propaganda – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 01 Mar 2018 12:57:05 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Devletin Sempatiklik Maskesi – Mercan Doğan https://meydan1.org/2018/03/01/devletin-sempatiklik-maskesi-mercan-dogan/ https://meydan1.org/2018/03/01/devletin-sempatiklik-maskesi-mercan-dogan/#respond Thu, 01 Mar 2018 12:57:05 +0000 https://test.meydan.org/2018/03/01/devletin-sempatiklik-maskesi-mercan-dogan/   Sempati; başkalarının özellikle acılarını, sıkıntılarını anlama, ilgilenme ve onların duygularını paylaşma yetisidir. Kişinin duygu ve düşüncelerini hiç sorgulamadan, haklı olup olmadığına bakmadan aynı duygu ve düşüncede olmak, ona katılmaktır. Çocukların çoğunda doğuştan geldiği ve 4 yaş civarında geliştiği söylenir; en çok da sıkıntıda olanları teselli etme gibi davranışlarda kendini gösterir. Gündelik dilde ise iki […]

The post Devletin Sempatiklik Maskesi – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

Sempati; başkalarının özellikle acılarını, sıkıntılarını anlama, ilgilenme ve onların duygularını paylaşma yetisidir. Kişinin duygu ve düşüncelerini hiç sorgulamadan, haklı olup olmadığına bakmadan aynı duygu ve düşüncede olmak, ona katılmaktır. Çocukların çoğunda doğuştan geldiği ve 4 yaş civarında geliştiği söylenir; en çok da sıkıntıda olanları teselli etme gibi davranışlarda kendini gösterir. Gündelik dilde ise iki kişiyi birbirine çeken eğilim, bir kimsenin bir başka kimseye karşı beslediği sıcak ve içten duygu anlamında kullanılır.

Sempatik; kişide bu sıcak, içten duyguları uyandıran ve sevimli şeyleri tanımlamakta kullanılan bir sıfattır.

Peki devletin sempatikliği derken kastedilen nedir?

Devletin Sempati Maskesi

Devlet çocuklara yönelik cinsel işkenceden o kadar rahatsızdır ki “kimyasal hadım”ı ve “idam”ı gündem eder. Çocuğa sempati duyuyormuşçasına “Kim ki çocukların hakkını, hukukunu inkar ve imha etmeye kalkıyorsa, ya anasından doğduğuna pişman edilmeli ya da kurulacak bir darağacında boğazına yağlı urgan dolanmalıdır.” açıklamaları yapılır. Gerçekten rahatsız olduğu için mi, yoksa?

Cezanın caydırıcılığı tartışmaları önemli bir yerde dursa da bir kenara bırakalım; mahkemelerde yargılama çocuktan yana yapılmıyor ki. Çocuğun doğruyu söyleyip söylemediği, “rıza”sının olup olmadığı; cinsel işkencecinin yaptıklarından çok konuşuluyor. (Ki 2016 yılında 12 yaşındaki çocukların “rıza”sının yasalaştırılmaya çalışıldığı meclis komisyonları gördük. Cinsel işkencecinin evlilik yoluyla affını öngören yasa tasarısı, kadınların mücadelesiyle geri çekilmişti.) Yargı süreci işleyecek olsa dahi cinsel işkenceye uğrayan çocukların yüzde kaçı yaşadıklarını anlatıyor ya da sorun zaten cinsel işkencenin kimi zaman aile tarafından, çoğu zamansa bizzat devlet eliyle örtbas edilmiyor mu?

Bu arada geçtiğimiz Ocak ayında da Diyanet İşleri Başkanlığı resmi sitesinde yer alan Dini Kavramlar Sözlüğü’nde “buluğ” tanımını yaparken “Kızlar 9, erkekler 12 yaşında buluğ çağına girer”; “nikah” tanımını yaparken “Buluğ çağına giren kişiler evlenebilir” ifadelerinin kullanılmasının, “çocuklara yönelik cinsel işkenceye teşvik” olduğunu görmezden gelerek gündeme dönelim. Sahi, “istismarcı” olduğu iddia edilen meclis çalışanı hala görevde, değil mi?

Devletin, cinsel işkenceye uğrayan “çocukları koruma” maskesiyle dillendirdiği hadımın, “zina yapanları” da kapsaması konuşuluyor. Yani çocuğa yönelik cinsel işkence ile evli olmayan iki yetişkin birey arasındaki cinsellik bir tutuluyor. Yani bir yandan cinselliğin tabu olma durumu pekiştirilirken diğer yandan cinsel işkence “cinsellik” olarak öneriliyor. Aynı maske ile dillendirilen idamın ise “teröristleri” de kapsaması konuşuluyor; yani iktidarın tarafında olmayan herkesi…

Zamanında Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın söylediği, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın uygulamaya çalıştığı “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar.” politikası da oldukça sempatik. Devlet, ceninin yaşama potansiyelini ne kadar da önemsiyor. Tecavüze uğrayan kadının yaşamı ne olacak? Hakları yenmesin, onu da düşünüyorlar. Ve diyorlar ki “Tecavüzcüsüyle evlensin. Belki de sevecek zamanla. Başında erkek olmadan ne yapacak?” Kadının mağduriyetlerini de ortadan kaldırmaya çalışıyormuş gibi görünüp tecavüzü bir kez daha meşrulaştırıyor.

Jinekoloji muayenelerimizi bütün detaylarıyla kaydeden devlet ne kadar da sempatik, değil mi? İleride bir sağlık problemi yaşadığımızda geçmişteki verilere kolayca ulaşarak tedavi olabileceğiz. Hadi evli olmayanlarımızın ailelerine jinekoloji muayene sonuçlarımızın mesajla gönderilmesine de gülün dikeni diyelim. Hamile bırakılan 115 çocuğun kayıt altına alınmamış olmasını nasıl maskeleyecekler ki?

Tecavüzcüleri, cinsel işkencecileri cezalandırmayı bu kadar gündemleştiren sempatik devletin kendisine tecavüz eden erkeğin kafasını kesen Nevin’i ve diğer kadınları ağırlaştırılmış müebbetle yargılamayı sürdürmesi, sempatinin maskeden başka bir şey olmadığını bir kez daha kanıtlayan bir gerçektir.

Devletin, dönemin gündemlerine göre değiştirdiği sempati maskesi sempatik değil tiksinti vericidir. Yazının başında tanımını yaptığımız “sempati” kelimesi, Antik Yunan dilindeki “sympátheia: birlikte acı çekmek”ten gelir. Devlet bu kadar sempati duyuyorsa, acıyı neden birlikte çekmiyoruz da sadece biz çekiyoruz, o çekmiyor? Acının kaynağı olan devletin, acımızı gerçekten paylaşması mümkün değildir.

Maskeyi Düşürmek

Yaşanan gelişmelere bütünsel ve eleştirel bir gözle bakılıp deneyim çıkarmak, çözüm üretmek amaçlanmazsa; devletin kadın düşmanı politikalarının her biri tek başına olumsuz görünmeyebilir.

Devlet için bu sempati maskesi, propaganda malzemesi ya da başka gündemlerin kılıfıdır. Günden güne artan çocuk yaşta evlendirme fetvalarını, kadını eve kapama merakını, değersizleştirme çabalarını, giyime kuşama dahi doğrudan müdahaleyi, baskıyı, şiddeti, taciz, tecavüz, çocuklara cinsel işkence ve kadın katliamlarını silikleştirme çabasıdır. Kendi yarattığı, geliştirdiği, teşvik ettiği, öğrettiği kötülüklere uyanları, kendi çerçevesinde en ağır şekilde cezalandırıyorMUŞ gibi yaparak kendisini aklama ve yaptıklarını meşrulaştırma gayretidir. Toplumun hassasiyetlerini kullanarak bireylerin vicdanını rahatlatmak, “Devlet görevini yeterince yapıyor.” dedirtmek içindir. Evet devlet görevini yapıyor, devletin görevi tam da budur.

Bu topraklarda kadın olmak gün geçtikçe zorlaşırken düşlediğimizi eyleyebilmek için biz kadınlara düşense devletin maskesini düşürmektir.

Mercan Doğan

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.

The post Devletin Sempatiklik Maskesi – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/03/01/devletin-sempatiklik-maskesi-mercan-dogan/feed/ 0
‘Hero’ Tişörtü “FETÖ” Propaganda Aracı Olarak Kabul Edildi https://meydan1.org/2017/10/22/hero-tisortu-feto-propaganda-araci-olarak-kabul-edildi/ https://meydan1.org/2017/10/22/hero-tisortu-feto-propaganda-araci-olarak-kabul-edildi/#respond Sun, 22 Oct 2017 18:27:18 +0000 https://seninmedyan.org/?p=18332 Darbe girişimi davasının görüldüğü duruşmada ‘Hero’ yazılı tişörtle girmek isterken gözaltına alınan Emirhan Baysal’ın davası görüldü. Hakkında hazırlanan iddianame, Ankara 15. Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi. 15 Temmuz Darbe şaibesi kapsamında tutuklanan ve Erdoğan’a suikast girişimine ilişkin 13 Temmuz’da Muğla’da görülen duruşmaya, sanık Astsubay Gökhan Güçlü’nün üzerinde İngilizce ‘Hero (kahraman)’ yazan tişörtle girdiği hatırlatıldı. ‘Hero’ […]

The post ‘Hero’ Tişörtü “FETÖ” Propaganda Aracı Olarak Kabul Edildi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Darbe girişimi davasının görüldüğü duruşmada ‘Hero’ yazılı tişörtle girmek isterken gözaltına alınan Emirhan Baysal’ın davası görüldü. Hakkında hazırlanan iddianame, Ankara 15. Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi.

15 Temmuz Darbe şaibesi kapsamında tutuklanan ve Erdoğan’a suikast girişimine ilişkin 13 Temmuz’da Muğla’da görülen duruşmaya, sanık Astsubay Gökhan Güçlü’nün üzerinde İngilizce ‘Hero (kahraman)’ yazan tişörtle girdiği hatırlatıldı.

‘Hero’ tişörtünün devlet tarafından FETÖ olarak adlandırılan Gülen Cemaati mensubu kişilerce propaganda aracı olarak kullanılmaya başlandığı savunuldu. Sanık Baysal hakkında: “Terör örgütü üyesi olmamakla birlikte FETÖ/PDY’nin propagandasını yaptığı” iddiasına yer verilen iddianamede, Baysal’ın, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 7/2. maddesince 1 yıldan 5 yıla kadar hapisle cezalandırılması” talep edildi.

The post ‘Hero’ Tişörtü “FETÖ” Propaganda Aracı Olarak Kabul Edildi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/10/22/hero-tisortu-feto-propaganda-araci-olarak-kabul-edildi/feed/ 0
Akrabalar Arası Yeni Ortaklık: SİHA – Ece Uzun https://meydan1.org/2017/09/23/akrabalar-arasi-yeni-ortaklik-siha-ece-uzun/ https://meydan1.org/2017/09/23/akrabalar-arasi-yeni-ortaklik-siha-ece-uzun/#respond Sat, 23 Sep 2017 19:30:56 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/23/akrabalar-arasi-yeni-ortaklik-siha-ece-uzun/ “Uçakta Sezgin Tanrıkulu’nun arkasına oturdum.. Boğma teliyle işini bitir biz sana hapiste bakarız diyenler fav” Bu sözler Hukuk Fakültesi’nde çalışan bir araştırma görevlisinin attığı tweetten. Tweet, geçtiğimiz ayın sonunda SİHA’ların Hakkari’de piknik alanı olarak kullanılan bir bölgeye attığı bombayla bir kişiyi katletmesini gündem eden ve SİHA’ları eleştiren CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’ya yönelik devletin başlattığı linç […]

The post Akrabalar Arası Yeni Ortaklık: SİHA – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Uçakta Sezgin Tanrıkulu’nun arkasına oturdum.. Boğma teliyle işini bitir biz sana hapiste bakarız diyenler fav”

Bu sözler Hukuk Fakültesi’nde çalışan bir araştırma görevlisinin attığı tweetten. Tweet, geçtiğimiz ayın sonunda SİHA’ların Hakkari’de piknik alanı olarak kullanılan bir bölgeye attığı bombayla bir kişiyi katletmesini gündem eden ve SİHA’ları eleştiren CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’ya yönelik devletin başlattığı linç kampanyasının hemen arkasından atıldı. İktidarın cumhurbaşkanından bakanlarına, televizyonlarından gazetelerine hepsi Sezgin Tanrıkulu’yu lanetleyip “teröristleri” koruduğu algısını üretmeye başladı. İktidar böylece SİHA’ları eleştirenleri şıkıştıracağının altını çizdi.

Devlet, bu katliamı gündem eden Tanrıkulu’yu sıkıştırmasının ardından ikinci refleks olarak SİHA’ları savunma durumuna geçti.

SİHA’ların yapılan operasyonlarda hava desteği sağlaması, “binlerce fit yükseklikten bile hedefini görüyor olması” gibi katliamlarda fayda sağlayacağı yönleri yükseltildi ve SİHA’ların “yerli ve milli” olduğu özellikle belirtilerek de en azından milliyetçi kesimler açısından tartışmalara son verilmek istendi.

Peki devletin tartışmalara son verilmesini istemesinin, ısrarla katledilenlerin “terörist”, SİHA’ların operasyonlar için faydalı olduğunu vurgulamasının arkasındaki nedenler neydi?

TSK tarafından yeni yeni kullanılmaya başlanan SİHA’ların “terörle mücadelede giderek etkin bir araç olacağı” sıkça kullanılan propagandayı oluşturmakta. İşte bu nedenle devletin katliam yaparak sivil insanları öldürüyor olması ve başarısız görünüyor olmasından çekiniliyor. Örneğin artık “binlerce fit yükseklikten görüş yapabilen” bir araçla gerçekleştirilen katliamın kaza olarak gösterilme ihtimali azalıyor. Kısacası katliamının açıkça gözler önüne serilebileceğini gören devlet, SİHA’sına sarılıyor.

SİHA’nın canı gönülden savunulmasının bir başka sebebinin daha olduğunu varsayarsak bu da Erdoğan’ın akrabalık ilişkilerine verdiği değerle ilgili diyebiliriz. Akrabalarıyla iş yapmayı seven Erdoğan, TC’nin en önem verdiği politikalardan olan “terörle mücadele”de kullanılan araçlardan birini yani Bayraktar model SİHA’yı, dünürünün şirketine (damadı Selçuk Bayraktar’ın babası Özdemir Bayraktar’ın Baykar adlı şirketi) yaptırıyor. Yani bu durum Erdoğan’ın şirketin teknik müdürlüğünü yapan damadının ve sahibi dünürünün üretimi olan SİHA’ları sahiplenmesinin belki de “duygusal” tarafı.

Erdoğan, SİHA’larla birlikte, aile ilişkileri sebebiyle ekonomik meseleleri, yarattığı/yaratmak istediği “güçlüyüz ve mücadele ediyoruz” imajıyla da politik hamleleri kontrol altında tutmak istediği için SİHA’sının eleştirilmesine izin vermiyor. Bu sebeplerle kurduğu bu “Yeni Türkiye”de işte böylesi “başarı”/katliam hikayelerinin Erdoğan’lar, Bayraktar’lar ve Albayraklar’dan çıkması muhtemel.


Ece Uzun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Akrabalar Arası Yeni Ortaklık: SİHA – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/23/akrabalar-arasi-yeni-ortaklik-siha-ece-uzun/feed/ 0
Kötünün ve Kötülüğün Farkında Mıyız? – Mercan Doğan https://meydan1.org/2017/09/22/kotunun-ve-kotulugun-farkinda-miyiz-mercan-dogan/ https://meydan1.org/2017/09/22/kotunun-ve-kotulugun-farkinda-miyiz-mercan-dogan/#respond Fri, 22 Sep 2017 07:50:07 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/22/kotunun-ve-kotulugun-farkinda-miyiz-mercan-dogan/ Kötülüğün meşrulaşması, onun toplumun büyük kesimi tarafından coşkuyla desteklenmesi, kötülüğü kötülük olmaktan çıkarıyor mu? Onu normal ya da katlanılabilir mi yapıyor? Cevabımız hayırsa neden katlanıyoruz? Çünkü iktidar, (en sık kullandığını söyleyebileceğimiz için bu yazıda yoğun olarak bahsedeceğimiz) “korku ve manipülasyon”la ve (daha az bahsedeceğimiz) bir çok farklı yöntemle kötülüğün tanımını yeniden yapıyor. Korkuyu Yükselten İktidar […]

The post Kötünün ve Kötülüğün Farkında Mıyız? – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 Yolsuzluk ya da katliam yapmış olsa da, eğer toplum buna rağmen seçimlerde ona ya da partisine oy vermişse ve o bunu “kutlu dava” ya da “milli irade” için yapmışsa; büyük bir çoğunluk için onun eylemi “kötü” olarak değil, “yapılması gereken” olarak görünür. Tıpkı devletler ve kapitalizm tarafından üretilmiş bir şiddet örgütünün, boğaz kestiği katliam ya da açık arttırmayla pazarlarda köle saydığı kadınları satmak şeklindeki yöntemlerinin “kutsal din” kisvesi altında toplumun kimi kesimleri tarafından meşru görülmesi gibi… 

Kötülüğün meşrulaşması, onun toplumun büyük kesimi tarafından coşkuyla desteklenmesi, kötülüğü kötülük olmaktan çıkarıyor mu? Onu normal ya da katlanılabilir mi yapıyor? Cevabımız hayırsa neden katlanıyoruz? Çünkü iktidar, (en sık kullandığını söyleyebileceğimiz için bu yazıda yoğun olarak bahsedeceğimiz) “korku ve manipülasyon”la ve (daha az bahsedeceğimiz) bir çok farklı yöntemle kötülüğün tanımını yeniden yapıyor.

Korkuyu Yükselten İktidar ve Yükselen Kötülük

Foucault’nun da bahsettiği, iktidarın disiplin altına alarak denetlediği, gözetlediği bireyi, “terbiye etme” yani istediği noktaya yöneltme işlevinde kullandığı yöntemlerden biridir korku. Binlerce yıl önce yaşayan Aristoteles, “kötülüğün beklentisi” olarak gördüğü korkuyu, “ilerideki yıkıcı ya da acı verici kötü bir şeyin zihindeki tablosuna bağlı bir acı ya da rahatsızlık olarak” olarak tanımlar. Zihindeki tablo denilen; daha önce görülen, duyulan ya da yaşananlar temel alınarak oluşur.

Günümüzde yapılan pek çok araştırma, iktidarların sesi olan medyanın, korku dolu bir gelecek tahayyülünde en önemli etkenlerden biri olduğunu ortaya çıkarır. İktidarını kaybetme korkusuyla dolu olan iktidar, birey ona karşı çıktığında ve toplum kötülüğü reddettiğinde neler yapabileceğini; şimdiye dek yaptıklarını hatırlatarak yani korkutarak anlatır. Bunun yanı sıra, art arda verilen “üretilmiş iç ve dış düşmanların şiddeti”, doğal afet denilen ancak doğal olmayan “kapitalizmin afetleri” bireyi günden güne tedirginleştirirken katliam, cinayet, işkence, tecavüz haberleri de korkuyu yükseltir.

Niccolò Machiavelli ve Thomas Hobbes’un ise korkuya dair vurguladıkları nokta, bir toplumda korkuyu kontrol edenin tüm toplumu da kontrol etme yetisine sahip olduğudur. Toplumsal korkuyu kontrol edenler, toplumu kontrol etmek isteyen iktidarlardır.

Bu koşullarda, politik iktidarların “korku politikaları”, ekonomik iktidarların güvenliği bir endüstri haline getirmesi, sosyo-kültürel iktidarların beslediği gözetim kültürünün etkisi düşünüldüğünde ve iktidarın bütün biçimlerinin kötülük yaptığı-yaydığı göz önünde bulundurulduğunda, bireylerin korkuyla edilgenleşmesi olağan hale gelir. Korkunun işe yaramadığı durumlarda etkili yöntemlerden biri ise manipülasyondur.

Manipülasyonla Sıradanlaşan Kötülüğün Kavranamazlığı

Manipülasyon genel olarak sözlük anlamıyla “yönlendirme, etkileme” demektir. Psikolojide “insanları kendi bilgileri dışında veya istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme” anlamına gelir. Sosyoloji ise bu tanımı açar: Manipülatör, bilgiyi ya da olayı gösterirken, gösterilen hakkında yapılacak yorumların ve verilecek tepkinin iradi ya da özgür olmasını etkileyecek şekilde hareket eder; bazı yerleri öne çıkarır, bazı yerleri saklar, yorumunu katar. Ve sonuç olarak gösterilenle görünen arasında bir fark ortaya çıkarır. Bunun etkisiyle toplumda kanaat değişikliği, hatta davranış değişikliği oluşur. Toplumsal kötülük, bu kısımla ilgilidir.

İktidarın propaganda araçlarıyla gerçekleşen manipülasyon, kötülüğü sıradanlaştırıyor. “Yok canım, o kadar da olmaz” diyeceğimiz her şey üst üste önümüze konuluyor ve biz her seferinde bir öncekine alışmış olarak devam ediyoruz yaşamaya. Medyanın, eğitimin, devlet ve benzerlerinin manipülasyonu; haber bültenlerini meşgul eden, algılarımızı körelten bir hali aşarak sıradanlaşıyor. Toplumun ta içine, gündelik yaşantımıza, sokağımıza, evimize soframıza ve bizzat içimize sızıyor.

Kötülük her alana bu kadar sızmışken, içinde yaşadığımız toplumda günden güne artan gariplikleri artık anlamaya çalışmıyoruz bile. Yaşanan bütün adaletsizlik ve baskılar toplumun gerilimini günden güne arttırdıkça, muhakeme etme yetisi tıkanan toplumda anlamlandırılması zor kötülüklerin doğması da daha olağan hale geliyor.

Kötülük kavranamıyor. Hiç bir akıl 12 yaşındaki çocuğun tecavüze uğramasını anlamlandıramıyor. Ve üstüne bu çocuğu tecavüzcüsüyle evlendirmeyi öngören yasa tasarısı gündemleştiğinde, toplumun büyük kesimi yaşadığı duyarsızlaşmayla hareketsiz kalıyor, vurdumduymaz davranabiliyor. Apaçık kötülük diyebileceğimiz iktidar uygulamaları, her gün, her an, tekrar tekrar, aklımızı ve algılarımızı bombardımana tutarak bizleri edilgenleştiriyor, yaşananlar ya da olanlar karşısında hareketsiz, sessiz kılıyor. Ve kesinlikle bu sessizlik, bu hareketsizlik iktidarın yani kötülüğün işine geliyor. Bütün bunlar olurken, bireyden ve bireylikten söz etmemiz pek de mümkün gözükmüyor.

İktidarın İstediği: “Bireyliksiz Toplum”

İktidar bunu neden yapıyor, neyi amaçlıyor? Bireylik ortadan kalktığında, söz konusu hedef milyonlarca birey yerine sadece toplum – bir nesnellik olduğunda, şekillendirmenin ve toplumun dinamiklerini belirlemenin kolaylaştığını söyleyebiliriz. Böylece iyi ve kötüyü de, diğer bütün kavramlar gibi, yönettiği toplum için yeniden tanımlıyor iktidar. Kötülüğü kavranamazlaştırması da, sıradanlaştırması da bundandır; bu yazının konusu çerçevesinde baktığımızda, kötü olana “kötü” demeyelim diyedir.

Ortaya çıkan bu kötülük atmosferinde, kötülük yapmak ve kötülüğe sessiz kalmak kaçınılmaz olarak rutine dönüşmüş gibi gözüküyor. Peki bizler, bütün bunları yapanların ne kadar kötü olduğunun ve yapılanların ne büyük kötülükler olduğunun farkında mıyız?

Zerre kadar değerimizin olmadığı sistemde, sayemizde var olan iktidarın -manipülasyonla- kendi çıkarına göre oluşturduğu kuralları sessizce kabul mü edeceğiz? Yaşamlarımızı sınırlama ve sonlandırma yetkisine sahip olduğunu iddia eden devletin kontrol mekanizmalarına -korktuğumuz için- karşı duruş sergilemeyecek miyiz? Baskının ve zulmün bütün biçimlerine susarak ortak mı olacağız? Biz de mi kötü olacağız?

Kötülük Sarmalından Çıkmak?

Kötülüğün meşrulaştıkça toplum için bir rutin, gittikçe derinine indiğimiz bir sarmal haline geldiğini söylemiştik. Rutin olan, değiştirmesi zor olandır, bireye alıştırılmış olandır. Birey bir kez kötülük yaptığında, ikinci kez yapması kolaylaşır. Çünkü bir değer yitimi yaşamıştır. Birey bir kez kötülüğe sessiz kaldığında, ikinci kez de hareketsiz kalması kolaylaşır. Kötü olan durumun devam etmesinde pay sahibidir. Bu rutini bozmanın, kendisiyle çelişkili olduğu yanılgısına kapılır. Bir kere girmiştir sarmala, dün kabul ettiğini bugün reddetmek, olmayan bir seçenek gibi görünebilir.

Devletlerin ürettiği katliamlar, savaşlar, açlık ve sürgünler arasında; kapitalizmin ortaya çıkardığı yalnız, bencil, rekabetçi, sorgusuz sualsiz talep eden ve sürekli tüketen bireylerden oluşan bir toplumda; yani genel olarak “iktidarın kötülüğü” dört bir yanımızı sarsa da rutini bozmak, bu sarmaldan çıkmak nasıl mümkün olabilir?

Ve tekrarlıyoruz, asıl sorumuz şu; korkuyla sindirildiğimizin, manipülasyonla yanıltıldığımızın, günden güne kötülük sarmalında çürütüldüğümüzün yani kötünün ve kötülüğün gerçekten farkında mıyız?

Mercan Doğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.

The post Kötünün ve Kötülüğün Farkında Mıyız? – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/22/kotunun-ve-kotulugun-farkinda-miyiz-mercan-dogan/feed/ 0
“Terörün Eğitimi Eğitimin Terörü” – Şeyma Çopur, Meltem Çuhadar https://meydan1.org/2017/02/26/terorun-egitimi-egitimin-teroru-seyma-copur-meltem-cuhadar/ https://meydan1.org/2017/02/26/terorun-egitimi-egitimin-teroru-seyma-copur-meltem-cuhadar/#respond Sat, 25 Feb 2017 22:08:39 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/26/terorun-egitimi-egitimin-teroru-seyma-copur-meltem-cuhadar/ TERÖRÜN EĞİTİMİ Devlet, dönemsel stratejilerini ve kendi propagandasını her alanda, türlü yollarla bizlere aşılamaya çalışır. Devletin bu propagandalarına izlediğimiz televizyonla, okuduğumuz gazetelerle, özellikle neredeyse her gün gittiğimiz okullarda öğretmenlerle, müdürlerle, disiplin kurullarıyla maruz bırakılıyoruz. İktidarın idamı gündeme getirdiği bir dönemde, ilkokula giden arkadaşımızın karne günü yaptığı bir röportajda “Cumhurbaşkanı olup idamı getireceğim; darbecileri idam edeceğim” […]

The post “Terörün Eğitimi Eğitimin Terörü” – Şeyma Çopur, Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

TERÖRÜN EĞİTİMİ

Devlet, dönemsel stratejilerini ve kendi propagandasını her alanda, türlü yollarla bizlere aşılamaya çalışır. Devletin bu propagandalarına izlediğimiz televizyonla, okuduğumuz gazetelerle, özellikle neredeyse her gün gittiğimiz okullarda öğretmenlerle, müdürlerle, disiplin kurullarıyla maruz bırakılıyoruz.

İktidarın idamı gündeme getirdiği bir dönemde, ilkokula giden arkadaşımızın karne günü yaptığı bir röportajda “Cumhurbaşkanı olup idamı getireceğim; darbecileri idam edeceğim” demesi de işte bu yüzden bizleri şaşırtmadı. Çünkü özellikle 15 Temmuz sonrası devletin hemen herkeste oluşturmak istediği düşünce buydu; her okulda dağıtılan “Teröre karşı milletiz” kitapçıkları, yapılan 15 Temmuz anmaları ve öğretmenlerin derslerde sürekli olarak bu konuyu işlemesi birer örnekti. İktidarla aynı düşüncede olan bir öğretmenin öğrencilerin eline verdiği idam ipiyle çektirdiği fotoğraflarsa, bahsettiğimiz bu propagandanın boyutunu apaçık gösteriyordu.

EĞİTİMİN TERÖRÜ

Okula girdiğimiz andan itibaren eğitimin terörüyle karşılaşırız. Okul bahçesinde girdiğimiz nizami sırada, okuduğumuz marşlarda ve yapılan törenlerde, terörün bir parçası olmak için yemin ettiriliriz. Dört duvar arasında sıkışıp kaldığımız odalarda öğretilen her bilgi, bizleri devletin terörüne entegre etmek içindir. İsteyip istemediğimiz sorulmadan bize öğretilen her bilgi, birçok şeyin algılarımızda kalıcı yerler edinmesine sebep olur.

Eğer tüm okul yaşantımız boyunca Türk olmak bizlere övülmeseydi, düşman diye öğretilenler dost olarak öğretilseydi, savaşlarda ölmenin kutsal olduğu saçmalığı söylenmeseydi; şu anda doğru bildiklerimiz tamamen bir yanlıştan ibaret olmaz mıydı?

Bu sorunun cevabı çok basit. Henüz doğru ve yanlışın ne olduğunu sorgulamadığımız yaşlardan beri bizlere öğretilen bilgiler, doğal ki algılarımıza hatta karakterlerimize kadar işler. Toplumu oluşturan her bireyin bu bilgelere maruz kalmasıyla, toplumun genelinin algısı ve ilişki biçimi iktidarın istediğince belirlenir. Dolayısıyla nefret ilk öğrenildiğinde kişinin bir başkasına hissettiği bir duyguyken; bunun yayılmasıyla toplum, kendinden olmayan herkese ve her şeye öfkeyle bakmaya, nefret duymaya başlar.

Algılarımızın ve eylemlerimizin böylesine belirlendiği ve iktidarın çıkarları doğrultusunda şekillendirildiği bir sistemde sınıfta halay çeken öğrencilerin ceza alması da, istiklal marşını okumayanların okuldan atılması da, henüz ilkokula giden bir çocuğun idamı istemesi de meşrulaşır. Bunun karşısında anadilini konuşmak isteyenler; yaşadığı adaletsizliklere tepki gösterenler; yaşamı ve özgürlüğü için bir araya gelenler de anormalleşmeye; yukarıda bahsettiğimiz nefretin odağı haline gelmeye başlar.

Ancak toplumsal tüm alanlarımızda giderek örgütlenen bu nefret ve şiddet, artık herkese değebilme potansiyeline sahip. Yaşam alanlarını savunanları görmezden gelenler artık kentsel dönüşüm bahanesiyle evlerinden bir gecede atılabilir; erkeğin kadını baskılamasına sessiz kalanlar, günün birinde bindikleri bir otobüste tacize maruz kalabilir; savaşı meşru görenler, bir gün savaş politikalarıyla yaşamlarını yitirebilir…

İktidarın baskısına, devletin terörüne karşı direnmek ve adaletsizliklere karşı mücadele etmek, bahsettiğimiz şiddetten ve nefretten kurtulabilmenin tek yoludur. Bizleri maruz kaldığımız adaletsizliklere karşı direndiğimiz için “anormal” ilan edenlere, terörün eğitimiyle tektipleştirmek isteyenlere, eğitim terörüyle sindirmeye çalışanlara karşı varolabilmek ancak direnmekle mümkündür.

Şeyma Çopur – Meltem Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Terörün Eğitimi Eğitimin Terörü” – Şeyma Çopur, Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/26/terorun-egitimi-egitimin-teroru-seyma-copur-meltem-cuhadar/feed/ 0
Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/ https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/#respond Sat, 25 Feb 2017 21:52:37 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/ Anarşistler ilkesel olarak oy kullanmaz ve seçimlere katılmazlar SEÇMENE DAİR: Bir oy ile politikleşmek; parti ya da başkan seçimlerinde bir oyluk kampanyaların parçası olarak politikleşmek. Türkiye’de yapılan son seçimlerde seçmenin %87’si seçimlere katılmıştır. Seçimlere katılanların sayısı 49 milyon, katılmayanların sayısı ise yaklaşık 9 milyondur. Sistem değişikliği için önümüzde yapılacak olan referanduma katılım da benzer sayılarda […]

The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Anarşistler ilkesel olarak oy kullanmaz ve seçimlere katılmazlar

SEÇMENE DAİR:

Bir oy ile politikleşmek; parti ya da başkan seçimlerinde bir oyluk kampanyaların parçası olarak politikleşmek. Türkiye’de yapılan son seçimlerde seçmenin %87’si seçimlere katılmıştır. Seçimlere katılanların sayısı 49 milyon, katılmayanların sayısı ise yaklaşık 9 milyondur. Sistem değişikliği için önümüzde yapılacak olan referanduma katılım da benzer sayılarda olacaktır.

Seçmen için seçimlere katılmak ne demektir?

Seçimli sistemlerin tümünde, çoğunluk olan iktidar olur. Demokraside, çoğunluğun iktidarı demokratiktir. Çoğunluk olan iktidardır, azınlık olan ise iktidar olamamıştır. Çoğunluğun ve azınlığın ilişkisi, seçimler sürecince iki ayrı yöntemin tartışması şeklinde sürmüştür. Tartışmadıkları tek şey ise seçimlerdir. Seçimler bir grubun toplumu “ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle başlayan, diğer grubun ise “hayır ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle karşılık bulduğu bir iddiadır. Seçimler, iddianın taraflarının anlaşarak başlattığı seçmen sayma sürecidir ve seçmenler olmadan gerçekleşemez. Hangi tarafın seçmeni diğerinden çoksa, toplumun yönetimi de o tarafta olacaktır. Seçmen, bu iddialaşmada sadece sayısal bir değerdir. Bu sayısal değer gündelik yaşamında birçok sorunu çözmeye çalışarak yaşayan vatandaş için önemsenecek bir değer değildir. İddialaşmanın tarafları seçimlerdeki katılımı arttırmak için, vatandaşı, sayılan seçmen sıfatından çıkarıp iddianın içine sokmak isterler. Böylece iddiaya katılım artacaktır. Katılımın artması, bir sayı olan seçmenin, öncelikle iddiayı ve sonrasında ise seçimleri ve daha da sonrasında seçimlerin sonucunda oluşacak iktidarı içselleştirmesini sağlayacaktır. Seçmen kazansa da kaybetse de seçimin sonucunu ve seçilmiş tarafın iktidarını kabullenecektir. Vatandaşın bu kabullenmesi, seçimlerde iddialaşan her grubun kazanımıdır. Seçimi kazanan hükümetini sürdürdükçe, kaybeden de muhalefetini sürdürecek ve her iki taraf da bir dahaki seçimleri bekleyeceklerdir.

Seçmen sorumluluğu ne demektir?

Vatandaşın toplumun yönetimine katılması demektir. Atacağı bir oyla toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal yönetimine katıldığını sanan seçmen, sorumluluk safsatasıyla yaratılan bu sistemle anlaşacaktır. Anlaşma basittir; kullandığın oy kazansın ya da kaybetsin sen kazanana, yani haklı iktidara, yönetilme hakkını sunmalısın. Bu, kullanacağın bir oyla onaylayacağın anlaşmanın sorumluluğudur.

Seçmenlerin bir oy ile eşitlenmesi ne demektir?

Seçimler sınıflar arası çatışmada bir yanılgı yaratır. Seçimler 1400 lira maaş verilen bir işçiyle 14.000 lira maaş verilen bir mühendisi ve hatta bu işçi ve mühendisin “bir” üretiminden 140.000 lira kazanan patronu bir oy ile eşitleme yanılgısını yaratmaktadır. Aylarca süren ve bir günde biten bu yanılgının ardından toplumsal yönetimde hiçleşen ezilenler, seçilmiş tüm yönetimlerin sömürüsünü yaşarlar.

AKP’nin senelerdir süren genel yönetimi süresince de yeni yasalarla işletilen taşeronluk sisteminin, CHP yerel yönetimlerinde de işlediği aşikardır. Yaklaşık 20 senedir yapılan tüm seçimlerde en yüksek oyu alan bu iki partinin sınıfsal çelişkideki pozisyonları benzerdir. Aralarından birinin hükümet ve diğerinin muhalefet olması, sınıfsal çatışmayı olumlu ya da olumsuz etkilemeyecektir. 140.000 lira kazanan patronun toplumsal yönetime etkisi her daim daha fazla olacak, kapital sahibi olarak yönetime sahip olanlarla sürekli ilişkileri sürecektir. Emeğine 1400 lira verilen işçinin ise yönetime etkisi olmayacaktır. Bir oy ile başlayan ve biten yanılgının bir anlık “bu toplumda ben de varım” mutluluğu ise gündelik yaşamın sosyal ve ekonomik gerçekliğiyle sonlanacaktır.

Kalifiye seçmen olmak ne demektir?

Toplumda çoğunluk kesime ait olmak demektir. Seçimlere giren her grup için toplumun çoğunluğunu oluşturan kesim, seçimin sonucunu belirleyecek olan kitledir. Kitlenin özellikleri, seçim propagandalarının eksenini de belirler. AKP de CHP de, toplumda çoğunluğu oluşturan Türk, Sünni, milliyetçi-ulusalcı gibi toplumda genel geçer değeri olan kesimleri kazanmayı amaçlar. Kalifiye seçmenin dışında kalan seçmen ise, kitle sayısına oranla daha az oy demektir. Bu, kalifiye olmayan seçmenin, seçim propagandalarında ikincil önemde kalması anlamındadır. Böylece vatandaşın sosyal ve ekonomik kimliği, onun seçmenlik derecesini belirlemiş olur.

MUHALEFETE DAİR:

Seçimlerde iktidara muhalefet olmak ne demektir?

Seçimlerde iktidara muhalefet olmak, geçmiş seçimlerde seçilmemişsin ve gelecek seçimler için umutlusun demektir.

Seçimli sistemlerin tümünde seçime en az iki grubun katılımı gereklidir. Kazanan ve kaybedenin belli olacağı seçim gününe kadar iki grup birbirlerine muhaliflerdir. Kazananın iktidar olması paralelinde kaybeden ise muhalefet olacaktır.

Parlamenter sistemde parlamento içerisinde AKP’nin tüm kararlarına karşı koyan CHP, AKP’nin yaptığı yönetim uygulamalarını, devletin işleyişine ve toplumun yaşamına olumsuz olan etkilerini gündeme getirir. Muhalefetin parlamento içindeki bu misyonu iktidara zıt bir propaganda yapmasını da sağlar. Muhalefetin seçmenle kurduğu salt ilişki artık budur; çünkü seçmenle bir oy için başlattığı anlaşma, seçimleri kaybetmesiyle sonlanmıştır.

Parlamento dışındaki muhalefet ise, muhalefetinin varoluşunu seçimleri kazanan iktidara karşı koymaya dayandırmaz; parlamento dışı muhalefetin dayanağı emperyalizm-kapitalizm karşıtlığıdır. Söz konusu muhalefet, Marksist Leninist sınıf çerçevesinde sınıfsal çatışmanın tarafıdır. Sınıfsal çatışmanın burjuvazi karşısında işçi sınıfının iktidarıyla sonlanacağı devrim için mücadele ederler. Mücadele stratejileri içinde seçimlerde parlamenter muhalefetle pratik bir taraflaşmadan yanadırlar. Bir strateji olarak seçimi savunan devrimci muhalefet, seçim süresince toplumu örgütleme olanağını vurgular. Vatandaşın seçim süreçlerinde bir oy ile yaşayacağı politikleşmeden faydalanabileceğini savunur. Marksist Leninist toplamında bilimsel sosyalist örgütlenmeler, yorum farkları dışında, stratejik olarak seçimlerin kullanılmasını savunur.

HDP Kürt halkının parlamentodaki temsiliyetinin ötesinde devrimci muhalefetin de toparlandığı bir kuruma dönüşmüştür. HDP 1 Kasım genel seçimlerine kadar katıldığı seçimlerde seçmen sayısını sürekli olarak arttırmıştır. Artık parlamentoya bir parti olarak katılma şartı olan %10 seçmen sayısına ulaşabilmekte ve parlamentoda bir parti olarak bulunabilmektedir. Kendi birincil seçmeni olan bölge halkından aldığı oy sabitleşmiştir. Metropollerden alacağı oylarla %10-11 arası iniş çıkışlar yaşamaktadır. Yalnız 1 Kasım ile beraber başlayan TC’nin Kürt Hareketi ile iç ve dış politikalarında karşı karşıya kalması süreci, seçilerek parlamentoya giren HDP’nin yasal-yasa dışı yöntemlerle parlamentodan çıkarılmasıyla sonuçlanmıştır. Seçilmişlerin dokunulmazlıklarına rağmen birer birer yargılanıyor ve tutuklanıyor olması, kural koyucunun yani devletin kendi kurallarını değiştirebilme serbestliğinin göstergesidir. Bir başka gösterge ise genel seçimlerin yanı sıra yerel seçimlerde seçilerek belediye başkanlığını kazanan HDP’li belediyelere kayyum atanmasıdır. Devlet iç ve dış stratejileri paralelinde seçimleri ve seçilmişleri hiçleştirerek, temsili demokrasilerin bir yönetilme yanılgısı olduğunu ispatlamaktadır.

7 Haziran seçimlerinde hepimizin bir parçası olduğu bütünlüklü bir isyan sürecinin, sokak eylemlerinin, yavaş yavaş sandığa sıkıştırıldığını gördük. CHP’den Vatan Partisi’ne varoluşsal olarak olağan karşılayacağımız bu sıkışmanın anlaşılmaz ve karmaşık tarafı, HDP’nin topluma yaptığı sokak değil sandık telkiniydi. Sokak eylemlilikleri toplumsal bir şekilde sürerken seçim kampanyaları içinde erimekte, Kobanê’nin kurtuluşu bile kampanyaya sıkışmaktaydı. Her gün sokağa bir kampanyanın parçası olarak değil kendini gerçekleştirmek için çıkanlar, sokaktan önce sandığın binalarına sonra evlerinin bulunduğu apartmanlara girdiler. HDP, bir oyla bir gün değil, bir direnişle her gün politikleşenlerden “Haydi AKP diktatörlüğüne son” diyerek oy kullanmasını istedi. Seçim kampanyaları, kullanılan oylar ve değişmeyen sistem, değişmeyen devlet diktatörlüğünde birer birer umutsuzluğa dönüştü. “Bu düzen böyle gelmiş böyle gider” söylevi dillerden dillere yayılır olmadı mı? Umudu sokaktan sandığa sıkıştırılanlar ve umudu oy kullanmak sananlar, şimdi, bu yanılgıyı bir başka seçimle tekrarlamak istiyorlar. Oy, umut değil seçmenin politikleşme yanılgısı; seçimler ise adalet ve özgürlük için umut değil, toplumun yönetilme yanılgısıdır.

İKTİDARA DAİR

Seçimler iktidarın ya sürmesi ya sonlanması demektir. Her iktidar toplumun tümünün onayını almak ister, bu onay seçimlere katılarak verilir.

Art arda seçimleri kazanan AKP’nin sürekli çatırdama senaryolarıyla geçirdiği bir iktidar döneminde, zamansız bir referandum seçim sürecindeyiz. Bu zamansız seçimler yani standart periyotta olmayan seçimler, AKP’nin sevdiği seçimlerdir. İktidar olmanın çoğunluk olmanın serbestliğiyle kurgulandığı; iktidarın kurallarını kendinin koyduğu ve beğenmediği kuralı kaldırdığı bir seçim sürecinin daha içindeyiz. Bu referandum, AKP’nin üçüncü referandumu ve AKP bunu da kazanırsa, toplumun şekillendirmesinde önemli bir pozisyonda kazanmış olacaktır. AKP’nin seçim stratejilerinde en önemli ayrıntı kendi seçmen sayısını artırmasını istemesinin yanı sıra seçime katılan seçmen sayısına da artırmak istemesidir. İktidar kendisine muhalif olanların duygu ve düşüncelerini önemsemiyormuş gibi davransa da gerçekte önemser; çünkü iktidarın en çekindiği şeylerden birisi toplumsal onayı alamamaktır. İktidar zaten kendisi için oy kullanan seçmenin onayını almıştır. Muhalif olan seçmenin onayını alması için muhalif seçmenin seçime katılması yeterlidir. Muhalif seçmenin seçime katılmış ve kaybetmiş olması, seçim sonuçlarının meşruluğunu sağlayacaktır. Çünkü meşru olmayan bir iktidar, iktidar olamaz. Kendi iktidarı için en çekineceği şey seçimlere katılımın düşük olması demektir. Direk ya da dolaylı boykot AKP’nin gerçek korkusudur. Bunun için AKP katılımı artırmayı genel gerilimi artırmaya endekslemiştir. Kendi propagandasını yaparken provakatif söz ve eylemlerle muhalefeti gererek, seçmenler arası cepheleşmeyi artırır. Cepheleşme artıkça seçime katılım da artacaktır.

BİZ ANARŞİSTLERE DAİR:

Seçimlere katılmamak tarafsızlık mı demektir?

Yönetme ve yönetilme ilişkisini reddeden anarşistlerin, toplumun yönetimi için yapılan seçimleri de reddetmesi gerekmektir. Bu bir tarafsızlık değil, yöneten ve yönetilenin olmadığı bir dünya için mücadeleye taraflaşmak demektir. Seçimin özgür irade yanılgısı yarattığı aşikardır. Özgür iradesiyle toplumsal yönetime yakınlaştığını ve etki ettiğini düşünen birey, bu yanılgı ile gündelik gerçeklerden uzaklaşacaktır. Bireyin yaşadığı adaletsizliklere, tutsaklıklara, yoksulluğa ve yoksunluklara uzaklaşarak daha itaatkarlaşması kaçınılmazdır. Bireyin yadsındığı toplum anlayışının yarattığı adil ve özgür olmayan bu dünya düzeninde, toplumun yönetiminin seçimle belirlenmediği toplum yoktur. Seçmene sunulan seçenekler bellidir ve seçmenin seçimi ne olursa olsun değişmeyen belli başlı gerçekler vardır:

1) Emeğini ve zamanını satarak yaşamak zorunda olanların, yani ezilenlerin, yönetime etkisi yoktur.

2) Ezilenler için seçim sonrası yönetimlerin uygulamalarında fark yoktur.

3) Kapital sahiplerinin yönetim sahipleriyle çıkar birlikleri vardır.

4) Her toplumda kronikleşmiş iktidar ve muhalefet potansiyeli olan aileler, aşiretler, ideolojik partiler, mezhepler ve etnisiteler vardır. TC’de bu Türk Kürt, Sünni, Alevi, laik, muhafazakar gibi şekillenmiştir.

5) İktidar, devlet-şirket ilişkisinin düzenlenmesinden sorumludur. Bu sorumluluğunu yürütme, yargı ve kolluk kuvvetleri gibi organlarını kullanarak yapar. Bu, ezen ezilen ilişkisinin istenilen sabit şeklinin sürekli savunulması sorumluluğudur. TC’de ve diğer dünya devletlerinin hangisinde seçimleri kazanan iktidarın ezilen sınıfı ezen sınıftan kolladığı deneyimlenmiştir? Seçilmiş muhafazakar, liberal ve hatta sosyalist hiçbir iktidar, ezilenler sınıfının çıkarlarını gözetmemiştir.

Anarşistler seçimlerde oy kullanarak -kullandıkları oy kazansa da kaybetse de- seçimi kazananın iktidarını onaylamayı savunamazlar. Anarşistler, Marksist Leninist bilimsel sosyalistler gibi seçimler süresince seçim kampanyalarına katılarak toplumun örgütlenmesini bir stratejiye dönüştürmezler. Seçimlere katılan taraflar, halkın adalet ve özgürlük taleplerinin tümünün seçim söylevlerinde kapsandığı ve seçimi kazanmaları sonrasında bunun karşılanacağı yanılgısını yaratırlar. Bir yanıyla kapsamlı talep anlamı taşıyan seçim kampanyasının bireysel ya da örgütsel destekçisi-dayanışmacısı olmak, bu yanılgının yayılması sağlamaktır. Seçim sürecini faydalanacak bir fırsata çevirmeyi istemek seçim sisteminin yani bu yanılgının propagandasını yapmak istemektir. Anarşistler, toplumu oluşturan bireyleri oy kullanmama sorumluluğuna çağırmalıdırlar. Bu çağrı, bireyin kendi iradesini, ayrıca adil ve özgür bir dünya isteğini bir partinin ya da başkanın iradesine bırakmama sorumluğudur. Böylesi bir sorumluluk bir güne değil her güne yayılacak bir politikleşmenin başlangıcıdır.

Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referanduma Dair Yayınlanan Birinci Bildirisi

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/feed/ 0
TEKRAR TEKRAR TEKRAR – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2017/01/06/tekrar-tekrar-tekrar-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2017/01/06/tekrar-tekrar-tekrar-zeynel-cuhadar/#respond Fri, 06 Jan 2017 10:15:37 +0000 https://test.meydan.org/2017/01/06/tekrar-tekrar-tekrar-zeynel-cuhadar/ CIA tarafından finansmanı sağlanan ve özellikle 1950’lerden itibaren uygulanmaya başlanan duyusal yoksunluk deneyleri ile bireylerin çeşitli yollarla hafızası ve dış dünyayla olan bağlantısı hedef alınarak, bireye şekil verilmeye çalışılmıştır. Naomi Klein’in Şok Doktrini adlı kitabında bahsetmesiyle daha çok bilinir hale gelen bu deneylerden en çarpıcı olanları Dr. Ewan Cameron tarafından uygulanmıştır. Cameron’un deneylerinde, bireyin zihnini […]

The post TEKRAR TEKRAR TEKRAR – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

tekrar


Tekrarla Sıkıştırılıyoruz!

Goebbels’e göre “En parlak propaganda tekniği, tek bir temel prensip akılda sabit olarak tutulmadıkça başarıya ulaşmayacaktır: Kendini birkaç nokta ile sınırlamalı ve bunları defalarca tekrar etmelidir. Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.”


CIA tarafından finansmanı sağlanan ve özellikle 1950’lerden itibaren uygulanmaya başlanan duyusal yoksunluk deneyleri ile bireylerin çeşitli yollarla hafızası ve dış dünyayla olan bağlantısı hedef alınarak, bireye şekil verilmeye çalışılmıştır. Naomi Klein’in Şok Doktrini adlı kitabında bahsetmesiyle daha çok bilinir hale gelen bu deneylerden en çarpıcı olanları Dr. Ewan Cameron tarafından uygulanmıştır. Cameron’un deneylerinde, bireyin zihnini kontrol etmek için, bireyin zaman ve mekân algısı yok edilip, iradesi kırılarak her türlü etkilenmeye açık hale gelmesinin yolu açılmıştır. Cameron, “hastalarının” hafızalarını silmek amacıyla onlara önce defalarca tekrarlanan elektroşoklar vermiş, daha sonra şekillendirmek istediği yönde hastaya defalarca telkinde bulunmuştur. Doğum sonrası depresyon yaşayan ve deney kapsamında üzerinde çalışma yapılan Janine Huard’a defalarca elektroşok verilmiş; ardından kocasına ve çocuğuna karşı sorumluluklarının olmadığını tekrarlayan bant kayıtları dinletilmiştir: “Janine, Janine, sorumluluklarından kurtuluyorsun. Sen, kocanı ve çocuklarını gözetmek istemiyorsun”.

Bu tip uygulamalar, yaşadığımız coğrafyada da bir işkence yöntemi olarak kullanıldı. Özellikle 12 Eylül sonrası devlet, “bir şeyler” itiraf etmesini isteyerek gözaltına aldığı insanlara tekrar tekrar elektroşok vermiş, insanların gözlerini bağlayarak onlara duyusal yoksunluk yaşatmaya ve onların iradesini kırmaya çalışmıştı.

15 Temmuz’dan beri yaşadıklarımız ise şiddet dozu daha az, ama tekrarlarının sıklığı ve toplam süresi daha fazla olan bir şok dizisi olarak karşımıza çıkıyor. Aralardaki boşlukları tıka basa dolduransa, televizyon kanallarından, gazetelerden ve internet sitelerinden yayınlan son dakikalarla, haberlerle, günün özetleriyle ve yorumlarla tekrar tekrar söylenenler.

Devletin “Gizli Propaganda Aracı”

“Hainler o kadar güçlü bir lobiyle Türkiye aleyhine çalışıyor ki dünyanın dört bir yanında bununla başa çıkmak için bir eylem planına, “gizli propaganda aracı”na acil ihtiyacımız var.” Bu sözler ana akım medyada yer alan bir köşe yazarına, Sevilay Yükselir’e ait. Öneriyse Nazi Almanyası’nda kurulmuş olan “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı” ile bu kurumun kurulduğu günden kapanışına kadar bakanlığını yapmış olan Joseph Goebbels’i ve “Büyük Yalan” adı verilen propaganda tekniklerini akla getiriyor.

“Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer” yani “Tek Halk, Tek İmparatorluk, Tek Lider” söyleminin üretildiği ve yaygınlaştırıldığı bakanlıkta kullanılan ve en çok dikkat çeken tekniklerden biri tekrar üzerine kuruluydu. Goebbels’e göre “En parlak propaganda tekniği, tek bir temel prensip akılda sabit olarak tutulmadıkça başarıya ulaşmayacaktır: Kendini birkaç nokta ile sınırlamalı ve bunları defalarca tekrar etmelidir.” ve “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.”

İletişim araçlarıyla söylenen şeylerin ne kadar doğru olduğunun, iktidarın amaçları açısından bir önemi yoktur; aslolan söylenenlerin ne kadar sıklıkla tekrarlandığıdır. Özellikle kriz zamanlarında kamuoyuna sunulan haberlerin birçoğunun bilgi kirliliğine neden olduğu ve yine birçoğunun da bu amacı taşıdığı düşünüldüğünde, haberlerin tekrar tekrar verilmesinin önemi artmaktadır. Henüz bir haberin şokunu atlatamadan bir başka haberle sarsılanlar, haberlere karşı tepkisizleşmeye başlamaktadır.

OHAL sürecinde tekrar tekrar yapılan haberlerle zaman ve mekân algımız yok edilerek, irademiz ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Özellikle iktidarın beslediği medyaya ait haber sitelerine girildiğinde bu durum açıkça kendini göstermektedir. “Son Dakika” diye bağıran pek çok haber, bırakalım son dakika olma niteliğini, haber olma niteliğini dahi taşımamaktadır. En az yedi kanalda birden günde üç doz verilen siyasi yorum programlarında, siyasetçiler, gazeteciler ya da akademisyenler, iktidarın söylediklerini tekrarlamaktadır. Bu tekrarlamalar, zaten yaşadığı ya da tanık olduğu şoklarla algıları yıpratılan insanların yönetilmesini açık hale getirmektedir. Dahası, tekrarlar insanları öyle yönetilmeye açık hale getirir ki, medyada yer alan bir haber ya da yorum, daha bir hafta geçmeden tersine çevrilip tekrar sunulduğunda, takipçilerinde bir tutarsızlık şüphesi uyandırmak yerine takipçilerini daha çok etkilemektedir.

Zeynel Çuhadar

[email protected]

The post TEKRAR TEKRAR TEKRAR – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/01/06/tekrar-tekrar-tekrar-zeynel-cuhadar/feed/ 0
” Manipülasyon ” – Gizem Şahin https://meydan1.org/2015/06/12/manipulasyon-gizem-sahin/ https://meydan1.org/2015/06/12/manipulasyon-gizem-sahin/#respond Fri, 12 Jun 2015 09:14:34 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/12/manipulasyon-gizem-sahin/ Manipülasyon, insanları kendi bilgileri dışında, istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme işlemidir. Manipülasyonlar, algılama ve öğrenme gibi zihinsel süreçlere etki ederek kişilerin davranışlarında veya fikirlerinde değişikliklere ve dönüşümlere neden olur. Genellikle, insanların düşünce ve davranışlarını etkilemek için kullanılan planlanmış mesajlar bütünü olan zaman zaman propaganda ile aynı anlamda kullanılan manipülasyon; ancak, bireyi düşünme ya da eylem […]

The post ” Manipülasyon ” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Media-Manipulation-Optical-Illusion1

Manipülasyon, insanları kendi bilgileri dışında, istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme işlemidir. Manipülasyonlar, algılama ve öğrenme gibi zihinsel süreçlere etki ederek kişilerin davranışlarında veya fikirlerinde değişikliklere ve dönüşümlere neden olur.

Genellikle, insanların düşünce ve davranışlarını etkilemek için kullanılan planlanmış mesajlar bütünü olan zaman zaman propaganda ile aynı anlamda kullanılan manipülasyon; ancak, bireyi düşünme ya da eylem aşamasında edilgenleştirdiği için, olumsuz propaganda ile eş tutulabilir.

Çıkar elde etme uğruna bireyi edilgenleştiren farklı manipülasyon teknikleri, Nazi Almanyası’nda yoğun ve sistematik bir şekilde kullanılmıştır. Almanya’da 1933 yılında sırf insanlara kendi düşüncelerini kabul ettirmek ve halkın sadakatini kazanmak için özellikle de ırkçılık temelinde propagandalar yapılmış; propagandaların güçlü bir şekilde yapılması için de “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı” kurulmuştur. Dr. Paul Joseph Goebbels’in sorumluluğundaki bakanlık, iktidarın kalıcılığı ve meşruluğu için gazete, dergi, kitap, miting ve toplantılar, sanat ve radyo gibi Almanya’daki her türlü iletişim aracının kontrolünü ele geçirmiştir. Nazi inançlarına veya rejime karşı tehdit oluşturan görüşler sansüre uğramıştır. Ayrıca en çok tercih edilen propaganda türlerinden biri olan korkuya başvurma yöntemi kullanılarak “Müttefikler Alman halkını yok etmeyi amaçlıyor” iddiası ile halkın desteğini ve sadakatini sağlamaya çalışmıştır.

Kapitalizmin rekabete dayalı çıkarcı ekonomisi insanları daha kolay sömürebilmek için propaganda yerine halkla ilişkiler kavramını oluşturmuş ve geliştirmiştir. Manipülatif pek çok öğe barındıran, olumsuz yönde propagandalar içeren halkla ilişkiler kavramı; kapitalizmin işleyebiliyor olmasına katkılarını sunmaktadır. Kapitalizmin kurumlarının halkın birincil taleplerine “nesnel”  yaklaşması üzerinden söylem üreten halka ilişkiler, sadece kendini tanımlaması ve anlamlandırmasıyla bile ciddi bir manipülasyon gerçekleştirmektedir.

Manipülasyon kapitalist sistem için güçlü bir araçtır. Gerçeklikten uzak olarak ürettiği bir takım olgular ve genellemelerle sistemin sorgulanmasının da önüne geçmektedir. Bu genellemelerden en önemlisi, bireyin özgürlüğü durumudur. Fakat bu özgürlük, kapitalizmin savunduğu şekilde rekabetçi ve çıkarcı bireylerin özgürlüğüdür.

Bireyi edilgenleştiren olumsuz propagandanın ve doğal olarak manipülasyonun yayılması için çok farklı araçlar kullanılabilir; haberler, devletin resmi tarihinin yazılması, kitaplar, filmler, reklamlar, radyo, televizyon ve internet gibi…

Manipülasyon ve medya sıklıkla birlikte kullanılan iki kavramdır. Medyanın inandırıcılığı göz önünde bulundurulduğunda bu kullanımın nedeni daha iyi anlaşılabilecektir. Medya, yeni bir gerçekliğin yaratılmasında, dezenformasyon (bilgi çarpıtma) ve ilgisizleştirmede başarılı olmaktadır. Örneğin, bölünmüşlük yöntemiyle, kimi toplumsal ve siyasal olayların haberlerinin reklamlarla veya alakasız haberlerle kesilip dikkatlerin o konuda toplanması engellenir.

İktidar ve rant mücadelelerinde sıkça kullanılan manipülasyonla olumsuz bir propaganda hattı yürütülmektedir ve bu durum gerek devletlerin kendi tarihlerinin oluşumunda ve yazımında, gerekse sistemin meşruluğunu sağlayan “nesnel gerçeklik”lerde  gizlenmektedir.

Tüm bu vurgulananlar üzerinden sorgulanması gereken; kapitalizmin ve devletlerin “nesnel gerçeklikleri”nin, manipülasyonlardan ne kadar bağımsız olabileceğidir. Manipüle edilmemiş bir gerçeklik arayışı olabilir mi?


Gizem Şahin

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Manipülasyon ” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/12/manipulasyon-gizem-sahin/feed/ 0
“Casa Pound Üçüncü Milenyum Faşizmi mi?” – Giacomo S. https://meydan1.org/2015/02/12/casa-pound-ucuncu-milenyum-fasizmi-mi-giacomo-s/ https://meydan1.org/2015/02/12/casa-pound-ucuncu-milenyum-fasizmi-mi-giacomo-s/#respond Thu, 12 Feb 2015 17:00:02 +0000 https://test.meydan.org/2015/02/12/casa-pound-ucuncu-milenyum-fasizmi-mi-giacomo-s/ 19 Ocak akşamının geç saatlerinde, İtalya’nın kuzeyindeki Cremona şehrinde “Casa Pound” isimli faşist grup, yoldaşların işgal evi olan “CSA DORDONI” sosyal merkezine saldırdı. Bu faşist saldırıyı gerçekleştiren 60 kişinin çoğu, Kuzey İtalya’nın başka şehirlerinden gelmişti. Bu da saldırının faşistlerce uzun zamandır tasarlandığını gösteriyordu. Saldırı sırasında bazı yoldaşlar içerideydi ve mekanı başarıyla savundular. İçeriye hiç bir […]

The post “Casa Pound Üçüncü Milenyum Faşizmi mi?” – Giacomo S. appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
19 Ocak akşamının geç saatlerinde, İtalya’nın kuzeyindeki Cremona şehrinde “Casa Pound” isimli faşist grup, yoldaşların işgal evi olan “CSA DORDONI” sosyal merkezine saldırdı. Bu faşist saldırıyı gerçekleştiren 60 kişinin çoğu, Kuzey İtalya’nın başka şehirlerinden gelmişti. Bu da saldırının faşistlerce uzun zamandır tasarlandığını gösteriyordu. Saldırı sırasında bazı yoldaşlar içerideydi ve mekanı başarıyla savundular. İçeriye hiç bir faşist giremedi ama bir yoldaş baygın halde yere düştüğünde, onu metal sopalarla darp ettiler. Faşistler saldırı yerinden kaçarken polis geldi ve onların kolayca kaçmasına izin verdi. Polis hemen sonra, sosyal merkezi savunurken baygın düşen yoldaşa yardıma gelenlere saldırdı.

Ertesi gün, bütün İtalya’da çeşitli gruplardan yoldaşlar CSA DORDONI’yle dayanışma eylemleri ve gösteriler düzenlerken, saldırıya uğrayan yoldaş hastanede komada yatıyordu. Cremona’da olanlardan sonra polisin tutumu apaçıktı. Polis faşistlerce saldırıya uğrayanları ve işgal evini savunanları suçladı. Bu saldırıya, anti-faşistlerin cevabı güçlü oldu. Bir hafta sonra, Cremona’da şehrin merkezinde ofisi bulunan “Casa Pound”un kapatılması için, bütün İtalya’ya eylem çağrıları yapıldı. 24 Ocak Cumartesi günü, Cremona şehri, İtalya’nın her yerinden gelen anti-faşistlerle doldu. Tüm İtalya’da polis karakolları, eylemi durdurmak amacıyla firmaların anti-faşistlere otobüs kiralamasını engellese de, onlarca otobüs ve bulunan başka yollar aracılığıyla binlerce insan, her türlü faşizme ve polis baskısına “Hayır!” demek için şehre gelmişti. Faşistlerin ofisine yaklaşıldığında, polis aniden gaz bombalarıyla saldırdı. Bir kez daha polis ve faşistlerin güvenliğini sağlayan kurumlar iş birliği yapmış ve her türlü toplumsal muhalefete karşı savaşmıştı.

Casa Pound, aslında yirmi yıllık bir gruptur; devletin, ezilenlerin her türlü sınıf mücadelesini bastırmak adına güçlü bir sağ harekete duyduğu ihtiyaç sonucu doğmuştur. Tarihi boyunca bu grup ve resmi kurumlar arasındaki iş birliği hep var olmuştur. Grup, ekonomik nedenlerle ev bulamayan sadece İtalyan olan ailelere bir çözüm getirme iddiasıyla, Roma’nın merkezinde bütün bir binayı işgal ederek doğdu. İtalya’da faşist geçmişi olan bir grup, ilk defa işgal merkezi oluşturmuştu. Bu durumda, merkez sağ koalisyonuna dayanan Roma belediyesi bu işgale sessizce izin verirken; iktidar partisi, İtalya’nın çeşitli yerlerinde antifaşist örgütlere karşı baskıcı uygulamalar gerçekleştiriyordu. Yıllar geçtikçe Casa Pound kendini büyüttü, İtalya’nın farklı bölgelerinde yeni işgal merkezleri açtı. Yeni üçüncü milenyum faşist örgütü olduğu iddiasıyla; eski başbakan Silvio Berlusconi ile koalisyon yapmış olan faşist parti “Fiamma Tricolore” içinde 2006’da bir siyasi harekete dönüştü. Bu seçim deneyiminden sonra, bazı sağ partilerin finansal desteği sayesinde Casa Pound, Fiamma Tricolore’den ayrılıp “bağımsız” bir siyasi parti oldu ve bazı seçimlere girdi.

Casa Pound’u ulusal burjuvazinin çıkarlarının korunması olarak gören yerel ve ulusal kurumların işbirliğiyle Florence’da göçmenlere yönelik şiddet ve yoldaşlara saldırılar, geçtiğimiz yıllarda katlanarak arttı. Bir göçmen, bir Casa Pound üyesi tarafından öldürüldü. Casa Pound aslında, toplumsal görüşü İtalyan faşist hareketin başlangıcından gelen ve kendisini bugünün sağ ve sol anlayışından çok uzakta tanımlayan bir partidir. Faşist rejimin temel idealleri olan İtalyan birliği, ulusal bağımsızlığa öncelik ve şirket yanlılığı bu partinin kökenini oluşturur. Parti bu özellikleri, büyük kültürel ve toplumsal olaylarla karıştırarak farklı dernekler kurmakta, farklı siyasal görüşteki insanları davet etmekte ve çirkin faşist eylemlerini örtbas etmek için toplumun farklı kesimlerinde propaganda yapmaktadır.

Propagandaları, devlet uygulamalarına karşı öfke duyan toplumun alt kesiminin bu öfkesini, aslında aynı politikalar yüzünden en sefil durumda yaşayan göçmenlere yöneltmeye dayanan bir popülizme odaklanmaktadır. Diğer bir yandan, tarihteki tüm faşistler gibi, ulusal çıkar adına önemlerini savunan ve güvenliklerini sağlayan sahipleri vardır. İtalya’da anti-faşist hareket, bu grubun tüm girişimleriyle mücadele ederek toplum içerisinde güçlenmeye çalışmaktadır. Bu yüzden tüm İtalya’daki yoldaşların, devlete karşı, kapitalizm ve tarihsel yaratımı faşizmin karşısındaki her şeye dişlerini geçirmeye çalışan devlet köpeklerine karşı durmaları gerekmektedir.

Faşizme geçit yok!

Giacomo S.

Livorno Anarşist Kollektifi

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post “Casa Pound Üçüncü Milenyum Faşizmi mi?” – Giacomo S. appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/02/12/casa-pound-ucuncu-milenyum-fasizmi-mi-giacomo-s/feed/ 0
Bilinçli-Bilinçsiz Anarşizm Çarpıtmaları https://meydan1.org/2013/11/09/bilincli-bilincsiz-anarsizm-carpitmalari-2/ https://meydan1.org/2013/11/09/bilincli-bilincsiz-anarsizm-carpitmalari-2/#respond Sat, 09 Nov 2013 12:12:15 +0000 https://test.meydan.org/2013/11/09/bilincli-bilincsiz-anarsizm-carpitmalari-2/ Modern propaganda yöntemi ve tekniklerinin mucidi konumunda bulunan Nazi Almanya’sı Halkı Aydınlatma ve Propaganda bakanı Joseph Goebbels, manipülasyonun mucididir belki de. Ancak özellikle I. Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerin kullandığı propaganda tekniklerinden etkilenerek bu bakanlığın oluşturulduğu çok fazla bilinmez. Basın, güzel sanatlar, film, müzik, tiyatro, edebiyat ve radyo birimleri oluşturarak, ortaya çıkacak olan bilginin denetimini yapan devlet […]

The post Bilinçli-Bilinçsiz Anarşizm Çarpıtmaları appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Modern propaganda yöntemi ve tekniklerinin mucidi konumunda bulunan Nazi Almanya’sı Halkı Aydınlatma ve Propaganda bakanı Joseph Goebbels, manipülasyonun mucididir belki de. Ancak özellikle I. Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerin kullandığı propaganda tekniklerinden etkilenerek bu bakanlığın oluşturulduğu çok fazla bilinmez. Basın, güzel sanatlar, film, müzik, tiyatro, edebiyat ve radyo birimleri oluşturarak, ortaya çıkacak olan bilginin denetimini yapan devlet kurumları ve hatta özel kurumlar devletin ve kapitalizmin işleyişinin eksiksiz bir şekilde işlerliğini sürdürebilmesi için her yerde oluşturulmuştur. İngiltere’nin ve sonraki Dünya Savaşı’nda da ABD’nin bilgi çarpıtma, bilgiyi ortadan kaldırma teknikleri Nazi Almanya’sı tekniklerinden çok daha gelişmiş bir haldedir. Fark şudur, propaganda diye eleştirilen bu bilinçli bilgi çarpıtması, reklam, halkla ilişkiler vb. olumlu ifadeler altında gerçekleştirilir.

Orwel’ın 1984 romanındaki, bilgiyi denetleyen, gerektiğinde yok eden “Doğruluk Bakanlığı” örneği, aslında hangi devlete yönelik bir eleştiri olduğu 1940’ların sonunda tüm dünyada büyük bir tartışmaya dönüşmüştür. Oysa gerçek şudur, dolaşıma girecek bilgiyi kontrol etmek, gerçek olmayan bilgiyi kendi aygıtlarını kullanarak dolaşıma sokmak, gerçek olan bilgiyi yok etmek gibi yöntemler en eski devletlerden bu yana, tarih yazımı adı altında uygulanan yöntemlerdi.

Bilgi çarpıtmanın modern yöntemleri Dünya Savaşları dönemlerinde yoğun bir şekilde uygulanmış sonra da bir kenara koyulmamıştır tabi ki. Devletler farklı coğrafyalarda bu bilgi çarpıtmalarını kullanmışlar, bu yöntem aracılığıyla kendilerini meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Şüphesiz, dünya savaşlarıyla modern anlamını kazanan bu manipülasyon araçlarından sadece iktidarın siyasi yüzü yararlanmamıştır. Kapitalizmin işleyişi esnasında daha da geliştirilen ve görünmez kılınan bu yöntemler, ekonomik iktidarı elinde tutanların sık başvurdukları yöntemlerdendir.

Bilgi ve iletişim teknolojilerinin giderek önem kazanması, iktidara bilgiyi kontrol etmenin gerekliliğini gösterirken, gelişen şey sadece bilgiye ulaşım hızı olmamıştır. Bilgi ve iletişim teknolojileriyle beraber gelişen, aynı zamanda bu manipülasyon araçları da olmuştur.

Bilinçli ya da bilinçsiz bilgi çarpıtmanın bu evriminden nasibini elbette, iktidar yapılarıyla sorunu olan anarşizm de almıştır, almaktadır.

Anarşizm Terörizm değildir.
Anarşizm sıklıkla terörizm/terör anlamında kullanılmıştır. Belirli siyasal, dinsel veya ekonomik hedeflerle halka, siyasi kurumlara, kurumların başındakilere baskı, yıldırma ve her türlü şiddet içeren eylemler için kullanılan terörizm kavramı yerine bilinçli bir şekilde anarşizm kullanılmıştır. Bu bilinçli olumsuz anlamlandırma, anarşizmin toplumsallaşmasını algısal ve somut anlamda engellemek için başvurulan bir uygulamadır. Tabi ki bu bilinçli olumsuz anlamlandırmayı yapanlar, anarşizmin karşısında mücadele ettiği tüm iktidar yapıları ve bunlarla ilgili değerlerdir.

Anarşizmin, insanların birbirini boğazladığı, şiddetin her türlüsünün yaşandığı bir toplumun savunusu olduğu, bu “terörizm çarpıtması”nın açıklamasıdır.

Bilinçli bir şekilde yanlış bilgilendirmenin rasyonalizasyon, damgalama, kasıtlı muğlaklık gibi yöntemleri görsel ve işitsel yayın araçlarında kullanılarak, toplumun zihninde farklı bir anarşizm oluşturulmaya çalışılır. Tekrarlayalım; burada hedeflenen, anarşizmin karşısında mücadele ettiği iktidar yapılarının kendilerini algısal ve somut olarak koruma çabasıdır. Bunu da anarşizmi terörizmle ilişkilendirerek, toplum içinde böyle bir algı yaratarak yapmaya çalışırlar.

1800’lerin sonunda, sadece çalışma koşullarına, çalışma saatlerine ve ücretlere değil, aynı zamanda kapitalizmin kölelik sistemini yaratanlara ve bunu muhafaza etmeye çalışan devletin kolluklu güçlerine karşı toplumsal bir mücadeleyi örgütleyen anarşist işçilere de yönelmişti bu bilinçli çarpıtma. Devletin terörist diye damgaladığı Haymarketli anarşistler, 1 Mayısları yaratanlardı.

Sadece Haymarket’te katledilen anarşist işçiler değil, devletin ve kapitalistlerin kendisine tehdit olarak algıladığı, anarşist tarihin ön plana çıkan kişileri, benzer damgalamaya maruz kalmışlardır. İki kundura işçisi, Sacco ve Vanzetti’yi gaspla, hırsızlıkla suçlayanlar ve bu yüzden onları katledenler, işçilerin ve kadınların özgürleşmesi için mücadele yürüten Emma Goldman’ı teröristlikle damgalayıp sınırdışı etmişlerdi. Ezilenleri devletin ve patronların zulmüne karşı örgütleyen Durruti ve Malatesta gibi işçiler, sömürüye karşı direnişi örgütlediklerinden dolayı teröristlikle suçlanmışlardı. Bakunin’i iktidarların gözünde en büyük terörist yapan da buydu; patronlara ve devlete karşı hissettiği öfke ve ezilenlerin bu öfkesini gittiği her yerde örgütlü bir direniş haline getirmesiydi.

Bu bilinçli yanlış bilgilendirmenin farklı zamanlarda, farklı yerlerde ortaya çıkması, anarşizmin o coğrafyadaki etkisini kırmaya yönelik bir hamle olmasının yanı sıra; toplumsal sorunların kaynağına yönelik çabanın da başka tarafa çekilmesidir.

1970’lerden sonra, üzerinde yaşadığımız coğrafyadaki anarşizm çarpıtmalarının kaynağında, işte bu hedef şaşırtma yatmaktadır. Küresel iktidarların, medya araçlarına pelesenk olmuş anarşizm anlamlandırmaları benzer şekilde bu coğrafyada da yapılır. Bilgi dolaşımının araçlarını ellerinde bulunduranlar, devletin baskıcı kurumlarının, patronların sömürü düzeninin, faşizmin eli kanlı çetelerinin karşısındaki her eylemi olumsuz bir çağırışım uyandıracak şekilde anarşist diye damgalamışlardır. Doğrudur, anarşizm, halka yönelik girişilmiş tüm eylemlerin ve organizasyonların karşısındadır; asıl terörizm halka karşı girişilmiş bu çabalar değil midir?

Meydan Gazetesi- Anarşizm Çarpıtmaları1

Anarşizm Örgütsüz değildir


Bu bilinçli çarpıtmalar, bazen toplumsal muhalefetin parçası olanlar tarafından da yapılır. Devlet iktidarına karşı halkın öz-örgütlülüğünü savunan anarşizm, devlet iktidarına kaygısızca sarılan kimi sosyalist partilerin de hedefi haline gelmiştir. Bu partilerin otoriter iktidarlarını, devlet mekanizmalarıyla pekiştirdikleri her coğrafyada, şaşırtıcı(!) bir şekilde terörizmle yaftalanır anarşizm.

Devlet iktidarına, kapitalist sömürüye ve iktidarın farklı tüm biçimlerine sadece bir karşı çıkış olmayan, yaşamın yeniden yapılandırma faaliyeti olarak anarşizmin, aynı muhalif yapılanmaların bir başka çarpıtmaya maruz kaldığı mesele örgütlenmedir.

Kapitalizmin ideolojisi olan çıkarcı bireysel değerlere yaslanan, toplum karşıtı, “kaos”un hakim olduğu bir yapılan(ma)ma, anarşizmin savunduğu bir idealmiş yanılsamasıyla anarşizmin, örgütsüzlüğü savunduğu iddiasında bulunulur.

Aksine, toplumsal hareketlerin modern anlamıyla örgütlenmesinde hep anarşistler ön ayak olmuşlardır. Marksizmin, Kıta Avrupası’na takılı kaldığı bir zamanda, dünyanın farklı coğrafyalarında anarşistler, toplumsal örgütlenmeler oluşturmuşlar, örgütlü deneyimler üretmişlerdir. Sendikalar, federasyonlar, platformlar, uluslararası ve yerel işçi birlikleri, köy komünleri bu örgütlü çabanın araçları olmuşlardır.

Anarşistlerin, devlet mekanizması karşısında geliştirdiği tavır ve örgütlü hareket, özellikle devlet iktidarıyla sorunu olmayan sosyalistlerce “örgütsüzlük” çarpıtmasıyla nitelendirilmiş, kimi zaman kitap benzeri yayınlarla, bu gerçekdışı durum teorize edilmeye çalışılmıştır.

Anarşist birey kapitalistlerin savunduğu çıkarcı birey değildir.

Kimi zaman bu çevrelerce yapılan eleştiri, sadece daha fazla insanı savunulan ideolojiye dahil etme kaygısıyla değil, aynı zamanda “kapitalizmin karşısındaki tek ideoloji” olma kaygısıyla; anarşizmin bireyi önemseyen bir düşünce ve hareket olması üzerinden, anarşizmi liberalizmle aynı anlamda kullanmaya kadar itmiştir bu çevreleri. Oysa açıktır ki, kapitalizmin bencil bireyini, anarşizmin düşüncelerini özgürce gerçekleştirme imkanı arayan birey ve bu bireylerin uyumundan oluşan toplum savunusuyla denklemek, aynı bilinçli çarpıtmanın bir başka biçimidir.

Anarşizmin, farklı coğrafyalarda alt-kültürlerle kurduğu ilişki yüzünden, bu alt-kültürlerin özelliklerini anarşizmle ilişkilendirmek, son dönemde sık rastlanan anlamlandırmalardandır. Anarşizmin ne olduğunu bilmeyen birey ve çevrelerin, uyuşturucu, alkol, “normal” olmayan kılık-kıyafet ve davranış biçimlerini anarşizme mal etmesi bilinçsiz bir çarpıtma olsa da, devletin ve benzer iktidar mekanizmaları savunucularının bu anlamlandırmaları benimsiyor oluşu, toplumda anarşizmin bu şekilde anlaşılması için sergilenen politik bir tutumdur.

Anarşizmi bilinçli-bilinçsiz tüm çarpıtmalara karşı savunmak…

Tüm bilinçli-bilinçsiz çarpıtmalar, yaşadığımız coğrafyada somut deneyimlerini geç yaşamaya başlayan hareketin önemsemesi gereken sorunlardır. Bu çarpıtmalara mahal vermeyecek bir anarşizm savunusu ve hareketi oluşturmak, bu çarpıtmaları sorun olarak gören anarşistler için yapılması gerekenler arasındadır.

Yaşadığımız coğrafyada geçen bunca zamana rağmen, anarşizmin ısrarlı bir şekilde bu çarpıtılmış anlamlandırmaya hala daha maruz kalıyor oluşunu (ve bunu kendini muhalif diye adlandıranların da yapıyor oluşu), bugün anarşist hareketin sadece dünyanın geri kalanında değil, yaşadığımız coğrafyada da toplumsallaşıyor oluşuyla açıklamak gerek. Bu toplumsallaşma, bu örgütlenme, yaşamı devletsiz ve kapitalizmsiz var etmeye devam ettiği sürece, bu çarpıtmalara ve hatta yok saymalara, anarşizm, maruz kalacaktır.

Anarşizmin, ekonomik sömürünün yarattığı iktidar biçimlerine, devletin merkezi ve hiyerarşik yapısının yarattığı iktidar biçimlerine, erkek-egemen iktidarın farklı türlerine, insan merkeziyetçiliğin yarattığı uyumsuzluklara karşı; bireylerin öz-örgütlülüğüne dayalı, toplumu ve yaşamı yeniden yapılandırmaya yönelik, sadece bir düşünce değil, bir hareket de olduğunun; ve yine başka bir çarpıtmada olduğu gibi ütopik olmadığı, tarihinin gerçek deneyimlerine dayandığının tekrar tekrar anlatılması, bize düşendir.

Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.

The post Bilinçli-Bilinçsiz Anarşizm Çarpıtmaları appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/11/09/bilincli-bilincsiz-anarsizm-carpitmalari-2/feed/ 0
Propaganda Fanzin https://meydan1.org/2012/11/18/propaganda-fanzin/ https://meydan1.org/2012/11/18/propaganda-fanzin/#respond Sun, 18 Nov 2012 19:13:27 +0000 https://test.meydan.org/2012/11/18/propaganda-fanzin/ “Özgürlük insanın kendini gerçekleştirebilmesidir” diyorlar, Propaganda Fanzin Kolektifi’nin üyeleri. Özellikle ilginç kapağı ve görsel tasarımıyla dikkatimizi çeken fanzin aynı zamanda içeriğinde değinmiş olduğu ilginç yazılarıyla da dikkat çekici. Fanzini elimize aldığımızda ve sayfaları çevirmeye başladığımızda yazı başlıklarıda hemen gözümüze takılıveriyor. Kapitalizmin protez evreleri; ütopyalar ve distopyalar yazısı bunlardan bir tanesi. “Yaratılan evrenler olarak ütopyalar ve […]

The post Propaganda Fanzin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
“Özgürlük insanın kendini gerçekleştirebilmesidir” diyorlar, Propaganda Fanzin Kolektifi’nin üyeleri.

Özellikle ilginç kapağı ve görsel tasarımıyla dikkatimizi çeken fanzin aynı zamanda içeriğinde değinmiş olduğu ilginç yazılarıyla da dikkat çekici. Fanzini elimize aldığımızda ve sayfaları çevirmeye başladığımızda yazı başlıklarıda hemen gözümüze takılıveriyor. Kapitalizmin protez evreleri; ütopyalar ve distopyalar yazısı bunlardan bir tanesi.

“Yaratılan evrenler olarak ütopyalar ve distopyalar, var olan gerçekliğin dışında yaşamlar sunmaktadır. Ütopyalar, sistem içerisinde yaşayan insanlara daha güzel, daha mutlu olunabilecek yaşam hayalleri sunar. Ütopik hayaller kuranlar ise, bu mutluluğu yalnızca ‘hayal etmenin özgürlüğü’ ile yaşayabilmektedir.

Kapitalizmin belirlediği sınırlar içerisinde insan yalnızca hayal edebilmenin özgürlüğüne sahiptir.” Sayfaları çevirmeye devam ediyoruz ve bir başka dikkat çekici yazıyla karşılaşıyoruz; “darlanıyorum” yazının başlığı, kulağada hiç yabancı gelmeyen yaz günlerinde sokaklarda bangır bangır çalınan popüler bir şarkının ismi aynı zamanda. Şarkıyı icra eden ise şarkının klibi, kılığı kıyafeti ve ilginç dansıyla Petek Dinçöz.

“Çıkar at acıları

giy hadi cicileri

herşeyi unutturur

İstanbul geceleri”

Yazıda, şarkının sözleriyle anlatılmak istenen yaşamın ve eğlence kültürünün bir yansıması olarak orataya çıkan tüketim anlayışına dem vuruluyor. Sayfaları çevirdikçe “para yaşamı satın alabilir mi?”, “Protez”, “Kapitalizm Entegrasyondur”, başlıklı yazılar dikkatimizi çekmeye devam ediyor.

Propaganda Fanzin’in isiminin neden propaganda olduğunu sorduğumuz da ise; yazılan her yazının ana fikrinin yazının bitiminde tek paragraflık bir propagandaya dönüştürülerek okuyucuya aktarıldığını belirtiyorlar. Propaganda Fanzin özellikle içerdiği yazılarla pek de fanzin formatında gözükmeyen, daha çok bir dergi çalışması gibi. Fanzini çıkaran yedi kişi farklı yaşta ve işlerle meşgul. Onları bir araya getiren şey ise; anti otoriter ve anti kapitalist olmaları. Fanzin’in çıkan ilk sayısıyla beraber tüm yazıların içerisinde yer alan bir blog site açmışlar. İlk sayıları olmakla birlikte belirli bir rutinde çıkmayan Propaganda Fanzin’i Beyoğlu Mephisto, Kadıköy Khalkedon Kitabevleri ve Kadıköy 26A Sahaf’tan edinebilirsiniz. İlginç ve enteresan diyemeden edemeyeceğimiz bu fanzini okumanızı ısrarla tavsiye ederiz.

The post Propaganda Fanzin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/11/18/propaganda-fanzin/feed/ 0
Değişen Dünyanın Propaganda Şarkısı: Wind Of Change https://meydan1.org/2012/11/09/degisen-dunyanin-propaganda-sarkisi-wind-of-change/ https://meydan1.org/2012/11/09/degisen-dunyanin-propaganda-sarkisi-wind-of-change/#respond Fri, 09 Nov 2012 11:03:24 +0000 https://test.meydan.org/2012/11/09/degisen-dunyanin-propaganda-sarkisi-wind-of-change/ Alman bir müzik grubu olan Scorpions’ın 90’lı yılların başlarında dünya müzik listelerinde en üstlerde yer almış bir şarkısıdır Wind of Change. “Değişimin rüzgârı” adlı bu şarkının melodisi nesillerin diline dolanmış, romantik bir aşk melodisiymiş gibi, şarkının başında çalınan ıslıkla birlikte herkesin hafızalarına kazınmıştır. Fakat Scorpions’ın Wind of Change şarkısının bestelendiği yıl, ilk kez çalındığı mekân, […]

The post Değişen Dünyanın Propaganda Şarkısı: Wind Of Change appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Alman bir müzik grubu olan Scorpions’ın 90’lı yılların başlarında dünya müzik listelerinde en üstlerde yer almış bir şarkısıdır Wind of Change. “Değişimin rüzgârı” adlı bu şarkının melodisi nesillerin diline dolanmış, romantik bir aşk melodisiymiş gibi, şarkının başında çalınan ıslıkla birlikte herkesin hafızalarına kazınmıştır. Fakat Scorpions’ın Wind of Change şarkısının bestelendiği yıl, ilk kez çalındığı mekân, şarkının sözleri ve “tarihsel bir belgesel” kaygısıyla hazırlanmış klibi dönemin siyasal yapısına göre çok manidardır. Scorpions bu şarkısıyla bir şarkının yalnızca bir şarkı olmaktan çok öte bir misyon taşıyabileceğinin emsali olmuştur.

“Moskova’yı takip ediyorum, Gorky Park’a doğru. Değişim rüzgârını dinleyerek” sözleriyle başlayan şarkı 1990 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılışından hemen sonra bestelenmiş ve ilk kez Moskova Meydanı’nda gerçekleşen bir konserde çalınmıştır. “Hiç düşünmüş müydün bu kadar yakın olabileceğimizi, kardeş gibi? Gelecek havada, onu her yerde hissedebiliyorum; değişim rüzgârlarıyla birlikte esiyor” şeklinde devam eden şarkı, Soğuk Savaş’ın sonlanmasının ardından bestelenerek, yaratılmakta olan yenidünya düzeninin “iyimserliği”ne bir hayli vurgu yapmıştır.
Scorpions konserlerinde binlerce insanın dinlediği ve dinlerken kendinden geçtiği bu parça, bugüne kadar çoğunlukla aksettirildiği gibi verdiği “dünya barışı” mesajının çok ötesinde bir yerlere değinmektedir. Grubun vokalisti Klaus Meine tarafından yazılmış şarkının sözleri, klibindeki görüntülerle birlikte değerlendirildiğinde ise son derece ironik bir tablo ortaya çıkmaktadır.

1953 Doğu Alman Ayaklanması’nın görüntüleriye başlayan klip, Berlin Duvarı’nı inşa eden işçilerin görüntüleriyle devam ediyor. Bundan sonra Tiananmen’deki öğrenci olaylarından, Çavuşesku’nun devrilmesine, karşılaştıkları protestolar karşısında geri çekilen Çin Ordusu’na kadar birçok “tarihsel an” ekrana yansıtılıyor. Ekranda “zorbalara karşı mücadele ederek kazanan halklar”ın görüntüleri dönerken fonda şu sözler yankılanıyor: “Beni anın sihrine götür, bir şanlı gecede, yarının çocuklarının hayal kurduğu yere, değişim rüzgârlarında” Mihail Gorbaçov’un Amerikan Başkanı Ronald Regan’la silah denetimi anlaşması yaptığı ve el sıkıştığı Reykjavik Zirvesi’nin görüntüleriyle birlikte dinleyiciyi “anın büyüsü”ne (magic of the moment) çağıran Scorpions’ın anlattığı değişim bu sözlerle iyice netlik kazanıyor. Moskova Meydanı’nda deri ceketleri, uzun saçları ve gitarlarıyla yürüyen Scorpions üyelerinin kapıldığı rüzgâr, şarkıda söyledikleri gibi bir fırtına gibi esiyor ve Wind of Change şarkısı şu sözlerle sonlanıyor: “Değişim rüzgârı dümdüz esiyor zamanın yüzünün içine, Özgürlük zilini çalacak olan bir rüzgâr fırtınası gibi. Zihnin barışı için, bırak balalaykan şarkı söylesin, Gitarımın söylemek istediklerini.”

Şarkı bu sözlerle sonlanırken ekranda beliren dünya görüntüsünün, 90’lı yılların başından itibaren küreselleşmeyi gösteren bir figür olarak, kapitalistler tarafından kullanıldığına tanıklık ediyoruz. Kapitalizm küreselleşirken, antikapitalist her şeyi klibin sonundaki demir kapının ardına kilitliyor.

Tüm zamanların en iyi 10 parçasının arasında bulunan, Alman televizyon kanalı ZDF’nin yüzyılın en iyi şarkısı seçtiği bu şarkıyı bugün dinlediğimizde ise Scorpions’ın bahsettiği değişim rüzgârının ne taraftan estiğini daha iyi anlıyoruz. İnsanları “anın büyüsü”ne çağıran bu şarkı, rüzgârla esen değişimin kendisinin küreselleşen kapitalizm olduğunu açıkça gösteriyor. Kapitalizmin giremediği toprakları, duvarın yıkılışıyla kapitalizmin tahakkümü altına alan, duvarın yıkılmasıyla barışın, kardeşliğin, adaletin kazandığını iddia eden iktidarların neleri değiştirdikleri gün geçtikçe daha da açığa kavuşuyor. Rüzgârın esmeye başladığı günden bugüne dünyanın birçok coğrafyasında yaşanan savaşlar, açlık ve yoksulluk değişen şeyin yıkılan duvarlar değil; duvarlar ve sınırlar tanımayan kapitalizm olduğunu açıkça gösteriyor.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 5. sayısında yayımlanmıştır.

The post Değişen Dünyanın Propaganda Şarkısı: Wind Of Change appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/11/09/degisen-dunyanin-propaganda-sarkisi-wind-of-change/feed/ 0