesi – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Fri, 02 Apr 2021 15:44:39 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Devrimci Anarşist Federasyon Kuruldu https://meydan1.org/2021/04/02/devrimci-anarsist-federasyon-kuruldu/ https://meydan1.org/2021/04/02/devrimci-anarsist-federasyon-kuruldu/#respond Fri, 02 Apr 2021 15:43:26 +0000 https://meydan1.org/?p=71187 12 yıldır bu topraklarda devrimci anarşizm mücadelesi veren Anarşist Gençlik, Karala, Devrimci Anarşist Faaliyet, Lise Anarşist Faaliyet ve Meydan Gazetesi olarak Devrimci Anarşist Federasyon’u kurduğumuzu deklare ediyoruz. Devrimci Anarşist Federasyon’un çağrı metni şu şekilde; Federasyon’a Çağırıyoruz! Adalet ve özgürlüğün iki yüz yıllık mücadelesidir anarşizm. Bireyin ve toplumun iktidarlı ilişkilerine, halkların düşmanı devlete, halkları sömüren kapitalizme […]

The post Devrimci Anarşist Federasyon Kuruldu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

12 yıldır bu topraklarda devrimci anarşizm mücadelesi veren Anarşist Gençlik, Karala, Devrimci Anarşist Faaliyet, Lise Anarşist Faaliyet ve Meydan Gazetesi olarak Devrimci Anarşist Federasyon’u kurduğumuzu deklare ediyoruz.

Devrimci Anarşist Federasyon’un çağrı metni şu şekilde;

Federasyon’a Çağırıyoruz!

Adalet ve özgürlüğün iki yüz yıllık mücadelesidir anarşizm. Bireyin ve toplumun iktidarlı ilişkilerine, halkların düşmanı devlete, halkları sömüren kapitalizme karşı koyuştur anarşizm. İsyanlarla delik deşik olmuş beş bin yıllık devletli dünyanın karşısındaki yüz bin yıllık devletsiz dünyaya dayanır gerçekliği. Bu gerçekliğin gücüyle anarşizm iktidarı yıkacak, adalet ve özgürlük için iktidarsız yaşamı yaratacaktır.

Biz bu coğrafyada 12 yıldır devrimci anarşist mücadeleyi ilmek ilmek örenleriz. Anarşizm örgütlenmektir diyenleriz. Dediğimizi eyleme dönüştürdük. Anarşist bir örgütlenmeyi adım adım deneyimliyoruz. Toplumdaki her bir bireye dayatılan bencillik ve rekabetçilik yerine dayanışmayı ve paylaşmayı büyütüyoruz. İtaat yerine isyanı örgütlüyoruz. Umudu kaygılardan kurtarıyor, korkunun üzerine cesaretle yürüyoruz.

Devletle kavgalıyız. Devlet adaletsizlik demektir. Bu adaletsizliği yıkacağız. Ermeniyiz, Kürdüz, Lazız… Azınlık değil çoğunluğuz; devlet ile karşı karşıya kalmış, katledilmiş halklarız. Kapitalizmle kavgalıyız. İşçiyiz, patronlarla kavgalı. Ve her işçinin kavgası bizim kavgamızdır. Erkek egemenlikle kavgalıyız. Kadınız, erkeklikle kavgalı. Erkek egemenliğin grisinin karşısında gökkuşağının renkleriyiz. Ağacın dereyle, aslanın ceylanla uyumuyuz. Ekolojik yaşamı kaynaklaştıran kapitalizmle kavgalıyız. Özgürlüğü için tüm tutsaklıklara karşı koyan gençleriz. Gençliğimizin gücüyle kavgaya kalkışanlarız. Biz Devrimci Anarşistler sokak sokak, mahalle mahalle, yediden yetmişe dayanışmayı paylaşanlarız, anarşizmi örgütleyenleriz.

Yaşanan adaletsizlikleri öncelik sonralık sırasına koymadan, konu konu ayrıştırarak örgütledik kavgayı. Ve kavgamız sürmekte. Gün geçtikçe anarşizm coğrafyamızda örgütleniyor. Farklı farklı bölgelerde ilişkiler genişliyor, güçleniyor. Şimdi 12 yılın bize getirdiği bir gerçekle karşı karşıyayız.

Ankara ve İstanbul’daki örgütlenmelerin bugüne kadar birbirleriyle dayanışma ilkesi ile işlettiği örgütlülük, büyüyen mücadelenin ihtiyacını karşılayamıyor. Benzer durumları yarın yeni bölgelerde de yaşayacağız. Bir başka benzer ihtiyaç da birbirinden bağımsız anarşist çalışmaların birbirleriyle bağlarının güçlendirilmesi gerekliliği. Tüm bu gereksinimleri gidermek ve kavgayı daha da genişletmek için federatif ilişkilere ihtiyaç duyuyoruz. Geleneğimiz olan örgütlü anarşizm, iki yüz yıllık tarihinde dünyanın dört bir yanındaki coğrafyalarda yarattığı yüzlerce federasyonla bunu bize gösteriyor. Evet bugün karşı karşıya kaldığımız gerçeklik federasyondur.

Bizler Anarşist Gençlik, Karala, Devrimci Anarşist Faaliyet, Lise Anarşist Faaliyet ve Meydan Gazetesi olarak paylaşma ve dayanışmayla dolu özgür dünyayı yaratmak için bu kavgayı bugünden itibaren Devrimci Anarşist Federasyon’la sürdüreceğimizi söylüyoruz. 

Herkesi bu kavgaya; adalet ve özgürlüğün kavgasına, ödünç aldığımızı ödünç vermeye; elimizdeki anarşizm tohumlarını Mezopotamya, Anadolu ve Trakya’da yeşertmenin kavgasına çağırıyoruz. Federasyon’a çağırıyoruz.

The post Devrimci Anarşist Federasyon Kuruldu appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/04/02/devrimci-anarsist-federasyon-kuruldu/feed/ 0
Meydan Gazetesi TikTok’ta https://meydan1.org/2021/01/21/meydan-gazetesi-tiktokta/ https://meydan1.org/2021/01/21/meydan-gazetesi-tiktokta/#respond Thu, 21 Jan 2021 11:43:56 +0000 https://meydan1.org/?p=69208 Meydan Gazetesi olarak pek çok sosyal medya mecrasından yayınlarımızı sürdürmeye devam ediyoruz. Yaptığımız haberleri ve paylaştığımız içerikleri TikTok hesabımız üzerinden de takip edebileceksiniz. Meydan Gazetesi’nin TikTok hesabına BURADAN ulaşabilirsiniz. Meydan Gazetesi’nin diğer sosyal medya hesapları; Facebook Twitter Telegram Instagram YouTube Telegram

The post Meydan Gazetesi TikTok’ta appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi olarak pek çok sosyal medya mecrasından yayınlarımızı sürdürmeye devam ediyoruz. Yaptığımız haberleri ve paylaştığımız içerikleri TikTok hesabımız üzerinden de takip edebileceksiniz.

Meydan Gazetesi’nin TikTok hesabına BURADAN ulaşabilirsiniz.

Meydan Gazetesi’nin diğer sosyal medya hesapları;

The post Meydan Gazetesi TikTok’ta appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2021/01/21/meydan-gazetesi-tiktokta/feed/ 0
Meydan Gazetesi Telegram Yayınına Başladı https://meydan1.org/2020/12/29/meydan-gazetesi-telegram-yayinina-basladi/ https://meydan1.org/2020/12/29/meydan-gazetesi-telegram-yayinina-basladi/#respond Tue, 29 Dec 2020 17:59:52 +0000 https://meydan1.org/?p=68221 Meydan Gazetesi olarak basılı ve dijital mecralarda sansüre ve baskılara rağmen yayınlarımızı sürdürüyoruz. Bundan sonra; yaptığımız haberleri, paylaştığımız içerikleri ve yazıları Telegram kanalımız üzerinden de takip edebileceksiniz. Meydan Gazetesi’nin Telegram kanalına BURADAN abone olabilir, paylaştığımız haberlere Telegram üzerinden anında ulaşabilirsiniz. Meydan Gazetesi’nin sosyal medya hesapları; Facebook Twitter Telegram Instagram YouTube

The post Meydan Gazetesi Telegram Yayınına Başladı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi olarak basılı ve dijital mecralarda sansüre ve baskılara rağmen yayınlarımızı sürdürüyoruz. Bundan sonra; yaptığımız haberleri, paylaştığımız içerikleri ve yazıları Telegram kanalımız üzerinden de takip edebileceksiniz.

Meydan Gazetesi’nin Telegram kanalına BURADAN abone olabilir, paylaştığımız haberlere Telegram üzerinden anında ulaşabilirsiniz.

Meydan Gazetesi’nin sosyal medya hesapları;

The post Meydan Gazetesi Telegram Yayınına Başladı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/12/29/meydan-gazetesi-telegram-yayinina-basladi/feed/ 0
Meydan Okumayı Sürdüreceğiz! https://meydan1.org/2020/12/11/meydan-okumayi-surdurecegiz/ https://meydan1.org/2020/12/11/meydan-okumayi-surdurecegiz/#respond Fri, 11 Dec 2020 18:07:42 +0000 https://meydan1.org/?p=67563 Meydan.org Adana 3.Sulh Ceza Hakimliği tarafından erişime engellenmiştir. meydan1.org yayında! Baskılara, yasaklara, engellemelere karşı #MeydanOkuyoruz

The post Meydan Okumayı Sürdüreceğiz! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan.org Adana 3.Sulh Ceza Hakimliği tarafından erişime engellenmiştir. meydan1.org yayında! Baskılara, yasaklara, engellemelere karşı #MeydanOkuyoruz

The post Meydan Okumayı Sürdüreceğiz! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/12/11/meydan-okumayi-surdurecegiz/feed/ 0
Bolşevikler İktidarda: Anarşistler ile Bolşevikler Arasındaki Anlaşmazlıklar https://meydan1.org/2020/11/04/bolsevikler-iktidarda-anarsistler-ile-bolsevikler-arasindaki-anlasmazliklar/ https://meydan1.org/2020/11/04/bolsevikler-iktidarda-anarsistler-ile-bolsevikler-arasindaki-anlasmazliklar/#respond Wed, 04 Nov 2020 08:21:52 +0000 https://meydan.org/?p=66135 Ekim Devrimi’nin üzerinden 103 yıl geçti. Devrime giden süreçte Rusya coğrafyasında etkili olmuş, devrimin gidişatına yönelik belirli öngörü ve önerilerde bulunmuş anarşistlerin söylemleri ve pratikleri de hala büyük oranda geçerliliğini koruyor. Bugünden geçmişe bakıp eleştirmekten ziyade devrimci anarşistler tarafından devrim sürecinin başında ortaya konan, geleceği görürcesine yaratılan söylem ve eylemlilikler Rusya’daki devrim sürecini aktarması açısından […]

The post Bolşevikler İktidarda: Anarşistler ile Bolşevikler Arasındaki Anlaşmazlıklar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Ekim Devrimi’nin üzerinden 103 yıl geçti. Devrime giden süreçte Rusya coğrafyasında etkili olmuş, devrimin gidişatına yönelik belirli öngörü ve önerilerde bulunmuş anarşistlerin söylemleri ve pratikleri de hala büyük oranda geçerliliğini koruyor. Bugünden geçmişe bakıp eleştirmekten ziyade devrimci anarşistler tarafından devrim sürecinin başında ortaya konan, geleceği görürcesine yaratılan söylem ve eylemlilikler Rusya’daki devrim sürecini aktarması açısından daha önemli durmaktadır. Bu sebeple Meydan Gazetesi olarak Ekim Devrimi’nin yıldönümünde Rus Devrimi’nin doğrudan öznelerinden olan ve Volin adıyla bilinen devrimci anarşist Vsevolod Mihayloviç Eyhenbaum’un yazdığı, Türkçe’ye Erdem Akbulut tarafından çevrilen, Ayrıntı Yayınları tarafından yayınlanan Bilinmeyen Devrim adlı kitabın “Ekim’den Sonra” kısmından bir bölümü sizlerle paylaşıyoruz.

Putilov Fabrikası’nda Miting – Petrograd, 1917

Ekim’den Sonra

Bolşevikler İktidarda- Bolşevikler ile Anarşistler Arasındaki Anlaşmazlıklar

Sosyal Devrim konusundaki iki anlayış, devletçi-merkeziyetçi anlayış ile liberter-federalist anlayış arasındaki mücadele 1917’de Rusya’da eşit bir mücadele değildi.

Devletçi anlayış üstün geldi. Bolşevik hükümet boş tahta yerleşti. Lenin onun tartışmasız reisi oldu. Savaşa son verme, Devrim’in tüm sorunlarına karşı koyma ve onu hakiki Sosyal Devrim yoluna götürme görevi ona ve partisine düştü.

Politik fikir üstün geldi. Kendisini kanıtlaması gereken o oldu. Şimdi de bunları nasıl yaptığını göreceğiz.

Yeni -Bolşevik- hükümet, gerçekte bir aydınlar, Marksist Doktrinciler Hükümeti’ydi. İktidara yerleşip, oradaki emekçileri temsil ettiklerini ve onları sosyalizme doğru götürecek hakiki yolu sadece kendilerinin bildiğini ileri süren Bolşevikler, hükümet etmekten, her şeyden önce emekçi kitlelerin onaylayıp uygulamak durumunda oldukları birtakım kararnameler ve yasalar çıkarmayı anlıyorlardı.

Başlangıçta hükümet ve onun reisi Lenin, emekçi halkın iradesinin sadık uygulayıcıları oldukları, her halükârda kararlarını, davranışlarını ve faaliyetlerini bu halk karşısında haklı çıkarmaya çalıştıkları görüntüsü verdiler. Nitekim örneğin, aldıkları ilk önlemler, acil barışa doğru ilk adım (28 Ekim 1917 kararnamesi) ve toprağı köylülere veren kararname (26 Ekim), hükümeti onaylayan Sovyetler Kongresi tarafından kabul edildi. Nitekim Lenin bu yasaları hem halk, hem de devrimci çevreler tarafından hoşnutlukla karşılanacağını önceden biliyordu. Özünde bunlar mevcut durumunun onaylanmasından ibaretti.

Aynı biçimde Lenin (Ocak 1918’de) Kurucu Meclis’in feshini de Sovyetler Konseyi önünde haklı çıkarmayı gerekli gördü.

Devrimin ilklerden biri olan bu icraat birkaç ayrıntılı bilgiyi hak ediyor.

KURUCU MECLİSİN FESHİ. – Okur, anarşistlerin, sosyal ve devrimci anlayışlarının bütünüyle tam bir uygunluk içinde, Kurucu Meclisin karşı çıktıklarını biliyor.

Petrograd merkezli haftalık yayın organlarındaki başyazıda bakış açılarını nasıl geliştirdiklerine bir bakalım (Golos Truda, 18 Kasım-1 Aralık 1917 tarihli sayı: 19):

İşçi, köylü, asker, bahriyeli yoldaşlar ve tüm emekçiler. Kurucu Meclis seçimlerinin tam ortasındayız. Pek olasıdır ki kısa süre sonra Kurucu Meclis toplanacak ve oturumlarına başlayacak. Bolşevikler de dahil, tüm politik partiler Devrimin, ülkenin ve emekçi halkın bundan sonraki akıbetini bu merkezi organın ellerine bırakıyorlar. Bu koşullarda sizi iki olası tehlikeye karşı uyarmak bizim görevimizdir.

Birinci tehlike: Bolşeviklerin Kurucu Meclis’te güçlü bir çoğunluk elde edememesi (veya hatta azınlıkta kalmaları).

Bu durumda, Kurucu Meclis yine kararsız, alacalı bulacalı, sosyal-burjuva bir politik kurum olacaktır. Tıpkı Moskova “Devlet Konferansı’’, Petrograd “Demokratik Konferansı’’, “Geçici Cumhuriyet Konseyi’’ vb. tarzında saçma bir gevezeler meclisi olacaktır. Boş tartışmalar ve çatışmalar içine batıp gidecektir. Hakiki devrimi frenleyecektir.

Bu tehlikeyi abartmak istemiyorsak bunun biricik nedeni bu durumda kitlelerin elde silahlarıyla Devrim’i bir kez daha kurtarıp onu ileriye, doğru yola iteceklerini ummamızdır.

Ancak, bu tehlike konusunda şunu söylemeliyiz ki, emekçi kitlelerin bu türden yeni bir telaşa kesinlikle gereksinimi yoktur. Kitleler bunu es geçebilirler ve geçmelidirler. Aptalca bir kurumu yaratıp sürdürmek için harcanacak enerji ve para ne işe yarayacak? (Bu arada da emekçilerin Devrimi bir kez daha duraklayacak!) “Devrimi (bilmem kaçıncı kez) kurtarmak’’ ve onu bir “ölü nokta’’dan çıkarmak için bu aptalca ve zararlı kurumla daha sonra mücadele etmek için yeniden güç ve kan harcamanın ne gibi bir yararı olacak? Bu güçler ve çabalar Devrimin, halkın ve ülkenin yüksek yararına, emekçi kitleleri doğrudan bir biçimde ve bizzat tabanda köylerde, kentlerde, işletmeleri vb. örgütlemeye; bu örgütleri politika veya şu veya bu partiye üyelik temelinde değil, emek temelinde, doğal ve dolaysız bir biçimde, özgür köy ve kent komünleri ve federasyonları halinde birbirine bağlamaya, sonuçta birtakım bölgesel birleşmelere vb. ulaştırmaya harcanabilir. Bu güçler ve çabalar, işletmelere ve hammadde ve yakıt tedarikini acilen ve enerjik bir biçimde örgütlemeye, iletişim yollarını iyileştirmeye, mübadeleleri ve genel olarak yeni ekonominin bütününü düzenlemeye, nihayet gericiliğin kalıntılarına (özellikle Güneyde son derece tehlikeli Kaledin hareketine) karşı doğrudan bir mücadele yürütmeye ayrılabilir.

Helsinki’deki Anarşist Denizciler – 1917

İkinci tehlike: Bolşeviklerin Kurucu Meclis’te güçlü bir çoğunluğa sahip olmaları.

Bu durumda, “muhalefet’’in kolayca üstünden gelip herhangi bir zorlukla karşılaşmaksızın onu ezdikten sonra Bolşevikler, katı ve sağlam bir biçimde ülkenin ve durumunun yasal efendileri, “nüfusun çoğunluğu’’ tarafından açıkça kabul edilmiş efendileri haline geleceklerdir. Bolşeviklerin Kurucu Meclis’le elde etmeyi bekledikleri tam da budur. Ona bu nedenle gerek duyuyorlar. Kurucu Meclis onların iktidarını pekiştirmek ve “yasallaştırmak’’ durumundadır.

Yoldaşlar bu tehlike birincisinden daha önemli, daha ciddidir.

Uyanık olun!

İktidarları pekişip yasallaşınca, sosyal-demokrat, politikacı, devletçi, yani merkeziyetçi ve otoriter politikacılar olan Bolşevikler ülkenin ve halkın yaşamını, merkezden dayatılan hükümetsel diktatoryal araçlarla düzenlemeye başlayacaklardır. Sovyetler ve diğer yerel örgütleriniz adım adım merkezi hükümetin iradesini uygulayan basit organlar haline gelecektir. Emekçi kitlelerin normal yapıcı emeği yerine, aşağıdan özgürce bir birleşme yerine, yukarıdan hareket edecek ve demir yumruğuyla her şeyi ezmeye başlayacak otoriter, politik ve devletçi bir aygıtın oluşumuna tanık olunacaktır. Sovyetler ve diğer organlar boyun eğecek ve uygulayacaktır. Buna “disiplin’’ adı verilecektir. “Lanet olsun merkezi iktidarla mutabık olmayana ve ona boyun eğmeyi yararlı görmeyene!” Nüfusun “genel onayı’’ndan güç alan bu iktidar onları tabi olmaya zorlayacaktır.

Uyanık olun yoldaşlar! Gözlerinizi dört açın ve hatırlayın.

Bolşeviklerin iktidarı kesin ve konumları sağlam hale geldikçe, eylemleri gitgide daha otoriter bir yola girecek, yani politik ve merkezi iktidarlarının gerçekleşmesi ve savunulması daha net ve kesin hale gelecektir. Yerel örgütlere ve Sovyetlere gitgide daha kesin emirler vermeye başlayacaklardır. Direniş halinde silahlı kuvvet kullanmaktan geri durmaksızın, istedikleri politikayı yukarıdan yürütmeye koyulacaklardır.

Başarıları pekiştikçe bu tehlike daha kesin hale gelecektir, zira eylemleri çok daha emin ve katı olacaktır. Her yeni başarı -göreceksiniz!- başlarını daha da döndürecektir. Başarılarındaki her yeni gün, hakiki Devrim’i bu büyük tehlikeye daha çok yaklaştıracaktır. Başarılarının birikmesi tehlikenin ciddileşmesi anlamına gelecektir.

Nitekim bunu daha şimdiden fark edebilirsiniz.

Yeni otoritenin son emirlerini ve düzenlemelerini dikkatli bir biçimde inceleyin. Daha şimdiden, Bolşevik seçkinlerin, kendini dayatan merkez aracılığıyla politik ve otoriter bir tarzda halkın yaşamını düzenleme eğilimlerinin net bir biçimde farkına varabilirsiniz. Daha şimdiden seçkinler ülkeye kesin emirler veriyorlar. Daha şimdiden, “Bütün İktidar Sovyetlere’’ sloganını, iktidar Petrograd’daki merkezi otoriteye, Sovyetlerin ve diğer yerel organların basit birer yürütücü organ halinde tabi olması gereken otoriteye, biçiminde kavradıkları görülüyor.

Bunlar Bolşevik seçkinlerin henüz kitlelere bağımlılıklarını güçlü bir biçimde hissettikleri ve elbette onlarda düş kırıklığı yaratmaktan çekindikleri şu anda, başarıları henüz güvence altında olmayıp bütünüyle kitlelerin onlara karşı tutumuna bağlı olduğu şu anda oluyor. Başarıları gerçekleşmiş bir olgu haline geldiğinde ve kitleler onları coşkulu ve sağlam bir güvenle çevirdiklerinde daha neler olacak?

İşçi, köylü ve asker yoldaşlar! Bu tehlikeyi hiçbir zaman gözden kaçırmayın!

Yeni Otorite’nin, yeni efendinin, merkezi devletin ve sahtekârların, politik parti ve şeflerinin şiddetine ve boyunduruğuna karşı bulunduğunuz her yerde hakiki Devrim’i ve örgütlerinizin ve eyleminizin gerçek özgürlüğünü savunmaya hazır olun.

Bolşeviklerin başarılarının -bu başarılar onların başlarını döndürüp onları birer sahtekâr haline dönüştürdüğü takdirde- kendilerinin mezarı haline geleceği tarzda hareket etmeye hazır olun.

Yalnızca bizzat sizin özgür yerel örgütleriniz ve onların federasyonları aracılığıyla yeni hayatınızı kurmak ve yaratmak zorunda olduğunuzu ve bunu yalnızca bizzat kendinizin yapabileceğini unutmayın!

Bolşevikler size sık sık aynı şeyi söylüyorlar. Elbette son tahlilde söyledikleri gibi davranırlarsa ne âlâ!

Ne var ki yoldaşlar, durumların sempatisine ve güvenlerine bağlı tüm yeni efendiler başlangıçta tatlı bir dil kullanırlar. İlk günlerde Kerenski’nin ağzından da bal damlıyordu; kötü kalbi sonradan kendini gösterdi. Sözlere ve söylevlere değil, davranışlara ve edimlere dikkat edip kaydedin. İnsanların size söyledikleri ile yaptıkları arasında en küçük bir çelişkiyi tespit eder etmez, kendinizi korumaya alın!

Sözlere güvenmeyin yoldaşlar!
Sadece edimlere ve olgulara güvenin!
Kurucu Meclise, partilere, onların şeflerine güvenmeyin!

Sadece bizzat siz, yani partiler değil tabandaki yerel örgütleriniz, emekçilerin örgütleri ve daha sonra da doğrudan ve doğal (yerel vb.) birleşmeniz yeni yaşamın kurucuları ve efendileri olmalı, Kurucu Meclis değil, merkezi bir hükümet değil, partiler ve şefler değil!

Aynı haftalık yayın organının bir başka makalesinde (2-15 Aralık 1917 tarihli sayı 21, “Kurucu Meclisin Yerine’’) anarşistler şöyle diyordu:

Herkesin bildiği gibi biz anarşistler, Kurucu Meclis’i yalnızca yararsız değil, ama Devrim davasına açıkça zararlı görerek ona karşı çıkıyoruz. Ne var ki bakış açımızı belirleyen nedenlerin farkına varanlar henüz pek az sayıda. Oysa esas olan tam da budur: Bizim Kurucu Meclis’e yalnızca karşı çıkış olgumuz değil, bizi bunu yapmaya götüren nedenlerdir.

Kurucu Meclis’i kapris, sabit fikir veya karşı çıkmış olma anlayışıyla reddetmiyoruz. Zaten onu “kayıtsız şartsız’’ reddetmekle kalmıyoruz: Bu redde tamamen mantıksal bir tarzda varıyoruz.

Rusya Anarko Sendikalistler Konfederasyonu

Gerçekten de Sosyal Devrim döneminde emekçiler için önemli olanın yeni yaşamı, yukarıdan, otoriter bir politik merkez aracılığıyla değil; aşağıdan, bizzat ve dolaysız ekonomik organlarının yardımıyla tertip edebilir olmaları olarak görüyoruz.

Kurucu Meclis’i reddediyoruz, zira onun yerine bambaşka bir “kurucu’’ kurum, doğal bir biçimde, aşağıdan birleşmiş bir emek organizması koyuyoruz. Dolayısıyla, Kurucu Meclis’i reddediyoruz zira onun yerine başka bir şey öneriyoruz. Bu diğer şeyin Kurucu Meclis tarafından rahatsız edilmesini istemiyoruz.

Bolşevikler bir yandan emekçilerin doğrudan ve sınıfsal örgütlenmesini (Sovyetler, vb.) kabul ediyorlar, ama diğer yandan Kurucu Meclis’i, bu aptalca ve yararsız organizmayı koruyorlar.

Bu ikiliği çelişkili, zararlı, alabildiğine tehlikeli görüyoruz. Bu Bolşeviklerin, gerçek sosyal-demokratlar olarak, “politika’’ ve “ekonomi’’, “otorite’’ ve otoritesizlik, “parti’’ ve “sınıf’’ sorunlarında genel olarak bocalamalarının kaçınılmaz sonucudur. Ölü önyargıları kesin ve tam olarak reddetmeyi göze alamıyorlar, zira bu onlar için yüzme bilmeden denize atlamak anlamına gelecektir.

Çelişkiler içinde bocalamak, bir proleter Devrim sırasında ana ödevlerini iktidarın örgütlenişi olarak gören insanlar için kaçınılmazdır! Bu “iktidar örgütlenişi’’ni reddediyoruz, zira tam da onun yerine “Devrim’in örgütlenişi’’ni koyuyoruz. “İktidarın örgütlenişi’’ mantıksal olarak Kurucu Meclis’e varıyor.

“Devrim’in örgütlenişi’’ de mantıksal olarak başka bir kurtuluşa varıyor; bu kurtuluşta Kurucu Meclis’e yer yok, bu kurtuluşta Kurucu Meclis ket vurucu. İşte Kurucu Meclis’i bu nedenlerle reddediyoruz.

Bolşevikler, ta başından ona egemen olmak veya çoğunluğu Bolşevik olmazsa (o ortamda olanaklı bir şey olan) dağıtmak kararıyla Kurucu Meclis’i toplamayı tercih ettiler.

Dolayısıyla Kurucu Meclis Ocak 1918’de toplandı. Üç aydır iktidarda olan Bolşevik Parti’nin tüm çabalarına rağmen Meclis çoğunluğu Bolşevik karşıtı oldu. Bu sonuç anarşistlerin kaygılarını tamamen haklı çıkardı. “Emekçiler, diyordu anarşistler, politik komedilerle uğraşmaksızın, ekonomik ve sosyal kuruluş işlerini sükûnet içinde sürdürürlerse, nüfusun büyük çoğunluğu, başka bir törene gerek olmaksızın sonuçta onları izleyecektir. Oysa şimdi sırtta bu yararsız iş taşınıyor…’’

Yine de ve “çalışmaları’’ donuk ve genel bir kayıtsızlık atmosferinde (herkes, gerçekten de, bu kurumun yararsızlığını ve kırılganlığını görüyordu) devam eden bu Kurucu Meclis’in çarpıcı yararsızlığına rağmen, Bolşevik hükümet onu dağıtmakta tereddüt gösteriyordu.

Kurucu Meclis’in, nihayet dağıtılması için bir anarşistin neredeyse tamamen rastlantısal bir müdahalesi gerekti. Pek bilinmeyen bu tarihsel olay şöyle oldu.

Tarihin cilvesi, gerçekten de bir anarşistin, bir Kronştadt bahriyelisinin, Anatoliy Jelezniyakov’un Bolşevik hükümet tarafından Kurucu Meclis merkezinin muhafız birliğinin başına atanmasını istedi.

Günlerdir, Kurucu Meclis’te politik parti önderlerinin hiçbir yararı olmayan, gece yarılarına kadar bitmek bilmez söylevleri, muhafız birliğini yoruyor ve umutsuzluğa sevk ediyordu.

Bir gece, Bolşevikler ve Sol Sosyalist-Devrimciler sağın temsilcilerine yönelik gözdağı veren bir açıklamadan sonra durumu terk ettiklerinde ve söylevler birbirini izlerken birliğin başındaki Jelezniyakov görüşmelerin sürdüğü salona girdi, başkanlık koltuğuna yaklaşarak başkana (sağ Sosyalist-Devrimci V. Çernov’a) şöyle dedi: “Oturumu kapatın, lütfen, adamlarım yoruldu!’’

Sarsılan, öfkelenen başkan protesto etti: “Size muhafız birliğinin yorulduğunu söylüyorum’’, diye ısrar etti Jelezniyakov. “Sizden toplantı salonunu terk etmenizi rica ediyorum. Zaten bu gevezeler meclisinden gına geldi! Yeterince gevezelik ettiniz! Haydi çıkın!’’

Kurucu Meclis bunu yerine getirdi.

Bolşevik hükümet bu olaydan yararlanarak Kurucu Meclis merkezini askeri olarak işgal etti ve ertesi gün fesih kararnamesini yayınladı. Ülke kayıtsız kaldı. Daha sonra hükümet bu edimi Sovyetler Yürütme Konseyi önünde haklı gösterdi. Dolayısıyla her şey “hükümet’’in iradesini, ilk kez, “yönetilenler’’in, yeni halkın iradesiyle çelişkiye düştüğü güne kadar “uygun biçimde’’ ilerledi. O zaman da her şey değişti. Bu Şubat 1918’de Alman taarruzu vesilesiyle meydana geldi.

BREST-LİTOVSK BARIŞI.- Ekim Devrimi’nin ertesinde Rusya’ya karşı savaşan Alman kumandanlığı tereddüt ediyor, olayların gelişimini bekliyor ve doğan durumdan en çok yararı sağlama manevraları yürütüyordu.

Şubat 1918’de, kendini hazır hisseden Alman kumandanlığı kararını verdi ve devrimci Rusya’ya karşı bir taarruz başlattı.

Tutum almak gerekiyordu. Rus ordusu savaşamayacak halde olduğundan her türlü direniş olanaksızdı. Duruma bir çözüm bulunması gerekiyordu. Bu çözüm, aynı zamanda, Devrim’in ilk sorununu, savaş sorununu da çözüme kavuşturmalıydı.

Bu durumda olanaklı iki çözüm vardı:

a) Cepheyi terk etmek: Alman ordusunun devrim içindeki muazzam ülkede macera peşinde koşmasına izin vermek; tecrit olmasını kışkırtmak, onu tedarik üslerinden kopartmak, ona karşı bir partizan savaşı yürütmek, onun moralini bozmak, onu parçalamak, vb. böylece Sosyal Devrim’i savunmak amacıyla onu ülkenin derinliklerine çekmek; daha önce 1812’de başarıyla uygulanmış ve Rusya gibi muazzam büyüklükteki bir ülkede her zaman için geçerli kalan çözüm.

b) Alman kumandanlığıyla görüşmelere girişmek. Ona barış teklifinde bulunmak, koşulları ne olursa olsun bunu ele alıp kabul etmek.

Danışılan işçi örgütlerinin, sol Sosyalist-Devrimcilerin, Maksimalistlerin, anarşistlerin hemen hemen tümü birinci çözümden yanaydı. Onlara göre yalnızca bu davranış tarzı Sosyal Devrime yakışırdı; yalnızca bu, generallerinden ve yöneticilerinden bıkmış Alman halkıyla görüşmeye olanak verirdi; yalnızca bu Rusya’daki devrime muazzam bir atılım sağlayabilir ve bunun sonucunda Almanya’da ve başka yerlerde Devrim’in başlaması umudunu verebilirdi. Özcesi, daha önce belirttiğimiz gibi, bu çözümün -bir tür gerçekten etkileyici doğrudan eylem-, verili koşullarda ve Rusya gibi bir ülkede, Devrim’i savunmanın biricik doğru yönetimi olduğu kabul ediliyordu.

Bu konuda Golos Truda’da (24 Şubat 1918 tarihli sayı: 27) Devrimci Anlayış Üzerine başlıklı bir makalede şöyle deniyordu:

İşte Devrim’in belirleyici bir dönemecindeyiz. Öldürücü olabilecek bir kriz kapıda. Çalan saat çarpıcı bir netlikte ve istisnaî bir trajiklikte. Durum nihayet açık. Sorun ivedi olarak çözüme kavuşturulmalıdır. Birkaç saat içinde hükümetin Almanya’yla barış imzalayıp imzalamadığını öğreneceğiz. Rus Devrimi’nin tüm geleceği ve dünya olaylarının bundan sonraki akışı bu güne, bu dakikaya bağlı. Almanya’nın teklif ettiği koşulların ne gizli saklı yanı var ne de itiraz kaydı.

Gerek politik partilerin birçok ünlü üyesinin, gerekse hükümet üyelerinin fikirleri artık biliniyor. Hiçbir yerde görüş birliği yok. Bolşevikler içinde de görüş ayrılıkları var. Sol Sosyalist-Devrimcilerde de. Halk Komiserleri Konseyi’nde de. Petrograd Sovyeti’nde de, Yürütme Konseyinde de. Kitlelerde de, atölyelerde de, fabrikalarda da ve de kışlalarda. Taşranın fikriyse henüz yeterince bilinmiyor…

(Yukarıda söylediğimiz gibi: Gerek sol Sosyalist-Devrimcilerin, gerekse Petrograd’daki ve taşradaki emekçi kitlelerin görüşü, isteyen süreçte Alman generalleriyle barış antlaşması imzalanmasına karşı olarak belirlendi.)

Alman ültimatomunun süresi 48 saattir. Bu koşullarda, istense de istenmese de, kesinlikle hükümet çevrelerinde sorun tartışılacak, karar hızla verilecek. En korkuncu da bu…

Bizim kendi görüşümüze gelince, okurlarımız bunu biliyorlar. Başından itibaren “barış görüşmeleri’’ne karşıyız. Bugün de antlaşma imzalanmasına karşı çıkıyoruz. Bir partizan birliği direnişinin hemen ve aktif örgütlenişinden yanayız. Hükümetin barış talep eden telgrafının iptal edilmesi gerektiğini düşünüyoruz: Meydan okuma kabul edilmeli ve Devrim’in akıbeti doğrudan doğruya ve açık bir biçimde dünya proleterlerinin eline verilmelidir.

Lenin barışın imzalanmasında ısrar ediyor. Aldığımız bilgiler doğruysa, büyük bir çoğunluk onun arkasından gidecek. Antlaşma imzalanacak.

Bu olasılığı aşırı trajik bulmamamıza izin veren, bu Devrim’in nihai yenilmezliğine olan samimi inancımızdır. Ne var ki barışı bu tarzda yapmak, Devrim’i uzun bir zaman içinde güçsüzleştirerek, aşağılayarak, çarpıtarak ona ağır bir darbe indirecektir; buna kesinlikle inanıyoruz.

Lenin’in gerekçelerini, özellikle Devrimci Lafazanlık Üzerine (Pravda no: 31) başlıklı makalesinden gayet iyi biliyoruz. Bu gerekçeler bizi ikna etmedi.

Yazar, bundan sonra Lenin’in gerekçelerinin sıkı bir eleştirisini yapıyor ve bitirirken buna karşı kendi gerekçesini şöyle ortaya koyuyor:

Önerilen barışın kabul edilmesinin Devrim’i yavaşlatacağı, onu aşağılayacağı, uzun süre güçsüz, kansız, renksiz kılacağı kesin kanaatine sahibiz… Barışın kabul edilmesi Devrim’e boyun eğdirecek, diz çöktürecek, onun kanatlarını kesecek, onu yerlerde süründürmek zorunda bırakacak… Zira devrimci anlayış, mücadelenin büyük coşkusu, dünyanın kurtuluşu büyük fikrinin harika uçuşu Devrim’den kopartılıp alınacaktır.

Dünya için ise ışık sönecektir.

Komünist Parti Merkez Komitesinin çoğunluğu, başlangıçta birince çözümden yana tutum aldı. Ne var ki Lenin bu gözü pek karardan korktu. Hakiki bir diktatör olarak, kesin emirlerle ve kulis oyunlarıyla birtakım şefler ve politikacılar tarafından yürütülmediği takdirde kitlelerin hiçbir eylemine güven duymuyordu. Almanların önerdiği barış reddedilirse Devrim için ölüm tehlikesi var olduğunu ileri sürdü. Düzenli bir ordu kurmaya olanak verecek bir “geri çekilme’’ gereğini ilan etti.

Devrim’den bu yana ilk kez Lenin kitlelerin görüşüne ve hatta kendi yoldaşlarının görüşüne meydan okuyordu. Yoldaşlarına, olacaklardan sorumluluk taşımayacağı ve kendi iradesi uygulanmazsa hemen istifa edeceği tehdidinde bulundu. Yoldaşları da, “Devrim’in büyük önderi’’ni kaybetmekten korkuya kapıldılar. Geri adım attılar. Kitlelerin görüşü bile bile ayaklar altına alındı. Barış imzalandı.

Böylece ilk kez “proletarya diktatörlüğü’’, proletaryaya üstün geldi. İlk kez Bolşevik iktidar kitlelere korku salmayı, kendi iradesini onunkinin yerine geçirmeyi, diğerlerinin görüşünü hiçe sayarak kendi başına hareket etmeyi başardı.

Brest-Litovsk barışı emekçi halka Bolşevik hükümet tarafından dayatıldı. Halk, savaşı bambaşka bir tarzda bitirmeyi düşünüyordu. Ne var ki hükümet her şeyi ayarlamayı kendisi üstlendi. Gelişmeleri hızlandırdı, olayları zorladı ve böylece kitlelerin direncini kırdı. Sonuçta onları susturmayı, boyun eğmelerini, zorunlu pasifliklerini sağlamayı başardı.

Bu civcivli saatlerde ünlü Bolşevik N. Buharin (bilahare ünlü Moskova Mahkemeleri sırasında infaz edildi) ile rastlantıyla karşılaşmamı hatırlıyorum. Onunla eskiden, New York’ta tanışmıştık. Rusya’da hiç karşılaşmamıştık. Örgütümüzle ilgili bir iş için gittiğim Smolnıy’deki (o sırada Petrodrag’da Bolşevik hükümetin merkezi) koridorlardan birinden hızla geçerken Buharin’i koridorun bir köşesinde bir grup Bolşevik’in ortasında elini kolunu sallayarak tartışırken fark ettim. Beni tanıdı ve işaret etti. Yanına gittim. Söze herhangi bir giriş yapmaya gerek görmeksizin, heyecanlı bir biçimde barış sorununda Lenin’in tutumundan şikayet etmeye koyuldu. Lenin’le tamamen farklı görüşte olmasına üzülüyordu. Bu noktada, sol Sosyalist-Devrimcilerle, anarşistlerle ve genel olarak kitlelerle tam bir görüş birliği içinde olduğunu vurguladı. Öfkeyle Lenin’in hiçbir şey duymak istemediğini, Lenin’in “başkalarının görüşünü hiçbir biçimde ciddiye almadığını’’, “iradesini ve hatasını herkese dayatmaya çalıştığını ve iktidarı bırakmakla tehdit ederek partiye korku saldığını’’ dile getirdi. Buharin’e göre Lenin’in hatası Devrim bakımından ölümcüldü. Onu korkutan da buydu.

– “Ama”, dedim ona, “Lenin’le aynı fikirde değilseniz, bunu dile getirip ısrar etmeniz gerekir. Zaten yalnız da değilsiniz. Ayrıca tek başına bile olsanız, sanıyorum, Lenin kadar bir görüşe sahip olma, bunu kabul ettirme, yaygınlaştırarak savunma hakkına sahipsiniz.”

– “Yok”, diye kesti sözümü, “böyle düşünmeyin: Bunun ne anlama geleceğini bir tasavvur edin: Lenin’e karşı mücadele etmek? Bu korkunç olur. Bu otomatik olarak benim partiden ihracımı getirir. Bu, tüm geçmişimize, tüm disiplinimize, mücadele yoldaşlarımıza karşı bir başkaldırı anlamına gelir. Partide bir bölünmeye yol açmak, diğer muhalifleri beraberimde götürmek, Lenin’in partisiyle mücadele edecek başka bir parti kurmak zorunda kalırım. Bak dostum, sen beni yeterince tanırsın: Ben parti şefi olacak ve Lenin’e ve Bolşevik Parti’ye savaş açacak güçte miyim? Hayır, kendimizi kandırmayalım. Bende şef olma kumaşı yok. Ayrıca olsaydı bile… Hayır, hayır, yapamam, bunu yapamam.”

Çok duygulanmıştı. Başını ellerinin arasına aldı. Neredeyse ağlayacaktı. Acelem olduğundan ve tartışmayı uzatmanın bir yararı olmayacağını hissederek onu umutsuzluğuyla baş başa bırakıp ayrıldım.

Bilindiği gibi, daha sonra Lenin’in tezine -belki de sadece görünürde- katıldı.

Yeni hükümet ile yönetilen halk arasındaki ciddi görüş ayrılığı bu oldu. Kendini dayatan iktidar lehine çözümlendi.

Bu ilk sahtekârlık oldu. Bu sadece ilk adımdı, ama en zoru. Bundan sonra olaylar “Tek başlarına’’ ilerlemek durumundaydı. Emekçi kitlelerin iradesinin üzerinden bir kez cezalandırılmaksızın atlanınca, eylem inisiyatifi bir kez ele geçirilince, yeni iktidar, Devrim’in etrafına, deyim yerindeyse, bir kement attı. Sonrasında kitleleri peşinden sürüklenmeye mecbur bırakmak ve sonuçta buna alıştırmak için, kitlelere her türlü inisiyatifi onun ellerine bıraktırmak için, kitleleri onun otoritesine tümüyle boyun eğdirmek için ve nihayet tüm Devrim’i bir diktatörlük boyutlarına indirgemek için kemendi sıkması yeterli olacaktı.

Nitekim fiilen de bu oldu. Zira kaçınılmaz olarak her hükümetin tutumu budur. Devletçi, merkeziyetçi, politik ve hükümetsel ilkeye elini sürmeyen her Devrim’in yolu kaçınılmaz olarak budur.

Bu yol bir yokuştur. Bu yokuşa bir kez girildi mi, kayma kendiliğinden olur. Artık onu hiçbir şey durduramaz. Başlarda ne yönetenler, ne de yönetilenler bunun farkına varır. Yönetenler (samimi oldukları sürece) rollerini yerine getirdiklerine ve gerekli, kurtuluşçu bir işi sürdürdüklerine inanırlar. Büyülenmiş, iyice sıkıştırılmış, tabi olmuş yönetilenler izler… Nihayet birinciler ve özellikle de ikinciler hatayı anladıklarında vakit artık çok geçtir. Geri dönmek olanaksızdır. Hatta herhangi bir şeyi değiştirmek bile olanaksızdır. Ölümcül yokuşta aşırı yol alınmıştır. Yönetilenler gözü pek bir biçimde haykırsalar ve bu tehlikeli yokuştan geri döndürmek üzere yönetenlere karşı çıksalar da artık çok geçtir!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Bolşevikler İktidarda: Anarşistler ile Bolşevikler Arasındaki Anlaşmazlıklar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/04/bolsevikler-iktidarda-anarsistler-ile-bolsevikler-arasindaki-anlasmazliklar/feed/ 0
Devlet Çatırdıyor https://meydan1.org/2020/10/25/devlet-catirdiyor/ https://meydan1.org/2020/10/25/devlet-catirdiyor/#respond Sun, 25 Oct 2020 18:01:43 +0000 https://meydan.org/?p=65722 TC Devleti mahkemelerinin verdiği kararlara artık uyulmuyor. Üstelik bunu sadece idare yapmıyor, bizzat mahkemeler de yargı kararlarını tanımamaya başladı. Bu durum “Adalet yok!” türünden cümlelerle geçiştirilecek bir durum da değil. Verilen kararın adaletli olup olmaması tartışılmıyor. Hiçbir şekilde yorum bırakmayan bir mahkeme kararına rağmen karara uyulmamasından bahsediliyor. Evet, Enis Berberoğlu kararından bahsediyoruz. Aslına bakılacak olursa […]

The post Devlet Çatırdıyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

TC Devleti mahkemelerinin verdiği kararlara artık uyulmuyor. Üstelik bunu sadece idare yapmıyor, bizzat mahkemeler de yargı kararlarını tanımamaya başladı. Bu durum “Adalet yok!” türünden cümlelerle geçiştirilecek bir durum da değil. Verilen kararın adaletli olup olmaması tartışılmıyor. Hiçbir şekilde yorum bırakmayan bir mahkeme kararına rağmen karara uyulmamasından bahsediliyor. Evet, Enis Berberoğlu kararından bahsediyoruz.

Aslına bakılacak olursa TC Devleti yıllardan beri büyük bir hukuk krizinin ortasında. 15 Temmuz’da başlayan bir süreçten çok 15 Temmuz’la görünür hale gelen bir kriz söz konusu. Fethullah Gülen’in devlet kademelerinde, özellikle yargı mekanizmalarında örgütlenmesine göz yumulmuş ve AKP’nin kendi çıkarlarıyla paralel olan bu yargıyı ele geçirme sürecinde kazan-kazan politikası güdülmüştü. Bu birlikteliği bozansa 17-25 Aralık’ta Fethullah Gülen’e bağlı savcı ve hakimlere eşlik eden polislerin gerçekleştirdiği operasyonlar sonucunda birçok ses kaydı, para görüntüleri ve skandalın ortaya çıkması olmuştu. Kolluk kuvvetleriyle yargı arasında çıkan çatışma o dönem için ötelenmiş ancak 15 Temmuz’la birlikte yüzlerce hakimle savcının ihracıyla ve ardından gelen Olağanüstü Hal (OHAL) ilanıyla yargı krizi gittikçe derinleşmişti.

İktidar, politik olarak gücünün yetmediği noktada mahkemeleri -göstere göstere- devreye sokmaktan çekinmiyor. Öyle ki devletlerin iç politikalarına “istemeden de olsa” karışmamakta özenle davranan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bile Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala kararlarında daha önce hiç yapmadığı bir şekilde mahkeme kararlarının siyasi olduğuna karar verdi. İlk olarak Demirtaş kararında verilen ve Demirtaş’ın tutukluluğunun devam etmesinin siyasi bir karar olduğunu söyleyen AİHM kararı, sadece TC Devleti açısından da değil AİHM açısından da bu anlamda bir ilk anlamı taşıyordu.

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu kararla ilgili olarak “Bizi bağlamaz. Karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz.” demiş, gerçekten de mahkemeler aracılığıyla karşı hamleyi yapmış ve işi bitirmişti. Son yıllarda siyasi alanda Erdoğan’a en büyük zorluğu çıkaran Demirtaş hala hapiste.

Buraya kadar sayılan uygulamalar, kararların adaletsiz olup olmamasını veya siyasi olup olmadığını ele alıyordu. Mahkemelerin zaten varlıkları itibariyle siyasi karar verdiğini göz önüne aldığımızda bunları anlamlandırmak zor olmuyordu. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin son olarak verdiği Enis Berberoğlu kararı bu şekilde anlamlandırılabilecek bir karar değil. Artık mahkemelerin varlıkları hiçbir anlam ifade etmemeye başladı çünkü verdikleri ve beğenilmeyen kararlara uyulmuyor. Anayasa Mahkemesi’nin kararı, yerel mahkeme olan İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından açıkça reddedildi ve karara uyulmadı. Normal bir süreçte olması gereken, Hakimler Savcılar Kurulu’nun bu kararı veren hakimler hakkında inceleme başlatması. Ancak bu kararı veren mahkeme heyetinin başındaki hakim Akın Gürlek’in daha önce “ihtiyaç duyulduğunda” farklı mahkemelerde görev yaparak Selahattin Demirtaş, Canan Kaftancıoğlu, ÇHD’li avukatlar ve Sözcü Gazetesi yazarlarına ceza veren hakim olduğunu düşündüğümüzde böyle bir uygulamanın olmayacağı açık.

Daha önceki dönemde Anayasa Mahkemesi ve yerel mahkemeler karşı karşıya gelmişti. Yerel mahkemeler, Anayasa Mahkemesi kararını uygulamamakta direndi ama eninde sonunda Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararı bir şekilde karşılık buldu. Enis Berberoğlu örneğinde Anayasa Mahkemesi -yerel mahkemeye hiçbir seçenek bırakmadan- yerel mahkemenin ne yapması gerektiğini oldukça açık bir şekilde ifade etti. Ancak yerel mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin varlığının bir anlam ifade etmediği anlamına gelen bir karar vererek bu karara direndi.

Bu karardan sonra olanlar ise devletin çatırdadığının sesinden sonra fotoğrafını verdi. Anayasa Mahkemesi üyesi hakim Engin Yıldırım, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Enis Berberoğlu hakkında verilen “yeniden yargılama’” kararını tanımamasına karşılık olarak Anayasa Mahkemesi’nin fotoğrafını “Işıklar yanıyor.” notuyla paylaştı. Anayasa Mahkemesi üyesine yanıtsa muhatabından, İçişleri Bakanlığı’ndan, bir paylaşımla geldi. İçişleri Bakanlığı’nın resmi sosyal medya hesabından yapılan paylaşımda bu sefer bakanlığın fotoğrafı paylaşılarak “Işıklarımız hiç sönmüyor.” notu düşüldü. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararının arkasındaki güç bu anda kendini gösterdi. Devletin çatırdadığı fotoğraflar ışıklar içinde geldi.

Bu karardan sonra yine mahkeme kararlarının tanınmadığına yönelik bir örnek, bu sefer İzmir’den geldi. İzmir Barosu kanunlarda yazılı takvimine uygun olarak genel kurul yapılacağını ilan etmişti. Ancak ilçe seçim kurulu, İçişleri Bakanlığının baroların ve meslek kuruluşlarının yapacağı etkinlikleri Covid-19 tedbiri bahanesiyle 1 Aralık’a kadar erteleme kararına atıfta bulunarak genel kurulun yapılamayacağı yönünde karar verdi. Bu kararın yürütme durdurulması istemiyle açılan davada İzmir 1. İdare Mahkemesi, ilçe seçim kurulunun kararının yürütmesini durdurdu. Yani mahkemenin verdiği bu kararla İzmir Barosu genel kurulunu yapabilecekti.

Ancak İzmir Konak 1. İlçe Seçim Kurulu, İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin İzmir Barosu’nun genel kurulunun ertelenmesine ilişkin yürütmenin durdurulması kararını tanımadı. Ve genel kurulun yapılamayacağına karar verdi. İzmir Barosu üyeleri genel kurulu gerçekleştirmek için gittiklerinde toplantının yapılacağı salonun polis tarafından sarıldığını ve barikatlar kurulduğunu gördü. Bu uygulamanın baroların bölünmesine ilişkin kanun değişikliğinden sonra yapıldığı düşünüldüğünde iktidarın amacı açık bir şekilde ortaya çıkıyor.

İçişleri Bakanlığı, Anayasa Mahkemesi’nden sonra bu sefer İzmir 1. İdare Mahkemesi’yle karşı karşıya. İçişleri Bakanlığı’nın ışıkları yanmaya, devlet çatırdamaya devam ediyor. Işıklar içinde.

Gökhan Soysal

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayınlanmıştır.

The post Devlet Çatırdıyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/10/25/devlet-catirdiyor/feed/ 0
Yeni Bir Dünyaya Umutla https://meydan1.org/2020/10/23/yeni-bir-dunyaya-umutla/ https://meydan1.org/2020/10/23/yeni-bir-dunyaya-umutla/#respond Fri, 23 Oct 2020 16:02:56 +0000 https://meydan.org/?p=65680 Sorular soralım kendimize, cevapları devrim olan. Yaşamak ama nasıl yaşamak? Her sabah 5’te uyanıp evden çıkmak, sıkış tepiş binmek bir otobüse; sıcakta terlemek, soğukta ıslanmak, geç kalmak. Biz hep geç kalırız; eve, işe zamansızlıktan geç kalırız. Geç kalmanın utancıyla fabrikanın, şirketin kapısında kalırız. Ödenmeyen faturalar tek tek kesilir. Kesmeye gelen de bizden biridir ama yine […]

The post Yeni Bir Dünyaya Umutla appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Sorular soralım kendimize, cevapları devrim olan.

Yaşamak ama nasıl yaşamak?

Her sabah 5’te uyanıp evden çıkmak, sıkış tepiş binmek bir otobüse; sıcakta terlemek, soğukta ıslanmak, geç kalmak. Biz hep geç kalırız; eve, işe zamansızlıktan geç kalırız. Geç kalmanın utancıyla fabrikanın, şirketin kapısında kalırız. Ödenmeyen faturalar tek tek kesilir. Kesmeye gelen de bizden biridir ama yine de “kesme” derken utanırız. Yolun olmadığı yerlere gece gizli gizli konmamışsak evlerimiz hep kiradır bizim. Kira demek bitmeyen, sonlanmayan demektir ve aksamadan ödenmez. Aksatıp ödeyemediğinde de utana utana konuşursun ev sahibiyle. Anne ya da babaysan evin ihtiyacını karşılayamazsın, utanırsın çocuklarından. İlkokula giden, gidemediği geziden utanır. Liseye giden, ayakkabısından eşofmanından. Üniversiteyi kazanamayan, dershanesizlikten; üniversiteli, yemekhane dışında yemek yiyememekten utanır. Kışın çamurlu ayakkabından, pantolonundan; yazın yapamadığın tatilden utanırsın.

Utanırsın çünkü duyguların, düşüncelerin vardır. Değerlerin vardır. Başkasının hakkını çalmazsın. Kıt kanaat yaşarken hakkını başkasıyla paylaşırsın. Değerleri olmayan utanmaz; çalmaktan, çırpmaktan, sömürmekten utanmaz. Sen utanırsın.

Utanmaktan utanma. Bu utanç bizi insan yapandır. İnsanı insan yapan. Biz insanca yaşarız değerlerimizle, yoksuluz diye vazgeçmeyiz. Ama yoksul da yaşanmaz. Kabullenmemek gerekir yoksulluğu. Kim kabullenir ki? Ya “böyle gelmiş böyle gider” deyip dizilerle, filmlerle, maçlarla, yarışmalarla dolu illüzyon bir dünyada yaşayan kabullenir yoksulluğu ya da cennete gitmek için allahın bir armağanı diye düşünen. Halbuki karşı konulması gereken bir şeydir yoksulluk. Adaletsizliktir, tutsaklıktır. Değişmesi, devrilmesi gereken bir şeydir. Devrim düşüncesini beğenelim ya da beğenmeyelim, istediğimiz budur: Her şeyin değişmesi. Yoksulluğumuzun, yoksunluğumuzun değişmesi; çoğunluğun fakir, azınlığın zengin oluşunun değişmesi; fakirlik, zenginlik gibi kavramların olmadığı bir dünyayı yaratacak değişiklik. Yani devrim. İşte bizim için yaşamak adalet ve özgürlük inancından vazgeçmemektir. Umutla yaşamaktır.

Umut ama nasıl bir umut? 

Yaşadığımız bu dünya devletlerin, şirketlerin dünyasıdır. Ve biz bir şekilde yaşıyoruz bu dünyada. Yalancı bir umut mu sağlıyor bunu, anlamadığımız her şeye rağmen yaşamamızı? Yalancı umut, fakirken bir gün zengin olacağına inanmaktır. Zenginleşip mutlu olacağına inanmaktır. Bu umut, zenginlerin kazancına kazanç katmak için çalışmanı sağlar. “Ben de zengin olacağım.” derken hep fakir kalırsın, zenginler ise hep zengin. Yalancı umut, kazanman için bir başkasının kaybetmesini söyler sana. Ne sen kazanırsın ne de kazanmak için vurduğun kazanır, ikiniz de kaybedersiniz. Yalancı umut sadece kendini kurtarmaktır. Kendini kurtarırsan her şeyin değişeceğini sanmanı sağlar. Sen yalnızlaşırsın; yalnızlaştıkça seni şekillendirmek, sömürmek kolaylaşır. Yalancı umut, emekli olunca mutlu olacağını savunur. Gençliğin geçer, “keşke”lerle yaşlılığın geçer. Yalancı umudun her vaadi maddi değildir, manevi vaatleri de vardır. Tüm bunlarla yaşarken manevi olanları da kazanmak için yaşarsın. Şimdi için değil yaşamını yitirince kazanacağın cennet için. Bu da basittir. Kurallar vardır, kurallara uyarsan cenneti kazanırsın ve bu kurallar, kapitalizmle karşı karşıya gelmeyen kurallardır. Kim fakir kim zengin diye düşünmek gereksizdir. Hatta fakirliğin, cenneti kazanman için fırsattır. Allahın bir fırsatı. Yalancı umut, şimdiki dünyada zenginliği kazanmanın, sonraki dünyada cenneti kazanmanın umududur.

Gerçek umut bu yoksul yaşamını sorgulamakla başlar. Üretmek nedir? Tüketmek nedir? İhtiyaç nedir? Emir nedir? Komut nedir? Suç nedir? Ceza nedir? Kira nedir? Mal nedir? Mülk nedir? Benim nedir? Bencillik nedir? Rekabet nedir? Patron nedir? İşçi nedir? Sorgularken sorular bitmez. Adalet nedir? Özgürlük nedir? Gerçek umut, sora sora oluşacak farkındalıkla içinin içine sığmamasıyla sürer; içinde isyan hissedersin. Umut, bu sorgulamanın içinde kendi kendini bulmuştur. Her şeyi değiştirme isteğidir bu. Devrimin gerekliliğinin ve gerçekliğinin anlaşılmasıyla başlayan umut. İşte bu umuttan korkar kapitalizm. Bu umudu, yalancı umutlarla kafaları karıştırıp değersizleştirmeye çalışır. Devrim hepimiz için umut ama gerçek bir umut. Yalancı umutlar gibi geleceğin muammalarında değil şimdi şu anda burada başlayan şeydir.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Yeni Bir Dünyaya Umutla appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/10/23/yeni-bir-dunyaya-umutla/feed/ 0
Meydan Gazetesi’nin 54. Sayısı Çıktı: “Yeni Bir Dünyaya UMUTLA” https://meydan1.org/2020/10/22/meydan-gazetesinin-54-sayisi-cikti-yeni-bir-dunyaya-umutla/ https://meydan1.org/2020/10/22/meydan-gazetesinin-54-sayisi-cikti-yeni-bir-dunyaya-umutla/#respond Thu, 22 Oct 2020 14:05:28 +0000 https://meydan.org/?p=65604 Anarşist Meydan Gazetesi’nin 54. sayısı “Yeni Bir Dünyaya UMUTLA” manşetiyle – basılı olarak – çıktı. Gazetenin Bu Sayısında Yer Alan Yazıların Bazıları: Hakkınız Ödenmez – Nergis Şen İç İçe Krizler İşsizlik, Yoksulluk, Korona – Sergen Saka Devlet Korktukça Kaybettikçe Saldırıyor Devrimci Avukatlara Saldırılar Sürüyor – Gökhan Soysal Devletin Bana Verdiği Yetkiye Dayanarak – İren Gülser […]

The post Meydan Gazetesi’nin 54. Sayısı Çıktı: “Yeni Bir Dünyaya UMUTLA” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Anarşist Meydan Gazetesi’nin 54. sayısı “Yeni Bir Dünyaya UMUTLA” manşetiyle – basılı olarak – çıktı.

Gazetenin Bu Sayısında Yer Alan Yazıların Bazıları:

  • Hakkınız Ödenmez – Nergis Şen
  • İç İçe Krizler İşsizlik, Yoksulluk, Korona – Sergen Saka
  • Devlet Korktukça Kaybettikçe Saldırıyor
  • Devrimci Avukatlara Saldırılar Sürüyor – Gökhan Soysal
  • Devletin Bana Verdiği Yetkiye Dayanarak – İren Gülser
  • Ataerkil Zihniyet Tamir Edilemez – Nazlı Şen
  • 10 Ekim’i Unutmak Yok Affetmek Yok
  • Online ya da Yüz Yüze Eğitilmeyeceğiz – Eylül İncekaya & Umut Aydemir
  • Devletin Arkeoloji Politikası: Bilim ve Milliyetçilik – Zeynel Çuhadar
  • Devlet Çatırdıyor – Gökhan Soysal
  • Ulaşıma Çözüm mü Sorun mu? E-Scooter – İlyas Seyrek
  • Ödüllendirilen Açlık – Sergen Saka
  • Selefiler – Tarikatlar İktidar Savaşında – Emrah Tekin
  • Devletlerin Savaşları Bitmiyor Halklar Birbirine Düşman Ediliyor – Fuat Çakır
  • Sınır Aşırı Müdahaleciliğinin Sınırı – Emrah Tekin
  • Korona’da Duyarsızlaşma – Şeyma Çopur
  • Göçmen Değil Göç Sorunu – Batuhan Çotur
  • Adil Aşının Adaleti – Emircan Kunuk
  • Madrid Mahallelerinde Salgın Bahanesiyle Sınıfsal Tecrit – Jorge Martin
  • Ne Kanun Ne Hapishane Faşizm Sokakta Yenilir – Çeviri: Rıdvan Gezegen
  • Röportaj – Ankara’da Devrimci Anarşizmin bayrağını Yükseltenler: Karala
  • Röportaj – Uruguay’da Örgütlü Anarşizm ve FAU
  • 1000 Maskeli Devlet
  • Yeni Bir Dünyaya Umutla
  • Anarşizm Nedir? – Alexander Berkman/ Çeviri: Mercan Doğan
  • İktidarın Hapishane Stratejisi – Burak Aktaş
  • Hapishanelerde Kalıcı OHAL – Abdülmelik Yalçın
  • Barselona, Bavyera, Pireneler Faşizmle Mücadelede Anarşistler – Şamil Parlak
  • Bolşevikler İktidarda: Anarşistler ile Bolşevikler Arasındaki Anlaşmazlıklar
  • Yıkmak Yaratmaktır – Anarşist Gençlik
  • Anarşist Arkeoloji Tartışması (1): Tipolojiye Karşı Arkeolojik Paradigmaya Eleştirel Bir Yaklaşım – Çev. Zeynel Çuhadar
  • Anarşist Yayınlar (24) : Avustralya’da Anarşist Yayınlar (1)
  • Darwinistler Tartışıyor : Reformcu Filozof ve Anarşist Coğrafyacı – İlyas Seyrek
  • Anarşist Sanatçılar Dizisi (1) : Fabrizio De André – Meltem Çuhadar
  • Seyirlik Sömürü – Ahmet Soykarcı
  • Bir 2020 Distopyası – Mercan Doğan
  • Kılavuz Kavramlar (2): Devrim
  • Yaşamak İçin Direniş ve İşgal – Burak Aktaş

The post Meydan Gazetesi’nin 54. Sayısı Çıktı: “Yeni Bir Dünyaya UMUTLA” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/10/22/meydan-gazetesinin-54-sayisi-cikti-yeni-bir-dunyaya-umutla/feed/ 0
“Silahların Şehri”nde Aklanan Faşistler https://meydan1.org/2020/05/20/silahlarin-sehrinde-aklanan-fasistler/ https://meydan1.org/2020/05/20/silahlarin-sehrinde-aklanan-fasistler/#respond Wed, 20 May 2020 11:35:22 +0000 https://meydan.org/?p=58739 Bundan birkaç yıl önce, İspanya’da faşist darbenin mimarı General Francisco Franco’yu anmak için bir grubun sokakta bir provokasyon gerçekleştirdiğine yönelik haberler dünya basınına sunulmuştu. Anmayı Nudo Patriota Espanol, Movimiento Catolico Espanol ve Patriotas gibi faşist gruplar düzenlemişti. “Kirli geçmişinin” üzerinden yıllar geçen Barselona’da bu anma büyük ölçüde tepkiyle karşılanmış, binlerce kişilik anti-faşist eylemler düzenlenmişti. Avrupa’nın […]

The post “Silahların Şehri”nde Aklanan Faşistler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bundan birkaç yıl önce, İspanya’da faşist darbenin mimarı General Francisco Franco’yu anmak için bir grubun sokakta bir provokasyon gerçekleştirdiğine yönelik haberler dünya basınına sunulmuştu. Anmayı Nudo Patriota Espanol, Movimiento Catolico Espanol ve Patriotas gibi faşist gruplar düzenlemişti. “Kirli geçmişinin” üzerinden yıllar geçen Barselona’da bu anma büyük ölçüde tepkiyle karşılanmış, binlerce kişilik anti-faşist eylemler düzenlenmişti.

Avrupa’nın genelinde yükselen neo-faşist dalga, bugün “far-right” diye tabir edilen sağcı hükümetlerin zeminini hazırlayan sürece işaret ediyordu aslında. O günlerde çekinerek sokağa çıkan faşistler, şimdi de çeşitli kültür sanat araçlarıyla acaba geçmiş günahları aklama peşine mi düştü?

Film Boyunca Dolaşan Darbe Hayaleti

2018 yılında, yönetmen Dani de la Torre tarafından çekilen “La sombra de la ley” (İng.: Gun City yani Silahların Şehri) Netflix’e yüklenmesiyle daha geniş bir izleyici kitlesiyle buluştu. Jaime Lorente, Luis Tosar, Michelle Jenner gibi, takipçileri tarafından tanınmış oyuncuların yer aldığı filmde, 1900’lerin başlarında Barselona’yı izliyoruz. Anarşistler tarafından organize edilen tren soygunuyla başlayan film boyunca polisler, gazino sahibi patronlar, silahlı paramiliter gruplar ve asker arasındaki şiddet gözler önüne seriliyor, ancak mesele -tabiri caizse- bu kadar “liberal” bir hatta kalmıyor.

İlk etapta kim olduğu bir gizem olarak bırakılan istihbarat görevlisi Anibal Uriarte üzerinden şekillenen hikaye, anarşist devrimin gerçekleştiği yıllarda, anarşistlerin gösterilmesiyle devam ettiği için, bizim açımızdan ayrı bir dikkati hak ediyordu. Sözkonusu yıllara ilişkin çekilen filmlere dair özel bir ilgimiz olması, tarihsel muhatapları olarak da konuyu devrimci bir pencereden ele alma sorumluluğunu bizim üzerimize yüklüyor.

Filmin içeriğine devam edecek olursak, ilk sahnede bizlere gösterilen silah kaçakçılığı olayını aydınlatmak için harekete geçen Barselona polisinin başarısızlığı vurgulanıyor. Silah kaçakçılığını yönlendiren kapitalist baronların önünde el pençe divan durmaya zorlanan “vatansever” polisin imajının, nasıl da var olan “kaos” ortamıyla zedelendiğini izliyoruz. Dört bir yanını grevler sarmış İberya, sanki yüzyılların esaretlerine teker teker son verip ezenlerden hesap sormaya başlıyormuş gibi değil de krizde olan ülkenin ekonomisini daha da dibe batırıyormuş gibi gösteriliyor. Daha doğrusu krizin gerekçelerinden biri gibi resmediliyor.

Filmde gösterilen anarşistler arasında ise anlaşılmaz bir düşmanlık hakim. Tarihsel gerçekliklere dayandığı iddiasındaki filmin özellikle bu kısmında gerçeklik manipülasyona dönüşmeye başlıyor. Silahlı devrimi savunan ve grevlerle kapitalizmi yıkmaya çalışan anarşistler arasında büyük bir gerginlik varmış havası estirdikten sonra yönetmen, anarşizm tarihindeki trajik kayıplardan Salvador Seguí suikastini “anarşistlerin birbirini öldürmesi” olarak gösteriyor.

Burada kısa bir parantez açarak Seguí’nin kim olduğuna değinelim. 1887 yılında doğan Seguí, kısa süre içerisinde mücadele azmi, kararlılığıyla CNT içerisindeki en aktif devrimcilerden biri haline geldi. Grevlerin ve direnişlerin bu uzlaşmaz figürü, İspanyol kapitalistlerinin anarşist hareketi bastırmak için başlattığı saldırı dalgasının kurbanı oldu. 10 Mart 1923 günü, Kral XIII. Alfonso’nun tuttuğu kiralık katiller tarafından güpegündüz vurularak katledildi. İşverenler Federasyonu Başkanı Felix Graupera’nın isteğiyle gerçekleşen katliam, anarşistlerin kapitalizme ve faşizme karşı güçlü mücadelesini bastırmak için gerçekleştirilmişti. İspanya’da yaşayan ve filmi izlemiş bir yoldaşımızla konuştuğumuzda, bu gibi durumların, faşistlerin bizim aramızdaki sohbetlerden “aşırdığı” bazı hikayeleri, böyle yapımlardaki karalamalarla değiştirerek tekrar karşımıza çıkardığından bahsediyor.

Filme dönecek olursak, ana karakter Anibal Uriarte’nin polislerle kurduğu ilişkinin de bir istihbarat faaliyeti olarak ortaya çıkmasıyla beraber, işlerin biraz daha farklılaşmasıyla karşılaşıyoruz. Film boyunca izlediğimiz “şiddet dolu anarşistler”, “İspanya’daki hiçbir şeyi kontrol edemeyen basiretsiz polisler”, “uyuşturucu, silah kaçakçılığını elinde tutan ve devlet güçleri tarafından da kollanan kapitalist baronlar” arasında, Uriarte’ye emir veren pirüpak bir taraf bırakılıyor.

Bu taraf kim mi dersiniz? Devrimi isyan çıkararak bastırmaya kalkışan, ülke dışındaki faşist ittifak tarafından finanse edilen, dini ve kapitalist ideolojisiyle İspanya’yı onlarca yıl boyunca devlet şiddetiyle baskılamaya çalışan; bu baskıyı katliamlarla, suikastlerle, tutuklamalarla somutlayan ordu ve ordunun ileri gelenleri…

Evet yanlış duymadınız, filmin başından sonuna dek bütün olumsuzlukları anarşistlere, polise ve patronlara yükleyen yönetmen, yalnızca “darbe yapmak zorunda kalan” orduyu ayrı bir kefeye koyuyor. Filmin başından sonuna estirilen darbe rüzgarı, darbe olmasın diye “asayişi” sağlamaya çalışan, filmin tek “iyi” karakteri üzerinden anlatılıyor.

Yönetmen, filmin ardından yapılan bir röportajda kendisine yöneltilen “O günlerde İspanya tarihini yazan toplumsal olayların, bugün de farklı varyasyonlarla devam ettiği”ne dair soruya şöyle cevap veriyor: “O zamanların spesifik bazı taleplerinden kadınlar için oy hakkı, fabrikalarda çalışma saatlerinin azaltılması veya çocuk işçiliğine son verilmesinin uzun zaman önce yerine getirildiği ve bir rahatlama yaşadığımızı söyleyebiliriz.” diyerek aslında artık bütün bunların aşıldığı mesajını veriyor. “O zamanlar hayatlarını feda eden sendikacılarımız vardı, bugün sendikalar burjuvalaştırıldı.” diyerek dalga geçer gibi manipüle ettiği, geçmişin mirasıyla mücadeleye devam eden sendikaları “burjuva” olarak karalamaya kalkıyor.

Sözün özü, filmin anlatım tekniklerine, sanatsal değerine vs. yoğunlaşmamıza izin vermeden, kara propaganda temalı filmler listemize almamıza yetecek kadar verinin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Devrimci mücadeleler sinemada, televizyonda, popüler birer nostalji olarak sıklıkla yer alıyor. Bu yapımları seyrederken dikkatli bir gözle bakmakta ve gerçeklerle karşılaştırmakta fayda görüyoruz.

Jorge Martin – Meltem Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Silahların Şehri”nde Aklanan Faşistler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/20/silahlarin-sehrinde-aklanan-fasistler/feed/ 0
Korona Krizi’nde Yalancı Medya https://meydan1.org/2020/05/19/58593/ https://meydan1.org/2020/05/19/58593/#respond Tue, 19 May 2020 12:09:06 +0000 https://meydan.org/?p=58593 İlk kez Aralık 2019’da Çin’de ortaya çıkan yeni tip korona virüsün yayılımının niteliği, tedavisi gibi konularda henüz net bilgiler bulunmuyor. Bunca bilgi eksikliği de yalan haberler, bilgi kirlilikleri ve çeşitli mitlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor. Korona İlacı Korona salgınının başlamasıyla beraber pek çok aşı ve tedavi haberleri ortaya çıktı. Küba’nın geliştirdiği İnterferon Alpha-2B’nin (IFNrec) tedavide […]

The post Korona Krizi’nde Yalancı Medya appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
İlk kez Aralık 2019’da Çin’de ortaya çıkan yeni tip korona virüsün yayılımının niteliği, tedavisi gibi konularda henüz net bilgiler bulunmuyor. Bunca bilgi eksikliği de yalan haberler, bilgi kirlilikleri ve çeşitli mitlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor.

Korona İlacı

Korona salgınının başlamasıyla beraber pek çok aşı ve tedavi haberleri ortaya çıktı. Küba’nın geliştirdiği İnterferon Alpha-2B’nin (IFNrec) tedavide kullanıldığı ve virüsü engellediği söylendi. Bu bilgi sosyal medyanın da etkisiyle her yere yayıldı. Ancak IFNrec adlı bu ilaç, asıl olarak 1986’da geliştirilmiş bir ilaç olup hepatit ve lösemi gibi hastalıklara karşı bağışıklık düzenleyici olarak görev yaparak semptomların azalmasını sağlıyor.

Bağışıklık sisteminin bir ögesi olan interferonlar, akyuvarlar tarafından üretilen sitokin adı verilen protein gruplarına ait moleküllerdir ve virüsün hücre ile teması sonrası aktive edilirler. Virüslü hücrede sentezlenerek, komşu hücrelerin daha fazla virüs üretmesini engellerler. Bu işlem sırasında virüsün etki ettiği hücre tipine (solunum, sindirim, boşaltım vb.) göre farklı semptomlar görülür. Bunların en bilindik olanları ise -solunum yolları hücrelerine bulaşan Covid-19’da da görülen semptomlar olan- yüksek ateş, kuru öksürük ve yorgunluktur.

Nitekim hâlihazırda virüsle savaştığı için interferon salgılayan vücuda daha fazla interferon yüklemesi yapmak, bağışıklık sistemini daha da agresifleştirerek ilacın faydasından çok yan etkilerini göstermesine neden olacağı için Covid-19’un tedavisinde birincil tercih olması mümkün değil. İlacın korona virüsün yol açtığı solunum problemlerini azalttığı, tedavi için denendiği ve hastalarda etki ettiği doğru. Ancak “tedavisi bulundu” başlıklı haberlerde yazdığı kadar da rahat kullanılması, interferonların çalışma mekaniği sebebiyle pek olası görünmüyor.

Sürekli Su İçmek ve Tuzlu Su Gargarası

Covid-19 -en azından resmi olarak- henüz Türkiye’ye gelmemişken bile virüse karşı alınabilecek önlemler çeşitli televizyon programlarında tartışıldı. Bunlardan en çok gündem olanı, henüz akciğere ulaşmamış virüsü sürekli su içerek mideye hapsedip öldürmek ve tuzlu su ile ağız gargarası yapmak oldu.

Özellikle WhatsApp gruplarında yayılan bilgiye göre virüs vücuda girdikten sonra 4 gün boyunca boğazda kalıp kuru öksürük yapıyor -ki bu aslında virüsle karşılaşan bağışıklık sistemimizin oluşturduğu bir tepkidir. Bu mantıkla hareket edildiğinde eğer virüs boğazda duruyorsa onu su ile aşağı ittirip mide asidinde boğmamız mümkün olmalı. Ancak bunun doğru olduğunu varsaydığımızda bile -ki bazı örneklerde insan dışkısında da virüse rastlanmış- 120 nanometre boyutunda olan virüsün solunum sistemine kolaylıkla sıçraması mümkün. Tabi her dakika su içmemiz mümkün olmadığı için de bunun “15 dakikada bir” yapılması öneriliyor.

Ancak yapılan araştırmalarda Covid-19’un 4 gün boğazda “beklediğine” ve öksürük yaptığına dair herhangi bir bulgu bulunmamakta. Kaldı ki virüsün ortalama kuluçka süresinin 2-14 gün arasında değiştiği ve semptomların hiç oluşmayabileceği de biliniyor.Aynı mesajda önerilen tuzlu su gargarası, virüs yaşadığımız coğrafyaya henüz sıçramamışken bile defalarca tartışıldı. Televizyon programlarında görmeye alışkın olduğumuz bilimciler tarafından korona virüse karşı etkili bir önlem olarak lanse edildi. Yarım litre suya 5 çay kaşığı tuz katılarak günde 6 defa yapıldığı takdirde boğazı temizleyip virüsü öldüreceği ve bulaşmasını engelleyeceği söylenen gargara, tartışmalı bir önlem olarak adından sıkça söz ettirdi.

Grip ve faranjit gibi hastalıkların yol açtığı boğaz ağrısı, burun akıntısı gibi semptomları azaltmakta etkili olduğu bilinen ve kanıtlanmış olan tuzlu su gargarasının Covid-19’u öldürdüğüne ya da bulaşmasını engelleyebileceğine dair herhangi bir veri bulunmamakta.

Tam aksine, “denemekten zarar gelmez” diyerek uygulandığında, yakıcı tuz yüzünden ağızda yara açarak ağız florasını bozabilir, vücudu enfeksiyonlara karşı daha savunmasız hale getirebilir. Üstelik bireylerin ve toplumun, salgın tedirginliği yüzünden tavsiye edilen bu “önlemlerde” aşırıya kaçması da büyük bir olasılık.

Komplo Teorileri ve Sansasyonel Açıklamalar

Virüs, çeşitli komplo teorilerini de beraberinde getirdi. Madonna’nın geçtiğimiz sene çıkardığı albümün kapağındaki “Smith Corona” marka daktilodan komplo teorilerinin vazgeçilmezi “The Simpsons” dizisinin Japonya’dan kargo yoluyla dünyaya yayılan virüsü tahmin etmesine kadar pek çok komplo teorisi zihnimizde yer kapladı.

Yalan haberlerin ve teorilerin arasından belki de en “mantıklı” geleni, Kuzey Kore’de virüs ile enfekte olduğu söylenen iki kişinin idam edilmesi oldu. Kapalı ve baskıcı bir hükümete sahip olan Kuzey Kore’de, kendisinden günlerdir haber alınamayan devlet lideri Kim Jong-un’un böyle bir “önleme” başvurmuş olması hiç kimse için şaşırtıcı olmazdı.

Dünyada en çok karşılık bulan komplo teorisi ise 5G baz istasyonlarının Covid-19’u yaymasıydı. 5G’nin virüsü yaydığı iddiası, neredeyse salgınla yaşıt. İddiaya göre geçtiğimiz sene virüsün açığa çıktığı Wuhan’da denenmeye başlayan 5G teknolojisini kullanan baz istasyonlarının yaydığı dalgalar, istasyonların çevresinde yaşayanların bağışıklık sistemini baskılayarak virüse karşı savunmasız kalmalarına sebep oluyor. Yerli komplo teorisyenlerinin de ilgisini çeken bu safsata, kendisine en çok İngiltere’de karşılık buldu. Komplo teorisyenlerinin “baz istasyonlarına karşı bir şey yapma” çağrısına uyan yüzlerce kişi, sosyal medya üzerinden örgütlenerek ülkede 50’den fazla baz istasyonuna Nisan ayı boyunca sabotaj yaptılar ve istasyonları ateşe verdiler. Tabi baz istasyonlarının yaydığı dalgaları kullanarak virüs bulaştırmak biyolojik olarak mümkün olmadığı gibi 5G teknolojisi de ilk defa Wuhan’da denenmedi.

Her zamanki gibi sansasyonel başlıklarla ilgi çekmeye çalışan çeşitli medya organları gerçek dışı iddialara çanak tuttu. ABD ve Çin’de yürütülen küçük çaplı araştırmalardaki verileri adeta cımbızlayarak piyasaya salan medya, akıllara 70’li yıllara kadar sigara firmaları tarafından fonlanan, bazı aktör ve doktorların oynadığı, “Sigara sağlığa yararlıdır” ve “Boğazınızın sağlığı için…” temalı sigara reklamlarını getirdi.

Yapılan araştırmalar, halihazırda korona olan ve sigara kullanımı dışında farklı risk faktörlerine de sahip olan bireylerin oranına odaklanıyordu. Bu araştırmayı en azından daha tutarlı bir taraftan referans alan Fransız bilimci Jean-Pierre Changeux ve ekibi, nikotinin virüse karşı olası faydalarına dair geniş çapta araştırma başlatacaklarını ancak böyle bir kanıya varmak için henüz çok erken olduğunu belirtti. Eğer nikotinin önleyici etkisi kanıtlanırsa tütün firmalarının lobi çalışmalarına başlayacağını ön görebiliriz. Ancak başka yöntemlerle alma imkanı varken -tek başına bile zararlı olan- nikotini sigara içerek almak, beraberinde en az korona kadar kötü rahatsızlıkları da getirecektir.

Korona virüs tüm gerçekliğiyle yaşamımızdaki etkisini sürdürürken her geçen gün yenisi çıkan yalan haberler, yiyip içtiğimizden giydiğimize; aldığımız tedbirlerden psikolojimize kadar yaşamlarımızda belirleyici hale geliyor. Bu süreci sağlıklı atlatabilmek için yapacağımız en iyi şeylerden biri her duyduğumuza inanmamak ve kuyuya atılan her taşın arkasından atlamamak.

Emircan Kunuk

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Korona Krizi’nde Yalancı Medya appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/19/58593/feed/ 0
Ya Donakal Ya Kaç Ya da Savaş https://meydan1.org/2020/05/17/ya-donakal-ya-kac-ya-da-savas/ https://meydan1.org/2020/05/17/ya-donakal-ya-kac-ya-da-savas/#respond Sun, 17 May 2020 10:00:05 +0000 https://meydan.org/?p=58554 Korona krizi ve ardından gelen karantina uygulaması nedeniyle her gün yeni yazılar, tespitler, yapılması gerekenler ve gerekmeyenler listesi ortalığa saçılıyor. Komplo teorilerini, hiçbir fayda sağlamayacak uygulamaları dinlemek ve okumakla günlerimiz geçiyor. Pek çok insan karantinada kaçıncı günde olduğunu saymayı bıraktı. Sahi hangi aydaydık? Mart çok mu uzun geçiyor? Kış bitmiyor mu derken, günler geceler birbirine […]

The post Ya Donakal Ya Kaç Ya da Savaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Korona krizi ve ardından gelen karantina uygulaması nedeniyle her gün yeni yazılar, tespitler, yapılması gerekenler ve gerekmeyenler listesi ortalığa saçılıyor. Komplo teorilerini, hiçbir fayda sağlamayacak uygulamaları dinlemek ve okumakla günlerimiz geçiyor. Pek çok insan karantinada kaçıncı günde olduğunu saymayı bıraktı. Sahi hangi aydaydık? Mart çok mu uzun geçiyor? Kış bitmiyor mu derken, günler geceler birbirine karışıyorken akıl sağlığını korumaya yönelik öneriler de birbiri ardına dizilmeye başladı.

Hemen hemen herkes, psikiyatrik ve psikolojik olarak içinde bulunduğumuz sürece dair kendince bir söz üretmeye çalışıyor. Bu yazı, tüm bu psikolojik/psikiyatrik gerçekleri göz önünde bulundurarak sistemin argümanlarına farklı bir yerden bakmayı amaçlıyor.

Tehlike ile İlk Karşılaşma; Bundan Kaçabilir Miyim?

Psikolojiye göre en basit tabiriyle travma, bireyin fiziksel ve zihinsel bütünlüğünü tehdit eden olay ya da durum ve bunun çeşitli nedenlerle tetiklenerek devam etmesi, süreklilik haline dönüşmesidir. Toplumsal travma ise yaşayan bir organizma olan toplumun ortak acılar yaşaması olarak tarif edilebilir. Savaş, sürgün, katliam, kaza, afet, salgın hastalık; etnik kimlik, cinsel kimlik ve yönelim temelli zorbalık ve şiddet gibi durumlar toplumsal travma olarak nitelendirilebilir. Yani özellikle bu coğrafyada yaşayan insanlar için toplumsal travma olarak adlandırılan şey, o kadar da yabancı bir duygu değil veya karantina ile ilk kez yaşamımıza girmiş de değil. Ancak aradaki büyük farkı es geçmemek gerek. Bu kez toplumun daha büyük bir kesimi bu travmayı yaşıyor ve toplumsal travmalar birbirlerinin üstüne eklenerek büyüyor.

Doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bu durumun içerisinde olanlar için dehşet, çaresizlik, acı, öfke, donukluk, yalnızlık gibi belki de olumsuz olarak adlandırılabilecek tüm duygular dalga dalga topluma yayılmakta. Kimilerinin yaşantısı pek bir değişikliğe uğramadan devam ederken kimilerinin yaşamı tepetaklak olmuş durumda. Tüm bunlardan daha da olumsuz olan, yaşamlarımızın düzenlenmesini elinde bulundurduğunu iddia eden devletin, varlığı nedeniyle, sürekli olarak, organize bir biçimde bu travmayı tetiklemesi. İki saat kala sokağa çıkma yasağı olacağının duyurulması, sağlık sisteminin “sorunsuz” işliyor gibi gösterilmesi tetikleme için yerinde örneklendirmeler. Diğer taraftan sürekli maruz kalınan -ne yazık ki alışkın olduğumuz- faşist söylemler, eleştiri yöneltenlere yönelik gözaltılar, çeşitli dayanışma kampanyalarının yasaklanması, düşmanlık söyleminin körüklenmesi içinde bulunduğumuz süreci daha da çekilmez kılıyor.

Hiçbir Şey Yapmayabilirsin: Donakalmak

Her birey, kendi travmatize olmuş alanında evdeki yaşantıyı sürdürebilmek adına bir dizi tavsiyeye maruz kalıyor. Özellikle sosyal medyada sürekli dönüp duran “kaliteli zaman geçirmek” bireylere “olması gereken”miş gibi lanse ediliyor. “Hiçbir şey yapmaya vakit bulamıyorum diyenler için işte beklenen an” gibi söylemlerle “krizi fırsata çevirmek”ten bahsediliyor. Güzel yemekler yapmak, müzik dinlemek, resim çizmek, heykel yapmak, çocuklarla doyasıya oyun oynamak, yoga ve meditasyon yapmak, kaç zamandır okunması ertelenen kitapları okumak, filmleri izlemek ve daha niceleri…

“Kaliteli zaman geçirme” kavramı kesinlikle adaletli değil. Öncelikle karantinada bile çalışmak zorunda olan kargo işçileri, market işçileri, belediyelerin temizlik işçileri, inşaat işçileri gibi işçilerin -tabi ki yine işçiler- eskisinden çok daha fazla çalışmasını dolayısıyla bir o kadar daha fazla sömürülmesini beraberinde getiriyor. “Evde kalamayanlar”ın, kapitalist sistemde yaşamlarını sürdürebilecek ekonominin devamlılığını sağlamak adına yaşadıkları sorunlar katlanarak varlığını korurken bunun üzerine bir de hasta olma/taşıyıcı olma tedirginliği ekleniyor. Yetmezmiş gibi evlerinde kalma imkanı olanların “Neden dışarıdasınız?” ya da “Neden gereken önlemleri almıyorsunuz?” diye başlayan yargılayıcı tutumuna maruz kalıyor, dışlanıyorlar. Bu bireylerin kaliteli olarak bahsedilen zamandan geçirmeleri mümkün değil. Öte yandan, karantinadan dolayı iş yeri kapanan dolayısıyla işsiz kalan birey, şüphesiz ki en yaşamsal ihtiyacı olan beslenme ve barınmanın derdine düşecektir. Bu gibi koşullarda zaten yeterince travmatize olmuş bireylere “kaliteli zaman” önerileri travma konusunda daha da tetikleyici olacaktır.

Bir şekilde şanslı olup evde kalabilenler de “kaliteli zaman geçirmek” furyasına dahil olmak durumunda değil. Psikiyatristlerle ortak çalışmaları ile tanınan yazar David Kessler korona krizi ve karantina sürecini bir çeşit yas olarak tanımlamakta. Yani birini kaybetmemizin ardından yaşanan psikolojik süreç ile aynı duygu durumu varlığını gösterebilir. Kessler’e göre bu durum beş basamaktan oluşuyor. Birinci basamak inkar: “Virüs bizi etkilemez.” Ardından öfke geliyor: “Evde kalmama neden oluyor ve aktivitelerimi elimden alıyorsunuz.” Üçüncü basamak ise pazarlık: “Birkaç zaman evde kalırsam her şey eskisi gibi olacak değil mi?” Sonrasında gelen depresyon genellikle bu durumun ne zaman sona ereceğini bilememek ile kendisini gösteriyor. Ve en son kabullenme: “Bu olay gerçekleşiyor ve nasıl devam edeceğimi keşfetmeliyim.”

İşin kabullenme kısmına gelebilmek tabi ki çok uzun bir süreç ve içerisinde pek çok farklı denklemi barındırıyor. Şiddet gören bir kadın, çocuk veya LGBTİ’nin psikolojik olarak var olan durumu kabullenmesinden söz edilemez. İşsiz kalmış, düzenli geliri olmayan ve akşama ne yiyeceğinin derdine düşmüş birey için de aynısı geçerli. Ancak yine de bir şekilde evde kısmi de olsa güvenilir bir ortamda bulunabilenler için kabullenmeye dair çeşitli ipuçları mevcut.

Tüm gün belki televizyon karşısında, belki elde telefonla, bomboş ve hiçbir şey yapmadan donuk biçimde zaman geçiren kişiler de oldukça fazla, kısacası bir şekilde tüm önerileri kulak ardı edebilenler var.

Don-Kaç-Savaş veya Mücadele Et!

Ormanlık alanda otlayan geyik bir anda karşısına çıkan aslan tarafından, tüm kaçma çabalarına rağmen, yakalanır. Aslan geyiği dişlemeye başlar; geyik önce biraz çırpınır, sonra bakışları tamamen donar. Nefes aldığına dair hiçbir belirti yok. Az sonra birkaç sırtlan gelir ve onlarla çatışmaktan çekinen aslan geyiği oracıkta bırakıp uzaklaşır. Geyiğin gözler donuk, bedeninde en ufak bir yaşam ifadesi yok. Aradan on dakika gibi bir süre geçer ve nefes alış verişleri görünür hale gelir. Önce biraz titremeye başlar, beş dakika sonra ayağa kalkar ve son sürat, tüm gücüyle koşmaya başlar. Kameraların onu takip edemeyeceği kadar koşar, koşar… Bu bir sinir sistemi tepkisi: don-kaç-savaş.

Polyvigal teoriye göre yaşamımızı tehdit eden bir saldırı anında sinir sistemimiz üç farklı tepki ile karşılık verir; saldırı karşısında savaşmak, kaçmak veya donmak. Korona krizi başladığından bu yana hissettiğimiz güvensizlik duygusu karşısında şu an ne yapacağını bilemez bir halde donakalmış olmak aslında sinir sistemimizin bir uyarısı. Yani “hiçbir şey yapmamak” -tam da bu sebepten- geyiğin ölü taklidi yapması gibi, yaşamın içinde her daim var olan, çok olağan bir tepki. Kaçmak ise pek gerçekleşebilecek bir tepki değil gibi duruyor. Peki savaşmak veya başka bir deyişle mücadele etmek mümkün mü?

Bireyin en büyük yaşamsal ihtiyaçlarından biri olan toplumsallığın, kendinden başka insanlarla iletişim ve ilişki kurma halinin, bir şekilde tehlikeye dönüştüğü söyleniyorsa bununla nasıl mücadele edilebilir? Şüphesiz ki bunu cevabı dayanışmadadır. Fiziksel olarak mesafelenmek asla sosyal anlamda mesafelenmeyi gerektirmez.

Devletin yetkililerinden kapitalizmin uzmanlarına kadar herkesin kullandığı sosyal mesafe kavramı oldukça yanlıştır çünkü içinde bulunduğumuz süreç, yalnızca fiziksel anlamda mesafelenmeyi gerektirmektedir. Hayatta kalabilmek için gereken sosyal mesafelenme değil toplumsal dayanışmadır. Toplumsal dayanışmaysa devletlerin ve özel şirketlerin sadece gövde gösterisinden ibaret “yardım kampanyaları” değil, bizlerin dayanışmasıdır. Empati, Cola Cola’nın reklam panolarına yazdığı şey değildir; hiçbir ekonomik geliri olmayan komşunun yemek alışverişini karşılamaktır. Bizleri bu tehlikeden(!) kurtaracak olan da zihinsel sağlığımızı korumayı destekleyecek olan da “biz” olmaktır.

Ece Uzun

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Ya Donakal Ya Kaç Ya da Savaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/17/ya-donakal-ya-kac-ya-da-savas/feed/ 0
Veba Günlüklerinde Gündelik Yaşam https://meydan1.org/2020/05/06/58054/ https://meydan1.org/2020/05/06/58054/#respond Wed, 06 May 2020 05:06:49 +0000 https://meydan.org/?p=58054 Yıl altmış beş, Londra / Dehşetengiz bir veba / Yüz bin can oldu heba / Ben ise hala hayatta!” Böyle son bulur Veba Yılı Günlüğü. Kapandığımız evlerin içinde birçoğumuzu huzursuzlukla baş başa bırakan korona virüs salgınını yaşarken uğradığı her yere ölümün kokusunu taşıyan veba salgınına tanık oluruz bu günlükle. Daniel Defoe Veba Yılı Günlüğü’nü 1722’de […]

The post Veba Günlüklerinde Gündelik Yaşam appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Yıl altmış beş, Londra / Dehşetengiz bir veba / Yüz bin can oldu heba / Ben ise hala hayatta!”

Böyle son bulur Veba Yılı Günlüğü. Kapandığımız evlerin içinde birçoğumuzu huzursuzlukla baş başa bırakan korona virüs salgınını yaşarken uğradığı her yere ölümün kokusunu taşıyan veba salgınına tanık oluruz bu günlükle. Daniel Defoe Veba Yılı Günlüğü’nü 1722’de kaleme alır ancak günlükte bahsedilen yıl, kitabın sonundaki dörtlükte de yazdığı gibi, 1665’tir. Defoe, anlattığı dönemde henüz 5 yaşındadır ve bu yüzden birinci ağızdan anlattığı dönemin bir kurgudan ibaret olup olmadığı tam olarak bilinmez. Kimilerine göre Defoe’nun amcası Henry Foe’nun günlüğünden yola çıkılarak yazılmıştır.

Hangisinin gerçek olduğu da bilinmez ancak anlatılan her şey oldukça gerçekçidir. Okuyan, vebanın kol gezdiği sokaklarda bulur kendisini; görür, duyar, hisseder, koklar. Her gün öyle çok insan vebadan ölür ki ölüm, soğukluğunu kaybetmiştir artık. Sokak kenarlarında yığılmış bedenler olağanlaşır, gelişigüzel bir bezle bedeni sarmalanıp kazılan çukurlara “atılan” cesetler, korkuya ve acıya dayanamayıp mezara girmeye çalışanlar, sokaklarda sıkılı dişleri ve yumruklarıyla bağırarak dolaşanlar, günahlarının affolması için dua ederek merhamet dileyenler… Günlükte anlatıldığı haliyle veba, imkansız görünenin mümkün hale geldiği, düşünülemeyecek olanın gerçekleştiği bir salgındır.

Defoe kitaba, neden günlük yazdığını açıklayarak başlar. Londra’da yaşayan, eyer imalatıyla uğraşan anlatıcı, veba hastalığı yaşadığı topraklara uğradığı anda birçokları gibi vebadan nasıl kaçacağını düşünmeye başlar. Bir yandan kaçıp kurtulmayı bir yandan kalıp salgın boyunca kentte yaşananları yazmayı ister. Son kararı, çeşitli tesadüflerin de etkisiyle, kentte kalmak ve yazmak olur:

“…Bakarsınız benden sonra da biri benzer bir sıkıntıya düştüğünde yine benzer bir seçim yapmak zorunda kalır. Aldığım bu notlar yapıp ettiklerimin tarihçesi değil kişinin eylemlerine rehber olsun diyedir. Yoksa şahsen yaşadıklarımın kimsenin gözünde zerre kadar önemi olmadığının farkındayım.”

Anlatıcı kentte kalmayı “seçmiş” olsa da kentte kalmanın birçok kişi için zorunluluk olduğunu görürüz. Kent, her şeyden önce, kalabalık olduğu için terk edilesi bir yer olarak anlatılırken vebanın bulaştığı kimseler, birkaç iyileşme rivayeti dışında, günler içinde ölmektedir ve hastalıktan kurtulmanın tek yolu ondan kaçmaktır. Kaçanlar arasında kimler yoktur ki… Kentin ileri gelenleri bir yana, kral ve maiyeti kenti ilk terkedenlerden olur: “…hastalık onların yanlarından bile geçmemişti.” der anlatıcı. Kentte geriye kalanlar, kaçacak hiçbir yeri olmayanlardır: Evsizler, yoksullar, hizmetçiler…

Günlük, bir bakıma, kentin dış çeperlerindeki muhitlerde kalıp ölümün gelişini seyretmek zorunda bırakılan bu insanların anlatısıdır. Anlatıcının söylediği haliyle “en umutsuz durumda olanlar” buralarda yaşayanlardır. Vebayı korku içinde bekleyen ve günü gelip kendisine bulaştığında bir “kurban” gibi teslim olmaya hazırlanan yoksulların bekleyişi çoğunlukla “hayatta kalabilmek için iki lokma isterken” ya da evin içinden yükselen çığlık sesleriyle son bulur. “Hastalandıklarında ne yiyecek bir şeyleri, ne ilaçları, ne onlara yol gösterecek hakim veya eczacı, ne de bakacak hemşireleri vardı.” der anlatıcı, sefilliğin en uç noktasındaki bu insanları anlatırken.

Birikmiş parası olan, hastalığın yayıldığı haberini aldığında stok yapar ve salgının en can yakıcı bulaşıcılığa ulaştığı dönemleri evinde geçirebilir. Yoksullar ise stok yapamaz ve pazara gitmek için sürekli sokağa çıkmak zorundadır. Böylelikle hasta olan ya da hastalığının farkında olmayan birçok kişi pazara gelir, pazardan dönen birçok kişi sessiz sedasız, ölümü de kendisiyle taşır.

Hizmetçiler, hiç değilse ailenin diğer üyelerini yaşatabilmek için çalışmayı sürdürür ve çoğunlukla zengin ev sahibinin yazgısındaki son, onun da sonudur. Çoğunluğu kadınlardan oluşan bu hizmetçilerin en büyük korkusu vebaya yakalanmak değil işine son verilmesidir. Gerçekten birçoğunun işine, yoksul olduğu ve hastalığın yoksullar tarafından bulaştırıldığı düşüncesiyle son verilir. Ancak yoksulluk, yoksullara çalışmak dışında bir imkan tanımaz. Bu insanlar, hastalara bakmak ve ölüleri mezara taşımak gibi, hiç kimsenin yapmak istemeyeceği işleri bulduklarında bile hiç düşünmeden işe koyulur ve bu sayede para kazanırlar. Ne yazık ki bu insanlar arasında sahte ilaçla şifa dağıtan, büyüyle kendine inandıran, korkulardan beslenip umut satan fırsatçılara kazandığı paranın tümünü kaptıranların sayısı hiç az değildir.

Günlüğün sonuna gelecek olursak…

Bir yılın ardından veba Londra’yı terk eder, anlatıcının söylediğine göre son üç haftada bile 30.000 kişi ölmüştür ve veba salgını boyunca tam olarak kaç kişinin öldüğü asla gerçekten bilinemeyecektir. Çünkü anlatıcı bize verilerin eksik aktarıldığını, saklandığını ve gerçeği yansıtmadığını söyleyerek bitirir günlüğü. Yüz binlerce insanın yaşamını yitirmiş olmasının ardından her şeyin kolayca eski haline geldiğini söylemek zordur. İnsanların birbiriyle kurduğu ilişkide düşmanca tepkiler ortaya çıkar; mezar sayısının olağanüstü artışıyla evler ve mezarlar birbiriyle iç içe girer; yıkılmış, etkisizleşmiş, çökmüş bütün kurumlar yeniden kurulmaya başlanır. Ancak insanlar, hastalığın geçtiğine dair umutlanmaya başladığı andan itibaren, yaşadıkları “cehennemi” unutur ve tüm tedbirleri bir anda elden bırakarak tüm tehlike geçmişçesine eski yaşantısına dönmeye çalışır. Ölenler dünyayı terk etmişken kaçanlar kente döner; dindar olanlar Tanrı’ya insanlığı bu salgından kurtardığı için şükranlarını sunarken yoksullar vebayı atlatabildikleri için kendilerini şanslı sayarak yaşamayı sürdürür…

Aradan geçen üç yüz yıl “salgın” kavramına ve deneyimine dair birçok şeyi değiştirmiştirse de okuyanla kitap arasındaki gerçeklik ilişkisinin kurulabilmesini sağlayan en önemli etken, anlatılanların birçok yönüyle bugün de yaşanıyor olmasıdır. Değişmeyen şeylerden birisi de zenginler ve yoksulların salgından nasıl etkilendiğidir.

Şeyma Çopur

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.

The post Veba Günlüklerinde Gündelik Yaşam appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/06/58054/feed/ 0