röportaj – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 15 Nov 2018 18:58:52 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Röportaj: “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” https://meydan1.org/2018/11/15/roportaj-cocugum-okulu-sevmiyor-ama-oyun-oynamayi-cok-seviyor/ https://meydan1.org/2018/11/15/roportaj-cocugum-okulu-sevmiyor-ama-oyun-oynamayi-cok-seviyor/#respond Thu, 15 Nov 2018 18:58:52 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/15/roportaj-cocugum-okulu-sevmiyor-ama-oyun-oynamayi-cok-seviyor/ Meydan Gazetesi: Öncelikle öz-yönelimli eğitimin bu topraklarda çok bilinmediğini belirtmeliyim. Aslında bu yeni tartışılmaya başlanan bir konu. Öncelikle bize Öz-yönelimli Eğitim Birliği’nden (ASDE) biraz bahseder misiniz? Bu birlik nasıl kuruldu ve nasıl işliyor? Siz bu birliğe nasıl katıldınız? Katılmak isteyenler nasıl katılabilir? Alexander Khost: Öncelikle, sorularınızı cevaplamakla şahsen ilgilenmemin nedenlerinden biri, yaklaşık 20 yıl önce, […]

The post Röportaj: “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Alternatif eğitim modelleri üzerine yaptığımız araştırmalar ve tartışmalar  derinleştirdikçe, yaşadığımız topraklarda çok bilinmeyen bir kavram olan “özyönelimli eğitim” kavramına rastladık. Peki nedir bu öz yönelimli eğitim? Esasen bu yönteme eğitim demek bile çok tartışmalı. Çünkü ne bir öğretmene ne bir müfredata ne sınavlara ne de  bir okula ihtiyaç duymayan bir yöntem bu. Tamamen çocuğun merakı ve tutkusuyla şekillenen, başarı ve başarısızlık üzerinden bir sıralamaya gitmeyen, tersine başarısızlığı öğrenmenin bir yolu olarak gören bir yöntem. Diğer alternatif yöntemlerden farklılaşan bir başka özelliği ise, bu yöntemin bir kurucusu olan bir pedagog ya da öğretmenin olmaması. Bu yöntem avcı toplayıcılardan bugüne dek değişmeyen bir yöntem. Daha açıkça söyleyecek olursak çocuğun “oyun”una müdahale etmediğimiz her koşulda öz-yönelimli yani kendi ilgi ve merakı doğrultusunda kendi kendine öğrenme mümkün. Biz de bu kavram üzerine tartışmaları bu topraklara taşımak üzere; özellikle avcı-toplayıcı topluluklarda oyunun işlevi gibi araştırmalarından tanıdığımız, “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” kitabının yazarı psikolog Peter Gray ile iletişime geçtik. Kurucularından olduğu Öz-yönelimli Eğitim Birliği’den Patrick Farenga  ve Alexander Khost ile iletişime geçerek bir röportaj gerçekleştirdik. Khost ve Farenga ile yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.



Meydan Gazetesi: Öncelikle öz-yönelimli eğitimin bu topraklarda çok bilinmediğini belirtmeliyim. Aslında bu yeni tartışılmaya başlanan bir konu. Öncelikle bize Öz-yönelimli Eğitim Birliği’nden (ASDE) biraz bahseder misiniz? Bu birlik nasıl kuruldu ve nasıl işliyor? Siz bu birliğe nasıl katıldınız? Katılmak isteyenler nasıl katılabilir?

Alexander Khost: Öncelikle, sorularınızı cevaplamakla şahsen ilgilenmemin nedenlerinden biri, yaklaşık 20 yıl önce, gençlerle çalışma kariyerimin başlarındayken, bir öğretim yılı boyunca Ankara’da ikinci dil olarak İngilizce öğretmiş olmam. Okuldaki öğrenciler, ben oturmalarını söyleyene kadar, yere sabitlenmiş masalarında, okul üniformalarıyla hazırolda beklemek zorundalardı (bu yüzden ilk günden “otur!” demeyi öğrendim). Yılın sonuna kadar, A.S. Neill’in Summerhill kitabından sayfalar çoğaltıp bunu İngilizce öğretme metni olarak kullandım ve öğrencilerime “Öğrenmenin başka bir yolu olduğunu” fısıldadım. Bu hayatımın hiç unutamayacağım bir yılıydı ve eminim birlikte çalıştığım çocukların çoğu da asla unutamayacak!

Ben Öz-yönelimli Eğitim Birliği’nin (ASDE) asli kurucularından biri değilim ve fikrin nasıl ortaya çıktığını tam olarak söyleyemem. (Belki Pat size daha net bir resim çizebilir). Ben, asli kuruculardan ikisi olan Peter Gray ve Tomis Parker’ı tanıyordum. İlk olarak ASDE’yi konuşma yaptığım bir konferansta duydum. Web sitesine yardım etmek için aralarına katıldım (yıllarca profesyonel olarak web geliştiricisi olarak çalışmıştım) ve kısa süre içinde ASDE’nin online dergisi olan Tipping Points’in işleyişini devraldım. Anlayışım ve kişisel inancıma göre, bir grup insan, dünyada benzer işleri yapan birçok insan olduğunun ve birlikten kuvvet doğduğunun farkına vardı. Böylece, ASDE, öz-yönelimli eğitimin uzun ve zengin tarihini (geleneksel zorunlu eğitimin yıllar öncesinden gelen bir tarihi!) belgeleyecek ve doğrulayacak bir yer olarak kuruldu. ASDE’ye üyelik ücretsizdir. Buradan kayıt olabilirsiniz: https://www.self-directed.org/membership/

Patrick Farenga: Öz-yönelimli eğitim bizim coğrafyamızda da popüler değil, ASDE gibi gruplar bu nedenle önem taşıyor. Peter Grey, Chicago’da konuştuğum bir konferansta okulsuzlukla ilgili araştırmalar yapıyordu; konuşmalarımdan birini duyduktan sonra kendini tanıttı ve Boston’a döndüğümüzde birlikte okulsuzluk ve ilgili diğer konuları tartışmaya karar verdik. Peter çemberimizi genişletmek istedi, bu yüzden eğitime bakış açımızı paylaşan diğer insanları, her 3 ayda bir, onun erişime sahip olduğu bir üniversite toplantı odasında tanışmaya davet ettik. O zaman kendimize Tipping Point projesi demiştik. Bu grup, Harvard Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferans ve bir web sitesiyle sonuçlanan Okullara Alternatifler projesine evrildi. Bu çabaların yanı sıra, Peter’ın Özgürce Öğrenme (Free to Learn) kitabının aynı zamanlarda aldığı aldığı müthiş tepki, geleneksel okullara alternatif arayan diğer birçok kişiye, onlara yardım etmek ve onlarla biraraya gelmekle ilgilenenler olduğunu gösterdi.


Öz-yönelimli Eğitim ve demokratik okullar bu coğrafyada çok bilinmiyor fakat Montessori, Waldorf, Reggio Emilia gibi yöntemleri benimseyen alternatif okullar ve orman anaokulları gibi örnekler giderek yaygınlaşıyor, özellikle de anaokulu düzeyinde. Elbette bu örneklerle öz-yönelimli okullar arasında birçok farklılık var fakat ilkeler üzerinden düşündüğümüzde en belirgin fark nedir?

Khost: Öz-yönelimli Eğitim ile geleneksel okul ve Montessori, Waldorf gibi belirttiğiniz alternatif yöntemler de dahil olmak üzere diğer tüm eğitim yöntemleri arasında son derece önemli bir ayrım vardır. Öz-yönelimli Eğitim (SDE), çocukların doğuştan meraklı oldukları inancıyla başlar ve eğer çocukların neyin kendi yararlarına olduğunu bildiklerine güvenir ve bu yola müdahale etmez, daha ziyade yardımcı olur ve cesaretlendirirsek, bu çocuk, hayata kendi tutkularıyla hazırlanmış ve tutkularının peşinde giden sağlıklı ve sorumlu bir yetişkin olacak şekilde büyüyecektir. Bu eğitim biçimindeki yetişkin rolü, öğrenci tarafından belirlenen bir yöntemde ona yardımcı olmaktır, tam tersi değil.

Devlet okullarından Montessori okullarına, Waldorf okullarına ve benzerlerine diğer tüm eğitim yöntemleri, bu öğrenme yolunu manipüle eder. Bu yöntemlerde, yetişkinler çocuğun uyum sağlayacağı aksi takdirde başarısız olacağı bir yol sağlamak için oradadır. Öz-yönelimli Eğitim’de, çocuğun kendi meraklarının peşinden gitmesine izin vermeyen bir yetişkinin olması dışında bir başarısızlık yoktur. Aslında başarısızlık, SDE’nin oldukça önemli bir parçasıdır, çünkü bir insanın, herhangi bir şeyde iyi olmak için tekrar tekrar başarısız olmayı öğrenmesi gerekir. Başarı ders çıkardığımız tecrübelerimizden ve sıkıntılarımızdan gelir. Ne yazık ki, geleneksel eğitim başarısızlık için çok az fırsat verir ya da hiç fırsat vermez.

Farenga: Okuldaki başarısızlık korkusu ve hata yapmaktan utanılması, Alex’in çok doğru bir şekilde tanımladığı önemli bir konudur. Fakat bu daha büyük bir toplumsal sorunla ilgilidir: yetişkinlerin çocuklara şu an olduğundan daha fazla güvenmeleri ve okulun yanı sıra ya da okul yerine, çocukların diğer çocuklar, yetişkinler, işler ve toplumla iç içe olabilecekleri başka yollar bulmaları gerekmektedir. İnsanların kendi hatalarına sahip çıkmaları ve düzeltmeleri için zamana ihtiyacı vardır ve yetişkinlerin sabrı yetersizdir, özellikle çocuklara karşı.


Alternatif okullar giderek daha yaygınlaşıyor fakat bu okulların ücretleri oldukça yüksek, bu da bu okulların aslında herkes için bir “alternatif” olmadığını ve erişilebilir olmadığını gösteriyor. Bütçeyi düşündüğümüzde Öz-yönelimli okulların avantajları neler? Ya da bu okulların herkes için erişilebilir olması konusunda çözüm önerileriniz neler?

Khost: Bu mükemmel bir soru ve kesinlikle tüm alternatif eğitim yöntemlerine meydan okuyor. Gel gör ki, açık olmak gerekirse bu, alternatif eğitimden ziyade, bir çocuğun eğitimi politik bir eylem olduğundan, hükümet desteği geleneksel yukarıdan aşağı eğitim modellerine (çok kasıtlı olarak) bir tekel oluşturuyor ve diğer eğitim yöntemlerini finansal zorluklarla karşı karşıya bırakıyor. Birçok Öz-yönelimli Eğitim modeli, diğer alternatif yöntemler gibi, yöntemlerini yalnızca ayrıcalıklı bir sınıftan daha fazlasına uygun hale getirme mücadelesi veriyor.

Ancak, bu durum böyle olmak zorunda değil ve kesinlikle bunun başka türlü olabileceğini kanıtlamış bazı büyük SDE okulları ve aileleri vardır. Bazı SDE okulları ya da merkezleri, imkanı olan ailelerin daha yüksek bir öğrenim ödemesi yapmasını ve imkanı olmayanların çok az ücret ödemesini ya da hiç ücret ödememesini talep eden, değişken ölçekli bir öğrenim ücreti modeli sunmaktadır. Ayrıca, okulsuz ailelerin (çocuklarının öz-yönelimli, güvenilir bir ebeveynlik yöntemini kullanarak evde eğitim veren aileler), böyle bir çocuk yetiştirme yöntemini mümkün kılmak için birbirlerine yardım etmek adına armağan ekonomisi kullandıkları toplulukları var. Başka bir deyişle, belki de hiç para el değiştirmez, ancak aileler birbirleriyle değiş tokuş yaparak çocukların toplulukların farklı üyelerinden öğrenmelerine olanak sağlamış olurlar. Aynı zamanda ebeveynler, bu yöntemle çocuklarını birbirlerine teslim ederler. Böylece hem bir yaşam kazanabilir hem de kendi çocuklarını eğitebilirler. Sağlıklı bir Öz-Yönelimli Eğitim ortamında, ekonomik çeşitlilik de dahil olmak üzere çeşitlilik vazgeçilmezdir.

 

Farenga: Evokullu (homeschooling)/ okulsuzluk hareketi 1981’den beri önemli ölçüde artmıştır ve bu ilk ailelerin çoğu varlıklı değildir; o dönemde evokullu muhtemelen 25.000’den fazla çocuk vardır. Bu, bugün bile, iki hane halkı geliri beklentisi içinde bir toplumda, tek gelir ya da evden çalışma sözleşmeleriyle hayatta kalmanın bir yolunu bulan (genellikle 2’den fazla çocuğu olan) ebeveynlerin olduğu orta gelirli bir orta-alt sınıf hareketidir. Evokullu aileler üzerinde yapılan araştırmalar, çocuklara eğitim materyalleri ve kurslar için yılda yaklaşık 600 dolar harcadıklarını (bu açıdan bakıldığında, benim Massachusetts’teki okulumun bölgesi, kayıtlı her bir çocuk için 4000 dolardan fazlasını almaktadır) göstermiştir. Bu aileler, eğitim olanakları yaratmak için kamu tesislerinden (kütüphaneler, müzeler, üniversiteler, kitapçılar vb.) yararlanırlar. Evokulluluk şu anda ABD’deki zorunlu okul çağındaki öğrenci nüfusun yaklaşık yüzde 3’ünü temsil ediyor ve okulsuzlar en hızlı büyüyen kesim.

ASDE, çocukların ve yetişkinlerin bilgi paylaşımında bulunacakları öğrenim merkezlerini ve diğer yeni yolları destekleyip teşvik ederek ve basit bir şekilde çocuklar ve gençlere etkileşimlerini kontrol eden yetişkinler olmadan (ancak bu, yetişkinlerin istendiği zaman yardıma hazır olmadıkları anlamına gelmez) örgütlenebildikleri ve birlikte oyun oynayabildikleri özel alanlar sağlayarak, çocuklarının evde ya da topluluklarında öğrenimi konusunda kararsız olan aileleri harekete geçirmeyi umuyor.

ASDE, evokullulukla ilgili toplum içinde konuştuğumda çokça duyduğum şu yoruma verilmiş bir yanıttır: “Çocuklarımın tarif ettiğin gibi öğrenmesini istiyorum ama çalışmak zorundayım. Onlara evde öğrenimi kim verecek?” Hükümet ya da hayırsever, bu tür çabalara mali olarak yardım etmezse – ki hiçbiri bugüne kadar etmedi – ve tüm masraflar öğrenim merkezlerine ve üyelerine düşerse, bu yerlerin makul ücretler talep etmesi gerekir. Bildiğim alternatif okulların ve öğrenim merkezlerinin her biri, her yıl bir finansal sıkıntıya giriyor ve bu, benim tüm alternatif eğitim hareketi içinde geçen yıllarım boyunca geçerli olan bir şeydi.


Sizce eğitim kooperatifleri, bu alandaki ekonomik eşitsizlikleri çözme ve herkes için erişilebilir kılma konusunda  bir çözüm olabilir mi?

Khost: Kesinlikle! (yukarıdaki soruya verdiğim cevaba bakınız!) Aslında, ekonomik adaletsizliği çözmenin tek yolunun, insanların farklı bir topluluk olarak bir araya gelmeleri ve birbirlerinin çocuklarını işbirliği içinde eğitmeleri olduğunu savunuyorum. Çocukların ötekilik anlayışını geliştirmeleri ve farklılıkları kutlamanın tek yolu hep birlikte birbirimizi önemsemek ve birbirimizi önemsemek için durup zaman ayırmaktır. Bu tam olarak bir eğitim kooperatifidir, paranın el değiştirmediği, aksine güven ve şefkatin değiş tokuş edildiği bir yerdir. Bu, sınıf, din, ırk, toplumsal cinsiyet ve cinsiyetle birlikte diğerleri arasında ulusal köken çeşitliliğini de içermelidir.


Hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, başarı odaklı bir çağdayız. Öz-yönelimli okulların bunun tam tersi olduğunu, yani sonuca değil sürece odaklı olduğunu söylüyorsunuz. Geçtiğimiz yıl bu topraklarda, öz-yönelimli olarak tanımlamasak da kooperatif olarak işleyen alternatif bir ilkokul, ironik bir şekilde ebeveynlerin başarı odaklı beklentileri nedeniyle kapandı. Siz ebeveynlerin/bireylerin sürece değil sonuca odaklı, başarıya odaklı bu bakış açısını değiştirmeyi nasıl başarıyorsunuz?

Khost: Bunu ASDE’nin bir temsilcisi olarak cevaplayabileceğime emin değilim, fakat size kişisel inancımı söyleyebilirim: insanların/ebeveynlerin başarının ne anlama geldiğini anlama konusundaki bakış açısını değiştirmenin tek yolu işe koyulup onlara bunu göstermektir. Bu nedenle, kendi çocuklarımı böyle bir şekilde yetiştirmeye ve başkalarının da aynısını yapmasına yardımcı olmak için elimden geldiğince çok zaman ve çaba harcamaya devam ediyorum. Voltaire’in Candide’de yazdığı gibi, “gelin, bahçemizi ekelim”. Bu yüzden, kendi çocuklarıma güveniyorum ve başkalarına karşı olabildiğince sabır ve şefkatle yaklaşıyorum.

Farenga:  Onlara daha iyi bir yol göstererek. Evokullu ve okulsuz çocuklar, bilinen prestijli pozisyonların -avukat, doktor, politikacı olarak- yanı sıra, sadece daha büyük bir topluluk yapısının bir parçası olmaktan keyif alan iyi bireyler olarak toplumdaki yerlerini almak üzere büyüdüler. Okullara ve destekçilerine bağırıp çağırarak daha fazla destek aldığımızı düşünmüyorum; öz-yönelimli öğrenciler hakkında gerçek hayattan örnekler sunarak ve onlara, Alex’in de belirttiği gibi, çocukların nasıl birer yetişkin haline geleceğini belirleyen şeyin, bir çocuğu nasıl yetiştirdiğiniz değil, bir çocuğa nasıl davrandığınız olduğunu göstererek destek aldığımızı düşünüyorum.

Evde eğitim gittikçe popülerleşen kavramlardan biri. Kısa bir zaman önce bir grup ebeveyn evde eğitimin yasallaşması için bir kampanya başlattı. Bu grup oldukça karışık ve heterojen bir gruptu, çok farklı politik ekonomik ve dini kesimlerden bireylerden oluşuyordu. Bu nedenle bir çok farklı başlık tartışmaya açıldı. Evde eğitim çocuk istismarına, çocuk evliliklerine ya da çocukların ekonomik olarak sömürülmesine yol açar mı gibi sorular gündeme geldi. Elbette bu tür sorunların yasal düzenlemelerle çözülmeyeceğini ve geleneksel eğitim yöntemlerinin çocuğun ruhsal ve fiziksel olarak sistematik bir şekilde istismarını sürdürdüğünü göz önünde bulundurarak, bu tür olası sorunlara nasıl yaklaşıyorsunuz? Sizin de evde eğitim konusunda karşılaştığınız benzer sorular/problemler var mıdır?

Khost: Sağlıklı, güvenli ve sevecen bir ortam, yasaların ve yönetmeliklerin değil, ortaklığın ve dostluğun sonucudur. Çocuk istismarı, okullarda olduğu kadar evde de olabilir. Aslında, çoğu geleneksel okulun çocuk istismarı olduğunu ileri süreceğim (ve buna ilk elden ABD’de ve Türkiye’deki okullarda tanık oldum). Evet, tabii ki istismar ve köktendinci değerler evde eğitimden türetilebilir, ancak okuldan daha fazla değildir. Mesele, bir çocuğun evde mi yoksa okulda mı öğrenip öğrenmediği değil, ne öğrendiği ve kiminle zaman geçirdiğidir. Bir okulda ya da evde, etrafındaki duyarlı bir topluluğun desteği ve yardımı ile kendi eğitimine rehberlik etmesine izin veren sağlıklı, açık bir ortama sahip bir çocuk başarılı olacaktır. Farklı olandan ve ötekiden nefret uyandıran katı bir yukarıdan-aşağı değerler hiyerarşisine mecbur bırakılan ve zorlanan bir çocuk, ister evde ister okulda ister başka yerlerde olsun, bu değerleri kesinlikle sürdürecektir.

Farenga: Çocuk istismarı toplumumuz ve okullarımız genelinde bir gerçeklik olduğu için, birkaç evokullu ailenin çocuk istismarcısı olması şaşırtıcı değildir. Ancak, evokulluluğun daha fazla çocuk istismarına yol açtığına dair bir kanıt yoktur. Tara Westover’ın Educated kitabı, böyle bir ailede çocuk olmaya dair çarpıcı bir itiraftır ve istismarcı evleri terk eden evokullu öğrenciler için çevrimiçi destek grupları bulunmaktadır. Westover’ın belirttiği gibi önemli olan problem, bir ailenin dini inançlarının, inançları çocukları için ne kadar mantıksız ve tehlikeli olursa olsun, çocuklarına sert davranmalarına nasıl bir kılıf olabileceği ve koruma sağlayabileceğidir. John Holt’un Çocukluktan Kaçış: Çocukların İhtiyaçları ve Hakları (1971)’ndaki çözüm önerisi, çocuklara yetişkinlerle aynı hakları vermekti. Hukuki boyutunu düşünmeden, herkesin önünde bir başka yetişkine vuramazsınız, ancak çocuklar hep ortalık yerde tokatlanır ve sürüklenirler… Holt, kitabına gelen güçlü, olumsuz kamusal tepki yüzünden hayal kırıklığına uğramıştı, bu yüzden taktikleri değiştirdi ve çocuklara saygı ve itibar kazandırmak için yasama işlemi yerine başka yollar aradı. Nihayetinde evokulluluğa destek olmak için gelişi böyle gerçekleşti.

Tarih boyunca toplumların baskı altına alındığı her dönemde, insanlar direnmek ve özgürleşmek için kendi yöntemlerini geliştirmişler. Çocukların özgürce büyümesi geçmişte olduğu kadar günümüzde de önemli bir ihtiyaç. Bu kaygılardan hareketle geçmişte özellikle Ferrer’in “Modern Okulları” gibi örneklere rastlıyoruz. Öz-yönelimli Eğitim Birliği’ni kurarken size ilham veren tarihsel örnekler nelerdi? Okurlarımıza eğitime kendi alternatiflerini yaratmaları konusunda ne önerirsiniz?

Modern Okullar’dan bahsetmeniz hoş bir tesadüf. Yakın zamanda, Modern Okullar tarafından kurulan ve tüm bu yıllar boyunca süren Modern Okul Dostları örgütünün (http://friendsofthemodernschool.org/) yürütme sorumluluğunu aldım. Yarattıkları etki tarih kitaplarına adeta gömülmüş olmasına rağmen (bu nedenle gönüllülüğe dahil oluşum, örgütü bir diğer nesle kadar sürdürebilmek için), Modern Okulların, Öz-yönelimli Eğitimin ya da daha spesifik olarak anarşist eğitimin açık ara en önemli örneği olduğunu düşünüyorum. Modern Okullara ek olarak, elbette, Summerhill kendi hayatımda son derece etkili olmuştur. Highlander Halk Okulu’nun yanısıra Yurttaşlık Okulları ve Özgürlük Okulları da yirminci yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nde Öz-yönelimli Eğitim tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Ayrıca, Agile Öğrenme Merkezleri’nin çağdaş SDE dünyasında son derece önemli olduğuna inanıyorum. (Tüm bunları detaylandırmaktan mutluluk duyarım!)

Farenga: Alternatif okullar benim için bir başlangıç noktasıydı, ancak Holt ve evokullularla on yıllar boyunca yaptığım çalışmalarda, tercih ettiğim okulsuz, topluluk temelli alternatiflere dair birçok şey öğrendim. Holt’un Instead of Education: Ways to Help People Do Things Better (Eğitimin Yerine: İnsanların Birşeyleri Daha İyi Yapabilmesine Yardım Etmenin Yolları) kitabında söz ettiği, Londra, İngiltere’deki Peckham Merkezi başlıca bir örnektir; bu kitap aynı zamanda alternatif okullara değil, okula alternatiflerle ilgilenen herkes için bir sürü başka fikri barındırır. Northstar: Gençler için Öz-Yönelimli Öğrenme, ABD’deki geleneksel liseler yerine yapılabileceklere dair harika bir modeldir. 20 yıldan fazla bir süredir faaliyetteler ve ABD’deki diğer genç öğrenim merkezlerinin başlamasına yardımcı olan bir programa sahipler.


Son olarak, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Khost: Bence bu hareketin tek başına “eğitim” ile daha az ve çocuk yetiştirme ve çocukluğun özü ile daha fazla ilgisi olduğunu belirtmek önemlidir. Çocukların sağlığı ve bakış açısı, salt eğitimlerinden daha fazla şeyden etkilenir. Bu hareket, şüphesiz ebeveynlik ve okulu kapsar ama aynı zamanda, daha önce bahsettiğim gibi, ötekilik için çeşitlilik, katılım ve şefkatin yanı sıra, şehir planlaması ve çocukların dünyadaki ortam ve mekânları üzerine düşünme gibi konuları da kapsar.

Teşekkür ederiz.

Röportaj: Özlem Arkun

Çeviri: Gamze Boztepe

 

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Röportaj: “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/15/roportaj-cocugum-okulu-sevmiyor-ama-oyun-oynamayi-cok-seviyor/feed/ 0
Direniş Ankara Yolunda https://meydan1.org/2018/10/14/direnis-ankara-yolunda/ https://meydan1.org/2018/10/14/direnis-ankara-yolunda/#respond Sun, 14 Oct 2018 11:07:49 +0000 https://test.meydan.org/2018/10/14/direnis-ankara-yolunda/ Meydan Gazetesi: 2 Nisan’da Zeytinburnu Belediyesi’nden, arkadaşlarınızla beraber işten çıkarıldınız. Bu süreçten bahseder misiniz ? Kenan Güngördü: Ben 21 yıllık bir işçiyim. 3 yıl 3 aydır Zeytinburnu Belediyesi’nde çalışıyorken bir gün, mesai bitimine beş dakika kala 11 kişilik bir KHK listesinde ismimi gördüm ve işten çıkarıldım. İşten çıkarılma sebebimi defalarca sordum; yalnızca KHK ile ilgili […]

The post Direniş Ankara Yolunda appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Zeytinburnu Belediyesi’nde taşeron işçi olarak çalışırken “güvenlik soruşturması” kapsamında işinden atılan Kenan Güngördü, 180 günü aşkın bir süredir direniyor. Meydan Gazetesi olarak “güvenlik soruşturmaları” ile işten atmaların gündemde olduğu bir dönemde Kenan Güngördü ile direnişini, yaşadığı zorlukları ve bundan sonra sürecin nasıl ilerleyeceğini konuştuk.

Meydan Gazetesi: 2 Nisan’da Zeytinburnu Belediyesi’nden, arkadaşlarınızla beraber işten çıkarıldınız. Bu süreçten bahseder misiniz ?

Kenan Güngördü: Ben 21 yıllık bir işçiyim. 3 yıl 3 aydır Zeytinburnu Belediyesi’nde çalışıyorken bir gün, mesai bitimine beş dakika kala 11 kişilik bir KHK listesinde ismimi gördüm ve işten çıkarıldım. İşten çıkarılma sebebimi defalarca sordum; yalnızca KHK ile ilgili olduğunu, polis soruşturmasını geçemediğimi söylediler. Oysa bir önceki polis arşiv soruşturmasında “başarılı” listesindeydim. Fakat bir anda, soruşturmaların bitmediği bahanesiyle işten çıkarıldım. Konuyla ilgili gizlilik kararı olduğu ve açıklama yapanlara da 3 ile 5 yıl arasında hapis cezası verilebileceği söylenerek bana hiçbir bilgi verilmedi. Tabii sadece ben değil onbinlerce insan, hiçbir bilgi verilmeden güvenlik soruşturmasını geçemediği bahane edilerek işten çıkarıldılar.

Direnişe tek başına başladın Kenan. Bunun zorlukları nelerdi, nelerle karşılaştın?

İhraç edildiğim günün ertesinde, bilgi almak için elimden geleni yaptım, belediye başkanıyla görüşme taleplerim oldu fakat başarısız oldum. Bir hafta sonra belediye önünde oturma eylemimi başlattım. Tek başına başlamamın zorlukları oldu. Sonuçta belediye AKP’nin ve zaten yasadışı örgüt üyesi diye yaftalanan bir işçiyim onların tabiriyle. Kaldı ki ben Zeytinburnu’nda etkili bir işçiyim, öncesinde iki defa muhtarlık adaylığım var, oradaki işçi örgütlenmelerinde de faaldim ve aynı zamanda evde sağlık hizmeti verdiğimiz için kapısını çalmadığımız, tanışmadığımız aile yok gibiydi. Bu yüzden eylemimi başlattıktan sonra birçok insan yanıma geldi, çünkü beni tanıyorlardı ve eylemimin meşru olduğunu biliyorlardı. Fakat faşist saldırılar da oldu, çünkü belediye hedef göstermişti. İki defa faşist saldırıya uğradım ve ardından telefonla tehditler aldım. Bu tehdit telefonlarının artmasının ardından İHD’de “başıma bir şey gelmesi durumunda sorumlusu Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın ve ekibidir” diye basın açıklaması düzenledim. Bu açıklamanın ardından saldırılar ve aramalar bitti, bugün direnişte 161. günüm.

Direnişin başladığı günden bugüne belediyenin tavrında herhangi bir değişiklik oldu mu? Hukuki mücadeleni de sürdürüyor musun?

Evet sürüyor, zaten ben bir dava açtım ve kazandım. Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararından sonra belediyeye beni tekrar işe almaları için başvurdum, fakat başlatmadılar. Bunun üzerine ben de eylemimde “mahkeme kararını uygulayın” söylemini yükselttim. Galatasaray Lisesi önündeki eylem sonrası beni arayarak işe başlatacaklarını söylediler. Gittiğimde bunun da bir oyalama taktiği olduğunu gördüm. Bu kez “personel ihtiyacımız yok” diyerek işime son verdiler. Yani onlar çağırdıktan sonra da ben hiç işe başlamadan işten çıkarılmış oldum. İki saat sonra da yürütmeyi durdurma kararını kaldıran kararı getirdiler, yani her şey planlanmıştı zaten. Kaldı ki bunlar yaşanırken OHAL de kaldırılmıştı. Fakat mücadelemi hem direniş alanında hem de hukuki anlamda sürdürüyorum. Belediyede çalışan diğer işçi arkadaşlarımın benimle konuşması yasaklandı, işten atılmakla tehdit edildiler. Fakat ben mücadelemi sürdürmeseydim birçok işçi daha atılacaktı.

Son süreçte güvenlik soruşturması nedeniyle birçok işçi atılıyor, bunun yanında bazı direnişler de oluyor. Sizler de KHK’lılar gibi bir araya gelmeyi düşünüyor musunuz?

Direnişime devam ederken evde hastam olduğundan dolayı bazı sıkıntılar da yaşıyorum. Mesela oturma eylemimi her gün gerçekleştiremiyorum. Bu arada diğer işçilerle de iletişimimi sürdürüyorum. İşten çıkarıldığım süreçte İstanbul’da 6000 işçi işten çıkarıldı. Daha sonra adli suçlardan dolayı atılanlar geri alındılar fakat biz muhalif işçiler hala alınmadık. Artık bizim ekonomik açıdan da kalmadı tahammülümüz. Ya çalışacağız ya da öleceğiz. Zaten KHK’larla amaçlanan, atılanların sigortalı olarak çalışamaması, ülkeyi terk edememesi. Yani devlet “gidemezsiniz de çalışamazsınız da, sadece ölün” diyor. Fakat bizler ölmemek için mücadele edeceğiz, örgütleneceğiz ve kazanacağız.

Önümüzdeki süreçte Ankara’ya yürüyeceksin, bundan da bahseder misin?

Direnişe başladığımdan beri gerek tek başıma gerekse işten atılan arkadaşlarımla beraber eylemler yaptım. Sesimi duyurmaya çalışıyorum. Bunun için en son İstanbul’dan Ankara’ya yürümeye karar verdim. Meclis 1 Ekim’de açılıyor. Bunun için Zeytinburnu Belediyesi önünde bir basın açıklaması yapıp Ankara’ya yürüyüşümü başlatacağım.

Son olarak eklemek istediğin, KHK’yla atılan işçilere söylemek istediklerin nelerdir?

Başlatacağım Ankara yürüyüşü umuttur. Dolayısıyla işinden çıkarılan bütün emekçilere çağrımdır, gelin hep beraber Ankara’ya yürüyelim. Eğer ben haklıyım diyorsanız, sizi Ankara yürüyüşüne çağırıyorum. Ya öleceğiz ya da son nefesimize kadar mücadele edeceğiz. Ben son nefesime kadar mücadele edeceğim.

Meydan Gazetesi olarak senin ve senin gibi direnen tüm işçilerin mücadelesini selamlıyoruz.

 

 

 

Zeytinburnu Belediyesi’nde taşeron işçi olarak çalışırken “güvenlik soruşturması” kapsamında işinden atılan Kenan Güngördü, 180 günü aşkın bir süredir direniyor. Meydan Gazetesi olarak “güvenlik soruşturmaları” ile işten atmaların gündemde olduğu bir dönemde Kenan Güngördü ile direnişini, yaşadığı zorlukları ve bundan sonra sürecin nasıl ilerleyeceğini konuştuk.

 

The post Direniş Ankara Yolunda appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/10/14/direnis-ankara-yolunda/feed/ 0
İhya Kahraman ile Röportaj: Bir İsyancının Sözleri https://meydan1.org/2018/02/10/ihya-kahraman-ile-roportaj-bir-isyancinin-sozleri/ https://meydan1.org/2018/02/10/ihya-kahraman-ile-roportaj-bir-isyancinin-sozleri/#respond Sat, 10 Feb 2018 10:24:07 +0000 https://test.meydan.org/2018/02/10/ihya-kahraman-ile-roportaj-bir-isyancinin-sozleri/ Meydan Gazetesi: Çevirdiğiniz kitap Ayrıntı Yayınları kataloğundaki ilk klasik anarşist metin, Çevirinin oluşumundaki rolünüz ne oldu, bizlere biraz bu süreçten bahsedebilir misin? İhya Kahraman: Bundan birkaç yıl önce bir arkadaşta “Paroles d’un Révolté”nin (“Bir İsyancının Sözleri”nin) yüz küsur yıllık özgün baskısını (1885) buldum. Kitap sararmış ve “tarih kokan” sayfalarıyla doğrusu pek ilgimi çekti… Hemen okumaya koyuldum; […]

The post İhya Kahraman ile Röportaj: Bir İsyancının Sözleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Yaşamı boyunca pek çok kez yazdıkları, eyledikleri gerekçe gösterilerek tutsak edilen Pyotr Kropotkin’in geçtiğimiz günlerde yayınlanan kitabı “Bir İsyancının Sözleri” üzerine, kitabın çevirmeni İhya Kahraman ile bir röportaj gerçekleştirdik. Kropotkin’in iki yıllık tutsaklık sürecinde, daha öncesinde Le Révolté gazetesinde yayınladığı yazıların derlenerek kitaplaştırıldığı eser ilk olarak 1885 yılında Fransızca olarak yayınlandı. Yoldaşı Elisee Reclus yazdığı önsözde “Eğer adalet arıyorsanız, büyük haksızlıklara maruz kalmaya hazır olun!” diyor. Tıpkı yaşadığımız topraklarda da yüzyıllardan beri olduğu gibi…

Meydan Gazetesi: Çevirdiğiniz kitap Ayrıntı Yayınları kataloğundaki ilk klasik anarşist metin, Çevirinin oluşumundaki rolünüz ne oldu, bizlere biraz bu süreçten bahsedebilir misin?

İhya Kahraman: Bundan birkaç yıl önce bir arkadaşta “Paroles d’un Révolté”nin (“Bir İsyancının Sözleri”nin) yüz küsur yıllık özgün baskısını (1885) buldum. Kitap sararmış ve “tarih kokan” sayfalarıyla doğrusu pek ilgimi çekti… Hemen okumaya koyuldum; okudukça kimi düşüncelerimin yüz küsur sene önce dile getirildiklerini gördüm ve de derhâl çevirmeye, bu düşünceleri Türkiyeli okurlara kazandırmaya karar verdim.

Çeviri işini bitirir bitirmez Kaos Yayınlarına gönderdim, ama metni rızam hilâfına büyük ölçüde değiştirmek istedikleri için bu kez Ayrıntı Yayınlarına gönderdim: yayımlamayı kabul ettiler ve daha sonra birlikte bazı ufak tefek tashihler yaptık kuşkusuz.

Kropotkin kitapları genelde, kendisinin kitaplarına verdiği büyük özveriyi ve çalışma disiplinini göz önünde bulundurursak hepsi adeta bilimsel bir çalışma gibi kurgulanmış eserler. Gazete yazılarından derlediği “Ekmeğin Fethi”, “Tarlalar Fabrikalar ve Atölyeler” gibi kitaplarının yanında birbirleriyle aralarında bağlantılar kurulabilen, teorisini ifade ettiği bir işleve sahip yapıtları da bulunmakta. Peki “Bir İsyancının Sözleri” Kropotkin külliyatında nerede duruyor?

Bu soruyu yanıtlayabilecek konumda değilim, zira bugüne kadar Kropotkin’in kitaplarından sadece ikisini okumuş bir cahilim: “Evrimin Bir Faktörü: Karşılıklı Yardımlaşma” (Kaos yayınları) ve “Bir İsyancının Sözleri”. (Ünlü kitabı “La Conquête du Pain: l’Economie au Service de Tous” hâlâ okunmayı bekliyor).

Bu konudaki cehaletim, anarşizme “Tuuu, kaka!” diyen ideolojik-siyasal bir akımdan geliyor olmamın sonucu. Ama yine de daha 1970’lerin sonundan itibaren şu ünlü “Stalin sorunu”ndan (aslında “Rusya sorunu”ndan) hareketle sosyalizmin ve sosyalist kuramın temelleri konusunda kendimi sorgulamaya başlamıştım. Daha sonraları, özellikle 2000’li yıllarda (geçirdiğim bir ameliyat nedeniyle “iş yaşamı”nın dışında kaldıktan sonra) sosyalizmin geçmişiyle, bu arada –“öcü” korkularımı aşarak– anarşizmle tanıştım. Uzun lâfın kısası, bu konuda lâf edebilmem için “daha bir fırın ekmek yemem gerek”.

Kropotkin’in bu kitabı, fikirleri yüzünden tutsak edildiği 1880 ve 1882 yılları arasında Le Revolte gazetesinde yayınlanan yazılarından oluşuyor. Yaşadığımız coğrafyada da binlerce yazar, gazeteci ve akademisyen OHAL rejimi aracılığıyla tıpkı Kropotkin gibi muhalif oldukları için hapsedilmekte. Bu sürece dair sizin düşünceleriniz ve yaşadığınız coğrafyadan buraya baktığınız zaman gördükleriniz neler?

Burjuvaziyle (tüm ayrıcalıklı sınıf ve tabakalarla) proletarya (söz konusu ayrıcalıklı sınıf ve tabakalar yaşam araçlarını –özel yani bireysel ya da devlet yani kolektif mülkiyet biçimi altında– sahiplenip denetledikleri için emek güçlerini satmaktan “başka çareleri olmayan”, dolayısıyla büyük çoğunluğu maddî ve anlıksal bir sefalet içinde yaşayan insanlar) arasında binlerce yıldır süregelen savaş henüz bitmedi, değişik biçimler altında sürüp gidiyor. Dolayısıyla Kropotkin gibi bugün Türkiye’de de binlerce insanın mahpuslara tıkılması bir “coğrafya” sorunu değil, ama insanlığın dünya çapında binlerce yıldır kâh şurada kâh burada ardı arkası kesilmeyen “doğum sancıları”… Öyle ki ayrıcalıklı egemen sınıfların toplumu “hizaya getirmek” maksadıyla gösterdikleri tepkiler, –akıldanesel (ideolojik), siyasî, hukukî vs. mazeretleri her ne olursa olsun (OHAL, dış ve iç düşman, vatan hainleri, ana vatanın savunulması vs.)– dünyanın dört bir yanında binlerce yıldır beş aşağı beş yukarı aynı. Bulunduğum “coğrafya”dan bakınca gördüklerim bunlar.

Yine de şunu eklemek isterim: 2000’lerin başından bu yana açıkça yaşananlar dikkate alındığında Türkiye denilen coğrafyanın proletaryası –başka şeylerin yanı sıra– şu yüz yıllık yalana, “laik Türkiye”, “laik T.C.” yalanına artık bir son vermek, bu yalanı öne süren ve savunanlarla hesaplaşmak zorunda. O kadar ki kimi çevreler, yetmezmiş gibi bu yalanı “demokrasi çiçekleri”yle süslemek gayesiyle “Diyanet İşleri” denilen kuruma alevi dedelerini sokmayı bile önerdiler, hem de “gerçek demokrasi”, “sosyalizm” vs. adına! Bildiğim kadarıyla bu aynı “devrimci” çevreler şu son yıllara kadar ne “Diyanet İşleri”nin lağvedilmesini savundular ne de bunu “asgarî” denilen “demokratik programları”na koydular ve bugün bunun kefaretini ödüyorlar, ödüyoruz. Türkiye proletaryası, –başka şeylerin yanı sıra– işte bu yalanları yerle yeksan etmek zorunda. (“Büyük devrim”den iki yüz küsur sene, Paris Komünü’nden yaklaşık bir buçuk asır sonra Fransa denilen coğrafyada da işler bu açıdan pek farklı değil öz olarak.)

Bu “yanıt”ın harcıâlem yuvarlak bir yanıt olduğunun farkındayım, ama daha ötesi “siyaset yapmak” olur ki, egemenlerin istediği tam da bu, zira siyaset onların çöplüğü: yarattıkları mezbelelerde aldatmanın, bastırmanın, susturmanın tüm araçlarına sahipler ve ezilenlerden de “bu minderde” yani “siyaset minderinde güreşmeleri”ni istiyorlar!

Bir gözlem: TC, OHAL’ci mantığının sonucu Suriye’de Afrin’e saldırıyor, üstelik “zeytin dalı” simgesini kullanarak. Ve siyaset meraklısı kimi aklıevveller bu “zeytin dalı”nın ne demeye geldiğini tartışıyor hararetle… tıpkı “bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” misali! Zeytin dalının suriyeli kürtlere uzatılmadığı açık, ne de ABD’ye. Peki, kime uzatılıyor bu dal? Uzun yıllardır Türkiye, Suriye, İran ve Irak’ın çöplüklerinde (resmî ülkelerinde) ayrı bir kürt devleti (çöplüğü) istemedikleri bilindiğinde, belli ki Suriye hükümetine yani bir zamanların can ciğer “dostu” Esed’e. Şu ünlü arap “devrimi”nin, arap “baharı”nın başlarında “Büyük Ortadoğu tasarısı”ndan parsayı kapmak için Suriye’ye yönelik emperyalist niyetlerini açıkça ortaya koyan Türkiye, şimdi yaklaşan şu “yeniden inşa” yağma sofrasından geri kalmak niyetinde değil ve bu yüzden Suriye’ye bir zeytin dalı uzatıyor riyakârca: “Bak kardeş, çöplüğünün kuzeyinde (benimkinin de güneyinde) bir kürt devletini ne sen istiyorsun ne de ben. Sana bir kıyak yapıyor ve oradaki kürtleri eziyorum, günü gelince sen de beni görürsün bu iyiliğim karşılığında!” Bütün hesap işte böylesine iğrenç bir bezirgân zihniyeti. Esed (pardon Esat) kardeş de zevahiri kurtarmak maksadıyla “vatanperver” söylemlerden geri kalmıyor inanılmaz bir ikiyüzlülükle. Buna rağmen Afrin’deki müstakbel bağımsız sömürücü adayları kürt liderler, “durdurun şu türkleri!” deyip Suriye devletine yalvar yakar oluyorlar: bu tipler ya inanılmaz derecede aptal (belli ki değil, ama “siyaset” yani kişisel veya grupsal çıkarlar uğruna körleşmiş tipler) ya da alabildiğine belkemiksiz yaratıklar. Afrin’de ve dünyanın her yanında emekçileri kurtaracak tek yol, siyaset miyaset yapmadan yani “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”ymış filân demeden doğrudan tüm sömürücülerine karşı savaşmak, lâkin emekçiler bu konuda yüz küsur yıldır marksistlerin de marifetiyle (ve yine “sosyalizm” adına!) hemen her tarafta tam bir karanlıkta (karanlık ille de dinsel olmaz, milliyetçi karanlık da bir o kadar başa belâ). Pek çok ilerici, solcu, sosyalist “ve hatta komünist” bu zehri, milliyetçilik zehrini “asgarî program”larına koymuş durumda ve yine “sosyalizm”, “insanlığın geleceği” vs. adına!

Evet, bu “coğrafya”dan gördüklerim işte bunlar.

Çevirideki kelime seçimlerinde bazı özel tercihler göze çarpıyor. Örneğin daha önce Robert Graham’ın derlemesi kapsamında bir bölümü çevrilen, “La Loi et l’Autorité” yani “Yasa ve Otorite” isimli metni siz “Yasa ve Yetki” olarak dilimize aktarmayı tercih etmişsiniz. Böylesi tercihlere dair bizlere biraz bilgi verir misiniz?

Çevirilerimde kullandığım sözcüklerin seçimi (tercihi) sorununa gelince… “Bilgi vermek” ne haddimize! Bu, düpedüz bir “inanç”, bir anlayış sorunu… Demem o ki, insanların yabancı dil kaynaklı kavramları kendi anadillerinden türetilmiş sözcüklerle daha iyi kavrayabileceklerine, içselleştirebileceklerine inanıyorum. Bunu bilgibilimsel (epistemolojik) bir takım kuramlara dayanarak değil (zira ne bir bilgibilimciyim ne de filozof (“Allah yazdıysa bozsun!”), ama kendi kişisel deneyimlerimden yola çıkarak söylüyorum. Ayrıca çevirilerimi bir takım okumuş (yani ayrıcalıklı) zevat için değil (bu eşhas söz konusu kitapları herhangi bir yabancı dilden benden çok daha önce okumuştur zaten), ama pek az öğrenim görmüş “cühelâ” proleterler için kaleme alıyorum (yani “okumuş cahiller” bu hesabın dışında). Ve cahil proleterler bırakın bir yabancı dili, kendi anadillerine bile yeterince vakıf değiller. Söz gelimi “otorite” sözcüğü bir fransız hatta “batılı” proleter için herhangi bir sorun yaratmaz; ama “doğulu” bir proleter için gizemli hatta “bilimsel” bir hava taşır hemen her zaman. Fakat bu sözcüğün gerçekte güç, buyruk, güç ehli, hükümet, yetki, yetke, yetkili zevat vs. anlamlarına geldiğini bildiğinde, sözcük (otorite) tüm sihrini yitirecek ve proleter olayları farklı bir gözle görecektir. Mümkün mertebe Türkiye türkçesinden türeyen sözcükler kullanmamın nedeni bu ve bunun milliyetçilikle filân alâkası yok. Bu cümleden olmak üzere tercümelerimde “ideoloji”, “ideolog” adları ve “ideolojik” sıfatı yerine “akıldanelik”, “akıldane” ya da “akıldanesel” karşılıklarını kullanıyorum, isterseniz “düşünbilim”, “düşünbilimci” veya “düşünbilimsel” de diyebiliriz. Ama birinciler daha çarpıcı, zira toplumun (çalışanların) sırtından öğrenim görüp ayrıcalıklı bir konuma yerleştikten sonra, sahip olduğu ayrıcalıkları kaybetmeye yanaşmaksızın, yani birileri sıcakmış soğukmuş demeden ter dökerken “dışarıdan gazel okuyanlar”a, akıl satanlara türkçede –herhalde kalûbelâdan bu yana– “akıldane” denir. (Bu noktada ideolojinin marksist yazında çok önceleri ortaya koyulmuş olan “yanlış bilinç” tanımını hatırlatmam gerekmez umarım.)

Daha önce Lafargue’ın Tembellik Hakkı ve Waclaw Makhayski’nin Aydınlar Sosyalizmi isimli kitaplarının çevirisinde de imzanız var. Söz konusu metinlerin düşünce dünyanıza olan etkisi ne oldu?

P. Lafargue’ın “Le Droit à la Paresse”ini türkçesinden (“Tembellik Hakkı”ndan) çok önce okumuştum. Yıllar sonra Türkiye’ye ilk dönüşümde (2004’te) bir kitapçıda türkçesini gördüm ve hemen aldım. Bu çeviriyi (Telos yayınları, 7. baskı, 1996) okur okumaz kitabı yeniden çevirmeye karar verdim ve çevirdim (sanırım 2007’de). Birkaç yayınevine sundum, ama ticarî kaygılar nedeniyle yani daha önce birçok yayınevi tarafından birçok baskısı yapıldığından reddedildim. Nihayet Ayrıntı yayınları bu çeviriyi kitaplaştırmayı kabul etti ve sonrasını biliyorsunuz.

Yıllar sonra bir arkadaşım okumam için “Socialisme des İntellectuels”i verdiğinde, bu kitap üzerimde bir yıldırım etkisi yarattı ve oturup çevirmeye koyuldum hemen (daha önce Makhayski’nin adını bile duymamıştım). Çeviri bittikten sonra yine Ayrıntı’ya gönderdim: kısa sürede kabul edip yayımladılar.

Bu arada Sel Yayınlarından çıkan “Demokrasinin Ötesinde”yi de unutmamak gerek (İSBN: 978–975–570–595–8). Tüm bu kitaplar ve daha başkaları –pek çok insanın çoktandır benzeri düşüncelere sahip olduklarını görerek– anlıksal gelişimimde zaten belli belirsiz ya da az çok bilince çıkarttığım düşüncelerimi, kanaatlerimi doğruladılar, ufkumu daha bir genişlettiler.

Proleter hareketi 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle de 20 yüzyılın ilk yarısında felce uğratan “ulusal sorun”un (ya da “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” safsatasının), –mantıkî sonucu “işçi devleti”, “işçi sınıfının demokratik diktatörlüğü” olan– malûm demokrasi akıldaneliklerinin, Stalin sorununun (daha doğrusu Rusya sorununun) vs. aslında –19. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran– şu “alman sosyal-demokrasisi” namıyla maruf garabetten kaynaklandıklarını 1990’lardan beri zaten düşünmekteydim (ve günümüz dünyasında var olan solcu hareketlerin istisnasız şu ya da bu biçimde bu garabetin türevleri olduklarını söyleyebilirim). Çevirdiğim kitaplar bu kanaatimi daha bir pekiştirdiler ve söz konusu kitapları türkçeden başka dil bilmeyen okurlarla paylaşmaya karar verdim… Hepsi bu.

Teşekkürler İhya

Sizlere kolay gelsin, hoşça kalın.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.

The post İhya Kahraman ile Röportaj: Bir İsyancının Sözleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/02/10/ihya-kahraman-ile-roportaj-bir-isyancinin-sozleri/feed/ 0
Röportaj: Irkçılar Yıkılıyor, Özgürlük Yaratılıyor https://meydan1.org/2017/09/23/roportaj-irkcilar-yikiliyor-ozgurluk-yaratiliyor/ https://meydan1.org/2017/09/23/roportaj-irkcilar-yikiliyor-ozgurluk-yaratiliyor/#respond Sat, 23 Sep 2017 19:55:50 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/23/roportaj-irkcilar-yikiliyor-ozgurluk-yaratiliyor/ Amerika’daki ırkçı grupların giderek artan saldırıları ve örgütlenme çalışmaları karşısında aktif mücadele yürüten Antifa grupları konusunda bilgi almak üzere, daha önce de gazetemizde yazılarını yayımladığımız Anarşist Black Rose Kolektifi üyesi, “Anarşiyi Tercüme Etmek: Occupy Wall Street’te Anarşizm” ve “Antifa: Anti-Faşist Elkitabı” kitaplarının ve halen yazımı sürmekte olan “Anarşist Öğrenme ve Modern Okul: Francisco Ferrer Okuması” […]

The post Röportaj: Irkçılar Yıkılıyor, Özgürlük Yaratılıyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Amerika’daki ırkçı grupların giderek artan saldırıları ve örgütlenme çalışmaları karşısında aktif mücadele yürüten Antifa grupları konusunda bilgi almak üzere, daha önce de gazetemizde yazılarını yayımladığımız Anarşist Black Rose Kolektifi üyesi, “Anarşiyi Tercüme Etmek: Occupy Wall Street’te Anarşizm” ve “Antifa: Anti-Faşist Elkitabı” kitaplarının ve halen yazımı sürmekte olan “Anarşist Öğrenme ve Modern Okul: Francisco Ferrer Okuması” kitabının iki yazarından biri olan Mark Bray ile bir röportaj gerçekleştirdik.

ABD’de ırkçılığın simgeleri olan konfederasyon heykellerinin ve bayrakların yerlerinden söküldüğünü görüyoruz. Bunlar, toplumdaki daha büyük bir değişimin bir parçası mı?

Evet. 60’lı ve 70li yıllarda toplumsal ve ırksal adalete yönelik önemli adımlar atılmış olsa da ABD hala kölelik tarihini ya da ırkçılığın sürdüğünü tam olarak kabullenmiyor. Bazı uzmanlar, siyahların bu yüzlerce yıllık kurumun ekonomik, siyasi ve kültürel artçı şoklarını yaşıyor olmalarından yola çıkarak bugün hala “köleliğin emeklilik döneminde” yaşadığımızı savunuyorlar. Kuşkusuz, Konfederasyon anıtlarını yıkma konusundaki çatışmalar bunu göstermektedir. Tabii ki, bu anıtların çoğunun aslında 1960’ların sivil haklar döneminde, Jim Crow’u desteklemek için inşa edildiğini anlamak gerekir.

Black Lives Matter (Siyah Yaşamlar Önemlidir), göçmen hakları hareketi ve yapısal ırkçılığa karşı çıkan diğer toplumsal hareketlerin büyüyor oluşu, toplumun çoğunun bu tarihi mirası reddettiğini gösteriyor.

Anarşizmin ya da anarşist örgütlenmenin bu değişiklikleri teşvik eden toplumsal hareketler üzerindeki etkisi nedir?

Anarşistler, Occupy Wall Street’ten Black Lives Matter’a, Dakota Boru Hattı’na karşı verilen mücadeleden son dönemde yükselen anti-faşizme, yakın tarihte Amerika’daki toplumsal hareketlerde önemli rol oynamışlardır. Belki daha da önemlisi, hiyerarşik olmayan yöntemleri ve doğrudan eylem stratejileri, solun geniş bir kesiminde yaygınlaşarak radikal politikanın buraya nüfuz etmesini sağladı. Bugün bunu, Trump’a ve “yeni-sağa” karşı direnen, ırkçılık karşıtı hareketin genelinde görebiliriz.

Amerika’daki Antifa’nın büyük çoğunluğunu anarşistler ya da benzer düşünen anti-otoriterler oluşturur. Bu, onlarca yıldır böyle. Anarşizm, 1990’larda da Anti-Irkçı Faaliyet’in (ARA) içindeki ana akımı oluşturuyordu.

Trump döneminde bu toplumsal hareketler üzerindeki baskı nasıl arttı?

Trump göreve başladığından beri, yerel yasama organları çok çeşitli anti-protesto yasaları çıkardılar. Bazıları, sürücülerin protestoculara arabalarıyla çarpmalarını bile yasal hale getirdi. Bunun yanı sıra, adalet bakanlığı esas olarak, beyaz üstünlüğünü savunan ve faşist grupları araştırmayı bıraktı ve anti-faşistleri “terörist” olarak sınıflandırmaya başladı. Trump’ın yemin gününde (20 Ocak) Washington’daki çatışmalı yürüyüşünün ardından 230 anti-faşist tutuklandı. Mala zarar verme suçlamalarının dışında, insanlar sadece yürüyüşe katıldığı için bile 75 yıla kadar hapis gibi gülünç suçlamalarla karşı karşıyalar. Aslında herhangi birinin gerçekten o cezayı alma ihtimali çok düşük ancak bunlar Trump yönetiminin gerginliği nasıl tırmandırdığını yansıtıyor.

Trump yönetimi ırkçılık ve faşizmin örgütlenmesini nasıl destekliyor?

Trump’ın seçim kampanyası ve ardından gelen zafer, kış uykusuna yatan aşırı sağı sokağa çıkmak konusunda cesaretlendirdi. Son yıllarda üretilen yeni sağ, klavyenin başından kalkıp, sokakta on yıllardır görmediğimiz bir varlığı oluşturmak için çalışmaya başladı. Trump sinsice, ama çok da belirsiz olmayan bir biçimde beyaz milliyetçi siyaseti yansıtıyordu. Geçmiş yıllarda aşırı sağın çoğunluğunda hükümet karşıtlığı hakimken, Trump ile birlikte, iktidarda, yıllardır dillendiremedikleri düşüncelerini şeyleri söyleyen ve yapan bir liderleri olduğu hissettiler.

Toplumdaki faşist örgütlenmeyle yaratılan ayrılık ne seviyede? Bu ayrılığın iç savaşa dönüşmesi ihtimali var mı?

Hayır, bunun iç savaşa dönüşme ihtimali olduğunu düşünmüyorum. Faşist ve ırkçı politikaların önemi kesinlikle arttı ve (özellikle göçmen, ırk politikaları vb.) mesajları daha geniş bir muhafazakar kesimin görüşlerini etkiliyor, ama hala küçük bir azınlıklar. Ayrıca Amerikalıların büyük çoğunluğu, siyasi değişim için tek meşru çıkış olarak sandığı görüyor.

Geçen haftalarda medyanın dikkati antifa konusuna çevrildi. Ana akım medyada Antifa nasıl yer aldı? Charlottesville’in bu süreçteki etkisi ne oldu?

Charlottesville’den önce medya zamanının çoğunu faşistlerden çok antifayı eleştirmeye ayırıyordu. Çatışmaya bakışları apolitikti, arkasındaki siyaseti ve değerleri analiz etmeden, “şiddete” odaklanıyordu. Beyaz güç mitingi, ırkçılık karşıtı eylemciler tarafından başarıyla engellendikten sonra bir faşistin, arabasıyla ırkçılık karşıtı eylemde yürüyen Heather Heyer’i katlettiği Charlottesville’in ardından Donald Trump, her “iki tarafın” da şiddet kullandığını ve her iki tarafta da “iyi insanlar” olduğunu savundu. Bu açıklamadan sonra kısa bir süre, belki bir hafta, medyanın bu tutumu değişti.

Bu süre içerisinde liberal medya, bir faşist cinayet işlediği halde iki tarafı bir tutması nedeniyle başkanı kıyasıya eleştirdi. Yine de, bu “sempatik” pencere çok hızlı bir şekilde kapandı ve medya yine eskisi gibi faşistlere kıyasla anti-faşistlere saldırmak için daha fazla zaman ayırıyor. Bu tip saldırılar neredeyse her zaman tarihi ya da politik bir anti-faşizm anlayışından yoksun oluyor.

Amerika’dan dayanışmayla!

Röportaj: Özgür Oktay

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Röportaj: Irkçılar Yıkılıyor, Özgürlük Yaratılıyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/23/roportaj-irkcilar-yikiliyor-ozgurluk-yaratiliyor/feed/ 0
Göçmen Kadınlardan Umudun Reçelleri https://meydan1.org/2017/03/03/gocmen-kadinlardan-umudun-recelleri-2/ https://meydan1.org/2017/03/03/gocmen-kadinlardan-umudun-recelleri-2/#respond Fri, 03 Mar 2017 13:00:49 +0000 https://test.meydan.org/2017/03/03/gocmen-kadinlardan-umudun-recelleri-2/ Onlar, göçmen kadınlar. Savaş, yıkım ve katliamlar sebebiyle yaşadıkları topraklardan göç etmek zorunda bırakılanlar; geldikleri topraklarda ise ırkçılık, dışlama, ötekileştirme gibi saldırılarla yaşamları iki kat zorlaşanlar…   Meydan Gazetesi: Öncelikle KKMM’deki kadınlar nasıl bir araya geldi, kuruluş sürecinden bahseder misiniz? Meryem: Ben 2014’te Heseke’den geldim, savaştan dolayı. Bir yıl, ailem dışında kimseyi tanımadan yaşadım. Buradaki […]

The post Göçmen Kadınlardan Umudun Reçelleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Onlar, göçmen kadınlar. Savaş, yıkım ve katliamlar sebebiyle yaşadıkları topraklardan göç etmek zorunda bırakılanlar; geldikleri topraklarda ise ırkçılık, dışlama, ötekileştirme gibi saldırılarla yaşamları iki kat zorlaşanlar…

 

Meydan Gazetesi: Öncelikle KKMM’deki kadınlar nasıl bir araya geldi, kuruluş sürecinden bahseder misiniz?

Meryem: Ben 2014’te Heseke’den geldim, savaştan dolayı. Bir yıl, ailem dışında kimseyi tanımadan yaşadım. Buradaki bir çok kadın gibi komşularım vasıtasıyla Okmeydanı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ile tanıştım. Dernek 2014’te kentsel dönüşümle mücadele etmek için mahalleliler tarafından kurulmuş. Dernek, mahalleye akın akın gelen göçmenlerin durumunu görünce kayıtsız kalamamış insanlardan oluşuyor.

Göçmen kadınların çoğu ev dışında bir yerde çalışmamıştı. Çocuklarımız vardı. Yaşam çok pahalı, İstanbul çok pahalı; geçinemiyorduk. Mutfakta bir şey yapabiliriz diye düşündük. Küçük bir mutfak kursak, böyle reçel, turşu üretsek. Derneğin desteğiyle oldu bu iş; “Kadın Kadına Mülteci Mutfağı”nı kurduk. Ekonomik olarak düşündük bunu, kendimizce bir çözümdü.

Şimdi neler yapıyor KKMM?

Süheyla: Reçel, turşu, acuka üretiyoruz. Onun dışında birbirimizle kaynaşıyoruz, başka göçmen kadınlarla tanışıyoruz. Mahallede kimin neye ihtiyacı olduğunu soruşturuyoruz. Grup grup gidip pazarlardan meyveleri sebzeleri alıyoruz. Haftada 1-2 gün evlerde bir araya gelip reçelleri, turşuları hazırlıyoruz.

Meryem: Hepsinden önemlisi birlik olduk. Hepimiz Suriye’nin farklı kentlerinden gelen 17 kadınız. Her reçelin ya da turşunun 3-4 kadından oluşan ayrı grubu oluyor. Henüz bir mutfak kuramadık, böyle zor oluyor. Müsaitse derneğin mutfağında ya da evinde doğal gaz olan kadınların mutfaklarında pişiriyoruz. Tüplü evlerde yapınca pahalıya geliyor çünkü.

Buraya gelmenize yol açan şey Suriye’deki savaştı. Bu savaş hem maddi hem manevi anlamda üzerinizde nasıl bir etki bıraktı? Göçmenler için yaşamanın zorluğu, göç ettikleri mekanda da farklı biçimlerde sürüyor. Siz bunu, yaşamın hangi alanlarında daha çok hissediyorsunuz?

Süheyla: Savaş çok kötü tabi ki, göç etmek zorunda kalmak da. Buraya geldiğimde ben biraz Türkçe konuşabiliyordum da, diğer kadınlar hiç bilmiyordu. Geldiğimizde maddi olarak hiçbir şeyimiz yoktu yanımızda. Savaştan üzerimizdeki kıyafetlerle kaçıp geldik buralara. Manevi olarak çok sıkıntı çektik yer değiştirdiğimiz için, ama burada birbirimizi bulduk. Sokakta iyi insanlar da var, ama kötüleri de.

Meryem: Heseke’deyken eşim ve ben belediyede memurduk. 10 çocuğum da üniversite mezunuydu ya da okuyordu. Bir gecede gelmek zorunda kaldık buraya, her şeyimizi bıraktık. Çocuklarımın beşi durmadı burada, Avrupa’ya gitti. Burada ev bulamadık önce, Suriyeliyiz diye vermek istemediler. Bulunca da sürekli zam yaptılar, biliyorlar çıkamayacağımızı, mecbur kaldığımızı. Çocuklarım, eşleri, çocukları; kocaman aile tek bir evde yaşıyoruz. Üniversite çağındaki çocuklarım bile çalışmak zorunda ama iş bulmak da kolay değil. 3 çocuğum da rahatsızlandı burada.

Muna: Ben Şam’dan beş çocuğum ve eşimle geldim. Savaşta eşimin bacakları şarapnel parçaları yüzünden sakatlanmıştı. O çalışamıyor. Evde boncuk işi yaparak çocuklarıma bakıyorum. Bir de reçellerimizle. Savaş hepimizi çok etkiledi. 10 yaşındaki kızımın psikolojisi bozuk. Doktorlar Suriyeliyiz, Türkçe bilmiyoruz diye hor görüyor; kovuyor. Okmeydanı’nı bilirsiniz, hareketli mahalledir. Havada hep polis helikopterleri vardır; benim kızım her helikopter sesinde masanın altına saklanıyor hala. Söylenenleri hemen anlamıyor.

Nadya: Halep’ten geldim. Orada ayda 15 lira gibi bir parayla kira, elektrik, su, yakacak ihtiyacımızı karşılıyorduk; burada yüzlerce lira gerekiyor. Çözüm üretmeyip de ne yapacaktık?

Emine: Ailemle Şam’dan göçtüm. Ben de diğer arkadaşların yaşadığı sıkıntıları yaşadım.

Habibe: 4 çocuğumla Qamişlo’dan buraya geldim. Onlara hem anne, hem de baba olmaya çalışıyorum. Buraya ilk geldiğimde Beyoğlu’nda oturuyordum. Şimdi Muna’nın evine taşındım ekonomik sıkıntılardan. 15 yaşında bir oğlum var, ona çalışmasını söyledim. Bir gün gitti işe, geri geldiğinde “Ben çalışmam, bir daha sokağa çıkmam anne” dedi. Köle gibi davranmışlar iş yerinde. Psikolojisi bozuldu, evden çıkmıyor. Zaten babalarını gözlerinin önünde kaybetmişti çocuklarım.

Leyla: Ben de Meryem abla gibi Heseke’den geldim. Bizim orada ateş bütün evlere düştü.

Meryem: Ağlamayan ev kalmadı anlayacağın, hem orada hem burada.

Songül: Mültecilere “Savaşa gitsinler, niye ülkelerini bıraktılar, bizde savaş olsa biz gitmez savaşırız” gibi laflar ediliyor. Savaşmak istemediler, çocukları ölsün istemediler; ki bu onların en doğal hakkı. Her şeylerini bırakıp geldiler.

Bir düşünün; üniversitede okuyorsunuz, ailenizin kendine ait bir evi var, ekonomik durumunuz iyi ve bir gece bunların hepsinden vazgeçip başka bir ülkeye geliyorsunuz. İnsanlar önce biraz empati yapmalı. “Benim başıma gelse nasıl olur?” demeli.

Bugün yapmakta olduğunuz şey, kadınların kendi öz-örgütlülükleriyle yaptıkları üretim, birçok kadın için umut verici. Peki yarın için planınız nedir, başka neler yapmayı düşünüyorsunuz? Son olarak, KKMM ile dayanışmayı büyütmek isteyenler neler yapabilir?

Meryem: Belli ki boşuna “umudun reçelleri” dememişiz. (Gülüşmeler…) Tek isteğimiz sesimizi duyurmak; büyük bir mutfak kurmak. Reçellerimizi, turşularımızı -orada, burada değil- kuracağımız bu mutfakta üretmek. Daha fazla göçmen kadının derdine derman bulması için bize katılmasını sağlamak.

Songül: Buradaki kadınlar, Suriye’den böyle pahalı bir şehre gelince çok mutsuz oldular. Onlar gelince, burada yaşayan yoksullar da söylenmeye başladı. Onlar yoksul, biz yoksul. En iyisi, yoksulluğumuzu paylaşalım dedik.

Ama yine de fon almadıkları sürece mültecilere su dahi vermeyecek Sivil Toplum Kuruluşları’na minnet etmedik. Önce ikinci el kıyafetlerimizi, evden getirdiğimiz battaniyelerimizi kapıya koyduk ve böyle tanıştık mahalledeki göçmenlerle. Çekyatımızı paylaştık yerde yatmasınlar diye. Zamanla herkesin yaşamı oturdu dayanışmanın gücüyle.

Evinde, bizden aldığı konserve bitince kavanozunu atmayıp bize getiren insanlar oldu. Beş kavanozdu sadece, belki azdı ama dayanışma için Kadıköy’den gelmişti. Bu bizim için çok değerliydi.

Burada her şey gönüllülükle işliyor. Kadınlar da mutfakta çalışırken çok büyük paralar almıyor. Birlikte bir şey üretiliyor. Buna herkes omuz verebilir, vermelidir. Dayanışmak isteyenler reçelleri alabilirler, gelip buraya 1 saat de olsa mutfağa girebilirler, var olan mamayı dağıtabilirler, kadınlarla sorunlarıyla ilgili sohbet edebilirler; herkese yapacak bir şey var!

Röportaj için teşekkür ederiz, dayanışmayla…

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.

The post Göçmen Kadınlardan Umudun Reçelleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/03/03/gocmen-kadinlardan-umudun-recelleri-2/feed/ 0
Röportaj: PALYAÇO FANZİN https://meydan1.org/2017/02/20/roportaj-palyaco-fanzin/ https://meydan1.org/2017/02/20/roportaj-palyaco-fanzin/#respond Mon, 20 Feb 2017 18:52:59 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/20/roportaj-palyaco-fanzin/ Meydan: Palyaço Fanzin’in ismi nereden geliyor? Şarlo bir palyaçoydu. John Wayne Gacy bir palyaçoydu. Joker bir palyaçoydu. Edebiyata da bir palyaço gerektiğini düşündüm. Şaka bir yana ismin gerçek bir hikayesi yok ama zaman içinde kendi ismini kazandı diyebilirim. Meydan: Ne kadar süredir çıkarıyorsunuz? Yeterince uzun. Kesin olmamakla birlikte 2000’lerin ortalarından beri çıkıyor. Son zamanlar yılda […]

The post Röportaj: PALYAÇO FANZİN appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

fanzin

Meydan: Palyaço Fanzin’in ismi nereden geliyor?

Şarlo bir palyaçoydu. John Wayne Gacy bir palyaçoydu. Joker bir palyaçoydu.

Edebiyata da bir palyaço gerektiğini düşündüm. Şaka bir yana ismin gerçek bir hikayesi yok ama zaman içinde kendi ismini kazandı diyebilirim.

Meydan: Ne kadar süredir çıkarıyorsunuz?

Yeterince uzun. Kesin olmamakla birlikte 2000’lerin ortalarından beri çıkıyor. Son zamanlar yılda iki sayı gibi inanılmaz bir hızla, yoğun bir tempoyla ilerliyor.

Meydan: “Kutu” adlı bir hikaye var. Hikayede sistemin bizlere dayattığı bir yaşamdan ve o yaşamla uzlaşmayan birinden bahsediliyor. Hikayeden ve sıkışılan “kutu”lardan bahsedebilir misiniz?

Adam, kendi küçük kutusunda mutlu. İyilerin bir şey yapmamasından sıkılmış biri sadece. Pasif direnişlerle dünyayı yok etmeye çalışıyor.

İnsanın ilerleyişi öyle büyük bir yok edişe dönüşmüş ki; adam, çözümü onların yok olması gerektiğinde görmüş. Bunu kendi başına yapmak istiyor. Onları etiketliyor. Böyle bir insan toplumun nezdinde normal değildir.

Evi bir kutu evet. Bu beton kutu onu doğadan ve kafasındaki insan’ın olması gerektiği şeyden ayırdığını düşünüyor. Otobüs bir kutu. Bir konserve kutusuna sıkışmış balıklardan farksız hissediyor. Sorun büyüdükçe kutu genişliyor. Şehir bir kutu; tüketime dayalı bir yaşamın dayatıldığı ve eğer bunu para için yapmıyorsa, üretenin aç kalmakla tehdit edildiği ve sair kötülükle dolu. Dünya bir kutu; ki hali ortada. Kötü adam durmazken iyi adam ölüyor. Ardındaki sebebe bakıyorsun zenginlik. Salakça.

Sonunda kendi kafasının içindeki bir kutuya kapatılıyor. Kutunun içindeki adam gireceği son kutuya sadece etini sığdırabileceğini bilmelidir.

Popüler olanın hızla tüketildiği bir zamanda yaşıyoruz. Fanzinlerde bu konuda hem içerik olarak hem teknik olarak biraz değişti. Bu değişiklik nasıl oldu ve fanzinler bu süreçten nasıl etkilendi?

Hızlı ve acısız oldu. Ben bu değişiklik sürecini bir sorun olarak görmüyorum. Önemli olan fanzinin üretilmeye devam edilmesi. Ve insanlar reklamlara bakmaktansa, okumaya başlamalılar. Çabuk sıkılan malum kalabalık başka yöne baktığında ise geride bir çöp yığını bırakacaklar. Ama ne kadar karıştırırsak o kadar iyi şeyler çıkacaktır. Ya da kirlenmeden kalmayı başaranlar olacaktır.

Burada fanzini ortaya çıkaran ruh devreye giriyor. Sürecin hangi kısmında olursa olsun ya da neye dönüşürse dönüşsün içinde barındırdığı ruh onu var etmeye devam edecektir.

Meydan: Kent Sürüngeni adında tek sayılık bir fanzin daha çıkarmışsınız. O fanzinden de bahsedebilir misiniz?

Kent sürüngeni özgür bir öykü. İzmir’de bu hareketi ateşleyen arkadaşların tabiriyle bir fankit. Fanzin/Kitap. Yayınevlerinin edebiyat üzerindeki hakimiyeti, baskı sıkıntısı, satılma sıkıntısı olmadan kendi işini kendin gör tarzı bir yayıncılık yaklaşımı. Bir arkadaşım kapağını tasarladı. Ben de onu öylece basmaya karar verdim.

Sürüngen, geçmişte Beyoğlu sokaklarında alkol dozunu fazla kaçırmış insanları tanımladığımız bir tabirdi. Öykü ise; bir sürüngen ve bir balığın bütün gece nasıl evlerine ulaşamadığının hikayesi. Mekanlar, karakterler ve kurgunun büyük bir kısmı gerçek. En önemlisi ana karakter olan balık gerçek bir balıktı.

Son olarak Palyaço Fanzin ile iletişme geçmek ve edinmek isteyenler nereden ulaşabilir?

Sosyal medya üzerinden Palyaço’yu bulmak çok kolay. Online okunabileceği bir siteye yükledim. Baskıya hazır PDF halleri bir çok yerde var. Sosyal medyada paylaşıyorum, cebimdeki paraya göre ucuz fotokopicilerde çoğaltıp dağıtıyorum. En sevdiğim yöntem dosyanın mümkünse çalıştığınız şirketin yazıcısından kaçak çıktı alınması. Ayrıca yazılarımı depoladığım bir de web sitem var.

[email protected] adresinden bize ulaşabilirsiniz ve Kadıköy ve Taksim 26A, Bayrampaşa Cafe Time, Arjin Kafe, Kadıköy 6:45, Zebercet Sahaf gibi mekanlardan Palyaço Fanzin’i edinebilirsiniz.

Röportaj için teşekkür ederiz.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post Röportaj: PALYAÇO FANZİN appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/20/roportaj-palyaco-fanzin/feed/ 0
Üniformaların ve Sirenlerin Uzağında https://meydan1.org/2016/05/06/uniformalarin-ve-sirenlerin-uzaginda/ https://meydan1.org/2016/05/06/uniformalarin-ve-sirenlerin-uzaginda/#respond Fri, 06 May 2016 13:22:37 +0000 https://test.meydan.org/2016/05/06/uniformalarin-ve-sirenlerin-uzaginda/ Gürültünün, seslerin, sirenlerin, kalabalığın, bitmek bilmeyen tartışmaların, kavgaların, üniformaların uzağında olma isteğiyle yola çıkan 3 kadının sessizliği, birlikteliği, birliği anlama çabasının konu edildiği “Üniformaların ve Sirenlerin Uzağında” adlı performansın ilk sahnelenmesi önümüzdeki günlerde olacak. Konsepti ve koreografisi Serenay Oğuz tarafından yapılan Üniformaların ve Sirenlerin Uzağında’da Ece İnan, Ezgi Bilgin ve Serenay Oğuz’un performanslarını izleyeceğiz. Biz […]

The post Üniformaların ve Sirenlerin Uzağında appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydasn Gazetesi- Üniformaların ve Sirenlerin Uzağında

Gürültünün, seslerin, sirenlerin, kalabalığın, bitmek bilmeyen tartışmaların, kavgaların, üniformaların uzağında olma isteğiyle yola çıkan 3 kadının sessizliği, birlikteliği, birliği anlama çabasının konu edildiği “Üniformaların ve Sirenlerin Uzağında” adlı performansın ilk sahnelenmesi önümüzdeki günlerde olacak. Konsepti ve koreografisi Serenay Oğuz tarafından yapılan Üniformaların ve Sirenlerin Uzağında’da Ece İnan, Ezgi Bilgin ve Serenay Oğuz’un performanslarını izleyeceğiz. Biz de Meydan Gazetesi olarak, bu performansı gerçekleştiren 3 kadın dansçıdan biri olan Serenay Oğuz ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Meydan: Merhaba. Öncelikli olarak “Üniformaların ve Sirenlerin Uzağında” ismini verdiğiniz dans performansını neleri düşünerek oluşturduğunuzu söyleyebilir misin?

Serenay Oğuz : Dünyanın gürültülü, kalabalık, sürekli konuşuyor ve birbiriyle kavga ediyor olma halini düşünerek, önce kafamızda bir distopya yarattık. İnsanların hiç susmadığı ve sürekli konuştuğu, uyurken bile, nefes almadan, hiç durmadan konuştuğu ve bunun felaketle sonuçlandığı bir dünya. Aslında yaşadığımız dünyaya çok benzeyen… Burada bir dil var. Bu dili yaratan iktidar, erillik, kitle gibi kavramlar var. Bunun karşısına ne koyabiliriz dedik ve böylece bir sessizlik arayışı, yani bu performans yavaş yavaş oluşmaya başladı.

Performansı üç kadın olarak hazırlamanızın özel bir nedeni var mı? Ve biraz da performansı oluşturma sürecinden bahseder misin?

Kadın kimliği buna bir şeyler katıyor elbette. Üç kadın bir araya geldik ve birlikte bir yolculuğa başladık, ne üretebiliriz dedik. Biz bir aradayız, hepimizin dertleri var, söylemek istediğimiz şeyler var, ama bunu da bildiğimiz dille söylemek istemiyoruz, zaten onu reddediyoruz. Yani sadece üniformalar ve sirenler değil, bütün bunların uzağında olma isteği var. Özetle, biz üç kadınız, bir “dur” anı arıyoruz. O sürece teslim olmayı denedik aslında ve süreç bizi kendiliğinden buraya getirdi.

Tanıtım metninde “birlikteliği, birliği anlamaya çalışmaktan” bahseden bu performans, izleyicisine neyi aktarmayı amaçlıyor?

Çalışmaya başladıktan sonra bir anda çok benzer dertleri olan insanları görmeye başlıyoruz. Belki algımızı oraya açtığımız için, belki de kolektif farkındalık diye bir şey var, bilmiyorum. Özellikle “biz” kavramıyla ilgili son zamanlarda çok fazla çalışma var. Biz olmak galiba dünyanın her yerinde aynı, o hissiyatı yakalamak.

İstedim ki yaptığımız iş bir tablo gibi olsun, insanlar her baktığı yerden kendince birşey görsün. Doğrudan şunu söylüyorum diyemem ama bir sessizlik arayışımız var.

Son yıllarda devletin toplum üzerinde siyasi baskısı çok yoğun yaşanıyor. Toplum susturulmaya çalışılıyor diyebiliriz. Üniformaların ve Sirenlerin Uzağında’da buna dair ne bulabiliriz?

Bizim karşı çıktığımız durum, susturuluyor olmanın birbirimizle kavgaya dönüştüğü yerde ortaya çıkıyor. Bizimkisi belki de bir çözüm önerisi. Ama bu susma hali, sus pus olma hali değil. Aslında “Sessizliğin Anarşisi” kitabından etkilendim ve hatta performansın tanıtım metninde oradan bir cümle geçiyor: “aynı şeyleri susmaktan başka ortaklıkları olmayanların ortak eyleminin gücü”. Sessizlik diyor, iktidarın bilmediği bir yer. Onu buradan vurabiliriz. Tam olarak ben de bilmiyorum ama bunu aramak için yola çıktım.

Performası ortaya çıkarırken cevabını bilmediğim bir soruyla yola çıkıyorum, bu sorunun üzerine gidiyorum. Bazen buluyorum, bazen bulamıyorum, bulduğum kadarını paylaşıyorum. Bulamadığım kadarını belki birlikte çözeceğiz.

Bu proje mezun olduktan sonraki ilk projen. Okulun, konservatuvarun sanattaki yerini nasıl görüyorsun?

Okul denilen şey, zaten seni belli kalıplar üzerinden sisteme entegre etmeye çalışan bir kurum. Dans konusunda da, okuldaki eğitim bir kalıbın içinde kalıyor, tıkanıyor. Okula gitmeyi reddettiğim dönemler oldu ve bu sayede dışarıda başka üniversitelerde tiyatro derslerine, yurdışından gelen dansçıların workshoplarına girme fırsatı yakaladım. O yüzden, alternatif sahnelerin özgürlük alanının çok önemli olduğundan bahsedebilirim.

Sanatçılar güncel yaşanan sorunları yeterince ifade ediyorlar mı? Bu konuda kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz?

Bir sürü üretim biçimi var. Herkesin benimsediği bir takım biçimler var. Sorunları paylaşmayı özellikle tercih edenler de var, hiç tercih etmeyen de var. Bu anlamda ben yaşadığımız sorunların ortak olduğunu söyleyebilirim. Sahne bulmak, performansın sergilenebilmesi, para kazanma kazanmama çelişkisi, bir araya gelme sorunu, ki sanatçılarda bence en büyük sorun.

Onun dışında büyük festivallerde yer almanın belli raconları oluyor. Bir takım jüriler senin işlerine bakıyor, seçiyor. Herkes yakınındakini tutmaya çalışıyor. İktidar mekanizması sanatın içinde aynen işliyor. Şehir tiyatroları, devlet tiyatroları baskı görüyor, birileri atılıyor. Atılsın, hepsi kapansın, her yer alternatif sahne olsun istiyorum. Güzel şeyler buradan çıkacak, büyük eski yapılardan değil.

Performansınızı ne zaman izleyebiliriz?

İlk performans 21 Nisan saat 20:30’da Kadıköy Teatron’da olacak. İstanbul’da başka gösterimler olacak ama tarihleri kesin değil. Mayıs’ta da İzmir’de iki performans olacak.

Meydan Gazetesi olarak röportaj için teşekkür ederiz.

Rica ederim, ben de teşekkür ederim.

 

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.

The post Üniformaların ve Sirenlerin Uzağında appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/05/06/uniformalarin-ve-sirenlerin-uzaginda/feed/ 0
Maltepe Üniversitesi Hastanesi Sağlık İşçileri Direnişte https://meydan1.org/2015/02/11/maltepe-universitesi-hastanesi-saglik-iscileri-direniste/ https://meydan1.org/2015/02/11/maltepe-universitesi-hastanesi-saglik-iscileri-direniste/#respond Wed, 11 Feb 2015 19:00:36 +0000 https://test.meydan.org/2015/02/11/maltepe-universitesi-hastanesi-saglik-iscileri-direniste/ İstanbul Maltepe’de bulunan Maltepe Üniversitesi Hastanesi’nde çalışırken Devrimci Sağlık İş sendikasına üye oldukları için işten çıkarılan 98 sağlık işçisi, işlerine geri dönmek için ve taşeron dayatmalarına karşı hastane binası önüne çadır kurarak direnişe başladı. İki aya yakın bir süredir hastane önünde gece gündüz nöbet tutarak bekleyen Maltepe Üniversitesi Hastanesi işçilerinden Şehriban Kaya ve Sevinç Şahin […]

The post Maltepe Üniversitesi Hastanesi Sağlık İşçileri Direnişte appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
İstanbul Maltepe’de bulunan Maltepe Üniversitesi Hastanesi’nde çalışırken Devrimci Sağlık İş sendikasına üye oldukları için işten çıkarılan 98 sağlık işçisi, işlerine geri dönmek için ve taşeron dayatmalarına karşı hastane binası önüne çadır kurarak direnişe başladı. İki aya yakın bir süredir hastane önünde gece gündüz nöbet tutarak bekleyen Maltepe Üniversitesi Hastanesi işçilerinden Şehriban Kaya ve Sevinç Şahin ile hastanedeki çalışma koşullarını ve direniş sürecini konuştuk.

Meydan Gazetesi: Merhabalar, öncelikle sizi biraz tanıyalım. Maltepe Üniversitesi Hastanesi’nde daha önce böylesi örgütlü bir duruş olmamıştı. Bu örgütlülük nasıl gelişti?

Şehriban Kaya: Ben Şehriban Kaya. 9 yıldır Maltepe Üniversitesi Hastanesi Tıp Fakültesi’nde çalışıyorum. Diyet Hostesi olarak işe girdim. Asgari ücret seviyesinde bir maaş alıyorduk. Bu maaşlarla yaşamak iyice zorlaştı. Temel ihtiyaçlarımızı dahi karşılayamaz hale geldik. Herkes ek iş yapmaya başladı. Bunun böyle süremeyeceğini düşünerek yöneticilerle görüşmelere başladık. Onlardan olumlu bir cevap alamadık. Tabi örgütlü değildik, bireysel olarak da bir şey yapamıyorduk. Yıllarca bu böyle devam etti. Ama hep derler ya, buluşlar ihtiyaçtan doğar diye, biz de ihtiyaçlarımız gereği sendikalaşmaya başladık. Yapılan zamlar, iş yerinde karşılaştığımız sorunlar, çalışma şartlarımız, çalışma ortamımız ve saatlerimiz gibi sorunlar üzerine arkadaşlarla görüşmelere başladık.

Her hastanede olduğu gibi, siz de burada mesaiye kalıyorsunuz. Mesai ücretleri nasıl ödeniyor?

Mesailerde de normal mesai ücretleri alıyorduk. Başka yerlerdeki gibi yüzde iki yüz falan yok burada. Eskiden hafta sonu 13 saat çalışıyorduk mesela. Bir arkadaşımızın işten çıkması sonrasında şikayet olunca düzeltilerek 8 saate düşürüldü. Ama bunun farkı bize çok komik bir şekilde yansıdı. Senelerce bu şekilde çalıştırılan arkadaşlarımızın, kimisine 150 lira, kimisine 300 lira verilerek gönderildi. Örgütsüz olduğumuz için bizde de iş korkusu vardı tabi. İşten çıkarırlar diye herkes ne olduğunu bilmediği kağıtlara imza attı. Kimisi boş kağıt bile imzaladı. Sonuç olarak, şu an çalışma saatleri düzeltilerek 8 saate düşürüldü. Mesailere gelince, öyle sendikaların örgütlü olduğu iş yerlerinde olduğu gibi hafta sonları iki katı, bayramlarda iki katı ücret almıyoruz.

Peki sizin işiniz olmayan işler yaptırılıyor muydu size?

Kesinlikle. Diyet hostesi olarak işe girdim. Buradaki çoğu arkadaş gibi, ben de iki hastaneyi birden idare ediyorum. İki hastanenin de mutfağı var, hastaları var. Bulaşıklarını da yıkadık, hostesliğini de yaptık; personelliğini yaptık, temizliğini yaptık, aşçılığını yaptık. Yani bizim olmayan her türlü işi yaptık. Bize söylenen ise “Bizim sistemimiz böyle, kabul ediyorsanız edersiniz; etmiyorsanız çıkarsınız.” Biz de mecburen yapıyorduk.

Tabi maaşlara yapılan zamların yetersizliği de cabası.

Tabi ki. Yapılan zamlar bir hiç. Zaten görmüyorduk bile, zammı vergi ayına denk getirdikleri için sıfırlanıyor. Bir kere bile biz elimize alamıyoruz bu zamları. Bütün sorunları sendikayla görüşmeye başladık. Hastane yönetimi, bizim bu uğraşımızı fark etti tabi. O kadar da gizli bir çalışma yapamadık zaten, her şey açıktı. Bunu gören işveren, örgütlü olmamızdan korktu. Sendika gelecek diye önce bir arkadaşımızı, sonra üç arkadaşımızı işten çıkardı. Biz devam ettik tabi sendikalı olmaya. Birkaç gün sonra alkışlı giriş ve çıkışla bu durumu protesto ettik. İki gün sonra ise hepimizi (94 kişiyi) işten çıkardılar.

İlk çıkardıkları arkadaşları ve siz diğer 94 işçiyi hangi gerekçe ile işten çıkardılar?

Sendikalı olduğumuz için işten çıkarıyorlar, ama gerekçeleri farklı. Önce dediler ki “işçi fazlalığı”. Oysa o bölümde, sadece bir arkadaşımız çalışıyordu. Bu bahanenin tutmayacağını anladılar, “performans düşüklüğü” diye gösterdiler. Ardından bizi de çıkardılar ve sebep olarak hiç bir şey söylemediler. Sonradan aldığımız bilgilere göre, bizimki de performans düşüklüğüymüş! Yıllarca asgari ücrete çalışalım, performans ödüllerimiz olsun, belgelerimiz olsun; sonra performans düşüklüğü! Bizim performansımız çok iyiydi. Sessiz sedasız mülayim insanlardık. Ama ne zaman “Biz insanız, geçinemiyoruz!” diyerek ses çıkarmaya başladık, işte o zaman -her ne hikmetse- bizim performansımız düştü.

Bugüne kadar performansı yüksek olan işçilerin performansı birdenbire düşük oluyor. “Sendikadan dolayı işten çıkardık, taşeron sistemiyle çalıştıracağız.” diyemiyorlar tabi.

Onların dedikleri şuydu: “Biz sendikadan değil, performans düşüklüğünden dolayı çıkardık. Sağlığa odaklanmak için bir bölümü tamamen kapattık.” Biz işçiler, böyle olmadığını zaten biliyoruz. Taşeron sistemi getirerek sağlığa odaklanacaklarını söylüyorlar. Bu kocaman bir yalan! Utanmadan bizi taşerona çağırmaktan da geri kalmadılar. Taşeron demek kölelik demektir. Güvencesiz iş ortamı ve hiçbir geleceğinin olmaması demektir.

Meydan Gazetesi- Maltepe İşçileri Röportaj Serhat Yaşar Dilan Yaman Maltepe Üniversitesi Hastanesi direnişçilerinden Şehriban Kaya

Direnişin başladığı günlere dönecek olursak; işten çıkarılmalar işçi arkadaşların üzerinde nasıl bir etki yarattı? Direnişe başlama kararını nasıl aldınız?

Bize hiçbir yazılı belge ile bildirim yapmadılar, bir şey söylemediler. O gün işe başlayacak olan arkadaşlar sabahtan geliyor. “Hepiniz dışarı çıkın” diyorlar, “İşten çıkarıldınız”. Gece çalışan arkadaşlara da bir şey söylemiyorlar, çalıştırıyorlar. Sabah söylüyorlar onlara da işten çıkarıldıklarını. Herkes şok içinde tabi, şaşırmış kalmış. Ama sendikalaşmaya başladığımız zaman, bazı şeyleri göze almıştık, bunu tahmin edebiliyorduk. Yani en azından 5- 10 kişiyi çıkarırlar diye düşünüyorduk. Bu kadar çok işçiyi birdenbire çıkarmaları şaşırttı bizi. Hiç haber verilmeden, insanlar birdenbire kış günü sokak ortasına bırakılıyor. Bu kesinlikle işçiyi insan yerine koymadan yapılmış bir şeydir. “Haklarınızı verdik” dediler ama bizim maaşlarımız çok düşük olduğu için bu verilmiş tazminatlar yaşam koşulları düşünülürse hiçbir şey. Çünkü herkesin kredi borcu var. Herkesin kiraları almış başını gidiyor. Kentsel dönüşüm yüzünden zaten kiralık ev de bulunamıyor. Bu sebeplerle insanlar mücadele etmeleri gerektiğini biliyorlardı.

Öte yandan, buradaki arkadaşların daha önce böyle örgütlü bir deneyimi olmamış. Yani bir işleri olduğu için yıllarca şükredip çalışmışlar. Ta ki bardak taşana kadar. “Yeter” diyecek bir duruma gelene kadar. Sorun bir kişinin değil, herkesin sorunu. Herkes geçinememekten şikayetçi, ama kimse bir şey yapmıyordu. Böyle bir direniş olduğu zaman, herkes sorunlarını konuşmaya başlıyor. Çözüm yollarını konuştuk; mücadele etmemiz gerektiğini konuştuk, birlikteliğin önemini konuştuk. Başka çaremiz yoktu. İşçi sınıfı gerçekten birlik olmadığı sürece, mücadele etmediği sürece, hiç bir şey kazanamaz. Benim sürekli kullandığım bir lafım var; bize hiç bir şey teneke tepside sunulmuyor. O yüzden mücadele etmemiz gerekiyor. Direnişimizi basın açıklaması yaparak başlattık. Sendikamız ile beraber çadır kurma kararı aldık.

Biraz da buradaki direniş ortamına dair konuşalım, direniş çadırında yaşam nasıl sürüyor?

Çadırımız 7/24 açık. Geceleri haftanın 6 günü erkek arkadaşlarımız nöbetleşe kalıyorlar, haftanın bir günü de biz kadınlar olarak kalıyoruz. İmkanları ölçüsünde herkes gelmeye çalışıyor. Bazısının çocukları oluyor, bir işi çıkmış oluyor. Böyle durumlarda bazen fire verebiliyoruz ama herkes burada olmaya çalışıyor.

Tabi direnişçi işçiler arasında çocuğu olanlar var; hasta olanlar var.

Evet. Dört tane eşi de direnişte olan arkadaşımız var. Bir tane bebeği olan arkadaşımız var. Kanser hastası olan arkadaşlarımız var. Ama kimse burayı bırakıp da gitmiyor. Eskiden böyle bir durumda negatif bakan insanlar, şimdi diyorlar ki “gerçekten haklılarmış”. Mücadele etmeden hiçbir şeyin olmayacağının farkına vardırdı bu direniş.

Peki ileriye dair herhangi bir eylem etkinlik düşünüyor musunuz?

Yani bunu hafta sonları sendika ile beraber yaptığımız toplantılarda karar alıyoruz. Bir hafta sonra neler olacağını orada konuşuyoruz. Geçtiğimiz günlerde uluslararası bir dayanışma kampanyası ile 30 bine yakın imza topladık. Bunu rektöre ilettik, değerlendireceğini söyledi ama henüz cevap almadık.

Diğer hastanelerden işçilerin ve Maltepe halkının direnişe yaklaşımı nasıl?

Şu ana kadar en büyük destekçimiz Maltepe halkı zaten. Farklı kurumlar, siyasi partiler, çok sayıda destek geliyor. Bence buna destek de dememek gerekiyor. Herkesin bu direnişi sahiplenmesi gerekiyor.

Çünkü bugün bizim başımızda, yarın herkesin başında. Biz kazanırsak, yarın herkes kazanmış olacak. Öte yandan Maltepe Forumu bizimle birlikte. Yemeğimiz Maltepe Belediyesi tarafından karşılanıyor. Halk destek için ziyarete geldiğinde, mutlaka eli dolu geliyor. Sizin arkadaşların yaptığı gibi. Destek, dayanışma oldukça fazla.

Merhaba, biraz da sizi tanıyalım. Siz ne gibi sorunlarla karşılaştınız? İşten çıkarılma sürecini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sevcan Şahin: Ben Sevcan Şahin. Maltepe Üniversitesi Hastanesi’nde hasta bakım personeliydim. Hasta bakıcı olarak işe başladım ama bütün işleri yaptırıyorlardı. Çünkü gecede iki kadın personeldik biz. Arkadaşımın dediği gibi, kadın doğum ile buraya bakıyorduk. Acilde hasta bekliyor mesela. Bakım gerekiyor yapıyorsun, kattan çağırıyorlar gidiyorsun, temizliğini yapıyorsun. Ek personel istiyoruz dediğimizde “Gecede ne işiniz var?”, “İşinize geliyorsa çalışın, gelmiyorsa kapı orada, buyrun.” diyorlar. Sonra sendikalı olduk, bu yüzden işten çıkarıldık.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı ?

Şehriban Kaya: Şunu bir kez daha söylemek istiyorum. İşçi sınıfının birlik olması çok önemli, özellikle bu dönemlerde. Emeğinin gücünün farkına varmalı, tek çare bu. İnsan olarak yaşamak istiyorsak, çocuklarımıza onurlu bir yaşam bırakmak istiyorsak, örgütlenmek direnmek gerekiyor. Nasıl ki patronlar paralarının gücünü biliyorlarsa, biz işçiler de emeğimizin gücünü bilmeliyiz.

Çünkü emek olmazsa, sermaye bir hiçtir. Bir de o sermayede bizim de payımızın olduğunu bilmemiz gerekiyor ve bunu işçilerin kendilerinin görmesi gerekiyor. Kimseden beklemeden, istemeden. Çünkü bizim hakkımızı başkası vermeyecek; biz alacağız.

Meydan Gazetesi olarak röportaj için teşekkür ederiz. Sınıf dayanışması adına daima yanınızda olacağız.

Biz teşekkür ederiz buraya geldiğiniz için. Bizi, bu direnişi sahiplendiğiniz için teşekkür ederiz.

Röportaj: Serhat Yaşar & Dilan Yaman

Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Maltepe Üniversitesi Hastanesi Sağlık İşçileri Direnişte appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/02/11/maltepe-universitesi-hastanesi-saglik-iscileri-direniste/feed/ 0
Benlerden Biz Olmak İçin Elibelinde https://meydan1.org/2014/04/29/benlerden-biz-olmak-icin-elibelinde-2/ https://meydan1.org/2014/04/29/benlerden-biz-olmak-icin-elibelinde-2/#respond Tue, 29 Apr 2014 17:54:31 +0000 https://test.meydan.org/2014/04/29/benlerden-biz-olmak-icin-elibelinde-2/ Anarşist Kadınlar, bu yıl 8 Mart sürecinde Elibelinde kadınlarla doldurdular sokakları, meydanları. Erkek egemenliğine, devlete, iktidara, kapitalizme karşı kadın mücadelesini daha da yükselttiler, kadın dayanışmasını büyüttüler. Anarşist Kadınlarla, Elibelinde’yi ve bu sürece nasıl hazırlandıklarını konuştuk. Anarşist Kadınlar, geçtiğimiz 8 Mart’ta “Elibelinde” diyerek seslendi kadınlara. Nedir Elibelinde? Elibelinde kilimlere, çanağa, çömleğe, heykellere işlenen Anadolu ve Mezopotamya’nın […]

The post Benlerden Biz Olmak İçin Elibelinde appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Anarşist Kadınlar, bu yıl 8 Mart sürecinde Elibelinde kadınlarla doldurdular sokakları, meydanları. Erkek egemenliğine, devlete, iktidara, kapitalizme karşı kadın mücadelesini daha da yükselttiler, kadın dayanışmasını büyüttüler. Anarşist Kadınlarla, Elibelinde’yi ve bu sürece nasıl hazırlandıklarını konuştuk.

Anarşist Kadınlar, geçtiğimiz 8 Mart’ta “Elibelinde” diyerek seslendi kadınlara. Nedir Elibelinde?

Elibelinde kilimlere, çanağa, çömleğe, heykellere işlenen Anadolu ve Mezopotamya’nın geleneksel bir kadın motifi aslında. Pek çoğumuzun yaşam alanında olan, ancak dikkatinden kaçan dokumalar, işlemeler. Belki bilen, bilmeyene anlatan aşina bu motife. Biz Elibelinde’yle farklı şekilde tanıştık. Bizim için sadece bir motif değil Elibelinde, bir ifade, anlayış, yaşam tarzı, mücadele.

İlk çağlardan bu yana ana tanrıça kadını ifade eden Elibelindeler, kimi zaman hastalıkları iyileştiren, doğanın bereketini ifade eden Kibele, kimi zaman Fırat ve Dicle kıyılarında kurnaz tanrı Enki’ye isyan eden Ninhursag olarak çıktı karşımıza. Ancak belirttiğimiz gibi yaşamlarda olup da dikkatten kaçan Elibelinde, günümüzdeki kadını anlatıyor aslında. Yani bir bakıma ana tanrıçalardan, kadın kahramanlardan çok Anadolu ve Mezopotamya’nın kilimlerini bezeyen, ismi bilinmeyen, görmezden gelinen kadınların hikayesi. Yıllar sonraysa cadı denilerek yok edilmek istenen, ateşe verilen, acıyla kavrulan yeryüzünün lanetlenmişleri olmuş Elibelinde.

Şimdi tüm bunları bilerek elini beline koyan, kavgaya hazır, koca bir söz dinlemez, başına buyruk kadınların geçmişten geleceğe, sembolden yaşama taşıdıkları anlamdır Elibelinde.

Peki, Anarşist Kadınlar için elini beline koymak ne demek?

Anarşist Kadınlar olarak iktidarın sorgulandığı bir fikrin yaşamlarımızda sonsuza dek gömülmesi için çabalayan bir mücadele anlayışıyla yol alıyoruz. Bu yol özellikle kadın olunca engellerle dolu, biz kadınlara çelme takan, her defasında düşürmeye çalışan erkek egemen bir sistemin potansiyel sakatları olarak yolumuz oldukça zor. Yaralının kendini iyileştirmesi için bazen ona yol gösteren bir bilgeye ihtiyacı vardır. Elibelinde, bize yol gösteren bir bilge olmuştur aslında.

Biz Elibelinde’yle şimdi tanışmadık, içimizde saklı olanı bulduk sadece. Anarşizm her ne kadar başına buyrukların fikri gibi görünse de, en çok da saklı olanı çıkarır içinden. Bizim için Elibelinde her kadında saklı olandır aslında. Sonrasında görünmeyen, bilinmeyen çilemize bir itiraz, bize çektirenlere tavır, sineye çekmeyi bırakıp cevval bir “bana bak” çekmektir yaşama. Aslında en çok kendini bulmaktır Elibelinde olmak.

Kadın cinayetlerinin, tecavüzün, tacizin azalmadan sürdüğü bir dünyada Elibelinde olmak neleri değiştirir?

Her gün beş kadından birinin erkekler tarafından hunharca katledildiği, tecavüz edilerek sokaklara atıldığı, yaşamın her alanında tacizin olağanlaşarak kendini hissettirdiği, her türlü şiddetin hükümsüzce sürdüğü bir dünyada buna seyirci kalmak ve de yaşamak istemeyen kadınların elbet değiştirecekleri çok şey vardır. Biz buna çemberin en ortasından kendimizden başlamalıyız.

Değiştirebileceğimize inanmadığımız bir dünyada eriyip giden sadece yaşamlarımızdır. Kariyer uğruna itibarsızlaştırılan, yani bu sistemde kazanmak için yaşamını kaybetmeyi göze alan herkes, kaderim razıyım deyip yaşamayı kabullenen herkes, güç uğruna erkekleşerek iktidarla uzlaşan herkes, tahakküme boyun eğen, eğdiren herkes, yaşamını sorgulamadan sadece entegre olan buğday sapı gibi rüzgâr nereden eserse o yana savrulan herkes, kendi yaşamını değiştirmeden bir başkası adına vaatler yağdıran herkes, zaten bu sistem içinde kazanmış, değiştirmeyi değil sürdürmeyi görev edinmiş demektir.

Bizim bahsettiğimiz, kaybedenler için mücadele etmenin gerekliliği aslında. Üzerimize doğru gelen bu sistemin üzerine gitmek, önce ben sonra da benlerden biz olmak demek. Bu yüzden elini beline koymak gerekir. Bir motif gibi işlenerek yaşama dokunmak gerekir.

Bu sistemde kazandığını düşünerek yol alanlar gün gelip de “erkekliğime hakaret ettin” sopasında, yoksulluğu dört duvar arasında hayalet gibi gezen emeklerinin görünmezliğinde, oğlunu savaşa gönderen gururlu annenin eline bomba verip çocuğunu patlatan komutana öfkesinde “vatan sağ olmasın” deyişinde, her akşam kendi yatağında ızdırap çeken bedendeki karanlığın bitmeyeşinde, baba sevgisinin koca sevgisine satıldığı çocuğun korkuyla boşalan gözyaşlarında, salyalı ağızların, fırıldak bakışların, kadın üzerinden yükselen aşağılayıcı sözlerin karşısında sıkılan yumruğun her saklanışında anlayacaklar, anlayacaklar elbet. Çünkü erkek egemen dünyanın kadınlara sunduğu yaşam bu. Şimdi soruyoruz? Değiştirmeli miyiz?

Evet dediğimizde bu istek bize özgür bir yaşamı bu günden yaşamayı mümkün kılar. Benlerden biz olursak yaşam herkes için daha güzel bir hal alabilir. Bu yüzden kazananların dünyasını yıkalım ve kaybedenlerin kazanacakları özgür dünyayı yaratalım, bunun için elimizi belimize koyup, çemberi oluşturmamız ve büyütmemiz gerekir.

8 Mart’la birlikte dillendirdiğiniz bu motto özellikle sosyal medyada oldukça ilgi uyandırdı. Beklediğiniz neydi? Yoksa kadınlar zaten hâlihazırda elini beline koymak için mi bekliyorlardı?

Evet. 8 Mart’la birlikte kara mora boyadığımız Elibelinde bir anda daha çok duyulur, bilinir oldu. Anarşist Kadınlar olarak İstanbul’daki 8 Mart hazırlıklarımıza başlamıştık. Bilirsiniz “her gün 8 Mart” desek de yine de bugünün telaşı bir başka olur. İşte yine böylesine bir telaş sarmıştı her birimizi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da gece yürüyüşümüz ve büyük kadın mitingimiz için toplantılar yapıyor, yoğunca bir koşturmaca yaşıyor, diğer yandan Elibelinde’yi olgunlaştırmaya çalışıyorduk.

Afişler yaptık; tarihte iz bırakan kadınların Elibelinde afişlerini. Emma Goldman, Louise Michel, Frida Kahlo, Ulrike Meinhof bunlardan bazılarıydı. Yüz ifadelerini özenle seçtik; cevval bir “bana bak” bakışı yakalamak için. Bunun dışında Elibelinde kadınının özelliklerini sıralayan başka afişler de tasarladık. Paylaşmacı ve dayanışmacı, doğanın bir parçası, devlete, iktidara, kapitalizme karşı, örgütlü Elibelindeler. Diğer yandan hazırladığımız şablonlarla sokaklara duvar yazılamaları, afişlemeler…

Bizim için sokak en güzel üretim alanıdır. Sokağa inerek farklı semtlerdeki kadınlara “sen de koy elini beline” dediğimiz bir video hazırladık. Kimisi şiddete, kimisi ev işlerine, kimisi esnek çalışma saatlerine, kimisi de tacize karşı elini beline koydu. Video için düşündüğümüz kurguda ayrıca filmin arka planında fısıldanan bir şarkı üzerine de çalışmıştık.

Akordeon, keman ve vurmalı çalgılar eşliğinde bir Elibelinde şarkısı yazdık, hep birlikte söyledik ve kayda aldık. Olmadı bir daha, bir daha, bir daha derken en içimize sinen eklendi videoya.

Sosyal medya bizim için her yerden kadınlara ulaşabileceğimiz bir alandı. “Koy elini beline” çağrısıyla internet üzerinden kadınları bu sürece katmak istedik. Beklentimizin çok daha üzerinde bir ilgi gördü. Her yerden kadınlar, 3 dakikada bir elini beline koymuş haldeki fotoğraflarını sayfamıza gönderdi. 7’sinden, 70’ine Diyarbakır’dan, Adana’ya, Çanakkale’den, Trabzon’a çağrımız duyulmuştu. Diğer yandan ardı sıra mesajlar geliyordu. Yani kadınlarda saklı olan ortaya çıktı adeta. Soruda belirttiğiniz gibi, kadınlar ellerini beline koymak için hâlihazırda bekliyorlardı. Biz sadece dokunduk.

8 Mart hazırlıkları hızla sürüyordu, Elibelindelerden yakalıklar, şablonlar, pankartlar hazırlanıyordu. En büyük avantajımız ise gece gündüz kullanabileceğimiz mora boyalı bir mekânımızın olmasıydı. En kalabalık sofralar, yan yana kurulu döşekler, sobada demlenen çayımız, şehir dışından gelen misafirlerimizle aynı yerde kara mora boyanarak iplere dizilen, çizilen, yazılan kuruması beklenen onlarca Elibelinde. Taksim Gece yürüyüşünün şiddetli yağmuruna, yasağına, TOMA’sına, polisine, kavgasına, Kadıköy’deki büyük kadın mitinginin ayazına, rüzgârına rağmen Elibelindeler Anarşist Kadınlar’ın elinden tuttu ve bizi bu yıl da büyük bir coşkuyla meydanlara savurmuş oldu.

Elibelinde kadınların kadın mücadelesi noktasında bundan sonraki istek ve hedefleri nelerdir?

“Sende bir el uzat bize gel yanımıza büyüsün bu dayanışma, üzgün değil öfkeli ol sen kader deyip geçme yaşama” sözleri, hazırladığımız videonun arka planında fısıldanan şarkının sözleri. En büyük isteğimiz, dayanışmayı büyütmek. Çünkü dayanışmayı büyütmenin erkek egemen sisteme karşı en güçlü direniş olduğuna inanıyoruz.

Kolektif bir yaşamın bugünden yapılandırılması ve bu sisteme rağmen yaratılması çok önemli. Anarşist Kadınlar olarak uzun yıllardır deneyimlemeye çalışıyoruz, birlikte üreterek ekonomik ve sosyal yaşamı, sistemin dayattığı alternatifler dışında dönüştürerek yeni bir yaşamın mümkün olabileceği fikrini ısrarla savunarak. Hedeflerimize gelince, doğa ve kadın ilişkisi bizim için oldukça önemli. Yaşamı savunmanın doğayı savunmak, beraberinde de kendi doğamızı savunmak olduğunu düşünüyoruz. Kırdan kente uzanan kooperatiflerle hem tüketim ihtiyaçlarımızı sağlama hem de birlikte üreterek sistemden yettiğince bağımsız bir yaşamı bugünden yapılandırmayı hedefliyoruz. Bu deneyimlerimizi aktarabileceğimiz yazılı ve sözlü bilgi paylaşımlarını oluşturmak da beraberinde düşündüğümüz hedeflerimizden. Elibelinde kadını, bizim isteklerimiz ve hedeflerimizle örtüşüyor. Çünkü tüm bunları gerçekleştirebilmek önce elini beline koyup “yetti be” demekten geçer.

Röportaj için çok teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki, Elibelinde kadınlar giderek daha da çoğalır; erkek egemenliğine, devlete, kapitalizme ve iktidarın her türlüsüne karşı mücadeleyi daha da büyütür.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Benlerden Biz Olmak İçin Elibelinde appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/04/29/benlerden-biz-olmak-icin-elibelinde-2/feed/ 0