panik – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 05 Jan 2017 15:26:48 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 “Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun https://meydan1.org/2017/01/05/hepimizin-panik-ohali-merve-arkun/ https://meydan1.org/2017/01/05/hepimizin-panik-ohali-merve-arkun/#respond Thu, 05 Jan 2017 15:26:48 +0000 https://test.meydan.org/2017/01/05/hepimizin-panik-ohali-merve-arkun/ 2010 yılında, Gürcistan’da yayın yapan bir televizyon kanalı, Rus tanklarının Gürcistan’a girdiği bir görüntüyü yayınladı. İki ülke arasında 2008 yılında yaşanan Güney Osetya Savaşı’nın ardından, Gürcistan halkı bu görüntülerle birlikte yeniden paniğe kapıldı. Programın başında gösterilen ve hemen ardından kaldırılan “simülasyon uyarısı”nı kaçıran binlerce Gürcistanlı, programda yayınlanan görüntülerin canlı olduğunu düşündü. İnsanlar yakınlarını aramaya başladı, […]

The post “Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

istanbul-explosion-6


Panikle Sıkıştırılıyoruz!

Siyasal iktidarlar, “ne pahasına olursa olsun toplumsal birliği sağlamak” amacıyla korkuyu sıkça kullanır. Böylelikle, en büyük meşruiyet kaynağı ve aracı olan korkuları üretir; kendi egemenliği için korkuyu toplum üzerinde sürekli kılar.



2010 yılında, Gürcistan’da yayın yapan bir televizyon kanalı, Rus tanklarının Gürcistan’a girdiği bir görüntüyü yayınladı. İki ülke arasında 2008 yılında yaşanan Güney Osetya Savaşı’nın ardından, Gürcistan halkı bu görüntülerle birlikte yeniden paniğe kapıldı. Programın başında gösterilen ve hemen ardından kaldırılan “simülasyon uyarısı”nı kaçıran binlerce Gürcistanlı, programda yayınlanan görüntülerin canlı olduğunu düşündü. İnsanlar yakınlarını aramaya başladı, telefon hatları tıkandı, binlerce kişi banka hesaplarındaki parayı çekmeye ve Gürcistan’dan kaçış planları yapmaya başladı. Televizyon kanalının 2008 yılından kalma görüntüleri yayınladığının ortaya çıkması üzerine, yüzlerce kişi kanal önüne yürüdü. Ama yaşanan bu kaotik durumun etkisiyle üç kişi çeşitli sebeplerle yaşamını yitirdi ve oluşan panik hali Gürcistan halkı üzerindeki etkisini bir süre sürdürdü.

Korkunun teorisyeni olarak bilinen Thomas Hobbes, ölüm korkusunun belirleyici olduğu kaotik halden kurtulmanın yolu olarak, bireyin tüm özgürlüklerini devredeceği çok güçlü bir egemen, bir Leviathan yaratmayı öneriyor; bireyin özgürlüğünden vazgeçip, bu Leviathan’ın kucağında derin bir uykuya dalmasını diliyordu. Hobbes’un 17. yüzyılda, Leviathan ile tasvir ettiği bu korku politikası, o günden bugüne otoriter rejimlerin en belirgin özelliği olarak karşımıza çıkıyor. Askeri darbelerin, sıkıyönetimlerin, OHAL’lerin bahanesi, iktidarlar tarafından her zaman kurtuluş ya da demokrasi olarak dillendirildi; ölüm, savaş, kriz gibi senaryoların zemini bu şekilde meşrulaştırıldı. Siyasal iktidarların uyguladığı baskı ve zulüm politikaları, topluma dayatılan korku üzerine inşa edildi.

Yaşadığımız coğrafyada, son bir yıldan bu yana onlarca bombalı saldırı yaşandı; bu saldırılarda yüzlerce kişi yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı. Hemen her saldırıdan sonra ana haber bültenlerinde aynı haberler yayınlandı: “Bomba korkusuyla sokaklar boşaldı”, “İstanbul’un trafik yoğunluğu, bomba korkusuyla en düşük seviyede”, “Halk canlı bomba korkusuyla eve kapandı”…

Peki, bir türlü bitmek bilmeyen bu saldırıların ardından yaşanan ve toplumsal her alanda giderek örgütlenen sadece korku mu oldu yoksa korku, kendisinin var olmasını tetikleyen hiçbir etmen olmadan da, artık gündelik yaşamlarımıza tezahür etmeye ve sürekli hale gelerek bir paranoyaya dönüşmeye mi başladı?

İktidar Aracı Olarak Korku ve Korku Politikası

Birey sosyal bir varlık olarak toplum içerisinde var olduğu andan itibaren, korku hissini çeşitli şekillerde deneyimler. Bu deneyimin en yoğunlaşmış hali ise, bireyin yaşantısını şekillendirip tahakküm altına almaya çalışan iktidarlar için kaçınılmaz bir araç olarak kullanılan korkuyla ortaya çıkar.

Siyasal iktidarlar, “ne pahasına olursa olsun toplumsal birliği sağlamak” amacıyla korkuyu sıkça kullanır. Böylelikle, en büyük meşruiyet kaynağı ve aynı zamanda aracı olan korkuları üretir; kendi egemenliği için korkuyu toplumsal alanların tümünde sürekli kılar.

İktidarın çeşitli araçları kullanarak ürettiği “toplumsal korku” ne kadar güçlü olursa, siyasal iktidara ve devlete bağlılık da o kadar güçlü; korku unsuru ilan edilen “öteki ve düşman” unsurlara karşı tepki ve cezalandırma yöntemleri de o denli şiddetli olur. Siyasal iktidarlar, bireylerin iradelerini iktidara teslim ederek korkuları yok edebilecekleri gerçeğini dayatır. Bu yok etmenin ise “öteki”den korkmamak için ötekiyi korkutarak korkudan izole olmakla ve korku kaynağı olan “öteki”yi yok etmekle; kurulu düzene boyun eğmekle; hakim beklentilere uygun davranıp, bu beklentileri yaşama yansıtmakla mümkün olduğunu iddia eder.

İktidarlar, yürüttükleri korku politikalarıyla, bireylerin kendilerini yaklaşmakta olan bir felaketin “potansiyel kurbanı” olarak görmelerini sağlayacak bir politik atmosfer yaratmayı hedefler. Bunu, akla değil, insan varoluşunun en zayıf noktalarından birine, korku hissine hitap ederek yaparlar. Kendi egemenliğini sürekli kılabilmek için, topluma yönelik korku politikasını da sürekli kılan iktidarlar, korkuyu üretip yaygınlaştırdıkça, egemenliğini daha da artırır.

İktidarın bireye ve topluma yönelik ürettiği korku, güçlü olan ve mağdur olan ilişkisini de beraberinde getirir. Bu ilişki, iktidar karşısındaki bireyi giderek daha sinik, daha mağdur ve korkularına daha mahkum birine dönüştürür. Birey, sürekli olarak hissettiği korkunun yarattığı paranoya ile kendi dışında bir iktidar tarafından yönetilmeye tamamen açık bir hale gelir, itaatkarlaşır.

Korkunun Örgütlenmesi Toplumsal Paranoya

Korkunun bir dehşet duygusuna dönüşmesi sonucu açığa çıkan panikle başlayan paranoya bireyin yalnızca kendisini ilgilendirirken; topluma yansımasıyla açığa çıkan “toplumsal paranoya” ise toplumun bütününü etkiler.

Nereden, kimden geleceği ya da nasıl olacağı belli olmayan saldırı ihtimali, güvensizlik, gündelik yaşamın rutininin bozulması, giderek toplumda etkisizleşen birey olma hali, statüsünü, işini, konforunu kaybetme korkusu panikletir. İktidarsa bu panik hallerinden faydalanarak kendi çıkarları doğrultusunda toplumu etkileyecek senaryolar üretir. Birey, bu senaryoların kıskacında kontrolünü giderek yitirir.

Yaşadığımız coğrafyada katliamlarla ve bombalı saldırılarla bu panik hali bugün giderek toplumsallaşmakta; toplumsal paranoya gündelik yaşamın rutinine hakim olmaktadır.Bu toplumsal paranoyanın, yaşamlarımızın nasıl bir parçası haline geldiğini anlamak için, birkaç örneğe göz atalım.

Temmuz 2015’te, İstanbul’da bir belediye otobüsünde yolculuk yapan ve sıcaktan terleyen Pakistanlılar canlı bomba zannedilmiş, polis tarafından gözaltına alınmıştı. Aynı yıl, 10 Ekim Ankara Katliamından iki gün sonra, Ankara metrosunda bir kadın “arkadaş canlı bomba” diye bağırarak bir yolcuyu işaret etmiş; yolcu kendisinin canlı bomba olmadığını ispat etmek için ceketinin önünü açsa da, metro içerisindeki arbede engellenememişti.

Geçtiğimiz 10 Aralık’ta Beşiktaş’ta yaşanan patlamadan hemen sonra, Trabzon’da belediye otobüsünde yolculuk yapan tansiyon hastası kadın, kullandığı holter cihazının kabloları sebebiyle canlı bomba zannedildi. Bursa’daysa röntgen çekilen M.O’nun kemer tokasındaki el bombası ve tabanca deseni röntgene yansıyınca, hastaneye polis çağrıldı; canlı bomba sanılan M.O gözaltına alındı.

Ankara’da Rus Büyükelçisi Andrey Karlov’a düzenlenen suikastın ardından, suikastı kimin-nasıl gerçekleştirdiği soruları henüz yanıt bulamamışken; Rusya’nın Türkiye’ye uygulayabileceği yaptırımların senaryosu ve olası bir ekonomik krizin ya da savaşın etkilerinin nasıl olacağının düşünülmesi bile, yalnızca ihtimalleri düşünen toplumda açığa çıkan korkunun ve paniğin bir örneği oldu.

Bu zaman dilimi içerisinde, siyasi ve ekonomik açıdan konuşulmaya başlanan komplo teorileri, bombaların gölgesinde büyüyen toplumsal paranoya halini daha da arttırdı. “Dolar yükseliyor”, “zamlar geliyor”, “ekonomik kriz kapıda” haberleri medyada sıkça dillendirilmeye başladıkça; toplumsal paranoyanın bu kez de ekonomik yansımalarını hissetmeye başladık.

Toplumsal Paranoyadan Beslenen İktidar

Spinoza, “İktidarın kitlelerin kederine ihtiyacı vardır” der. Yaşadığımız coğrafyada korku, özellikle içinde bulunduğumuz bu zaman diliminde, tıpkı kitlelerin kederi gibi, politikayla çok yakından ilişkili karşımıza çıkıyor. Savaş, bomba, ekonomik kriz, yoksulluk gündelik yaşama tutunmaya çalışan bizler için hayat, kalabalıklardan uzak güvende olduğu sanılan yerler aramakla geçiyor. Dolayısıyla, sosyal ve ekonomik krizlerin karşısında, yaşamımızı koruyabilmenin peşine düşüp, ne hapsedildiğimiz bu kriz hallerini ne de sıkıştırıldığımız “gerçeklik”leri sorgulayabiliyoruz. Büyük paranoyanın içinde; işe, okula ya da eve giderken bir bombanın hedefinde olmamanın kaygısına düşüp; toplumsal paranoyanın asıl kaynaklarından çok uzakta bir yerde, anlık korkuların esiri oluyoruz.

Sosyal alanlardaki “güven” unsuru kaybedildikçe; bunun yerini çatışma, gerginlik, düşmanlık kültürü ve toplumsallaşan paranoyalar alır. Bu durumda ise sürekli bir şeylerin tehdidi altında hissetmek ve gündelik yaşamın rutin döngülerini bile birer tehlike kaynağı olarak görmek söz konusu olur. Paranoyaya hapsolmuş bir toplumda, standart ve ortalama zihinsel kalıpların ötesinde; temeli korku, şüphecilik ve güvensizlik olan bir düşünce ve pratik sistemi işlemeye başlar.

Yaşamlarımızın savaş, bomba-ölüm ya da kriz kıskacında sıkışıp kalmasının; fiziksel ve psikolojik bütünlüğümüzün günden güne yıpranmasının ya da yok olmasının ve içinde bulunduğumuz sosyal-ekonomik koşulların bizi giderek tüketmesinin ana etmenlerinden biri de işte budur; toplumsal tüm alanlarda giderek örgütlenen bu paranoyak hal.

 

Merve Arkun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/01/05/hepimizin-panik-ohali-merve-arkun/feed/ 0
“Sıkıştırılıyoruz” https://meydan1.org/2016/12/29/sikistiriliyoruz-2/ https://meydan1.org/2016/12/29/sikistiriliyoruz-2/#respond Thu, 29 Dec 2016 10:51:33 +0000 https://test.meydan.org/2016/12/29/sikistiriliyoruz-2/ Farksız Sizin Bu, Şu, O HAL leriniz; Biz  HER HALİMİZDE SIKIŞTIRILIYORUZ Yaşamlarımızı sürekli baskılayan korku ve panikle; her gün-her saat durmaksızın bir hızla değişen gündemlerle; haber bültenlerinde, tartışma programlarında, gazetelerde, radyolarda bitmeyen tekrarlarla, “paylaş”larla, “retweet”lerle; bizleri “aptal” yerine koyup manipülasyondan beslenen medyayla; geçmişimizi, kimliğimizi ve hafızalarımızı silen kentsel dönüşüm ve yıkım politikalarıyla; özgürlüğümüzü tutsaklaştıran, iradesizleştiren […]

The post “Sıkıştırılıyoruz” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
kapak-deneme

Farksız Sizin Bu, Şu, O HAL leriniz; Biz 

HER HALİMİZDE SIKIŞTIRILIYORUZ

Yaşamlarımızı sürekli baskılayan korku ve panikle; her gün-her saat durmaksızın bir hızla değişen gündemlerle; haber bültenlerinde, tartışma programlarında, gazetelerde, radyolarda bitmeyen tekrarlarla, “paylaş”larla, “retweet”lerle; bizleri “aptal” yerine koyup manipülasyondan beslenen medyayla; geçmişimizi, kimliğimizi ve hafızalarımızı silen kentsel dönüşüm ve yıkım politikalarıyla; özgürlüğümüzü tutsaklaştıran, iradesizleştiren “demokrasi illüzyonu”yla ve gerçeğin günden güne daha da anlamsızlaşmasıyla giderek sıkıştırılıyoruz.

Sıkıştırılıyoruz çünkü iktidar kendi varlığını daim kılmak; çaldığı iradelerimiz üzerinden egemenliğini yükseltmek için buna ihtiyaç duyuyor. Sıkıştırılıyoruz çünkü iktidar kendi siyasal iktidarını sürdürmek, kendi iktidar savaşlarında kullanabileceği yeni nesneler yaratmak için buna ihtiyaç duyuyor. Sıkıştırılıyoruz; çünkü devlet ancak bizleri sıkıştırarak kendi alanını açıyor, var oluyor.

Mutsuzlukla Sıkıştırılıyoruz

Gün ağarmadan düştüğümüz yollar, yorgunluk ve bitkinlik hissiyle devam ettirmek zorunda olduğumuz günler, güçsüz düşen bedenler, güçsüzleştikçe mutsuzlaşan zihinler…

İktidar, sabah karanlığında okula gitmek, işe yetişmek, otobüsü kaçırmamak için koşturmak zorunda olduğumuz sokakları karanlığa hapsediyor. Bizleri sabahın karanlığında tıklım tıklım dolu bir minibüse ya da yer kalmamış bir metrobüse doldurup, mutsuzlukla sıkıştırıyor. Devlet bizleri mutsuzlukla sıkıştırdıkça, umutsuzluğa ve çaresizliğe sürüklüyor; hapsedildiğimiz bitmek bilmeyen çaresizlikteyse düşünmeyen ve eylemeyen nesnelere dönüştürüyor.

Ne zaman uyuyup ne zaman uyanacağımıza karar veren, sabah güneşimizi gasp edip bizleri karanlığa ve mutsuzluğa sıkıştıran devlete karşı, bedenlerimizi ve zihinlerimizi geri kazanabilmek için direnmeliyiz. Bizleri görmez, duymaz, bilmez ve hissetmez bireylere dönüştürüp mutsuzlaştırmak isteyenlere karşı her sabahın köründe sıkıştırıldığımız rutine karşı geç kalma cesaretini gösterebilmeli; bu alışılmışlığın ve sıkıştırılmışlığın dışına çıkmalıyız.

Panikle Sıkıştırılıyoruz

Patlayan bombaların ardından getirilen yayın yasakları; şüpheli paket ya da bomba ihbarları sonrasında asılsız çıkan ihbarlar; kalabalık alanlardan uzak kalmayı tercih edenler ya da bu tercihe mecbur bırakılanlar; sürekli olarak yükselen dolar kuru karşısında “krizi önlemek” için bozdurulan dolarlar; savaşla, ölümle, ekonomik krizle baskılanan bu coğrafyadan “kaçıp gitmenin” hayalini kuranlar…

Yaşadığımız topraklarda devlet, bireyi, korku ve panikle tahakküm altına alıyor; sindiriyor; sıkıştırıyor ve zaman içinde yok ediyor. Devlet toplumsal tüm alanlarda bu korku ve panik halini dayattıkça; birey giderek kontrolsüzleşiyor, acizleşiyor ve iktidarın dayattığı yok oluşa sıkıştırılıyor.

Yaşamlarımız kriz kıskacına ya da ölüme sıkıştırılıyor; günlerimizse bu sıkışmışlıktan çıkmanın, korkudan ve panikten kurtuluşu aramakla geçiyor.

Bedenlerimizi ve zihinlerimizi günden güne yıpratan; sosyal-ekonomik koşullarımızın giderek bizi tüketmesine yol açan bu korkudan-paranoyadan ve sıkışmışlıktan kurtulmamız ancak bu korku ve panik kültürünün dışında alanlar yaratmamızla mümkün. Korkularla ve panikle hapsolmayacağımız, sıkışmışlıktan kurtulacağımız yeni bir dünya yaratmanın yolu, iktidarın dayattığı korku dışındaki alanları çoğaltmaktan, bizleri paranoyaklaştıran-panikle sıkıştıran bu kültürü bertaraf etmekten geçiyor.

Gündemlerle Sıkıştırılıyoruz

Darbe girişimi ve ardından ilan edilen OHAL; hemen her gün FETÖ bahanesiyle Kürt Hareketi’ne ve devrimcilere yönelik düzenlenen operasyonlar, gözaltı ve tutuklamalar; her gün ilan edilen yeni KHK’larla görevlerinden ihraç edilenler; duruşma arasında gözaltına alınan hakimler; hepimiz “uykudayken” önerilen, değiştirilen ve meclisten geçirilen yasalar; bir hafta içerisinde iki farklı yerde patlayan bombalar; bombaların etkisi henüz “geçmemişken” düzenlenen suikastler; IŞİD tarafından yakılan askerlerin görüntüleri…

Yaşadığımız coğrafyada, son 6 aydan bu yana hemen her güne yeni “son dakika” haberleriyle başlıyoruz. Bugünümüz bombalarla ağarırken; ertesi gün, Suriye’ye giren Türk ordusu tanklarıyla uyanıyoruz. TC ile Rusya’nın dostluğuna artık “tamam” gözüyle bakılırken; devletin polisi tarafından gerçekleştirilen bir suikastle öldürülen Rus Büyükelçi’nin ardından “Rusya ile savaş başlayacak” telaşına kapılıyoruz…

“Gündeme bomba gibi düşen bir haber”in, hatta bazen gün içerisinde birkaç kez değişebilen “ana gündem”lerin hızına artık yetişemiyoruz. İktidarının sürekli ve giderek daha hızlı bir şekilde değiştirdiği gündemleri yakalayabilmekten uzakta bir yerde; bir gündemin ardından bir yenisine savrulup duruyoruz; gündemlerle sıkıştırılıyoruz.

Bu savrulmadan ve sıkışmışlıktan kurtulabilmek için devletin hemen her gün değiştirdiği gündemlerin karşısında; kendi gündemlerimizi yaratabilmeli ve sıkıştırılmak istendiğimiz bu “gündem trafiği”nden çıkmalıyız. Bizleri bir gün bomba korkusuyla evimize kapatıp, ertesi gün “demokrasi mitingi”ne çağıran; önce “ekonomik kriz yok” deyip, ardından krizi önlemek için dolar bozdurmaya çağıran iktidarın dayattığı gündem illüzyonlarına karşı kendi gündemlerimizi yaratmalı, tartışmalı ve yaygınlaştırmalıyız.

Tekrarlarla Sıkıştırılıyoruz

Gün boyunca “son dakika” olarak verilen ve aynı alt yazıyla tüm gün sunulan haberler; saatte bir yayınlanan haber programlarında, aynı spikerin aynı ifadeyle, gün boyunca sunduğu ölüm haberleri; her tartışma programında saatlerce tartışılıp bir neticeye varılamayan başlıklar; televizyonlarda ve tüm iletişim kanallarında bitmek bilmeyen tekrarlar…

Devlet, özellikle medyayı kullanarak, gün boyu yayınlanan aynı haberlerle, aynı tartışmalarla, bizleri bitmek bilmeyen bir tekrarın içerisine sürüklüyor. Aynı ölüm haberi aynı hüzünlü ses tonuyla; aynı zam haberi aynı yorumla ve aynı savaş haberi aynı görmezden gelmezlikle her gün-her saat televizyonlarda dönmeye devam ediyor. Tekrarlar bizi ekranlarda yayınlanan haberlere, yoksulluğa, açlığa, savaşa, ölüme alıştırarak bizleri giderek hissizleştiriyor ve bu hissizliğe sıkıştırıyor.

Bütün bu tekrara ve sıkıştırıldığımız hissizliğe karşı kendimizi tetikte tutmalıyız; özellikle içerisinde bulunduğumuz savaş gündeminde gasp edilmek istenen algılarımızı her daim açık tutmalıyız. Alıştırılmaya çalışıldıklarımıza, alışmamalı; tekrarlarla sıkıştırılmamak için irademizin gasp edilmesine izin vermemeliyiz.

Medya ile Sıkıştırılıyoruz

Özellikle 15 Temmuz sonrasında medya, yalnızca bir manipülasyon aracı olarak işlev görmeye başladı. Haber programlarından tartışma programlarına, spor programlarından dizilere kadar, televizyonlarda yayınlanan her şey, devletin resmi kanalında yayınlanıyor olsun ya da olmasın, doğrudan iktidar propagandası yapmak için birer araç olarak kullanılmaya başlandı.

Bugün haber bültenleri ve tartışma programları, iktidarın siyasi propagandasının yapıldığı; sabah kuşağı ve evlilik programları ya da dizilerse, yalnızca iktidarın hakim kültürünün propagandasının yapıldığı yayınlar olarak karşımıza çıkıyor. Medya, bir bilgi vermek ya da bir gerçeği anlatmaktan çok başka bir yerde; yalnızca var olan gerçeğin manipüle edilmesi; bu manipülasyon üzerinden toplumsal bir provokasyon propagandasının işletildiği bir alana dönüşüyor. Sosyal medya da, aynı işlevi, iktidarın çok daha rahatça hüküm sürebildiği internet ortamında üstleniyor.

Medya bizi yayınlanan her haberde, her programda, her dizide hakim olan manipülasyonlara sıkıştırıyor. Bu manipülasyonun dışında, eksik ve yönlendirilmiş bilgiye karşı yapabileceğimiz tek şey ise, kedi bilgi-iletişim kanallarımızı yaratmaktan geçiyor.

Kentsel Dönüşümle ve Yıkımla Sıkıştırılıyoruz

İktidar, elinde bulundurduğu tüm araçları bireyi tahakküm altına almak için kullanırken; bu tahakkümünü kimi zaman da doğrudan saldırılarla sürdürüyor. Kentsel dönüşüm ve yıkım, bu doğrudan saldırılara bir örnek.

Devlet kontrol almak istediği bireyin öncelikli olarak yaşam alanlarını kontrol altına alıyor. Kentsel dönüşümle ve yıkımla, kendi hakim kültürünün var olmadığı ya da olamadığı alanları “dönüştürmeyi”-”yıkmayı” amaçlayan devlet bir yandan da bu alanlarda yaşayan bireylerin dününü, bugününü, kimliğini ve kültürünü değiştirmeyi ve yıkmayı amaçlıyor.

Herhangi bir mekanı yalnızca kendi varlığı için dönüştüren iktidar, dönüştürdüğü bu yeni alanda kendi kimliğini ve varlığını da hakim hale getirmek istiyor. Özellikle 15 Temmuz sonrasında birçok sokağın, meydanın, parkın, kavşağın ismini “demokrasi”ye dönüştüren devlet; dönüştürdüğü tüm mekanlarda var olan gerçekliği yıkıyor ve tüm bu mekanlara kendi gerçekliğini-kültürünü dayatıyor. İktidar, kentsel dönüşümle yalnızca yaşam alanlarımızı yıkmakla kalmıyor; aynı zamanda geçmişimizi, kültürümüzü, kimliğimizi ve hafızalarımızı da dönüştürmek, yıkmak istiyor.

İktidarın bu saldırısına ve bizleri kendi hakimiyet alanlarına sıkıştırma çabasına karşı, kendi yaşam alanlarımızı ve “kendimizi” savunabilmek için; kolektif işleyişin hakim olduğu yeni mekanları, kolektif özgür yaşam alanlarımızı oluşturmalıyız. İktidarın dönüştürmeye çalıştığı toplumsal alanlara karşı; siyasi ve ekonomik olarak bireyin tahakküm altına alınamayacağı, devletsiz ve kapitalizmsiz yeni yaşam alanlarımızı oluşturmalıyız.

Demokrasiyle Sıkıştırılıyoruz

Özellikle 15 Temmuz sonrasında sürekli duyar olduğumuz demokrasi, var olan iktidarın kendi hakimiyetini sürekli kılmak için topluma bir dayatmasıdır. Her şeyin “demokrasi” için olduğu; her pratiğin “demokratikleşme” amacı yolunda teorize edildiği bu dönemde; demokrasinin aslında ne demek olduğunu günden güne deneyimliyoruz.

Demokrasiden beslendiğini ve demokrasi mücadelesi verdiğini söyleyen iktidar hemen her gün dernekleri ve basın yayın kuruluşlarını kapatmakta; kendi iktidarı lehine konuşmayanları-yazmayanları ya da bunu reddedenleri gözaltına alıp tutuklamakta; kendi “demokratik” amaç ve çıkarları için toplumu adaletsizliğe sürüklemekte ve bu adaletsizliğe sıkıştırmak istemektedir. Bahsettikleri “demokrasi”, toplum içerisinde yer alan her bireyin iradesini gasp edilmesi; bireyin, iktidara ve onun kurumlarına sıkıştırılması demektir.

Bizlere “dayatılan demokrasi”ye karşı var olabilmek elbette mümkün. Demokrasiye karşı mevcut devletli siyaset alanının dışında bir siyaset yaratmamız; özörgütlü bir şekilde merkezsiz ve temsiliyete dayanmayan siyasal işleyiş kurmamız; iradelerimizin kendimiz dışındaki bir iktidar tarafından gasp edilmediği, bedenlerimizin ve yaşamlarımızın sıkıştırılmadığı bir kültür oluşturmamız lazım.

Gerçeğin Anlamsızlaştırılmasıyla Sıkıştırılıyoruz

İktidar, var olan gerçekliği yok etmek ve kendi istediği gerçekliği yaratmak için, bizleri kendi kurgusuna sıkıştırır. İktidarın bu kurguyu hayata geçirebilmek için en elzem aracı ise “gerçeği anlamsızlaştırabileceği bir illüzyon yaratmaktır”. İktidar tarihin başından beri birbirini takip eden kurgularıyla insanları kendi gerçekliklerinden uzaklaştırmıştır. Fakat günümüzde, bu araçları kullanmakta iyice ustalaşan iktidar, sosyal medyasıyla, merkez medyasıyla, aklını yitirmiş siyasetçileriyle, gerçeğe daha doğrusu biz “ezilenlerin gerçekliğine” karşı belki de en büyük savaşı başlatmıştır.

Bir insanı köleleştirmenin, bir insanın benliğini gasp etmenin, bir insanı tahakküm altına alarak kurgulanan illüzyona sıkıştırmanın en iyi yolu, “var olan gerçekleri” o insanın elinden almaktır. Gerçeğe ulaşamayan insan, zamanla sağlıklı düşünme ve üretme yeteneğini kaybeder, kendi varlığını yitirir ve iktidarın illüzyonlarıyla sıkıştırılır.

İktidar, bireyi mutsuzlukla, korkuyla ve panikle, hızla değiştirdiği gündemlerle, bitmek bilmeyen tekrarlarla, yalnızca bir manipülasyon aracı olan medyayla, kentsel dönüşümle ve yıkımla, demokrasi illüzyonuyla, gerçeğin anlamsızlaştırılmasıyla kendi tahakkümüne sıkıştırır ve sindirir. Çünkü bireyi ne kadar sıkıştırırsa, kendi için yeni alanlar yaratır.

Birey yaşamının her anında ve her alanında mahkum edildiği bu sıkışmışlığın farkına vardığı andan itibaren ise, bu sıkışmışlığı yıkmak için mücadele etmeye başlar.

Özörgütlü bir şekilde, örgütlülük ve toplumsallık perspektifiyle yeni bir gerçeklik yaratmaya; kolektif bir şekilde yaratılan bu gerçekliği kolektif bir şekilde yaşamaya başlar.

Sabahın kör karanlığında otobüse, metroya, metrobüse sıkıştırılan; umutsuzlukla mutsuzluğa, acizlikle çaresizliğe sıkıştırılan; sabahları evlilik, akşamları ana haber, geceleri tartışma programlarına sıkıştırılan; asgari ücretle simit çay hesabına sıkıştırılan; kaza adı altında iş cinayetlerine sıkıştırılan; kendi elleriyle inşa ettiği mahallelerden alınıp 60 metrekarelik evlere sıkıştırılan; yastık altında altını ya da bozdurulacak doları olmayıp yoksulluğa ve krize sıkıştırılan; erkek egemenliğiyle yok edilmeye ve nefret politikalarıyla katledilmeye sıkıştırılan; beton duvarlar-demir parmaklıklarla hapishanelere sıkıştırılan; iradeleri bir oy pusulasına sıkıştırılan; devletlerin çıkar savaşlarında zincire vurulmaya ya da diri diri yakılmaya sıkıştırılan; gerçek olmayan gerçekliğe sıkıştırılan; yalnızlığa, umutsuzluğa ve örgütsüzlüğe sıkıştırılan yaşamlarımızdan elbette sıyrılacağız.

Bizleri mekanlara sıkıştıran, sıkıştırdıkça iradesizleştiren ve zaman içerisinde tutsaklaştıranlara karşı, maruz bırakıldığımız bu sıkışmışlığımızdan kurtulmalıyız. Sıkışan her şey patlar ve şimdi bizler tüm sıkışmışlığımızla sosyal ve ekonomik bir patlamanın eşiğindeyiz. Bu eşiği aşmalı ve kendi özgür yaşamlarımızı kendi ellerimizle ve buluşan ellerimizle, yani örgütlülüğümüzle yaratmalıyız.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Sıkıştırılıyoruz” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/12/29/sikistiriliyoruz-2/feed/ 0
Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi https://meydan1.org/2015/10/29/devlet-teroru-ve-panik-psikolojisi/ https://meydan1.org/2015/10/29/devlet-teroru-ve-panik-psikolojisi/#respond Thu, 29 Oct 2015 10:47:57 +0000 https://test.meydan.org/2015/10/29/devlet-teroru-ve-panik-psikolojisi/ Tarih “devletlerin katliamları” ile kana bulanmış kırmızı kapaklı bir kitap gibidir. Karıştırdığınız her sayfadan kan ve vahşet akar, “devletin bekası” için harcanan hayatlar akar. Devletler yeryüzünün en büyük ve en organize terör örgütleridir. Buna rağmen devletin kendisi, akademiler ve sözüm ona terör uzmanları terörist kelimesini ısrarla ondan uzak tutarak çoğu zaman devrimcilere yapıştırır. Terör, devletlerce […]

The post Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi

Tarih “devletlerin katliamları” ile kana bulanmış kırmızı kapaklı bir kitap gibidir. Karıştırdığınız her sayfadan kan ve vahşet akar, “devletin bekası” için harcanan hayatlar akar. Devletler yeryüzünün en büyük ve en organize terör örgütleridir. Buna rağmen devletin kendisi, akademiler ve sözüm ona terör uzmanları terörist kelimesini ısrarla ondan uzak tutarak çoğu zaman devrimcilere yapıştırır. Terör, devletlerce uygulanagelen fiziksel ve psikolojik bir savaş stratejisidir. Adalet, özgürlük ve barış için mücadele eden insanlar, devletin terörüne en fazla maruz kalan kesimdir. Terör, devlet ile o kadar özdeş bir kavramdır ki, son dönemlerde adı sıkça anılan, yaşadığımız toprakları ve Ortadoğu’yu kana bulayan terör örgütü IŞİD bile ağabeylerine özenerek kendisine devlet unvanını yakıştırmaktadır. Bu, son derece manidardır.

Şurası açık ki, önce Amed sonra Suruç ve şimdi Ankara’da patlatılan bombalar canımızı çok yaktı; birçok dostumuzu, yoldaşımızı devletin bizzat organize ettiği bu saldırılarda yitirdik. Devlet, bu terör saldırılarıyla sadece canlarımızı almayı hedeflemedi; toplumun kimi yeteneklerini de zaafa uğratmaya, sakatlamaya çalıştı. Bomba belki Ankara’da patladı ama yarattığı acının yanında korku ve panik de bu toprakların dört bir yanında yankılandı, devlet bu konuda kısmen amaçladığını elde etti.

Bunun en belirgin yansımasını patlamadan iki gün sonra, Ankara metrosunda yaşanan “canlı bomba paniği”nde gördük. Metro hınca hınç doluyken, bir kadın endişe ve korku dolu bir sesle “Arkadaş canlı bomba” diye bağırdı. Gerisi tanıdık manzaralar. Korku, panik, izdiham…

Olayın asılsız olması, o an orada olanları rahatlatsa da, içinde yaşadığımız toplumun nasıl bir gerilimin içerisinde olduğuna, patlamadan sonra yaşanan travmanın ne kadar ciddi olduğuna dair bize ipuçları veriyor. Üstelik bu tek bir örnek; canlı yayın sırasında fünyeyle patlatılan bombalar, asılsız bomba ihbarları birbirini izledi. Şehir meydanlarında, metro istasyonlarında, GBT kontrolleri arttırıldı. Ağır silahlı polis ve askerler “vatandaşları korumak” için ortalarda fink atmaya başladı.

Amed’de, Suruç’ta ve Ankara’da patlattığı bombalarla yaşadığımız toprakları “terörize” eden devlet, bombanın doğal etkisi olan toplumsal travma (şok dalgası) ile yeni bir etki yakalamaya çalıştı, çalışıyor. Panik ve korku imparatorluğu!

Bir Bomba, Asla 1 Bomba Değildir!

Evet, bir bomba asla 1 bomba değildir. Bir yerde bir nükleer bomba patlarsa, patlamanın gücüyle oluşan şok dalgası kilometrelerce öteye kadar yayılır. Bir gölün ortasına bir taş atarsanız, taşın etkisinin halka halka büyüyerek kıyıya dek ulaştığını görürsünüz. Bir yere bir bomba bırakırsanız, sadece oradaki insanları öldürmezseniz, bu olaya doğrudan ve dolaylı olarak şahitlik eden herkeste bir şeyleri öldürmüş olursunuz. Yani Ankara’da patlayan bomba, hangi şekilde olursa olsun olayın yankılandığı her noktada patlamaya devam eder!

Tedirgin bakışlar, huzursuz davranışlar, kasılmış bedenler birbirine eklenip korku ve paniği büyütür. Evet, bomba patlamaya devam eder; evet bomba öldürmeye devam eder; cesaretimizi, onurumuzu, dayanışma arzumuzu sakatlar! Bomba en başta bedenleri parçalar ama en çok ruh ve beden bütünlüğümüzü parçalar. Kaldı ki, terörün ve asıl terörist olan devletin kastı da tam olarak budur. Yaşamı, yaşanmayacak hale getirene kadar korku, panikle doldurmak!

Bu şok dalgasının genişleyen halkaların içinde ne vardır peki? Elbette travma, korku, panik ve endişe. Hem de toplumun hiçbir bireyini es geçmeyecek şekilde yayılan bir travma. Patlamanın olduğu alanda sağ kalanlar, olayı sosyal medyadan bilgisayarın karşısında öğrenenler, televizyondan seyredenler, birilerinden duyanlar, ne olup bittiğini tam olarak anlamayan ama anne ve babaların suratlarındaki endişe ve korkudan tedirgin olan çocuklar ve elbette patlamada yaşamını yitirmiş olanların yakınları… Hatta ve hatta katliamı umursamayan ve belki de kısmen yaşananlara sevinenleri de içine alan bir halka ve şok dalgası…

Psikiyatri bu durumu Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak tanımlıyor. Travmanın etkisi olaya fiziksel ve duygusal yakınlığa göre fark gözetir: Olaya direkt maruz kalmayan, az önce adını andığımız halkaların çeperinde yer alanlarda, kızgınlık, yaşama karşı güvensizlik, korku, endişe ve hayatın anlamını sorgulama gibi hisler ve durumlar açığa çıkıyor. Diğer yandan halkaların merkezine yaklaştıkça travma daha da derinleşiyor.

Şok, korku, öfke, suçluluk, kaygı, çaresizlik ve umutsuzluk;

Gerginlik, yorgunluk, uyku sorunları, yeme bozuklukları, kalp atışlarında düzensizlik ve ani irkilmeler;

Huzursuzluk, güvensizlik, kendini reddedilmiş ya da yalnız hissetme, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği, çevreye ve olaylara yönelik ilgide azalma;

Olayla ilgili görüntülerin sürekli akla gelmesi, olayı hatırlatan en ufak şeylerin kişiyi o ana götürülmesi ve beraberinde konsantrasyon bozuklukları açığa çıkabiliyor.

Öte yandan, önceki saldırıda hedef olan politik ya da etnik grubun yeni bir saldırının hedefi olabileceği kaygısı da bu insanların yaşadıkları travmayı katmerleyen bir diğer etken oluyor.

Her ne kadar psikiyatrinin kendisi, bu noktada kişiler üzerinden doğru tespitler yapıyor olsa da, koyduğu çözüm önerileri oldukça güdük kalıyor. Tedaviler, seanslar, toplum merkezleri gibi çözüm arayışları yaşanan böylesine bir toplumsal olay için bir hayli kişisel kalıyor. Psikiyatri, her zamanki hatasına düşüp, toplumsal bir sorunun çözümünü bireylerin yaşamında olabilecek birkaç ufak değişiklikte arıyor.

Evet, acılarımız, korkularımız ve meseleyi ne derece farklı hissettiğimiz biricik olabilir. Fakat bu vaka, kesinlikle toplumsal bir vakadır. Bu saldırı devlet eliyle organize edilmiş, bütün detaylarıyla planlanmış, ölecek insanların politik görüşlerinden, bu meseleden toplumun geri kalanı ne kadar ve ne şekilde etkileneceği düşünülmüş, toplumda oluşan travmanın, devleti yönetmeyi kolaylaştıracağı, insanları sokaktan uzak tutacağı, gündelik sosyal yaşamı tahrip edeceği, toplum içerisindeki iletişimi, dolayısıyla insanların arasındaki ilişkiyi ve güven duygusunu sakatlayacağı öngörülmüş ve hatta insanların katillerinden kendilerini korumasını bekleyeceği “sağlıksız” bir gerçekliğin yaratılması ince ince hesaplanmıştır.

Elbette, ne bu korku ve panik havası çok anormal ne de toplumun içinde bulunduğu travmanın kendisi de garipsenecek bir şey. Dostlarını, yakınlarını, yoldaşlarını yitirmiş insanların ya da bu olaya herhangi bir şekilde maruz kalmış diğerlerinin yaşadığı ortama ve geleceğe karşı bir “…acaba…” ile yaklaşması bizi şaşırtmalı.

Fakat şunu unutmamalıyız ki, katillerimizin korumasına muhtaç kalmamak böyle alçakça saldırılara tekrar karşılaşmamak için, dahası kaybettiğimiz dostlarımızın arzularına ve inançlarına sahip çıkmak için korkunun yerini cesaretle, paniğin yerini sakinlikle değiştirmeli. Bizi bile isteye yalnızlığa ve yalıtılmışlığa gömmek isteyen bu iktidar odaklarına karşı “paylaşma ve dayanışmayı” yükseltmeli, yaşadığımız acıyı, hissettiğimiz öfkeyi kavgayla harmanlayıp mücadele etmeye devam etmeliyiz. Çünkü acılarımızı saracak, öfkemizi dindirecek, toplumu bu travmadan çıkartacak ve dostlarımızın anısını ve fikirlerini yaşatacak olan şey mücadelenin ta kendisidir!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayında yayımlanmıştır.

The post Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/10/29/devlet-teroru-ve-panik-psikolojisi/feed/ 0
” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/#respond Tue, 27 Oct 2015 10:55:01 +0000 https://test.meydan.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/ Yaşadığımız topraklar art arda katliamların karanlığına gömülmüşken; adalet, özgürlük ve barış isteyenler acı ve öfke içinde cenazelerde buluşuyorken; insanlar panik ve korku içinde birbirlerine “Bize ne oluyor?!” diye sorarlarken birileri de işlerini tıkır tıkır yürütmeye devam ediyor. Devlet ve suç ortakları şirketler sizi öldürmekle yetinmeyeceğiz, yaşadığınız doğayı da başınıza yıkacağız, her yeri betona bulayıp adeta […]

The post ” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi-katliamın gölgesinde talan projeleri özgür erdoğan

Yaşadığımız topraklar art arda katliamların karanlığına gömülmüşken; adalet, özgürlük ve barış isteyenler acı ve öfke içinde cenazelerde buluşuyorken; insanlar panik ve korku içinde birbirlerine “Bize ne oluyor?!” diye sorarlarken birileri de işlerini tıkır tıkır yürütmeye devam ediyor. Devlet ve suç ortakları şirketler sizi öldürmekle yetinmeyeceğiz, yaşadığınız doğayı da başınıza yıkacağız, her yeri betona bulayıp adeta yaşam adına ne varsa yok edeceğiz der gibi talan ve katliam planlarını harfiyen uygulamayı sürdürüyorlar.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı “Müjde”yi Verdi: 3. Nükleer İğneada’ya

Katliam bir devlet geleneğidir. Katliamı bazen bombayla, bazen ağır silahlarla, bazen uçaklarla, bazen de tıpkı Çernobil, Fukuşima ve daha adını sayamadığımız irili ufaklı birçok “nükleer santral” ile de gerçekleştirebilirsiniz. Bu toprakların efendileri de nükleer projelerini peşi sıra uygulamaya devam ediyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alaboyun, “Üçüncü nükleer santralin Kırklareli İğneada bölgesinde yapılması planlanıyor. Firmalarla görüşmeler devam ediyor” açıklamasıyla bizlere 3. nükleerin müjdesini verdi.

Bir Müjde de Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’ndan: Akdeniz’de 3725 Tane Talan Projesi

Böylesine karanlık günlerden geçerken, devlet erkanı boş durmuyor, müjdeler birbirini izliyor! Başta Karadeniz olmak üzere, yaşadığımız coğrafyanın her bir yanını envai çeşit enerji santralleriyle donatan devlet ve şirketlerin ağzı şimdi de Akdeniz için sulanıyor. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Isparta’da Güneydoğu Anadolu Projesi’nin bir benzeri olarak Akdeniz Gelişim Projesi (GEP) hazırladıklarını belirterek, burada 3725 tesis yapacaklarını duyurdu. Sözlerine esprili (belki alaycı daha doğrudur) bir şekilde devam eden Eroğlu, “Buraya gelirken Afyonkarahisar’dan kaymaklı lokum getirecek halim yoktu. Buraya heybem dolu yatırımlarla geldim… 6 aylık çalışma neticesinde nereye ne yapılacak bunları belirledik. 2019 yılına kadar 266 baraj ve gölet, 440 sulama tesisi, 32 içme suyu tesisi, 850 dere ıslahı tesisi, 1299 köprü ve ağaçlandırma gibi yatırımlar yapılacak” dedi. Yaşanan katliamın ardından adeta bir komedyen edasıyla boy gösteren bakan, Isparta’nın güllerini, talan projeleri kapsamında yapmayı planladıkları göletlerle özdeşleştirerek keskin edebiyat yeteneğini de göstererek, “Isparta, Isparta olalı böyle barajlar göletler yapılmadı. Isparta artık güller ve göller diyarını yanı sıra barajlar ve göletler diyarıdır” dedi.

Yeşil Yol’un İlahi Amaçları

Karadeniz’deki son talan projelerinden biri olan “Yeşil Yol” ise geçtiğimiz günlerde Başbakan Davutoğlu tarafından ilginç bir şekilde savunuldu. Davutoğlu Karadeniz’de yaptığı bir konuşmada “Yeşil Yol (…) doğaya ulaşıp rabbimize şükretmek için” diyerek meseleyi ilahi bir açıdan değerlendirdi ve “Bunların dini, imanı para…” deyişinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak tarihe geçti.

Daha proje aşamasındayken bir talan projesi olduğu ve izlediği güzergâh boyunca yaşam adına ne varsa yok edeceği aşikar olan “Yeşil Yol” hepimizin de hatırlayacağı gibi köylüler tarafından engellenmek istenmiş; iş makineleri birkaç defa durdurulmuş, yaşlı kadınlar askerler tarafından yerlerde sürüklenmiş ve nihayetinde ağır silahlarla donanmış askerlerin eşliğinde şirket tarafından inşaata başlanmıştı.

Fakat Davutoğlu böyle düşünmüyor ya da fantastik bir romanın mistik bir kahramanı olduğunu düşünüyor ve saçmalamaya devam ediyor: “Dünyanın her yerinden insanlar gelsin Karadeniz’in yaylalarına aşık olsun, havasında şifa bulsun diye bu projeyi yapıyoruz. Türkiye’nin her köşesindeki çevre aşıkları olan bizler adına söylüyorum; bizler sarı çiçekle konuşan Yunus Emre’den ilham almışız. Tek bir sarı çiçeğin ezilmesine izin vermeyiz. Tek bir yaylanın tarumar edilmesine izin vermeyiz. Kötü yapılaşmayla o doğanın bozulmasına izin vermeyiz. O yollar doğayı bozmak için değil, doğaya ulaşıp rabbimize şükretmek için yapılıyor. Yeşil Yol bu felsefeyle yapılmaya devam edecek.”

Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce: Beton makinesinin sesinden büyük keyif alıyorum

Çevre Bakanı İdris Güllüce ise İstanbul Esenler’de katıldığı bir açılışta yaptığı açıklamalarla, devleti temsilen “çevreleri”ne hangi gözle baktıklarını açık etmiş oldu. Çevre Bakanı: “Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın. Ben inşaat mühendisiyim, beton makinesinin sesinden çok keyif alırım. Böyle pat… pat…pat… vurdukça… Türkiye kalkınıyor. Kalkınacak, gelişecek. Türkiye 2023, 2071 hedeflerine gidiyor… Biraz sonra o beton pompası vurmaya başlayacak. Birilerine rağmen Türkiye kalkınacak. Rabbim bu ülkeyi hep böyle kalkındırsın. Silah seslerinin yerine, terörün yerine, insanların birbirine acımasızlığı yerine beton santrallerinden beton çıksın ve o beton santrallerinin betonlarını beton pompaları insanlara güzel güzel evler, havaalanları, yollar, otobanlar yapsın!”

Halbuki biz çevre bakanından yaptıkları pislikleri örtmek için usulen de olsa -ki her zaman öyle olur- yeşile övgü beklerken; kendileri derelerimizi kurutan, ormanları yerle bir eden yaşam alanlarımızdan bir silindir gibi geçen “beton”a karşı histerik aşkını dile getiriyor.

Katliamı takip eden son bir hafta içerisinde yapılan tüm bu açıklamalara baktığımızda “Siz bizimle dalga mı, geçiyorsunuz?” diye sormamak elde değil. Bu açıklamaların, toplumun birçok duyguyu bir arada yaşadığı ve dikkatinin çok başka noktalara çekildiği böyle bir zamanda yapılması oldukça manidar ve aynı zamanda son derece umursamaz ve pespayecedir.

Açık, net ve tereddütsüz bir şekilde söylüyoruz, komik değilsiniz, zeki ya da edebi hiç değilsiniz! İğrençsiniz, katilsiniz; Ankara‘da ölen yoldaşlarımızın, derelerin, ağaçların, havanın, hayvanların, tüm doğanın katilisiniz. Çok sevdiğiniz beton makinelerinin sesi eşliğinde, öve öve bitiremediğiniz duble yolların arasında, yaşadığımız toprakların her bir yanına dizilmiş enerji santralleri ve saya saya bitmeyecek talan projelerinizle beraber yok olup gideceksiniz. Doğanın ve katlettiğiniz tüm yoldaşlarımızın öfkesi, yaşadığınız her an ensenizde olacak. Yaptığınız hiçbir katliam, gevrek gevrek sırıtarak söylediğiniz hiçbir yalan, hiçbir söz unutulmayacak!

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” İki Arada Bir Derede Katliamın Gölgesinde Talan Projeleri” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/10/27/iki-arada-bir-derede-katliamin-golgesinde-talan-projeleri-ozgur-erdogan/feed/ 0