reklam – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 11 Jun 2015 00:34:56 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz https://meydan1.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/ https://meydan1.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/#respond Thu, 11 Jun 2015 00:34:56 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/ İletişim denilen şeyin var olabilmesi için, iletişime açık en az iki canlıya ihtiyaç vardır. İletişim bu iki kişi arasındaki “etkileşim”den doğar. Sağlıklı bir iletişimin anahtarı ise az önce bahsettiğimiz “etkileşim”in ta kendisidir. Eğer bu olmazsa ya iletişim ortadan kalkacaktır ya da bu münasebetin kendisi “tek yönlü iletişim”e dönüşecektir. Biz buna “telkin” ya da komut” diyebiliriz. […]

The post ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Subliliminal Mesajlar

İletişim denilen şeyin var olabilmesi için, iletişime açık en az iki canlıya ihtiyaç vardır. İletişim bu iki kişi arasındaki “etkileşim”den doğar. Sağlıklı bir iletişimin anahtarı ise az önce bahsettiğimiz “etkileşim”in ta kendisidir. Eğer bu olmazsa ya iletişim ortadan kalkacaktır ya da bu münasebetin kendisi “tek yönlü iletişim”e dönüşecektir. Biz buna “telkin” ya da komut” diyebiliriz. Tıpkı günümüzde olduğu gibi yukarıdan aşağı doğru örgütlenen toplumlarda “tek yönlü iletişim” favori iletişim biçimidir. Dünyaya sahip olduğunu düşünenler tebaalarına farklı yöntemlerle telkinlerde bulunurlar. “Çalış”, “tüket” ve “itaat et”! Kimi zaman ve kimi yerlerde bunu doğrudan yapan efendiler kimi zamanda bunu gizli kapaklı yollarla yapmaya çalışırlar. Özellikle “Kitle İletişim Araçları” bu “tek yönlü iletişim” biçimini gizli kapaklı yöntemlerle uygulamak konusunda bir hayli ustadır.

Birden fazla yolla, başka bir deyişle, tekrara düşen telkinlerle yinelenen mesajlar, subliminal mesaj olarak adlandırılıyor. Akıllı ürün yerleştirmeden, çok hızlı görüntü verme yöntemine; resminin içine gizlenmiş kelimeler veya görüntülerden, alışılagelmiş sembollere kadar bir çok yöntemi olan subliminal mesaj gönderme, 1900’lü yıllardan bugüne kullanılagelmekte!

Gözümüzün gördüğü her görüntü, kulağımızın işittiği her ses ya da soluduğumuz her kokunun ancak çok sınırlı bir kısmını algılayabiliyoruz. Ancak tüm bu veriler beynimizin bir köşesinde kaydediliyor ve depolanıyor. Mesela, merdivenleri çıkarken kaç tane olduğunu saymasak bile, bu sayılıyor ve kaydediliyor. İşte subliminal mesajların hedefi, algılayamadığımız ama depolanan verilerin bölgesine yönelik oluyor.


Sübliminal mesaj denince akla gelen en önemli deneylerden biri, reklamcı James Vicary’nin takistoskop cihazıyla yaptığı deneydir. A.W Volkman tarafından geliştirilen takistoskop, bir saniyenin 1/3000’i gibi kısa bir sürede açılıp kapanan objektif kapağı sayesinde mesajlar (görüntü ya da resim) yansıtan bir film projektörüdür. Bir sinema salonunda gerçekleştirilen bu deneyde, projektörle yollanan “cola için ve mısır yiyin” mesajı salondaki mısır satışlarını % 57.8, cola satışlarını % 18.1 arttırmıştır. Günümüzde bu yöntem,  filmlere gözümüzün algılamadığı ek kareler eklenmesine dönüşmüştür. 24 kareden oluşan videoya yerleştirilen 25. kare, gözün bu kareyi görmezden gelmesi yüzünden fark edilmez, ancak subliminal mesaj olarak algılanır

Hollanda Nijmeyen Üniversitesinden Johan Karremans‟ın bir çalışmasında susuzluğu gösteren konuları göstermiş ve bunlardan önce saniyenin binde biri sürede “Lipton” diye mesaj göndermiştir. Bundan sonra, deneklere bir içecek seçmeleri söylendiğinde, %80 oranında “Lipton” markasını seçmişlerdir

Bir diğer belirgin örnek ise “Kuzuların Sessizliği” filminin afişindeki kelebekte saklıdır! Kelebeğin baş kısmında çıplak kadın bedenlerinden oluşan bir kurukafa vardır. Korku ve arzuyu aynı anda içeren bu mesaj, bizde filme dair bir merak uyandırır. Özellikle reklam filmlerinde, içecek şişelerinin, dondurma, çikolata ya da sandviçlerin fallik imgeyle tanımlanması sık kullanılan bir tekniktir.

2000 yılında ABD seçimlerinde G. Bush’un ekibi, rakibi Al Gore’u hedef alarak bir reklam filmi yapıyor. Reklam filminin bir bölümünde geçen bureaucrats kelimesinin rats (sıçanlar) kelimesi Al Gore’un yüzünün üstüne gelecek şekilde yerleştiriliyor.

Bu mesajların büyük çoğunluğu görsel yollarla verilse de kimi zaman farklı duyu organlarına yönelik mesajlarda üretilebiliyor. Yaşadığımız topraklarda dört, dünyada on beş adet şirket, sadece tüketici davranışlarını değiştirecek kokular üzerine çalışıyor. Giyim mağazaları, süpermarketler, AVM’ler bu  kokularla donatılırken, kimi ürünlerde cezbedici kokularla ürünün tüketimini arttırmayı başarabiliyor. Girdiğiniz bir süpermarketin, ısısı, ışıklandırılması, çalınan müzikler ve raf dizilimi dahi sizi tüketime daha doğrusu daha çok tüketime davet ediyor.

Fakat mesele subliminal mesajlar olunca komplo teorileri ile gerçekler birbirine karışıyor. Özellikle yaşadığımız topraklarda her görüntüden bir anlam çıkarma kaygısı, “allah diyen aslan” tadında karikatürize edilerek önümüz sürülüyor. Bu “niyetli” okumalar, subliminal mesajlar gerçeğinin ciddiyetini tartışılır hale getiriyor. Çizgi filmlere yerleştirildiği söylenen “sex” kelimeleri, herhangi bir görüntüdeki herhangi bir siluetin “kahve falına” bakarcasına “çıplak kadın”lara benzetilmesi açıkçası meseleyi sulandırıyor. Hele ki bütün bunların dünyanın ahlakını bozmak için masonlar, yahudiler ya da illuminati tarafından yapıldığının iddia edilmesi ise meseleyi büsbütün  inandırıcılıktan uzaklaştırılıyor.

Fakat bu iddiaları bir kenara koyacak olursak, yıllardan beri insanları daha rahat kontrol altına almak için envai çeşit yol deneyen devlet adamlarının, kapitalistlerin ve reklamcıların bu ve benzeri yöntemleri kullanmadıklarını söylemek en hafif tabirle saflık olur. Yaşamımızın göbeğine yerleşmiş tüketim malları onların üzerine sürülmüş cinsel çağrışımlar, kulağımızın ardında “tüket tüket” diye fısıldayan dış sesler, kafamızı kaldırdığımız her noktada yüzümüze çarpan reklamlar, politikacıların, patronların durmadan ürettikleri yalanlar, her gün ve her dakika bilincimize saldırmaya devam ediyor. Saldırının kendisi bilinci alt – üst ederken, bedenlerimizi ve yaşamımızı da kontrol ediyor. Gerçekler ise tüm bu makyajın ve karmaşanın ortasında bizler tarafından bulunmayı bekliyor!

Büşra Cengiz

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” SUBLİMİNAL ” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/11/subliminal-busra-cengiz/feed/ 0
” YALANCI ” – Okan Özduman https://meydan1.org/2015/06/11/yalanci-okan-ozduman/ https://meydan1.org/2015/06/11/yalanci-okan-ozduman/#respond Wed, 10 Jun 2015 22:14:58 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/11/yalanci-okan-ozduman/ Yatsıya Kadar Aydınlatsın Yeter “Kendi inanıyorsa yalan değildir” Yalan hastalığı, ya da modern tıp diliyle “Mitomani”, kişinin şaşırtıcı ya da fantastik hikayeler anlattığı ama akla yatkınlık sınırlarını aşırı zorlamadığı bir davranış bozukluğudur. Kendi karakterini süslemek için kahraman ya da kurban olduğu hikayeler anlatır bu hastalıktan muzdarip olanlar. Genelde, yüzleştirildiğinde istemese de yalan söylediğini kabul ederler […]

The post ” YALANCI ” – Okan Özduman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
yalan

Yatsıya Kadar Aydınlatsın Yeter

“Kendi inanıyorsa yalan değildir”

Yalan hastalığı, ya da modern tıp diliyle “Mitomani”, kişinin şaşırtıcı ya da fantastik hikayeler anlattığı ama akla yatkınlık sınırlarını aşırı zorlamadığı bir davranış bozukluğudur. Kendi karakterini süslemek için kahraman ya da kurban olduğu hikayeler anlatır bu hastalıktan muzdarip olanlar. Genelde, yüzleştirildiğinde istemese de yalan söylediğini kabul ederler lakin. Gelgelelim, bu sendrom sahibi kişi genelde özgüveni yerindeyken yalan makinesinde stres ve suçluluk hislerini gösterir. Ve bu özellikleriyle Mitomani, patalojik seviyede yalan söylerken bu hisleri göstermeyen psikopati ya da anti-sosyal davranış bozukluklarından, ya da kişinin kendi yalanına inandığı yanlış hafıza gibi bozukluklardan ayrılır.

“İyi geliyorsa yalan değildir”

Hastalar bazen hastalıklarıyla hiç ilgisi olmayan şikayetlerde bulunurlar. Sağlık uzmanları da bu durumlarda hastanın şikayetiyle hiç ilgisi olmayan, hatta şekerli su ya da C vitamini gibi hiçbir şeye hiçbir etkisi olmayan maddeleri, çok iyi geleceğini ve hiçbir şeylerinin kalmayacağını söyleyerek uygularlar. Birçok durumda hasta kısa sürede kendini daha iyi hisseder. Buna tıp dilinde plasebo etkisi denir.

 “Herkes inanıyorsa yalan değildir”

Çocukluğumuzun vazgeçilmez çizgi film karakterlerinden biridir, muziptir, ama kanlı canlı değildir. Tahtadandır ve yalan söylediğinde burnu uzar. Evet, herkesin bildiği Pinokyo’dur o. Gel gelelim, İtalyan yazar Carlo Collodi’nin 1878’de yayınladığı orijinal eserinde yarattığı karakterden çok farklıdır bu Pinokyo. Romanın orijinalini çocuklar için “sakıncalı” bulan Disney, 1940’ta yayınladığı uyarlamada, uzayan burun sadece önemsiz bir sahneyken, bunu senaryonun merkezine yerleştirmiş, hikayenin sonunu değiştirmiş ve sadece çocukların büyüklerine yalan söylemeyip, sözlerinden çıkmamasını öğütleyen, sığlaştırılmış bir film yaparak işin içinden sıyrılmıştır.

“İhtiyacı karşılıyorsa yalan değildir”

Reklam, pazarlama, promosyon, fırsat ve kampanyaların ana sloganı bireyin ihtiyacı olmayan metaları ona ihtiyacı olduğunu düşündürtmektedir. Bunlar işletme bölümlerinin ders kitaplarında ihtiyaç yaratma adıyla da geçer. Bu amaçla yolda yakanıza yapışmaktan, telefonla tacize, “cesur ol” gibi buyurgan panolarından istismarcı filmlere kadar her yol mubahtır bu işin profesyonellerine. Sizi tüketici yapmak için uyguladıkları şiddetin on katını patronları uygular kotalar ve rekabetçi performans değerlendirmeleriyle. Ödülleri de eşantiyonlar ve konferanslar olur yılda bir ucuz otellerde.

Okan Özduman

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” YALANCI ” – Okan Özduman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/11/yalanci-okan-ozduman/feed/ 0
“Kadınlar Direnin Örgütlenin, Dayanışmayı Büyütün” -Zeynep Kocaman https://meydan1.org/2014/09/18/kadinlar-direnin-orgutlenin-dayanismayi-buyutun-zeynep-kocaman/ https://meydan1.org/2014/09/18/kadinlar-direnin-orgutlenin-dayanismayi-buyutun-zeynep-kocaman/#respond Thu, 18 Sep 2014 17:57:14 +0000 https://test.meydan.org/2014/09/18/kadinlar-direnin-orgutlenin-dayanismayi-buyutun-zeynep-kocaman/ Öyle bir Harun ki kanunla düzelmez bu düzen. Öyle bir erkek ki her bucak, kadından öte çoraklık yok. Öyle bir keskin ki bıçak, kana susar, kan kusturur. Öyle bir yaşamak ki vakitsizce ölmenin adı kader olmuş. Öyle bir mücadele ki direnerek özgürleşmekten başka hiçbir yol yok. Kadın Katliamı Var…  Her gün beş kadından birinin erkekler […]

The post “Kadınlar Direnin Örgütlenin, Dayanışmayı Büyütün” -Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Öyle bir Harun ki kanunla düzelmez bu düzen. Öyle bir erkek ki her bucak, kadından öte çoraklık yok. Öyle bir keskin ki bıçak, kana susar, kan kusturur. Öyle bir yaşamak ki vakitsizce ölmenin adı kader olmuş. Öyle bir mücadele ki direnerek özgürleşmekten başka hiçbir yol yok.

Kadın Katliamı Var…
 Her gün beş kadından birinin erkekler tarafından katledildiği bir coğrafyanın kadınlarıyız. Devlet politikasıyla ev içine hapsedilen, sosyal yaşamdan dışlanan, görmezden gelinen pasif ve edilgen özneleriz. Bedeni üzerinden kaç çocuk doğuracağına, kaç kez evlenebileceğine, nasıl giysiler giymesi gerektiğine, nerede nasıl konuşacağına kendi kararı olmaksızın hüküm verilen kadınlarız. Medya üzerinden reklam panolarına, gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına cinsel obje görüntüsüyle pazarlanan kazanç kapısıyız. Ucuz, vasıfsız, güvencesiz, kaçak sıfatıyla emeği sömürülen, ev içindeki görünmeyen emeğiyle ataerkil düzenin sürdürülmesinde kadınlık rolünü kusursuzca işletmek zorunda bırakılmış kadınlarız. Militarist dünyada barıştan yana saf tutan, belki de savaşların en büyük mağduru olan yine biz kadınlarız. Savaşların sadece tank, bomba ve tüfekle değil yaşamlarımızda militarizmle yeniden üretildiğini ve şiddetin en çok da böyle beslendiğini bizzat yaşayanlarız. Şiddete karşı direnmenin zorluğuyla yaşama tutunmaya çalışan, töre benzeri toplumsal dayatmalarla 11-12 yaşlarında, çocuk yaşta gelin edilenleriz. Alınan, satılan, tecavüzcüsüyle evlendirilen, çocuk yaşta cinsel istismara çaresizce katlanmak zorunda bırakılan, hayalleri çalınmış kadınlarız. Yoksulluğun en çok da kadını vurduğu kapitalist düzende, yoksullukla yaşamları mahvedilmiş, yaşamak adına başka bir seçenek bırakılmamış “hayat kadınlarıyız”. Toplumsal ahlakın bıçak gibi kestiği ataerkil düzende, keskin bakışların hedefinde aşağılanan, umarsızca katledilen kadınlarız. Anneliğin “vatana hayırlı evlatlar” yetiştirmek olduğu rolüne sıkıştırıldığı, yetiştirilen evlatların birer kadın katiline dönüştüğü bu düzenin anneleri, eşleri ve kız kardeşleri olarak her gün erkekler tarafından katledilen kadınlarız. Yazılanlar birçok kadın tarafından anlaşılabilir, çünkü bu tablonun bir parçasında mutlaka kendimiz varız.

Peki, tüm bu yaşadıklarımıza karşı nasıl mücadele etmeliyiz? Kadın cinayetlerini durduracak acil önlemde 5’te 1’in mücadelesi…

Devlet, kadın cinayetleriyle ilgili sözde önlemler aldığını, katliamlara son verme adına sözde çalışmalar yürüttüğünü iddia ederken, şiddet gören kadınları da “sığınma evi”, “yakın ev koruması”, “uzaklaştırma” gibi göstermelik uygulamalarla “koruyabileceğini” vaat ediyor.

Toplumun her alanında şiddet gören kadına başvurabileceği tek çözüm olarak “devlet” işaret ediliyor. Meclisteki kimi duyarlı vekiller kadın katillerinin “adil” yargılanması, anayasal haklar gibi konularda peşi sıra tasarılar hazırlayadururken, diğer yandan kimi kadın örgütleri yargıdan “devlet koruması” talep ededururken, kadınlar devlet-meclis-yargı üçgeninde adı “koruma” olan bir politikayla her geçen gün katlediliyor.

Peki, neden devlet-meclis-yargı kadını koruyamıyor?

Diyelim ki devlet üzerine düşeni yapmış olsaydı… 6284 Sayılı Ailenin Korunması Hakkındaki Kanun’da yer alan bütün maddeler uygulansaydı ya da yeni maddeler eklenseydi; mesela dini nikâhla evlenmiş ya da evli olmayan ya da boşanmış kadınlar için koruma kararı alınabileceği belirtilseydi; İçişleri Bakanlığı yasaya uymayan veya şiddet mağdurlarına kötü davranan polisler, savcılar ve hâkimlerin şikâyet edilebileceği bir mekanizma oluştursaydı, koruma kararı sistemi kapsamlı olarak izlenebilseydi ve sistemin nasıl kullanıldığına dair kamuya açık veriler oluşturulsaydı… Cumhurbaşkanı, başbakan ve meclisteki bütün parti liderleri kadına yönelik şiddeti kınasaydı, üstüne bir de Kadın Bakanlığı kurulsaydı, cinsiyet ve cinsel yönelim eşitsizliğini esas alan yeni bir anayasa yapılsaydı, ceza kanununda caydırıcı cezalarla birlikte 6284 etkin bir şekilde uygulansaydı… Hatta daha fazla sığınma evi açılsaydı, kadın katillerine daha ağır cezalar verilseydi…

Ne olurdu? Devlet üzerine düşeni yapmış olur, kadınlar erkekler tarafından öldürülmezler miydi? Kadına yönelik toplumsal tahakküm sürdürülmez miydi?

Bu sorulara cevaben “evet” diyenlerin 5’te 1’in mücadelesine kattığı değer şudur ki; kadını özgürleştirmekten çok topluma geçici makyaj yapıp, mücadeleyi özünden kopartarak erkek devletin himayesindeki erkek egemenliğini yaşatmak. Yaşadığımız sadece bu coğrafyanın değil ataerkil coğrafyaların ortak sorunudur. “Modern” Avrupa’nın kadın politikasında “modernleşme” heveslisi her coğrafyayı kadın cinayetleri hakkında “korumasına” alarak kendi çıkmazlarının üstünü örttüğü ve Ortadoğu’nun “modern” kapısı olan Türkiye’nin kadın politikasındaki “tek başvurucu, tek çözümcü” olarak kendini işaret ettiği görülmektedir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da geliştirilen uluslararası stratejiler devletlere ödül olarak sunulur, karşılığında hizmet olarak geri alınır. 1 Ağustos’ta Türkiye ile birlikte 11 Avrupa ülkesinde yürürlüğe giren ve AKP’nin kadınlara bir nefes niyetine sunduğu Avrupa Konseyi Sözleşmesi de böyle bir ödüldür.

Avrupa’nın Türkiye’ye kadın “koruması”: İstanbul Sözleşmesi

Türkiye, ilk imzacısı olmakla övündüğü “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinen, kadına yönelik şiddet, aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi sözleşmesiyle kadın cinayetleri konusundaki kötü karizmasını toparlamak için makyaj yapmayı sürdürecek. Şöyle ki, bu sözleşmeyle yapılacak makyajın yansıması, 11 yıllık iktidarı boyunca sürdürdüğü, aslen süründürdüğü, kadın politikasını rayına koymuş bir AKP, “sağ”duyulu vekillerini dahi hizaya sokmuş bir meclis, yargıda önlem-koruma-kovuşturma-destek mekanizmaları hakkındaki düzenlemelerin kusursuzca tasarlandığı, sosyal sorumluluklarını fonlar alarak yerine getirmiş liberal sivil toplumcu organizasyonlar olacak. Böylelikle kadının geleceği, yaratılmak istenen “Yeni Türkiye vizyonu”nda yapılan makyajın etkisiyle bir süreliğine parlak görünecek, ancak bize göre kadının ışığı bu vizyonda da kısa sürede sönecek ve yalancılar katliamlar karşısında kör olacaklar. Çünkü bahsi geçen sözleşmedeki açmazlar bunu açıkça belirtiyor.

Bazı kadın örgütlerinin özellikle yasal süreçler hakkında sözleşmeyi AİHM benzeri uluslararası bir başvuru mekanizması olarak görmesi, bu açmazlardan sadece biri. Etki alanları farklı da olsa Birleşmiş Milletler’in CEDAW’ı da benzer bir mekanizma olmasına karşın hiçbir şekilde uygulanmadı ve uygulanmıyor. Özellikle LGBTİ bireylere yönelik gerçekleştirilen nefret cinayetlerini ele aldığımızda her türlü ayrımcılığın, katliamlarla artarak sürdüğü gerçeğini yadsıyamayız.

Yine AİHM’nin karalarının uygulanmasında da durum farksız değil. Örneğin zorunluğu askerliği reddeden vicdani retçilere yönelik usulsüz uygulamalar, AİHM kararlarına rağmen sürüyor. Yine sözleşmenin maddelerinden biri olan “şiddet gören kadınlara mülteci statüsünün verilmesi” konusu da bir muamma. Türkiye’nin taraflarından olduğu Cenevre Protokolü’ne göre mültecilerle ilgili bir “coğrafya kısıtlaması” var ki mülteci statüsü sadece Avrupa’dan gelen göçmelere verilebiliyor. Demek ki; sözleşmeye göre yoksulluktan kaçıp Türkiye’ye sığınan Gürcistanlı göçmen kadın yaşamak adına sürüklendiği fuhuş batağından çıkartılıp kaçak olduğu anlaşıldığında sınır dışı edilerek tekrar yoksulluğun ortasına, ülkesine gönderilecek. Bu durum bir o kadar ironik değil mi? Üstelik sözleşmede yer alan psikolojik şiddetin dahi cezalandırılması maddesi buradaki göçmen kadına yönelik işletilmiyor çünkü sözleşmede kastedilen psikolojik şiddet aynı şey değil! Bu da bir o kadar ironik değil mi?

Yine sözleşmeye göre sözde namus üzerinden işlenen cinayetlerle ilgili yasal süreçte katillere “haksız tahrik indirimi” şeklinde uygulanan cezai durumlar gibi herhangi bir şiddet eylemi de mazeret kabul edilmeyecek. Psikolojik şiddet dâhil, kadına yönelik şiddete yardım yataklık eden herkes sözleşme kapsamında cezaya tabi tutulacak. Buradaki açmaz şu ki, kadının beyanı dışında uygulanan şiddetin herhangi bir denetim mekanizması tarafından belgelenememesi. Yani kanıt yoksa ceza da yok.

Devlet her zaman her koşulda kadına yönelik şiddete karşı hep kör, sağır ve dilsiz oldu, olmaya devam ediyor. Bu yüzden bahsi geçen sözleşmedeki açmazlara da şaşırmamamız gerek. Çünkü tek etkili çözüm olarak devlet-meclis-yargı üçgenini işaret eden ve bu alana sıkışan kadın da, kadın mücadelesi de içinden çıkılmaz bir açmazda. Çünkü en nihayetinde şiddeti önleyebilmek şiddeti üreten ve sürdüren mekanizmaların dışında bir mücadeleyle mümkün kılınabilinir. Yoksa mücadele ne kadar ironik kalır değil mi?

Kadın mücadelesi derken…

Erkekler geçtiğimiz Ağustos ayında, 14 ilde, 22 kadını katletti. Kadınlardan biri öldürülmeden hemen önce polise şikâyetçi olmuştu. Bir erkek ise denetimli serbestlikle cezaevinden çıktıktan sonra eşini öldürdü. Bir kadın boşanmak istediği için, biri cinsel ilişkiyi reddettiği için, biri aile kararıyla öldürüldü ve ve ve daha nicesi…

Biz her şeye rağmen mücadele ederek ve her yerde filizlenerek kök salan bir dayanışmayla durdurabiliriz yaşanan tüm cinayetleri. Bir kadın onu 43 yerinden tornavidayla bıçaklayarak katletmeye çalışan eski eşi tarafından rahatsız edildiğinde, ona sahip çıkan mahalleli; eşi tarafından kan revan çoluk çocuk sokağa atılan kadının, ona dayanışmayla açılan kapısındaki anne-baba-kardeş; tecavüze uğrayan bir kadını en temiz duygularla sevebilen bir sevgili; işe giderken bindiği otobüste tacize uğrayan kadının sessiz çığlığını yükseltecek ses; dokuzuncu katın camını silerken canı pahasına yere çakılan ev işçisinin yaşamını elinden alanlara duyulan öfke; daha 12’sinde gelin edilen çocuğun hayallerini çalmayan bir gelecek; eşi yüzüne kezzap döktüğünde “güzelliği” eriyen kadına güzel bakabilen gözler; yoksulluğun çaresizliğinde yoksunlaşan kadının sermayesine umudu katanlar; cinsel yöneliminden ötürü kadına nefretle değil sevgiyle kucak açanlar; kadınlar, kadınlar ve kadınlar ancak direnerek, örgütlenerek ve dayanışmayı büyüterek yıkacaklar bu düzeni.

Ne bu erkek katil devlet, ne bu erkek katil yasa, ne bu erkek katil meclis değil bir tek kadınlar, kadınlar ve kadınlar değiştirebilir bu soyu erkek düzeni. Ve böylesine birer birer katledilirken bizler, üzüntümüzle değil, adliye saraylarında öfkemiz ve dayanışmayla erkek egemen düzenin boğazında düğümleneceğiz.

Nefes kestikçe, nefes alacağımız gün özgürleşeceğiz!

Zeynep Kocaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 21. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Kadınlar Direnin Örgütlenin, Dayanışmayı Büyütün” -Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/09/18/kadinlar-direnin-orgutlenin-dayanismayi-buyutun-zeynep-kocaman/feed/ 0
“Seçme Beğenme Alma” – Güven Salgun https://meydan1.org/2014/07/21/secme-begenme-alma-guven-salgun/ https://meydan1.org/2014/07/21/secme-begenme-alma-guven-salgun/#respond Mon, 21 Jul 2014 11:01:22 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/21/secme-begenme-alma-guven-salgun/ Bir gün susuz kalmayı mı tercih ederdiniz iki gün aç mı? Bir dostunuzla bir daha ömür boyu görüşmeyecek olsanız kimi seçerdiniz? Anneniz mi hastalansın yoksa babanız mı? Asılarak mı idam edilmek isterdiniz yoksa elektrikli sandalyede mi? Cevap vermek güç, öyle değil mi? Bir seçim yapmak zorunda olduğunuzu size kimse söylemedi ancak seçenekleri görür görmez “acaba […]

The post “Seçme Beğenme Alma” – Güven Salgun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bir gün susuz kalmayı mı tercih ederdiniz iki gün aç mı?

Bir dostunuzla bir daha ömür boyu görüşmeyecek olsanız kimi seçerdiniz?

Anneniz mi hastalansın yoksa babanız mı?

Asılarak mı idam edilmek isterdiniz yoksa elektrikli sandalyede mi?

Cevap vermek güç, öyle değil mi? Bir seçim yapmak zorunda olduğunuzu size kimse söylemedi ancak seçenekleri görür görmez “acaba hangisini seçsem” diye düşünmeye başladınız. En sonunda da “Hiçbirini istemiyorum!” dediniz. Peki ya seçeneklerden biri daha tercih edilebilir görünseydi, doğru cevabı seçenekler dışında aramak aklınıza gelir miydi?

Geçtiğimiz ay meclisteki muhalif partilerden CHP ve MHP, insanların beğenmese de seçmeleri için ortak bir “çatı adayı” belirledi. Adaydan hoşnut olmayan, hatta adaya oldukça tepkili olanların pek çoğu önüne başka seçenek konulmadığı için oyunu çatı adaya kullanacak. “Beğenmesen de birini seç işte!” sloganı kulağa o kadar hoş gelmediği için “Tatava yapma, bas geç!” sloganı üzerinden yapılan propaganda yakın zamanda gerçekleşen yerel seçimlerde çok tutmuştu ve sözde seçmenler, sözde seçimlerini yapmak üzere mutlu mesut sandığa koşmuşlardı. Ancak aradan kısa bir zaman geçip de kendilerinden aynı şey istendiğinde, yaptıkları seçimlerin kendilerini ne kadar ifade ettiğini, geleceklerini belirleme inisiyatifinin gerçekten de kendilerinde olup olmadığını sorgulamaya başladılar.

Kapitalist sistemin reklam ve pazarlama anlayışı, açıkça ortada ki, ürün tanıtmak veya tercih edilebilir olmaya çalışmaktan ziyade çeşitli ikna ve manipülasyon tekniklerinden yararlanarak müşterinin tercihini belirlemek. Bu gizli kapaklı yapılan bir iş de değil; bu teknikler satış teknikleri veya sosyal mühendislik adı altında satışçılara ve pazarlamacılara öğretilmekte. Bu satış tekniklerinin bir tanesi seçimlerle doğrudan alakalı – ismi ise “acaba değil hangi” tekniği. Literatürde geçen tanımıyla bu tekniğe göre “bireye herhangi bir ürüne gereksinim duyup duymadığı ya da herhangi bir konu hakkında seçim yapmak isteyip istemediği sorulmadan, doğrudan seçenekler sunulur ve bir anlamda emrivaki yapılarak içlerinden birini seçmesi beklenir.” Size gösterilen kırmızı elbisenin mi yoksa mavisinin mi size daha çok yakışacağını düşünmeye başladığınızda, elbiseye ihtiyacınız olup olmadığı sorusu giderek daha az aklınızı kurcalayacaktır.

İnsanın doğuştan sahip olduğu (bu değiştirilemeyeceği anlamına gelmiyor) düşünme biçimine göre, elindeki seçeneklerden en iyisini seçmeye odaklanan kişi kendisine dayatılan seçeneklerin arasında olmayan bir alternatifi düşünmekte zorlanıyor. Bu düşünme biçimi hayatın her aşamasında bireye dayatılan seçeneklerle pekiştiriliyor. Bireyden beklenen “aşağıdaki seçeneklerden doğru olanı” işaretlemek. Ömrü boyunca bütün düşünsel aktivitesini bu yönde yoğunlaştıran birey, farklı düşünebilme alışkanlığı edinmekten yoksun bırakılıyor. Bunun bir sonucu olarak da bütün derdi seçimlerde hangi adayı seçeceği haline geliyor.

Siyaset rüzgârı ne yönden eserse essin, yönetmeye ve yönetilmeye dayanan bir sistemde “aşağıdaki seçeneklerden” hiç birisi doğru değildir. Sizi kimin yöneteceğine dair seçenekler gözünüze sokulup SEÇ! emrini aldığınızda, cevabını aramanız gereken soru “Beni en iyi yönetecek kişi kim?” değildir. Ömrünüz boyunca aklınıza bile gelmemesi için uğraşılsa da, kendinize asıl sormanız gereken soru “Beni birinin yönetmesini istiyor muyum?”dur.

Güven Salgun

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Seçme Beğenme Alma” – Güven Salgun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/21/secme-begenme-alma-guven-salgun/feed/ 0
“Google’ın Savaş Robotları” – Özgür Oktay https://meydan1.org/2014/06/25/googlein-savas-robotlari-ozgur-oktay/ https://meydan1.org/2014/06/25/googlein-savas-robotlari-ozgur-oktay/#respond Wed, 25 Jun 2014 12:52:40 +0000 https://test.meydan.org/2014/06/25/googlein-savas-robotlari-ozgur-oktay/ Google, arama motorunu, Gmail ve Maps(haritalar) gibi yüzlerce hizmetini bedava kullandırmasının karşılığında kullanıcıların bütün kişisel verilerini, sanal ve (Android telefon kullananların) fiziksel her hareketini kaydediyor. Bu sayede kullanıcılara özel reklamlar gösterebildiği için reklam sektörünün en çok kazanan şirketi ve dünyanın en değerli şirketlerinden biri. Ancak bu devasa veri kaynağı, elbette her şeyi kontrol etmeye çalışan […]

The post “Google’ın Savaş Robotları” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Google, arama motorunu, Gmail ve Maps(haritalar) gibi yüzlerce hizmetini bedava kullandırmasının karşılığında kullanıcıların bütün kişisel verilerini, sanal ve (Android telefon kullananların) fiziksel her hareketini kaydediyor. Bu sayede kullanıcılara özel reklamlar gösterebildiği için reklam sektörünün en çok kazanan şirketi ve dünyanın en değerli şirketlerinden biri.

Ancak bu devasa veri kaynağı, elbette her şeyi kontrol etmeye çalışan devletin de ilgisini çekiyor. ABD istihbarat teşkilatı NSA’nın eski çalışanı Edward Snowden, geçen yıl sızdırdığı belgelerle NSA’nın dünyada yaptığı yasadışı dinlemeleri ortaya çıkarmıştı (Bkz. Meydan sayı 12). Snowden’nın sızdırdığı belgelerle birlikte, NSA’nın Google veri merkezleri arasındaki hatların arasında yasadışı bir müdahale ile girerek tüm kullanıcı verilerine ulaştığı ortaya çıktı. Karizmaları çizilen sözde özgürlükçü Google çalışanları, NSA karşıtı küfürlü açıklamalar yapadursunlar, şirketin zaten uzun zamandır ABD devleti ve ordusu ile işbirliği içinde olduğu biliniyor. Üstelik dev teknoloji şirketi Google, ekonomik olarak güçlendikçe yeni alanlara atıldı ve sonunda kaçınılmaz biçimde kapitalizmin en karlı alanı olan savaş endüstrisine de girdi.

Google, son aylarda parasal gücünü kullanarak robotik alanındaki en yüksek teknolojileri bünyesinde topluyor. Google’ın aldığı şirketlerden ikisi doğrudan ordu ile çalışırken; Google, satın aldığı firmaların ordu ile yaptığı işleri durdurmayacağını açıkladı.

Özellikle Boston Dynamics’in internetteki tanıtım videoları, robotların terör estirdiği distopyaların yakında gerçek olabileceğini haber veriyor. Bu robotlar artık kendilerine yetebiliyorlar ve yakında tüm dünyayı saran ve güneş enerjisi ile çalışan (fişi çekilemeyen) bir iletişim ağı ile birbirlerine bağlanabilecekler.

Google’ın son dönemde satın aldığı robot firmaları:

Titan Aerospace: Titan Aerospace’in insansız hava araçları, üzerindeki güneş pilleriyle havada beş yıl kalabiliyor.

Boston Dynamics: Savaş robotları yapan firma, şimdiye kadar ABD ordusu için insana benzeyen, 28 hidrolik eklemli Atlas, büyük bir kediye benzeyen ve saatte 47km hızla koşabilen Cheetah ve 155 kilo taşıyabilen BigDog robotlarını yapmıştır.

Autofuss ve Bot&Dolly: Autofuss’ın tasarlayıp Bot&Dolly’nin ürettiği robotlar istenilen hareketleri benzerlerinden çok daha az hata ile yapabiliyor.

Holomni: Holomni şirketi, 360 derece hareket sağlayan hassas motorlarla kontrol edilen tekerlekler üretiyor.

Meka Robotics ve Redwood Robotics: Meka şirketinin ürettiği insansı robot kafaları ve Redwood şirketinin kolları, çevrelerine çok hızlı tepki veren bir sisteme sahipler.

Schaft: Endüstriyel robot kolları yapan firmanın en önemli buluşu yüksek kuvvetli motor teknolojisi. Firma, ABD ordusunun kuruluşu DARPA’nın 2014 robotik yarışmasında birinci oldu.

Industrial Perception Inc: IPI şirketinin uzmanlık alanı nesne tanıma ve derinlik algısı gibi görüntü işleme teknolojileridir.

Özgür Oktay

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Google’ın Savaş Robotları” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/06/25/googlein-savas-robotlari-ozgur-oktay/feed/ 0
BU FIRSAT KAÇMAZ MI? – Emrah Tekin https://meydan1.org/2013/05/06/bu-firsat-kacmaz-mi-emrah-tekin/ https://meydan1.org/2013/05/06/bu-firsat-kacmaz-mi-emrah-tekin/#respond Mon, 06 May 2013 12:56:12 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/06/bu-firsat-kacmaz-mi-emrah-tekin/ Gerek televizyon ekranlarında gerek bir toplu taşıma aracında giderken yolda gördüğümüz bilboardlarda gerekse de internet ortamında gördüğümüz “Bu fırsat kaçmaz!” türünden ibareler, aslında bizleri tüketmeye, tükenmeye ve bencilleştirmeye yapılan çağrılardır. Tüketim alışkanlıklarımızla her gün yaşantımıza nüfuz eden kapitalizm, etkisini günlük yaşamımızda da pek çok alanda göstermektedir. Bu alanlardan birisi de konuşma dilimizdir. İletişim kurmak için […]

The post BU FIRSAT KAÇMAZ MI? – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Gerek televizyon ekranlarında gerek bir toplu taşıma aracında giderken yolda gördüğümüz bilboardlarda gerekse de internet ortamında gördüğümüz “Bu fırsat kaçmaz!” türünden ibareler, aslında bizleri tüketmeye, tükenmeye ve bencilleştirmeye yapılan çağrılardır.

Tüketim alışkanlıklarımızla her gün yaşantımıza nüfuz eden kapitalizm, etkisini günlük yaşamımızda da pek çok alanda göstermektedir. Bu alanlardan birisi de konuşma dilimizdir. İletişim kurmak için kullandığımız dil, hiç farkında olmadan kapitalist ilişkileri olumlayıcı ve taşıyıcı özellik de gösterir. Yaşamımızın her alanında bizi bunaltan kapitalizm, kullandığımız sözcüklerle, kendini yeniden yeniden üretir.

Dilimizdeki bencilliğin çoğu kez farkına bile varamıyoruz. Bireyciliği öven bu olumsuz kültürü seçtiğimiz sözcüklerle içselleştiriyoruz. Gerek televizyon ekranlarında gerek bir toplu taşıma aracında giderken yolda gördüğümüz bilboardlarda gerekse de internet ortamında gördüğümüz “Bu fırsat kaçmaz!” türünden ibareler, aslında bizleri tüketmeye, tükenmeye ve bencilleştirmeye yapılan çağrılardır.

Deyimleşerek konuşma dilimize yerleşen bu propagandanın arka planında daha kapsamlı bir saldırı yatar. Asıl amaçlananın tek tek ve sadece kendini düşünen “bencil bireyler toplamı”nın yaratılması olduğu hep gizlenir. Şimdilerde de kentsel yıkım projeleriyle yaşam alanları gasp edilen yoksulların hayatları, “fırsat” adı altında sunuluyor.

İşte en can alıcı nokta da burasıdır. Çünkü “bu fırsatı kaçırmayı istemeyenler”, aslında kendi yaşamlarıyla beraber başka ezilenlerin de yaşamlarını yavaş yavaş patronlara teslim ettiklerinin farkında bile değildirler. “Fırsatı, ganimet bilen” ve bu ganimetle semirdikçe semirenler de zaten başka yaşamları gasp edebilmenin gücünü buradan alırlar.

Reklamlar, renkli bilboardlar ve envai çeşit promosyonlar da, insanların aklını karıştıran, duygu ve düşüncelerini etkileyerek alışkanlıklarını biçimlendiren puslu bir hava yaratmakta başvurulan en önemli araçlardır. Güleryüzlü reklam yüzleri her gün ve her gün, fırsatlar dünyasına ulaşmanın yolunun bencilleşmekten geçtiğini durmadan tekrarlar.

Reklamcılar, hizmetinde oldukları patronlarla elele vererek, insanların geleceklerini çalmanın en kolay yolunun onların hayalerini çalmak olduğunu keşfedeli beri, asıl fırsatlar dünyasını kendileri için aralamışlardır. Belki bir fırsattan söz edeceksek, bu, yayılma, nüfuz etme fırsatı olsa gerektir.

Yaşadığımız coğrafyada, toplumun örgütsüzleştirilme ve depolitizasyonuna yönelik en kapsamlı fiziki ve psikolojik harekatı, 24 Ocak ekonomik kararlarının uygulamaya konulmasına uygun bir ortam yaratmak için gerçekleştirilen 12 Eylül Darbesi’ydi. Askeri yönetimin “demokratikleşme” programına uygun olarak iktidarı devralan Turgut Özal hükümeti döneminde, “zamanın ruhuna” uygun olarak sistemli bir bencilleştirme politikası izlendi. O günlerden itibaren insanların günlük hayatta kullandıkları dilde iki belirgin deyim pelesenk oldu. Bunlar; “gemisini kurtaran kaptan” ve “her koyun kendi bacağından asılır” deyimleriydi. Askeri darbe öncesi varolan örgütlü toplumsal mücadele yüzünden kesintiye uğrama tehlikesiyle karşı karşıya kalan kapitalizmin, tekrar olanca işlerliğine ve sürekliliğine kavuşturulması gerekiyordu. Bu yüzden de bu işlerliği yeniden sağlamayı kendine misyon edinen cunta ve onun sivil iktidarları, aynı zamanda psikolojik bir saldırı olarak bencil insan topluluklarının yaratılmasında öncelikli olarak kullanılan günlük dilden yakalamayı amaçladılar.

O günden yaşadığımız bu günlere önümüze her gün veyeniden “yeni fırsatlar” sunulmaktadır. Oysa sermaye sahiplerinin bizlere sunduğu bu “fırsatlar” karşısında bizlerin de ellerinde “kaçırılmayacak fırsatları” var. Bu da günlük konuşma dilimiz de dahil olmak üzere, bu “fırsatları”, dayanışma ve paylaşmayla örülü bir yaşamda, özgür ve adaletli bir dünyayı gerçekleştirmekten geçiyor. İşte asıl, “bu fırsat kaçmaz!”.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post BU FIRSAT KAÇMAZ MI? – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/06/bu-firsat-kacmaz-mi-emrah-tekin/feed/ 0
Ne izlediğimizi biliyor muyuz? https://meydan1.org/2013/01/02/ne-izledigimizi-biliyor-muyuz/ https://meydan1.org/2013/01/02/ne-izledigimizi-biliyor-muyuz/#respond Wed, 02 Jan 2013 21:43:43 +0000 https://test.meydan.org/2013/01/02/ne-izledigimizi-biliyor-muyuz/ Bazen onlar izlediğimiz bir film ya da dizide baş kahramanın kullandığı bir telefon ya da bilgisayar olarak karşımıza çıkıyor, bazen de oturdukları bir restoranda içtikleri bir kahve ya da yedikleri pizza olarak. Kimi zaman da yolda yürürken karşı kaldırımda duvarda asılmış minik bir afiş. Aslında reklamlardan söz ediyoruz, bazı örneklerine yukarıda yer verilen ve gittikçe […]

The post Ne izlediğimizi biliyor muyuz? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Bazen onlar izlediğimiz bir film ya da dizide baş kahramanın kullandığı bir telefon ya da bilgisayar olarak karşımıza çıkıyor, bazen de oturdukları bir restoranda içtikleri bir kahve ya da yedikleri pizza olarak. Kimi zaman da yolda yürürken karşı kaldırımda duvarda asılmış minik bir afiş. Aslında reklamlardan söz ediyoruz, bazı örneklerine yukarıda yer verilen ve gittikçe yaygınlaşan farklı bir uygulama taktiği olan ürün yerleştirmeden. Çünkü artık geleneksel reklamcılık, biçimiyle beraber sınırlarını da değiştirmiş durumda.

Ürün yerleştirme olarak tabir edilen bu uygulamayla, ürünün görseli ya da sloganı, dizinin yayını ya da filmin gösterimi kesilmeden izleyiciye ulaştırılmış oluyor. Televizyonlarda reklam sürelerinin belli bir sürenin üzerine çıkarılmaması kuralı var. Bu nedenle reklam verenlerin artık daha sıklıkla başvurdukları bu uygulamayla, ilk başlarda ürünün görseli herhangi bir yere yerleştiriliyorken artık senaryonun bu ürüne göre yazılması da sağlanıyor. Hatta bu uygulama, oyuncuların replikleriyle de desteklenerek neredeyse fark edilmez bir hale geliyor.

Her ne kadar reklamcılıkta 50. yıl yaklaşıyor dediysek de, benzer örneklerine baktığımızda Jules Verne’nin “80 Günde Devri Alem” romanı, o bölgedeki balıkçılık mağazalarının isim ya da sembollerine kitapta çokça yer verdiği için, ürün yerleştirme uygulamasının eski bir örneği olarak sayılabilir.

Reklam kuşaklarının uzun tutulmasıyla birlikte televizyon izleyicisinin reklam sırasında başka bir kanala zaplaması “riski” de bulunduğundan, şirketler alışılmış kuşak yerine dizi ya da film sırasında yerleştirilmiş reklam vermeyi daha uygun görüyorlar. Bunda da haksız sayılmazlar. Yapılan araştırmalar bu uygulamanın “geleneksel” reklamdan kat be kat daha fazla akılda kalıcı olduğu ve dolayısıyla daha çok satış ve kar sağladığını ortaya koymuş durumda. Haliyle kapitalizmin “doğası” gereği, bu uygulamanın diğerine göre daha pahalı olması kimseyi şaşırtmıyor olsa gerek.

Daha çok satış istiyorsan daha çok ödemelisin!
Başta ABD olmak üzere bir çok ülkede 50 yıla yakın süredir uygulanan bu uygulama, sinemada en başarılı ürün yerleştirme uygulamalarından biri E.T. filmindeki “Reese’s Pieces” çikolata/şekerleme ürünüdür. Filmdeki bu gizli reklamın ardından bu ürünün satışları neredeyse iki katına varmıştır.

Herkesin bildiği James Bond film serilerinin neredeyse ürün yerleştirme üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz. Hatta daha da ileri gidip, James Bond filmleri bu ürünlerin reklamı için çevriliyor dersek, emin olun, abartmış olmayız. Hangi ürünler yok ki bu filmde: BMW, Aston Martin, Alfa Romeo gibi otomobil markalarından, Bond’un kullandığı telefon Sony’e, yudumladığı Jack Daniels viskisine, kullandığı Ace marka tarağa, koluna taktığı Omega saatine, seyahat ettiği British Airways uçak firmasına kadar bir çok ürün itinayla yerleştirilmiştir.

İngiltere’de bir programda ürün yerleştirme olduğunu yayınlanacak programın başında iç içe geçmiş P harfiyle anlatıyorlar. Türkiye’de de epeydir uygulanan ama 3 Mart 2011’de yürürlüğe giren RTÜK yasasındaki değişikliğin ardından “yasallık” kazanan bu uygulama, en muhalif gibi addedilen Behzat Ç. dizisinde de sıklıkla başvurulan bir uygulama. En sık olarak da bölüm geçişlerinde gündüz ya da gece Ankara trafiğinin gösterildiği planda, arka yolda duran bir billboardda, dizinin anlaştığı ürünün reklamıyla kendini gösteriyor.

Bu ürün yerleştirme uygulaması o kadar ciddiye alınan bir duruma geldi ki, 17-18 Mayıs 2012 tarihlerinde İstanbul Kadir Has Üniversitesi’nde Ürün Yerleştirme Sempozyumu düzenlendi. Büyük firmaların satış temsilcileri ve Holywood’da reklam yönetmenliği görevlerinde çalışmış kişiler gelip bu sempozyumda, bu işin inceliklerini anlattılar. Yalnızca bu işi yapan ajansların olduğunu söylemek, işin ciddiyeti hakkında bilgi verebilir.

Reklamın sloganı, senaryoların içinde gizli!
Son günlerde öne çıkan bir ürün yerleştirme ise oldukça dikkat çekici. Coca cola verdiği onca ilanla yetinmemiş olacak ki, ATV de yayınlanan ve reytingi yüksek olan Karadayı dizisinde oyunculara kendi sloganı olan “mutlu olmak için bi milyon neden” sözünü milyon kez söyletiverdi. Nasıl mı? İzleyici kurmaca sanıp kimi zaman rahatlamak, kimi zaman başka nedenlerle diziye teslim olduğu bir anda baş karakterlerin “bi milyon neden” sözünü işitince, zaten diziden önceki reklam kuşağında muhakkak verilmiş olan aynı ürünün reklamı ile müthiş derecede bir bağ kuruyor. Bir anlamda zaten baştan beri “izleyici” konumunu sürdüren izleyici, dikkatini ayırmadığı “doktor”u tarafından adeta hipnotize ediliyor. Böylece karşısındaki kahraman rolden çıkıyor, artık Coca cola şirketinin satış temsilcisi konumuna terfi ediyor. Ancak izleyici bunu kavrayana dek rol yeniden başlıyor.

Her ne kadar senaryolar belli bir olay örgüsünü aktarmak için yazılmış olsalar da, günümüzde artık en iyi rolleri şirketler kapmış durumda.

Zaten kurdukları pembe dünyalarla izleyiciyi gerçek dünyadan uzaklaştırma işlevini gören bu diziler, öne çıkardıkları yaşam biçimleriyle şimdiye değin kapitalizmin bütün bir algısını bölümlerine yerleştiriyorlardı. Yani ürün yerleştirme olmadan çok önce kapitalizm yerleştirilmesi vardı zaten. Şimdi değişen yegane şey, ekranlarda gösterilen bu sahte ve yapmacık yaşamın elde edilmesi için belli bir ürünü işaret etmek.

Gerçekten ne izlediğimizi biliyor muyuz?

The post Ne izlediğimizi biliyor muyuz? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/01/02/ne-izledigimizi-biliyor-muyuz/feed/ 0