sayı 36 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sat, 25 Feb 2017 22:08:39 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 “Terörün Eğitimi Eğitimin Terörü” – Şeyma Çopur, Meltem Çuhadar https://meydan1.org/2017/02/26/terorun-egitimi-egitimin-teroru-seyma-copur-meltem-cuhadar/ https://meydan1.org/2017/02/26/terorun-egitimi-egitimin-teroru-seyma-copur-meltem-cuhadar/#respond Sat, 25 Feb 2017 22:08:39 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/26/terorun-egitimi-egitimin-teroru-seyma-copur-meltem-cuhadar/ TERÖRÜN EĞİTİMİ Devlet, dönemsel stratejilerini ve kendi propagandasını her alanda, türlü yollarla bizlere aşılamaya çalışır. Devletin bu propagandalarına izlediğimiz televizyonla, okuduğumuz gazetelerle, özellikle neredeyse her gün gittiğimiz okullarda öğretmenlerle, müdürlerle, disiplin kurullarıyla maruz bırakılıyoruz. İktidarın idamı gündeme getirdiği bir dönemde, ilkokula giden arkadaşımızın karne günü yaptığı bir röportajda “Cumhurbaşkanı olup idamı getireceğim; darbecileri idam edeceğim” […]

The post “Terörün Eğitimi Eğitimin Terörü” – Şeyma Çopur, Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

TERÖRÜN EĞİTİMİ

Devlet, dönemsel stratejilerini ve kendi propagandasını her alanda, türlü yollarla bizlere aşılamaya çalışır. Devletin bu propagandalarına izlediğimiz televizyonla, okuduğumuz gazetelerle, özellikle neredeyse her gün gittiğimiz okullarda öğretmenlerle, müdürlerle, disiplin kurullarıyla maruz bırakılıyoruz.

İktidarın idamı gündeme getirdiği bir dönemde, ilkokula giden arkadaşımızın karne günü yaptığı bir röportajda “Cumhurbaşkanı olup idamı getireceğim; darbecileri idam edeceğim” demesi de işte bu yüzden bizleri şaşırtmadı. Çünkü özellikle 15 Temmuz sonrası devletin hemen herkeste oluşturmak istediği düşünce buydu; her okulda dağıtılan “Teröre karşı milletiz” kitapçıkları, yapılan 15 Temmuz anmaları ve öğretmenlerin derslerde sürekli olarak bu konuyu işlemesi birer örnekti. İktidarla aynı düşüncede olan bir öğretmenin öğrencilerin eline verdiği idam ipiyle çektirdiği fotoğraflarsa, bahsettiğimiz bu propagandanın boyutunu apaçık gösteriyordu.

EĞİTİMİN TERÖRÜ

Okula girdiğimiz andan itibaren eğitimin terörüyle karşılaşırız. Okul bahçesinde girdiğimiz nizami sırada, okuduğumuz marşlarda ve yapılan törenlerde, terörün bir parçası olmak için yemin ettiriliriz. Dört duvar arasında sıkışıp kaldığımız odalarda öğretilen her bilgi, bizleri devletin terörüne entegre etmek içindir. İsteyip istemediğimiz sorulmadan bize öğretilen her bilgi, birçok şeyin algılarımızda kalıcı yerler edinmesine sebep olur.

Eğer tüm okul yaşantımız boyunca Türk olmak bizlere övülmeseydi, düşman diye öğretilenler dost olarak öğretilseydi, savaşlarda ölmenin kutsal olduğu saçmalığı söylenmeseydi; şu anda doğru bildiklerimiz tamamen bir yanlıştan ibaret olmaz mıydı?

Bu sorunun cevabı çok basit. Henüz doğru ve yanlışın ne olduğunu sorgulamadığımız yaşlardan beri bizlere öğretilen bilgiler, doğal ki algılarımıza hatta karakterlerimize kadar işler. Toplumu oluşturan her bireyin bu bilgelere maruz kalmasıyla, toplumun genelinin algısı ve ilişki biçimi iktidarın istediğince belirlenir. Dolayısıyla nefret ilk öğrenildiğinde kişinin bir başkasına hissettiği bir duyguyken; bunun yayılmasıyla toplum, kendinden olmayan herkese ve her şeye öfkeyle bakmaya, nefret duymaya başlar.

Algılarımızın ve eylemlerimizin böylesine belirlendiği ve iktidarın çıkarları doğrultusunda şekillendirildiği bir sistemde sınıfta halay çeken öğrencilerin ceza alması da, istiklal marşını okumayanların okuldan atılması da, henüz ilkokula giden bir çocuğun idamı istemesi de meşrulaşır. Bunun karşısında anadilini konuşmak isteyenler; yaşadığı adaletsizliklere tepki gösterenler; yaşamı ve özgürlüğü için bir araya gelenler de anormalleşmeye; yukarıda bahsettiğimiz nefretin odağı haline gelmeye başlar.

Ancak toplumsal tüm alanlarımızda giderek örgütlenen bu nefret ve şiddet, artık herkese değebilme potansiyeline sahip. Yaşam alanlarını savunanları görmezden gelenler artık kentsel dönüşüm bahanesiyle evlerinden bir gecede atılabilir; erkeğin kadını baskılamasına sessiz kalanlar, günün birinde bindikleri bir otobüste tacize maruz kalabilir; savaşı meşru görenler, bir gün savaş politikalarıyla yaşamlarını yitirebilir…

İktidarın baskısına, devletin terörüne karşı direnmek ve adaletsizliklere karşı mücadele etmek, bahsettiğimiz şiddetten ve nefretten kurtulabilmenin tek yoludur. Bizleri maruz kaldığımız adaletsizliklere karşı direndiğimiz için “anormal” ilan edenlere, terörün eğitimiyle tektipleştirmek isteyenlere, eğitim terörüyle sindirmeye çalışanlara karşı varolabilmek ancak direnmekle mümkündür.

Şeyma Çopur – Meltem Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Terörün Eğitimi Eğitimin Terörü” – Şeyma Çopur, Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/26/terorun-egitimi-egitimin-teroru-seyma-copur-meltem-cuhadar/feed/ 0
Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/ https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/#respond Sat, 25 Feb 2017 21:52:37 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/ Anarşistler ilkesel olarak oy kullanmaz ve seçimlere katılmazlar SEÇMENE DAİR: Bir oy ile politikleşmek; parti ya da başkan seçimlerinde bir oyluk kampanyaların parçası olarak politikleşmek. Türkiye’de yapılan son seçimlerde seçmenin %87’si seçimlere katılmıştır. Seçimlere katılanların sayısı 49 milyon, katılmayanların sayısı ise yaklaşık 9 milyondur. Sistem değişikliği için önümüzde yapılacak olan referanduma katılım da benzer sayılarda […]

The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Anarşistler ilkesel olarak oy kullanmaz ve seçimlere katılmazlar

SEÇMENE DAİR:

Bir oy ile politikleşmek; parti ya da başkan seçimlerinde bir oyluk kampanyaların parçası olarak politikleşmek. Türkiye’de yapılan son seçimlerde seçmenin %87’si seçimlere katılmıştır. Seçimlere katılanların sayısı 49 milyon, katılmayanların sayısı ise yaklaşık 9 milyondur. Sistem değişikliği için önümüzde yapılacak olan referanduma katılım da benzer sayılarda olacaktır.

Seçmen için seçimlere katılmak ne demektir?

Seçimli sistemlerin tümünde, çoğunluk olan iktidar olur. Demokraside, çoğunluğun iktidarı demokratiktir. Çoğunluk olan iktidardır, azınlık olan ise iktidar olamamıştır. Çoğunluğun ve azınlığın ilişkisi, seçimler sürecince iki ayrı yöntemin tartışması şeklinde sürmüştür. Tartışmadıkları tek şey ise seçimlerdir. Seçimler bir grubun toplumu “ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle başlayan, diğer grubun ise “hayır ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle karşılık bulduğu bir iddiadır. Seçimler, iddianın taraflarının anlaşarak başlattığı seçmen sayma sürecidir ve seçmenler olmadan gerçekleşemez. Hangi tarafın seçmeni diğerinden çoksa, toplumun yönetimi de o tarafta olacaktır. Seçmen, bu iddialaşmada sadece sayısal bir değerdir. Bu sayısal değer gündelik yaşamında birçok sorunu çözmeye çalışarak yaşayan vatandaş için önemsenecek bir değer değildir. İddialaşmanın tarafları seçimlerdeki katılımı arttırmak için, vatandaşı, sayılan seçmen sıfatından çıkarıp iddianın içine sokmak isterler. Böylece iddiaya katılım artacaktır. Katılımın artması, bir sayı olan seçmenin, öncelikle iddiayı ve sonrasında ise seçimleri ve daha da sonrasında seçimlerin sonucunda oluşacak iktidarı içselleştirmesini sağlayacaktır. Seçmen kazansa da kaybetse de seçimin sonucunu ve seçilmiş tarafın iktidarını kabullenecektir. Vatandaşın bu kabullenmesi, seçimlerde iddialaşan her grubun kazanımıdır. Seçimi kazanan hükümetini sürdürdükçe, kaybeden de muhalefetini sürdürecek ve her iki taraf da bir dahaki seçimleri bekleyeceklerdir.

Seçmen sorumluluğu ne demektir?

Vatandaşın toplumun yönetimine katılması demektir. Atacağı bir oyla toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal yönetimine katıldığını sanan seçmen, sorumluluk safsatasıyla yaratılan bu sistemle anlaşacaktır. Anlaşma basittir; kullandığın oy kazansın ya da kaybetsin sen kazanana, yani haklı iktidara, yönetilme hakkını sunmalısın. Bu, kullanacağın bir oyla onaylayacağın anlaşmanın sorumluluğudur.

Seçmenlerin bir oy ile eşitlenmesi ne demektir?

Seçimler sınıflar arası çatışmada bir yanılgı yaratır. Seçimler 1400 lira maaş verilen bir işçiyle 14.000 lira maaş verilen bir mühendisi ve hatta bu işçi ve mühendisin “bir” üretiminden 140.000 lira kazanan patronu bir oy ile eşitleme yanılgısını yaratmaktadır. Aylarca süren ve bir günde biten bu yanılgının ardından toplumsal yönetimde hiçleşen ezilenler, seçilmiş tüm yönetimlerin sömürüsünü yaşarlar.

AKP’nin senelerdir süren genel yönetimi süresince de yeni yasalarla işletilen taşeronluk sisteminin, CHP yerel yönetimlerinde de işlediği aşikardır. Yaklaşık 20 senedir yapılan tüm seçimlerde en yüksek oyu alan bu iki partinin sınıfsal çelişkideki pozisyonları benzerdir. Aralarından birinin hükümet ve diğerinin muhalefet olması, sınıfsal çatışmayı olumlu ya da olumsuz etkilemeyecektir. 140.000 lira kazanan patronun toplumsal yönetime etkisi her daim daha fazla olacak, kapital sahibi olarak yönetime sahip olanlarla sürekli ilişkileri sürecektir. Emeğine 1400 lira verilen işçinin ise yönetime etkisi olmayacaktır. Bir oy ile başlayan ve biten yanılgının bir anlık “bu toplumda ben de varım” mutluluğu ise gündelik yaşamın sosyal ve ekonomik gerçekliğiyle sonlanacaktır.

Kalifiye seçmen olmak ne demektir?

Toplumda çoğunluk kesime ait olmak demektir. Seçimlere giren her grup için toplumun çoğunluğunu oluşturan kesim, seçimin sonucunu belirleyecek olan kitledir. Kitlenin özellikleri, seçim propagandalarının eksenini de belirler. AKP de CHP de, toplumda çoğunluğu oluşturan Türk, Sünni, milliyetçi-ulusalcı gibi toplumda genel geçer değeri olan kesimleri kazanmayı amaçlar. Kalifiye seçmenin dışında kalan seçmen ise, kitle sayısına oranla daha az oy demektir. Bu, kalifiye olmayan seçmenin, seçim propagandalarında ikincil önemde kalması anlamındadır. Böylece vatandaşın sosyal ve ekonomik kimliği, onun seçmenlik derecesini belirlemiş olur.

MUHALEFETE DAİR:

Seçimlerde iktidara muhalefet olmak ne demektir?

Seçimlerde iktidara muhalefet olmak, geçmiş seçimlerde seçilmemişsin ve gelecek seçimler için umutlusun demektir.

Seçimli sistemlerin tümünde seçime en az iki grubun katılımı gereklidir. Kazanan ve kaybedenin belli olacağı seçim gününe kadar iki grup birbirlerine muhaliflerdir. Kazananın iktidar olması paralelinde kaybeden ise muhalefet olacaktır.

Parlamenter sistemde parlamento içerisinde AKP’nin tüm kararlarına karşı koyan CHP, AKP’nin yaptığı yönetim uygulamalarını, devletin işleyişine ve toplumun yaşamına olumsuz olan etkilerini gündeme getirir. Muhalefetin parlamento içindeki bu misyonu iktidara zıt bir propaganda yapmasını da sağlar. Muhalefetin seçmenle kurduğu salt ilişki artık budur; çünkü seçmenle bir oy için başlattığı anlaşma, seçimleri kaybetmesiyle sonlanmıştır.

Parlamento dışındaki muhalefet ise, muhalefetinin varoluşunu seçimleri kazanan iktidara karşı koymaya dayandırmaz; parlamento dışı muhalefetin dayanağı emperyalizm-kapitalizm karşıtlığıdır. Söz konusu muhalefet, Marksist Leninist sınıf çerçevesinde sınıfsal çatışmanın tarafıdır. Sınıfsal çatışmanın burjuvazi karşısında işçi sınıfının iktidarıyla sonlanacağı devrim için mücadele ederler. Mücadele stratejileri içinde seçimlerde parlamenter muhalefetle pratik bir taraflaşmadan yanadırlar. Bir strateji olarak seçimi savunan devrimci muhalefet, seçim süresince toplumu örgütleme olanağını vurgular. Vatandaşın seçim süreçlerinde bir oy ile yaşayacağı politikleşmeden faydalanabileceğini savunur. Marksist Leninist toplamında bilimsel sosyalist örgütlenmeler, yorum farkları dışında, stratejik olarak seçimlerin kullanılmasını savunur.

HDP Kürt halkının parlamentodaki temsiliyetinin ötesinde devrimci muhalefetin de toparlandığı bir kuruma dönüşmüştür. HDP 1 Kasım genel seçimlerine kadar katıldığı seçimlerde seçmen sayısını sürekli olarak arttırmıştır. Artık parlamentoya bir parti olarak katılma şartı olan %10 seçmen sayısına ulaşabilmekte ve parlamentoda bir parti olarak bulunabilmektedir. Kendi birincil seçmeni olan bölge halkından aldığı oy sabitleşmiştir. Metropollerden alacağı oylarla %10-11 arası iniş çıkışlar yaşamaktadır. Yalnız 1 Kasım ile beraber başlayan TC’nin Kürt Hareketi ile iç ve dış politikalarında karşı karşıya kalması süreci, seçilerek parlamentoya giren HDP’nin yasal-yasa dışı yöntemlerle parlamentodan çıkarılmasıyla sonuçlanmıştır. Seçilmişlerin dokunulmazlıklarına rağmen birer birer yargılanıyor ve tutuklanıyor olması, kural koyucunun yani devletin kendi kurallarını değiştirebilme serbestliğinin göstergesidir. Bir başka gösterge ise genel seçimlerin yanı sıra yerel seçimlerde seçilerek belediye başkanlığını kazanan HDP’li belediyelere kayyum atanmasıdır. Devlet iç ve dış stratejileri paralelinde seçimleri ve seçilmişleri hiçleştirerek, temsili demokrasilerin bir yönetilme yanılgısı olduğunu ispatlamaktadır.

7 Haziran seçimlerinde hepimizin bir parçası olduğu bütünlüklü bir isyan sürecinin, sokak eylemlerinin, yavaş yavaş sandığa sıkıştırıldığını gördük. CHP’den Vatan Partisi’ne varoluşsal olarak olağan karşılayacağımız bu sıkışmanın anlaşılmaz ve karmaşık tarafı, HDP’nin topluma yaptığı sokak değil sandık telkiniydi. Sokak eylemlilikleri toplumsal bir şekilde sürerken seçim kampanyaları içinde erimekte, Kobanê’nin kurtuluşu bile kampanyaya sıkışmaktaydı. Her gün sokağa bir kampanyanın parçası olarak değil kendini gerçekleştirmek için çıkanlar, sokaktan önce sandığın binalarına sonra evlerinin bulunduğu apartmanlara girdiler. HDP, bir oyla bir gün değil, bir direnişle her gün politikleşenlerden “Haydi AKP diktatörlüğüne son” diyerek oy kullanmasını istedi. Seçim kampanyaları, kullanılan oylar ve değişmeyen sistem, değişmeyen devlet diktatörlüğünde birer birer umutsuzluğa dönüştü. “Bu düzen böyle gelmiş böyle gider” söylevi dillerden dillere yayılır olmadı mı? Umudu sokaktan sandığa sıkıştırılanlar ve umudu oy kullanmak sananlar, şimdi, bu yanılgıyı bir başka seçimle tekrarlamak istiyorlar. Oy, umut değil seçmenin politikleşme yanılgısı; seçimler ise adalet ve özgürlük için umut değil, toplumun yönetilme yanılgısıdır.

İKTİDARA DAİR

Seçimler iktidarın ya sürmesi ya sonlanması demektir. Her iktidar toplumun tümünün onayını almak ister, bu onay seçimlere katılarak verilir.

Art arda seçimleri kazanan AKP’nin sürekli çatırdama senaryolarıyla geçirdiği bir iktidar döneminde, zamansız bir referandum seçim sürecindeyiz. Bu zamansız seçimler yani standart periyotta olmayan seçimler, AKP’nin sevdiği seçimlerdir. İktidar olmanın çoğunluk olmanın serbestliğiyle kurgulandığı; iktidarın kurallarını kendinin koyduğu ve beğenmediği kuralı kaldırdığı bir seçim sürecinin daha içindeyiz. Bu referandum, AKP’nin üçüncü referandumu ve AKP bunu da kazanırsa, toplumun şekillendirmesinde önemli bir pozisyonda kazanmış olacaktır. AKP’nin seçim stratejilerinde en önemli ayrıntı kendi seçmen sayısını artırmasını istemesinin yanı sıra seçime katılan seçmen sayısına da artırmak istemesidir. İktidar kendisine muhalif olanların duygu ve düşüncelerini önemsemiyormuş gibi davransa da gerçekte önemser; çünkü iktidarın en çekindiği şeylerden birisi toplumsal onayı alamamaktır. İktidar zaten kendisi için oy kullanan seçmenin onayını almıştır. Muhalif olan seçmenin onayını alması için muhalif seçmenin seçime katılması yeterlidir. Muhalif seçmenin seçime katılmış ve kaybetmiş olması, seçim sonuçlarının meşruluğunu sağlayacaktır. Çünkü meşru olmayan bir iktidar, iktidar olamaz. Kendi iktidarı için en çekineceği şey seçimlere katılımın düşük olması demektir. Direk ya da dolaylı boykot AKP’nin gerçek korkusudur. Bunun için AKP katılımı artırmayı genel gerilimi artırmaya endekslemiştir. Kendi propagandasını yaparken provakatif söz ve eylemlerle muhalefeti gererek, seçmenler arası cepheleşmeyi artırır. Cepheleşme artıkça seçime katılım da artacaktır.

BİZ ANARŞİSTLERE DAİR:

Seçimlere katılmamak tarafsızlık mı demektir?

Yönetme ve yönetilme ilişkisini reddeden anarşistlerin, toplumun yönetimi için yapılan seçimleri de reddetmesi gerekmektir. Bu bir tarafsızlık değil, yöneten ve yönetilenin olmadığı bir dünya için mücadeleye taraflaşmak demektir. Seçimin özgür irade yanılgısı yarattığı aşikardır. Özgür iradesiyle toplumsal yönetime yakınlaştığını ve etki ettiğini düşünen birey, bu yanılgı ile gündelik gerçeklerden uzaklaşacaktır. Bireyin yaşadığı adaletsizliklere, tutsaklıklara, yoksulluğa ve yoksunluklara uzaklaşarak daha itaatkarlaşması kaçınılmazdır. Bireyin yadsındığı toplum anlayışının yarattığı adil ve özgür olmayan bu dünya düzeninde, toplumun yönetiminin seçimle belirlenmediği toplum yoktur. Seçmene sunulan seçenekler bellidir ve seçmenin seçimi ne olursa olsun değişmeyen belli başlı gerçekler vardır:

1) Emeğini ve zamanını satarak yaşamak zorunda olanların, yani ezilenlerin, yönetime etkisi yoktur.

2) Ezilenler için seçim sonrası yönetimlerin uygulamalarında fark yoktur.

3) Kapital sahiplerinin yönetim sahipleriyle çıkar birlikleri vardır.

4) Her toplumda kronikleşmiş iktidar ve muhalefet potansiyeli olan aileler, aşiretler, ideolojik partiler, mezhepler ve etnisiteler vardır. TC’de bu Türk Kürt, Sünni, Alevi, laik, muhafazakar gibi şekillenmiştir.

5) İktidar, devlet-şirket ilişkisinin düzenlenmesinden sorumludur. Bu sorumluluğunu yürütme, yargı ve kolluk kuvvetleri gibi organlarını kullanarak yapar. Bu, ezen ezilen ilişkisinin istenilen sabit şeklinin sürekli savunulması sorumluluğudur. TC’de ve diğer dünya devletlerinin hangisinde seçimleri kazanan iktidarın ezilen sınıfı ezen sınıftan kolladığı deneyimlenmiştir? Seçilmiş muhafazakar, liberal ve hatta sosyalist hiçbir iktidar, ezilenler sınıfının çıkarlarını gözetmemiştir.

Anarşistler seçimlerde oy kullanarak -kullandıkları oy kazansa da kaybetse de- seçimi kazananın iktidarını onaylamayı savunamazlar. Anarşistler, Marksist Leninist bilimsel sosyalistler gibi seçimler süresince seçim kampanyalarına katılarak toplumun örgütlenmesini bir stratejiye dönüştürmezler. Seçimlere katılan taraflar, halkın adalet ve özgürlük taleplerinin tümünün seçim söylevlerinde kapsandığı ve seçimi kazanmaları sonrasında bunun karşılanacağı yanılgısını yaratırlar. Bir yanıyla kapsamlı talep anlamı taşıyan seçim kampanyasının bireysel ya da örgütsel destekçisi-dayanışmacısı olmak, bu yanılgının yayılması sağlamaktır. Seçim sürecini faydalanacak bir fırsata çevirmeyi istemek seçim sisteminin yani bu yanılgının propagandasını yapmak istemektir. Anarşistler, toplumu oluşturan bireyleri oy kullanmama sorumluluğuna çağırmalıdırlar. Bu çağrı, bireyin kendi iradesini, ayrıca adil ve özgür bir dünya isteğini bir partinin ya da başkanın iradesine bırakmama sorumluğudur. Böylesi bir sorumluluk bir güne değil her güne yayılacak bir politikleşmenin başlangıcıdır.

Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referanduma Dair Yayınlanan Birinci Bildirisi

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/feed/ 0
“Kadınları Mücadele Özgürleştirir” – Özlem Arkun https://meydan1.org/2017/02/26/kadinlari-mucadele-ozgurlestirir-ozlem-arkun/ https://meydan1.org/2017/02/26/kadinlari-mucadele-ozgurlestirir-ozlem-arkun/#respond Sat, 25 Feb 2017 21:29:11 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/26/kadinlari-mucadele-ozgurlestirir-ozlem-arkun/ 25 Mart 1911 yılında Triangle gömlek fabrikası yangınında 146 kişi yaşamını böyle yitirmişti. Ölüme giderken kardeşlerine sarılanların ardından yüz binler döküldü sokaklara; onları anmaya ve uğurlamaya. Her yıl 8 Mart’larda, yiten kardeşlerini yad ederek, dünyanın dört bir yanında yan yana duran kadınlar elbette bu kız kardeşliği bilenler ve yaratanlardır. Her yıl 8 Mart’ları kadınların isyan […]

The post “Kadınları Mücadele Özgürleştirir” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>


Kadınlar, erkekler, çocuk yaşta kızlar ve oğlanlar çığlık çığlığa pencerelerin dış taraftaki dar çıkıntılarına doluşup kendilerini o yüksek katlardan caddenin boşluğuna bıraktılar. Atlarken üstlerindeki elbiseler alev alev yanıyordu. Kızlardan bazılarının saçları uzundu ve saçları bir alev ırmağı gibi boşlukta düşerken arkalarından akıyordu. En ürkütücü gerçek de binanın hem Grene Caddesine hem de Washington Place Caddesine bakan her iki yönünde de ölenlerin ve ölmekte olanların bir yığın oluşturmalarıydı.

Her iki yönden birbirine bakan pencerelerden olanları seyretmek zorunda kalanlar, birbiri ardına ölen insanların ölüm anında kurdukları acılı dostluklara da tanık oldular; kızlar kollarıyla birbirlerine sarılmış bir şekilde atlıyorlardı.

Howard Zinn – Amerikan Halklarının Tarihi  


25 Mart 1911 yılında Triangle gömlek fabrikası yangınında 146 kişi yaşamını böyle yitirmişti. Ölüme giderken kardeşlerine sarılanların ardından yüz binler döküldü sokaklara; onları anmaya ve uğurlamaya. Her yıl 8 Mart’larda, yiten kardeşlerini yad ederek, dünyanın dört bir yanında yan yana duran kadınlar elbette bu kız kardeşliği bilenler ve yaratanlardır.

Her yıl 8 Mart’ları kadınların isyan gününe çeviren ise bu acıların tarihi değil; acısını öfkesine katanların, kardeşliği büyütenlerin, yasını isyan eyleyenlerin tarihidir. Bugünü görmek için tarihe bakmak gerekir.

“Oy Hakkı”na Sıkıştırılmayı Reddeden Kadınlar Direniyor

1912 yılının Ocak ayında Massachusetts’te Amerikan yün şirketinde çalışanların haftalık ücret zarfları dağıtıldığında Portekizli kadınlar zarflardaki paranın ailelerini doyurmaya yetmeyeceğini söyleyerek işi bıraktılar. Grev dalga dalga büyüyerek 20.000 işçiye kadar ulaştı. İşçiler ve aileleri için mutfaklar kuruldu, yakacak sağlandı. Hatta grevin ilerleyen aylarında çocuklar, marşlar ve sloganlarla grev süresince onlarla ilgilenecek koruyucu ailelere gönderildi. Amerika’da işçi mücadelesinin yükseldiği bu yıllarda, kadınlar Öğretmenler Birliği’ni, Kadın Giysileri İşçileri Sendikası’nı ve Çamaşırhane İşçileri Sendikası’nı kurdular; bulundukları alanlarda örgütlendiler.

Bu dönemde pek çok kadın radikal, sosyalist ya da anarşistti; “doğrudan eylem” ise dönemin altın anahtarıydı. Fakat bunun yanında Emma Goldman’ın deyişiyle “Evrensel boyutlarda oy hakkı son modern fetiş haline gelmişti” ve birçok kadın da “kadınlara oy hakkı” için mücadele ediyordu. Birçok sendikacı, sosyalist ya da entelektüel kadın bu kampanyalarda ter dökerken; bir grup kadın ise “oy verme” durumunun kendisini eleştiriyordu. Bunlardan biri olan Helen Keller bir anarşist olmamasına rağmen İngiltere’deki bir oy hakkı savunucusuna yazdığı mektupta şöyle diyordu:

“Oy kullanmak mı? O da ne demek? Yani biz gerçekte var olan ama varlığı resmen kabul edilmeyen iki zorbadan birini seçmek durumundayız. Hangisi seçilirse seçilsin bizim kaderimizin değişmeyeceği iki hükümdardan birini seçeceğiz… Ülke topraklarının 10/11’inin 200.000 kişiye; 1/11’inin ise kalan 40.000.000 kişiye ait olduğu Büyük Britanya’da oy kullanmak hangi sorunu çözebilir? Erkeklerinizin milyonlarcası oy kullanarak kendilerini bu adaletsizlikten kurtarabildiler mi?”

Yaşamını anarşist mücadeleye adamış bir kadın olan Emma Goldman ise 1911’de oy hakkı üzerine yazdığı makalesinde oldukça net konuşmuştu: “Politik eylemler tarihi kanıtlamaktadır ki insana dolaysız daha az bedel ödeyerek ve daha uzun ömürlü bir şekilde alabileceği hiçbir hak verilmemiştir. Aslına bakarsanız insanlığın kazandığı toprağın her santimetre karesi sürekli bir savaş bitmez tükenmez bir kendini kanıtlama çabası ile kazanılmıştır, oy hakkı yoluyla değil. Kadının özgürlüğüne ulaşmada elde ettiği kazançların oy sandığından çıktığına inanmamız ya da çıkacağını varsaymamız için hiçbir neden yoktur.” Emma Goldman’ın bu sözleri birçok kadına ilham olmuş ve kadın özgürlük mücadelesine çok şey katmıştır.

Toplumsal Mücadeleden Toplumsal Devrime Kadınlar Örgütleniyor

1936 İspanya’sına baktığımızda Mujeres Libres, toplumsal mücadelenin, toplumsal devrime dönüştüğü bir dönemde, öz örgütlü kadınların nasıl özgürleştiğine çok güzel bir örnek oluşturmaktadır. Mujeres Libres’li kadınlar; kadınların güçlenmesi ve toplumsal mücadeleye katılması için birçok alan açmış ve birçok proje üretmiştir. Kadınların okuryazarlığını arttırmak için kurslar, hamilelik ve doğum kontrolü konularında bilgilendirici sınıflar, çocuk bakımının paylaşıldığı projeler oluşturmuşlardır. 1938 yılında ise Paris Komünarlarından anarşist Louise Michel adına bir Anne-Çocuk Sağlığı Enstitüsü açmışlardır. Bunların yanında Mujeres Libres adında bir dergi çıkaran örgüt, bu dergiyi güçlü bir propaganda aracı olarak kullanmış eğitimden sağlığa, toprakların kolektifleştirilmesinden çocuk bakımına kadar birçok konuda kadınlar tarafından kaleme alınan makalelerle; bir taraftan kadınlara seslenirken diğer taraftan da sendikal mücadele içerisindeki erkeklere, kadınların öz örgütlü mücadelesinin gerekliliğini anlatmıştır. Mujeres Libres, Franco faşizmine karşı cephe gerisinde olduğu kadar cephede de yer almış ve kadınları direnişe çağırmıştır. Mujeres Libres’li anarşist kadınlar 1936’dan bugüne çok değerli bir deneyimin taşıyıcıları olmuşlardır.

Mücadele Özgürleştiriyor

Kadının özgürlüğünün kendisinden gelmesine ve öz örgütlülüğün gücüne dair kadın mücadelesinde hayat bulan fikri Emma Goldman’ın “oy hakkı” üzerine yazdığı makalesinin devamında bulabiliriz: “Kadının gelişimi, özgürlüğü kendisinden gelmeli, kendi çabaları ile elde edilmelidir. Öncelikle bir kişilik olarak kadın kendini kanıtlamalıdır. İkincisi, vücudu hakkında kendinden başka kimsenin söz hakkı olmamalıdır ki bunu istemedikçe çocuk yapmayı reddederek, tanrıya, devlete, topluma, kocasına, ailesine hizmet etmeyi reddederek ve kendi yaşamını yalınlaştırarak derinleştirerek ve zenginleştirerek sağlayabilir; kadını özgürleştirecek olan bu tavırdır oy sandığı değil.”

Biz kadınlar dünyanın dört bir yanında, yüzyıllardan bu yana kendi yaşamlarımızın kontrolünü kendi ellerimize almak için direniyoruz. Kapatılmak istendiğimiz evlerden ve fabrikalardan çıkıp; iradelerimizi gasp edenlere karşı; özgürlüğümüzü kazanmak için mücadele ediyoruz. Biliyoruz tarih boyunca kadınların seçimleri hiçbir zaman önemli olmadı, ama bizi bir seçme zorunluluğuna sıkıştırmanın da kendimizi önemli hissetmek olmadığını biliyoruz. Bizim yerimize kazanmak isteyen iktidarlara “oy vermek” sonunda kazanmak ya da kaybetmek meselesi değil; tarihin bize anlattığı gibi bizim için hiçbir şeyin değişmeyeceğidir. Ancak tarihte de günümüzde de seçimlerini özgürlükten yana durarak verenlerin az olmadığını bunların bir çoğununda kadınlar olduğunu görüyoruz. Biz onların seçtiği yoldan yürüyeceğiz, yaşamak için değiştireceğiz, var olmak için kazanacağız.

Özlem Arkun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Kadınları Mücadele Özgürleştirir” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/26/kadinlari-mucadele-ozgurlestirir-ozlem-arkun/feed/ 0
Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/#respond Sat, 25 Feb 2017 00:34:20 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/ “Bakın, bu ülkede ekmek yememe devrimi yapılması gerekiyor…” Prof. Dr. Canan Karatay “Bir dilim ekmeğin 1 yemek kaşığı şekere eşit olduğunu iddia eden diyetisyene doktora, sormazlar mı bazı insanlar günlük 2-3 adet ekmek tüketiyor 2-3 ekmek 44-66 dilim eder bu kişi neden şeker komasına girmiyor demezler mi?” Kayseri Ekmek Üreticileri Federasyonu Bölge Temsilcisi, Selim Açık […]

The post Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Bakın, bu ülkede ekmek yememe devrimi yapılması gerekiyor…”

Prof. Dr. Canan Karatay

“Bir dilim ekmeğin 1 yemek kaşığı şekere eşit olduğunu iddia eden diyetisyene doktora, sormazlar mı bazı insanlar günlük 2-3 adet ekmek tüketiyor 2-3 ekmek 44-66 dilim eder bu kişi neden şeker komasına girmiyor demezler mi?”

Kayseri Ekmek Üreticileri Federasyonu Bölge Temsilcisi, Selim Açık


Kanserojen, GDO ve antioksidan kavramları havada uçuşuyor. Özgür gezen tavuklar derdimize derman olamazken full organik domatesler el yakıyor. Bir uzman diğerini yalanlıyor, çayı şekersiz içiyor, ekmeği esmer olandan yiyoruz. Köyden tereyağ getirip, organik pazarlarda takılıyoruz. Ama olmuyor, yine de olmuyor. Nihayetinde, herkes birbirine soran gözlerle bakıyor: “Ne yiyeceğiz?”

“Organik Yiyiniz Efendim…”

Bu kavram son 5-10 yılın en fazla manipülasyona uğrayan kavramı olsa gerek. Organik, kabaca organ ile alakalı, işleyen bir bütünün bir parçasıyla alakalı anlamına gelir. Kavram ilk defa, 1500’lü yıllarda kullanılmış olup, Latince’de organicus Grekçe’de organikos kelimesinden gelir. 1940’lı yıllara gelindiğinde kavram artık “gübre ve ilaç kullanılmayan tarımı” ifade etmek için kullanılmıştır. Ne büyük tesadüftür ki, örgütlenmek, organize olmak anlamına gelen organize kelimesinin kökeni de bu kavramla ilişkilidir.

Tüm bu bilgileri edindikten sonra şu soruyu sormaya hakkımızın olduğunu düşünüyorum. Eğer organ derken işleyen bir bütün parçasından bahsediyorsak… Eğer organik derken bu işleyen yapının parçaları arasındaki ilişkinin bütününden ve organize derken bu örgütlülüğün giriştiği eylemden bahsediyorsak. Kapitalizm ve devlet gibi yıkıcı organizasyonlarla parçası olduğu doğadan kopartılan biz insanların organik denilen domatesi yemesinin bir kıymeti harbiyesi, bir anlamı var mıdır acaba?

Ya da daha açık konuşmak gerekirse; ilişkileri, yaşadığı mekanları, sosyal ve siyasal tercihleri organik olmayanın yediği domates organik olsa kaç yazar?

“Gezen Tavukları, Doğal Yumurtaları Yiyiniz…”

Acaba aranızda tavukların bir ağaçta yetiştiğini düşünen var mı? Ya da ilk tavuğun İngiltere’nin puslu ve ağır havasının içinde durmadan duman üfüren izbe bir fabrikada üretildiğini düşünen? Eğer böyle düşünmüyorsak, “tavukların geziyor olması, niye bugünkü gibi nadir ve özel bir durum olarak algılanıyor?

Tavuklar benzeri birçok hayvan gibi gezerler. Bazen toprağın altındaki solucanlara ulaşmak için, bazen su bulmak için, bazen de sırf keyif olsun diye gezerler. Bu hayvanların gezmesini engelleyen şey, onları bir makine, bir ürün, bir mala dönüştürüp türlü işkenceyle tüketime hazır hale getiren endüstrinin ta kendisidir. Sanmayın ki, “Free Range” -gezen tavuklar- kırlarda, köylerde hoplaya zıplaya dolaşıyor. Bu zavallıcıklar, aynı endüstriyel çiftliklerin kafeslerinden aşağıya inip yine sıkış tepiş -en iyi ihtimalle buraların daracık bahçelerinde- yine aynı eziyete maruz kalarak “tüketime hazır hale getiriliyorlar”.

Kapitalizm, başarısının büyük bir kısmını, insanları körleştirme becerisiyle kazanmıştır. Ama bu körlük zifiri karanlık bir körlük değil, görülmesi istenmeyenin gölgelenmesi için uydurulmuş simülasyonlardan oluşan rengarenk bir körlüktür. Marketten aldığımız plastik bakraçtaki yoğurdun üzerindeki köy resmi, oraya endüstriyel yöntemlerle üretim yapan fabrikaların duman kusan bacalarını görmememiz için konulmuştur. Kapitalizmde makyaj her şeydir, hatta o kadar her şeydir ki, artık makyajın yapılacağı bir yüze bile gerek yoktur. Günümüzde köyler verimsizleştirilip, köylüler şehre göçmeye zorlanmıştır. Köylülerden boşalan yeri, endüstriyel tarımcılar almıştır. Ama dedik ya, mesele makyaj meselesidir. Bir mandıracının, samanların üzerine özenle dizdiği ve üzerindeki dışkı lekeleriyle “doğalım ulan ben” diye bağıran yumurtalar ne kadar sahici ise, emin olun üzerinde doğal ve benzeri damgalar taşıyan süpermarket yumurtaları da o kadar sahicidir.

“Azıcık GDO’dan Bir Şey Olmaz”

Genelde en güzel şeyler sona saklanır, heyecan verici hikayelerin düğümü final sahnelerinde çözülür. Ben de beslenme konusundaki en “hayret verici” alıntıyı sona sakladım. Hayatımızın yaşadığımız kısmı, yaşayacağımız kısmın feyzalabileceği bir deneyim birikimidir. Tarih, -kimin yazdığına göre, manipülasyon içerse de- yapılan hataların aynını tekrar etmeyelim diye yazılmıştır aynı zamanda. Bu şu demektir, kameraların önünde radyasyonlu çayı höpürdeterek içen insan yıllar sonra da olsa kanserden ölecektir. Bir nükleer santral için, “Nükleer santrallerimiz çok güvenli, öyle ki Kızıl Meydan’a bile bir tane yapılabilir, bir semaverden daha zararsızlar. Yıldızlar gibiler, onlarla bütün dünyayı aydınlatacağız.” diyen Sovyetler Birliği yetkilisi Karadeniz’de katledilen ve sakatlanan insanların katili diye tarihe geçecektir.

Nasıl azıcık radyasyondan; azıcık nükleerden bir şey oluyorsa, azıcık GDO’dan bir şey olur. Çünkü GDO dediğimiz şey yalnızca bir besin üretme yöntemi değil, bir algıdır aynı zamanda. Evrenin her bir noktasını, yaşamın her bir parçacığını “ürün” olarak görenlerin algısıdır. Hiçbir şeyin “öylesine”, “kendiliğinden” var olmasına tahammül edemeyenlerin, her varlığın işe yarar bir araca dönüşmesini isteyenlerin algısıdır. Bu bakış açısı için verimsiz cılız bir pirinç tanesi neyse, işine yaramayan insan aynı şeydir. Evet, bunun adı kapitalizmdir.

“Bir Şey Yemeyin Demiyoruz Ama…

Evet haklısınız, soruya ne yiyeceğiz diye başladık, yenilecek ne varsa boğazımıza dizdik. Aslına bakılırsa, organik olana düşman değiliz ya da anlayacağınız gibi tavukların özgürce gezmesiyle de ilgili bir sıkıntımız yok. Aksine yaşamın, kendi gücüne ve onun dinamiklerine güveniyor, yaşamın, bizlerin arasında özgürce gezmesini, bizlerin yaşamın içinde “kendi” olarak var olabilmesini istiyor; bunun mücadelesini veriyoruz.

Özetle şunu söylüyoruz, yaşamı zehirleyen şey, yaşamın panzehiri olamaz. Her ne kadar iyi niyetlerle, iyi hislerle pratik edilmeye başlansa da “organik, doğal” tarım gibi yöntemler hem sanki kapitalizm temize çıkartılabilirmiş gibi bir manipülasyona alet oluyor hem de kavga ettiğimiz şeyin banka hesaplarına yeni sıfırlar ekliyor ve ne yazık ki, bugün GDO dediğimiz şeyle bu bağlamda aynılaşıyor.

İşte tam da bu noktada, yukarıda sorduğumuz soruya yenileri ekleniyor:

Ne yiyeceğiz? Nasıl yiyeceğiz? Dahası bu sistem içinde nasıl yaşayacak, bu sistemden çıkmak için nasıl mücadele edeceğiz?

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır. 

 

The post Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/feed/ 0
Anarşist Yayınlar Dizisi (11): Almanca Anarşist Yayınlar (2) – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2017/02/25/anarsist-yayinlar-dizisi-11-almanca-anarsist-yayinlar-2-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2017/02/25/anarsist-yayinlar-dizisi-11-almanca-anarsist-yayinlar-2-zeynel-cuhadar/#respond Sat, 25 Feb 2017 00:26:34 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/25/anarsist-yayinlar-dizisi-11-almanca-anarsist-yayinlar-2-zeynel-cuhadar/  Farklı coğrafyalardaki anarşist mücadeleler tarihinden yayınları incelediğimiz “Anarşist Yayınlar” başlıklı yazı dizimizin 11. bölümünde, 1945’ten günümüze Almanca Anarşist Yayınlar’a yer veriyoruz. Tek bölümde incelenemeyecek kadar geniş bir anarşist yayıncılık geleneğine sahip olan bu topraklara dair incelememizi iki bölüme ayırmıştık. Bu bölümde inceleyeceğimiz yayınlar 19. yüzyılın yoğun siyasi ortamındaki toplumsal mücadelelerde üretilmiş yayınların geleneğini, biçimsel formatta […]

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (11): Almanca Anarşist Yayınlar (2) – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 Farklı coğrafyalardaki anarşist mücadeleler tarihinden yayınları incelediğimiz “Anarşist Yayınlar” başlıklı yazı dizimizin 11. bölümünde, 1945’ten günümüze Almanca Anarşist Yayınlar’a yer veriyoruz. Tek bölümde incelenemeyecek kadar geniş bir anarşist yayıncılık geleneğine sahip olan bu topraklara dair incelememizi iki bölüme ayırmıştık. Bu bölümde inceleyeceğimiz yayınlar 19. yüzyılın yoğun siyasi ortamındaki toplumsal mücadelelerde üretilmiş yayınların geleneğini, biçimsel formatta da sürdüren örnekler teşkil etmesi bakımından ayrı bir öneme sahip.  

İkinci Dünya Savaşı’ndan ve Nazi İktidarı’nın yükselişinden önce birçok farklı alanda örgütlenen mücadelelerle güç kazanmaya çalışan toplumsal muhalefet, kanlı bir şekilde bastırıldı. Anarşistlere yönelik şiddet dalgası, mücadelenin boyutlarını genişletmiş, Gustav Landauer, Erich Mühsam gibi değerli yoldaşları erkenden aramızdan almıştı. Uzun yıllar faşist diktatörlük altında yaşam fırsatı bulamayan devrimci düşünceler, siyasi sürgünler aracılığıyla dünyanın farklı coğrafyalarına taşındı. Bu sürgünlerden Rudolf Rocker, süreli yayınlarının yanında hacimli eseri “Milliyetçilik ve Kültür” (1937) isimli kitabını yayınladı ve İspanya Devrimi’ni destekledi. Aynı yıl “İspanya Trajedisi” isimli kitabı yayınlandı.

70’li yıllarda anarşizm, yeni muhalefet biçimlerinin tartışıldığı bir ortamda, öğrenci hareketlerince benimsenen bir düşünce oldu. Günümüzde ise gerçekleşen kongrelerle, eylemliklerle ve yayınlarla, özgürlük mücadelelerinde çatlaklar yaratmaya devam ediyor.

Direkte Aktion

Direkte Aktion (Doğrudan Eylem) gazetesi, Die Freie Arbeiterinnen und Arbeiter Union (Özgür İşçi Sendikası/ FAU) Sendikası’nın anarko-sendikalist yayın organı olarak 1977 yılında yayına başladı. İki aylık periyotta yayınlanan gazetenin kuruluşu sendikanın çalışmalarına başlamasıyla aynı döneme tekabül ediyordu.

Yayın hayatına halen devam eden gazetenin editörlüğü anarşist ilkeler doğrultusunda şekillenir. Sendikanın kongrelerinde belirlenen editörler her an geri çağrılabilir nitelikte olmalıdır ve Direkte Aktion’da sorumluluk alan bireyler hiçbir yazıdan herhangi bir telif hakkı iddia edemezler. Aynı şekilde özellikle bir merkez ofisi yoktur, bunun yerine farklı şehirlerde çalışma grupları kurulur ve söz konusu gruplar koordine bir şekilde hareket ederler.

Direkt Aktion’un 2005’te yayınlanan 170. sayısından sonra gazetenin bütün sayıları online olarak PDF halinde internette yerini aldı. Günümüzde Direkte Aktion; FvDG’nin yayını “Einigkeit (Birlik)”, FAUD’un yayını “Der Syndikalist (Sendikalist)” ve FFS’nin yayını “Die Freie Gesellschaft (Özgür Toplum)” gibi sendika yayını geleneğinin devamcılığını yapıyor. 

Graswurzelrevolution

Graswurzelrevolution, İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte izlediği savaş karşıtı politikayla döneminin en etkili anarşist yayın organı oldu. İlk sayısı 1972’nin yaz aylarında Bavyera’da basıldı. Yayınlandığı süre boyunca toplumsal eşitlik, anti-militarizm ve ekoloji başlıklarına odaklanan bir yayın politikası izledi. 1989’dan itibaren her Ekim ayında sekiz sayfalık “Özgürlükçü Kitap Sayfaları” isimli bir ek çıkarılmaya başlandı. Belli bir merkeze bağlı olmayan editör gruplarının farklı şehirlerdeki diğer gruplarla sürekli iletişim halinde olarak hazırladıkları ancak her sayının sorumluluğunu farklı bir grubun aldığı derginin birçok farklı versiyonu bulunuyor.

“Graswurzelrevolution için toplumsal devrim, tabandan gelen güçle şiddetin ve otoritenin bütün formlarıyla ortadan kaldırılmasını ifade eder. Amacımız kapitalizmin yarattığı hiyerarşiye karşı özörgütlü, federatif, doğrudan demokrasiyle işletilen, şiddetsiz topluma ulaşmaktır. Mümkün olduğunca örgütlenme anlayışımızı, mücadele yöntemlerimizi hayata geçirmeye çalışmalıyız.”  

Barrikada

Barrikada, anarko-sendikalizm, devrimci sendikalizm ve konsey komünizmi gibi düşünce akımlarının işçi mücadelelerine dair teorik tartışmalar yürüttüğü teorik bir dergi olarak yayın hayatına başladı. 2008 ve 2011 yılları arasında toplam 5 sayı yayınlanan dergide “Anarko-Sendikalist Yayıncılık”, “Sendikal Hareketin Tarihi”, “Örgütlenme” gibi birçok başlıkta araştırmanın yanında örgütlenme, karşı devrim, ekonomi gibi başlıklarda verimli tartışmalar yürütüldü.

Karl Roche internet arşivinden, derginin bütün sayılarına PDF formatında erişilebilir. 

Di Schwarzi Chatz

Freie Arbeiter Union Berne (FAU-Bern)’in yayın organı olarak, 2009 yılında yayın hayatına başlayan Di Schwarzi Chatz (Kara Kedi), iki haftalık bir periyotta yayınlandı. Her sayısı 12-16 sayfa arasında değişen gazete basılı yayınların tirajının dibe vurduğu bir dönemde 500 ile 1500 arasında değişen bir tiraja sahipti. Konut sorunu, göçmenlerin durumu ve sendikal hareket hakkında gündelik mücadele alanlarının yanında, anarşizmin tarihine dair yazıların da yayınlandığı gazetenin son sayfaları ise okur mesajlarına ayrılmıştı.

IWW (Industrial Workers of the World) üyesi Ralph Chaplin tarafından, emeğin özörgütlü mücadelesini sembolize etmesi amacıyla tasarlanan ve sonrasında bütün dünyadaki özgürlükçü sendikalar tarafından benimsenen siyah kedi sembolü, gazetenin logosunda kendine yer buldu. Di Schwarzi Chatz, 2013 yılında 23 sayılık bir külliyatla yayın hayatına son verdi. 


Gâi Dào

Gâi Dào (Başka Yoldan Git), IFA üyesi Almanca Konuşan Anarşistler Federasyonu’nun (FdA-IFA) yayın organı olarak 2011 yılında yayınlanmaya başladı. İnternet dergisi olarak yayınlanan ve fiziksel formatı bulunmayan Gâi Dào, Almanca konuşulan coğrafyalardaki anarşist mücadelelerle röportajlar, dayanışma mesajları ve haberlerin duyurulduğu bir bülten işlevi görüyor. Yayın amaçlarını birkaç kelimeyle şöyle tanımlıyorlar:

“Amacımız; yöneticilerin, sınırların ve sınıfların olmadığı, devletsiz, özgür anlaşmaya ve karşılıklı yardımlaşma ilkelerine dayanan bir topluma ulaşmaktır. Tahakküm ve sömürünün bütün formlarıyla ortadan kaldırılmasını savunuyoruz.”

 

Zeynel Çuhadar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır. 

 

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (11): Almanca Anarşist Yayınlar (2) – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/25/anarsist-yayinlar-dizisi-11-almanca-anarsist-yayinlar-2-zeynel-cuhadar/feed/ 0
“El-Bab Kapı Rakka Duvar” – Emrah Tekin https://meydan1.org/2017/02/25/el-bab-kapi-rakka-duvar-emrah-tekin/ https://meydan1.org/2017/02/25/el-bab-kapi-rakka-duvar-emrah-tekin/#respond Sat, 25 Feb 2017 00:13:31 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/25/el-bab-kapi-rakka-duvar-emrah-tekin/ El-Bab, son aylarda Suriye Savaşı’nda adını en çok duyduğumuz bölge; üç ayı aşkındır TSK/ÖSO kuşatmasında. Medyanın “düştü düşecek” şeklinde haberlerine karşın El-Bab, artan asker ölümleriyle TC açısından tam bir yenilgi görüntüsü veriyor. Ağustos’taki Erdoğan-Putin görüşmesi sonrası Rusya’nın açık, ABD’nin örtülü temkinli onayıyla başlayan Fırat Kalkanı işgali, IŞİD’in Cerablus ve Rai’yi boşaltmasıyla, El-Bab’a dayanmıştı. IŞİD’in iki […]

The post “El-Bab Kapı Rakka Duvar” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

El-Bab, son aylarda Suriye Savaşı’nda adını en çok duyduğumuz bölge; üç ayı aşkındır TSK/ÖSO kuşatmasında. Medyanın “düştü düşecek” şeklinde haberlerine karşın El-Bab, artan asker ölümleriyle TC açısından tam bir yenilgi görüntüsü veriyor.

Ağustos’taki Erdoğan-Putin görüşmesi sonrası Rusya’nın açık, ABD’nin örtülü temkinli onayıyla başlayan Fırat Kalkanı işgali, IŞİD’in Cerablus ve Rai’yi boşaltmasıyla, El-Bab’a dayanmıştı. IŞİD’in iki düşmanını (TC/YPG) karşı karşıya bırakmak üzere aradan çekilme şeklinde gerçekleşen bu taktiksel alan boşaltmalar, “zafer” manşetleri atılmasını sağlamıştı.

Ancak Kasım ayından beri El-Bab’da sağlanamayan ilerleme ve yaşanan hezimet, son günlerde TC cenahında dillendirilen Menbiç-Rakka operasyonlarıyla gizlenmeye çalışılıyor.

El-Bab’dan Ötesi?

Fırat Kalkanı işgalinin başlarında da gündemleşen Menbiç-Rakka, TC içinde Fırat Kalkanı Operasyonu’na dair söylemsel çelişkileri de ortaya koydu. Daha önce Erdoğan tarafından yapılan “El-Bab’dan derine inmeme”, devamında Numan Kurtulmuş’un “Fırat Kalkanı El-Bab’la biter”, sonrasında yine Erdoğan’ın kendini tekzip eden “El-Bab’dan sonra durmak yok” açıklamaları, TC’nin dış politika açmazlarını ve yenilgi tablosunu iç politikaya zafer olarak sunma telaşının göstergesi.

ABD-Rusya Arasında: İki Arada Bir Derede

TC’nin bu çelişik açıklamaları, ABD-Rusya arasında gidip gelen politikaların da sonucu. “Fırat Kalkanı’nın El-Bab’la bitmesi” söylemi, Rusya’nın “Fırat Kalkanı ancak Suriye’nin onayıyla yürür” açıklamasına örtük cevap şeklinde değerlendirilebilir. Diğer taraftan Menbiç-Rakka nakaratı, Trump’ın CIA Başkanı’nı göndererek, TC’ye biçtiği “operasyonel ortak” rolünün sonucu niteliğinde. Bu iki somut durum, El-Bab’da Rejim ile arasına sınır çizen, had bildiren Rusya ile Rakka’da kara gücü olmaya heveslenilen ABD arasında TC’nin durumunu özetliyor.

Yenilgi Yenilgi Büyüyen Zaferler mi?

Suriye’de TC’nin gizlenemez yenilgisi, odaklandığı tek mesele olan Rojava konusunda da netleşiyor. Rusya’dan yapılan “Kürtler masada olmalı”, “PKK/YPG terörist değil”, “Rejim ile Kürtler arasında 6 aydır aracılık ediyoruz” açıklamaları karşısında sus-pus olma, bu yenilginin tezahürü.

Diğer yandan El-Bab’dan sonra gösterilen Menbiç-Rakka hedefi, El-Bab’dan yenilerek çekilmenin manipüle edilen gerekçesi olarak belirginleşiyor. ABD ve Rusya gibi devletlerin belirlediği ilerleme sınırı, TC muktedirlerinin iç politika malzemesi olarak dillendirdiği “yenilgi yenilgi büyüyen zaferlere” çekilen sınır.

Çok uzağa gitmeye gerek yok, “ecdad toprağı” denilen Musul’da, Türkmen yurdu olduğu söylenen Tel Afer’de o sınırlar, şimdilerde El-Bab’dan, SDG’nin yaklaştığı Rakka’ya uzanan hatta, TC’nin önünde kapı-duvar gibi duruyor.

Emrah Tekin

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır. 

 

The post “El-Bab Kapı Rakka Duvar” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/25/el-bab-kapi-rakka-duvar-emrah-tekin/feed/ 0
Röportaj: “SIĞINTILAR” https://meydan1.org/2017/02/25/roportaj-sigintilar-2/ https://meydan1.org/2017/02/25/roportaj-sigintilar-2/#respond Sat, 25 Feb 2017 00:04:25 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/25/roportaj-sigintilar-2/ Sığıntılar tiyatro oyunu, günümüzden çok önce ve başka bir coğrafyada yazılmış olmasına rağmen, devletlerin göçmenler üzerinden pazarlıklar yaptığı, sınırlara yüksek duvarlar ördüğü şimdiden çok da uzakta durmuyor. Hele ki, oyunda aynı bodrum dairesini paylaşan, biri kendi doğduğu toprakları bırakıp başka bir ülkeye geçinmek için göç etmiş işçi ile düşünce suçlusu olarak kendi ülkesinden ayrılmak zorunda […]

The post Röportaj: “SIĞINTILAR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Sığıntılar tiyatro oyunu, günümüzden çok önce ve başka bir coğrafyada yazılmış olmasına rağmen, devletlerin göçmenler üzerinden pazarlıklar yaptığı, sınırlara yüksek duvarlar ördüğü şimdiden çok da uzakta durmuyor. Hele ki, oyunda aynı bodrum dairesini paylaşan, biri kendi doğduğu toprakları bırakıp başka bir ülkeye geçinmek için göç etmiş işçi ile düşünce suçlusu olarak kendi ülkesinden ayrılmak zorunda kalan yazar karakterleri, bize hiç mi hiç yabancı değil.

Biz de Meydan Gazetesi olarak bu oyunu Ezop Sahne’de izledik ve oyun bitiminde sıcağı sıcağına yönetmen Polat Niloğlu ve oyuncular Barış Ayas ve Mehmet Küçük ile sahne üzerinde bir söyleşi gerçekleştirdik.

Meydan Gazetesi: Merhaba, önce oyunun metni ile ilgili konuşalım istiyoruz. Sahneleme öncesinde bu metni nasıl ele aldınız ve günümüze nasıl uyarladınız?

Polat Niloğlu: Mrożek kendi çağında çok sert eleştiriler getirebilen bir entelektüel. Sığıntılar da hem izleyicinin çok sevdiği, hem de oyuncuların çok oynamak istediği bir oyun. Mrożek’in oyununun çok absürt bir tarafı vardır. Ama bir taraftan da çok gerçek şeyler ister sahnede; dekor, kostüm ve oyunculuk anlamında. Hem bu absürtlüğü hem de bu gerçekliği bir arada verebilmek adına metni biraz kısalttık.

Birbirine zıt gibi görünen ama belki de birbirini tamamlayan iki karakter var oyunda. Bu noktada birbirlerine de bağımlılar.

Polat Niloğlu: En entelektüel olanda da hiç okuma yazma bilmeyende de bir kölelik ruhu var. İster istemez bir bağımlılık ilişkisi gelişiyor. Bir kahvehanede oturan işçiler olalım, patronumuz yanımızda yokken hepimiz ağzımıza gelen her şeyi söyleriz. İktidara karşı yani işte. Ama iktidarla karşı karşıya geldiğimizde pek de öyle değilizdir. Barış’ın oynadığı XX karakteri, gerçekleri açıkça söylemiyor da, kimse yokken ya da kendiyle konuşurken, belki de köpeğiyle konuşmalarında söylüyor gerçeği.

Barış Ayas: Bu ikili karakter yapılanmasını da şöyle bir çerçeveden kurduk aslında: hayvan ve terbiyecisi. Entelektüel ve cahil diyeyim, aslında bir beynin iki yarısı gibi. Biri ruhu, hayvansal olarak köklerimizi temsil ediyor; diğeriyse bu bilinç dediğimiz şeyin oluşumundan sonra biriken pisliği temsil ediyor aslında.

Mehmet Küçük: Bence bu ikili arasında şu an günümüzde olduğu gibi bitmeyen bir çatışma ve savaş var. Sürekli karşımızdakini yenmeye çalışıyoruz. Bir rekabet var ancak, bu oyunun en güzel tarafı bir kazananın olmayacak olması. Benim de ideal insana varmam için çok yolum var, onun da. Benim entelektüeli oynuyor olmam, Hegel’i biliyor, daha süslü cümleler kuruyor olmam, beni ondan daha üstün yapmıyor. Ya da onun köpeği içine para saklaması ya da cebinden konserve çıkarıp benden gizli yemesi onu benden kötü biri yapmıyor.

Mrozek’in bu oyunla Alman işgalindeki Polonyalı entelektüellere bir eleştiri getirdiği çok açık olmasına rağmen karakterlere isim vermemesi, bu eleştiriyi günümüze de taşıyor diyebilir miyiz?

Polat Niloğlu: Söylediğinle yaptığın bir olmayınca o entelektüel çaba bir işe yaramıyor diyor Mrozek. Sen de yalnızca eleştirdiğinle kalıyorsun ve hatta biraz ona benziyorsun, eleştirdiğin taraftasın diyor. Sartre çıkar sokağa taş atar ama aynı zamanda gider sağda solda yazar ya, bu entelektüel tipini önemsiyor. Polonya’da özellikle Alman işgalinden sonraki dönemde entelektüellerin sorumluluk almaları gerekirken, hepsi bundan kaçıyor gidip başka yerlerde entelektüel çabalara giriyor ve kitap yazıyorlar sadece. Ama olan Polonyalılara oluyor. Türkiye’de de var bu, bunu biliyorsun.

Barış Ayas: Günümüz insanına biraz baktığınız zaman bu oyunda gördüğünüz her şeyi görüyorsunuz, bu sadece sıkıştırılmış konserve edilmiş bir süreç. Her şeyi tartışıyoruz bu oyunda, parayı, sanatı, insanlığı, açlığı, köleliği ve özgürlüğü tartışıyoruz.

Sığıntılar oyunu temelde sınırlar üzerinden şekilleniyor. Geçmişle günümüz arasında oldukça benzerlikler sunarak üstelik. Peki siz günümüze baktığınızda geleceğe dair neler söyleyebilirsiniz?

Polat Niloğlu: Eskiden, büyüyünce her şey daha güzel olacak diye düşünüyorduk. Küçük umutlar, küçük ütopyalarımız vardı. Şimdi kimsenin gidecek yeri dahi yok, ütopyaların hepsi kayboldu. Bu oyun en çok bunu söylüyor. Yani nereye gidersek gidelim, sınıflandırılmış, tanımlanmış, kimlik verilmiş ve sen busun denilmiş insanlarız. Ama biz öyle hissetmiyoruz. Bu sınırın içindeyken farklı bir ilişki biçimi geliştiriyorsun, yalan söylüyorsun, kandırıyorsun. Çünkü senin aslında olduğun yer burası değil. Biz böyle arada kalmışız, ne geriye ne ileriye gidebiliyoruz, ortada bir yerde havada uçuşan bir şeyleriz.

Mehmet Küçük: Aslında şu; her halimizde sıkıştırılıyoruz! (Sehpada duran Meydan Gazetesi’nin 35. sayısının “Sıkıştırılıyoruz” başlıklı sayısını göstererek)

Polat Niloğlu: Meksika sınırında bir otoyol düşünelim, otoyolun bu tarafı bir kaçış imkanı sağlıyor. Yani öteki tarafa geçersen kaçabileceğin bir bölge var ama otoyoldan vızır vızır arabalar geçiyor ve vuruladabilirsin. Oradaki Meksika’lı köylü, işçi ya da evsiz barksız herhangi biri, para kazanmak, karnını doyurmak ya da iyi bir hayat yaşamak için sınırdan geçmeye çalışıyor. Tabelalar var yolda, kanguru çıkabilir, ayı çıkabilir vs. Bir tane daha tabela var sınırda: “insan çıkabilir” tabelası! Bilmem kaç km hızla gelirken karşına insan çıkabilir tabelasını görüyorsun ve durmuyorsun.

Bu şu demek, bizim hayatımız da hep böyle olacak. Kökten topyekun bir değiştirme gücümüz pratik bir sürece tabii olmazsa, biz bunu gerçekleştiremezsek, hayatımızda her zaman müphem olma, yurtsuz olma, belirsiz olma, yersiz olma durumumuz olacak. Sürekli bir yerden bir yere göç etmek durumunda kalacağız.

Bu güzel oyun ve sohbet için teşekkür ederiz.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post Röportaj: “SIĞINTILAR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/25/roportaj-sigintilar-2/feed/ 0
“Kapitalist Küreselleşmenin Öncesi de Sonrası da Kriz” – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2017/02/24/kapitalist-kuresellesmenin-oncesi-de-sonrasi-da-kriz-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2017/02/24/kapitalist-kuresellesmenin-oncesi-de-sonrasi-da-kriz-ilyas-seyrek/#respond Fri, 24 Feb 2017 10:49:48 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/24/kapitalist-kuresellesmenin-oncesi-de-sonrasi-da-kriz-ilyas-seyrek/   İsviçre’nin Davos kasabası 47 yıldır, her Ocak ayında devlet yöneticilerinin ve patronların yani kapitalist sistemin efendilerinin toplanarak kapitalizmin rotasını ve ezilenlerin kaderini belirlediği bir ekonomik merkez. Bu toplantılarda efendiler sistemin nasıl daha iyi işleyebileceğinin, ezilenleri nasıl daha kolay yönetebileceklerinin ve sömürebileceklerinin hesabını yaparak politikalar belirliyor. Daha kurulduğu ilk yıllarda, kapitalist sistemi ve sömürüyü küreselleştiren […]

The post “Kapitalist Küreselleşmenin Öncesi de Sonrası da Kriz” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 

İsviçre’nin Davos kasabası 47 yıldır, her Ocak ayında devlet yöneticilerinin ve patronların yani kapitalist sistemin efendilerinin toplanarak kapitalizmin rotasını ve ezilenlerin kaderini belirlediği bir ekonomik merkez. Bu toplantılarda efendiler sistemin nasıl daha iyi işleyebileceğinin, ezilenleri nasıl daha kolay yönetebileceklerinin ve sömürebileceklerinin hesabını yaparak politikalar belirliyor. Daha kurulduğu ilk yıllarda, kapitalist sistemi ve sömürüyü küreselleştiren neoliberal politikalar oluşturma kararlarının bu toplantılarda alınması, Dünya Ekonomik Forumu’nun kapitalizmin dönüşümü ve gelişimindeki önemini gözler önüne seriyor.

Bu yıl 100’den fazla devlet ve 3 bin kadar patron, CEO, siyasetçi, akademisyen ve sivil toplum kuruluşu temsilcisinin katıldığı toplantılarda konuşulan konulara bakılırsa kapitalizmin yarattığı krizlere karşı kapitalizmde yaşanacak yeni bir dönüşüm tartışılıyor.

Küreselleşme Tehlikede!

Yaşanan ekonomik ve sosyal krizlerle, artan gelir eşitsizliğiyle, işsizlikle ve bunlara bağlı olarak sisteme karşı dünyanın kimi coğrafyalarında artan sosyal hareketlenmelerle birlikte küreselleşme son 10 yıldır ciddi boyutlarda sorgulanıyor. Küreselleşmenin sorunları önemli görülüyor ki, Dünya Ekonomik Forumu bu sene küreselleşme olgusunun üzerinde durmak ve muhasebesini yapmak durumunda kaldı. Kapitalizmin küreselleşme paradigmasının politik, sosyal, ekonomik ve ekolojik pek çok krize yol açması kapitalizmi “sürdürülebilir” kılmaya yönelik olarak yeni programları, paradigmaları tartıştırıyor.

İngiltere’nin AB’den çıkma kararı alması ve ABD Başkanı Trump’ın Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması’nı iptal etmesi gibi çok taraflı serbest ticari etkinlikler aleyhine gerçekleşen olaylar tartışmaların tonunu ve kapitalizmde dönüşüm ihtimalini yükselten olaylardı.

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in Davos’ta küreselleşmeyi savunan tavrı ve Trump’ın çok taraflı serbest ticareti hedef alan müdahaleciliğini ima ederek eleştiren konuşmaları, bugün yaşananları anlayabilmemiz için önemli. Dünyada korumacı ekonomik anlayışların yerini kapitalizmin küreselleşmesi paradigmasının almaya başladığı dönemde, Çin’in sistemdeki konumu ile bugün Çin’in kendisini küresel kapitalizmin en önemli ve en büyük temsilcisi olmaya aday yapan çıkışı karşılaştırıldığında bu çıkış, kapitalist sistemdeki dönüşümlerin ve bu sistemde yerini alan aktörlerin yaşadıkları dönüşümlerin açık bir göstergesidir.

“Sorumluluklu” Kapitalizme “Duyarlı ve Sorumlu Liderlik”

Kapitalist sistemin dönüşüm sancılarının hissedildiği Davos’ta küreselleşme aynı zamanda yarattığı sorunların popülist eğilimleri arttırmasıyla ilişkili olarak sorgulandı. Davos bu yılki temasını “duyarlı ve sorumlu liderlik” bağlamında kurarak kapitalizmdeki bu “belirsiz” hali aşmayı ve kapitalizmin dönüşümünü yeni tür liderlerle gerçekleştirme hedeflerinden aldı. Popülist eğilimleri olan, sorunlar yaratan ve sorumsuzca davranan liderlere karşı Davos, sistemdeki sorunları bilen ve dönüşümü öngören yani, ezilenleri en kolay yönetebilecek ve sömürebilecek liderlerin peşinde.

Görünen o ki, nasıl daha önce “sorumluluklu kapitalizm” gibi sömürüyü görünmez ve yeni bir meşruiyete dayandıran söylemler kullanıldıysa bugün Davos’ta küresel kapitalizmin dönüşümünde liderlerin olmaları gerektiği biçim belirtilmekte.

Dönüşümün 4. Sanayi Devrimi’yle Entegrasyonu

Davos’ta küresel kapitalizmdeki dönüşüm tartışıldığı gibi bu dönüşümü tamamlayacak konular da tartışıldı. Gelişen bilişim teknolojilerinin üretim sektöründe kullanılmasının önlenemeyecek olmasıyla birlikte kapitalizmin efendileri yeni ve aşılması zorunlu bir sorunla daha karşılaşmış oluyor: “4. Sanayi Devrimi”. Kapitalistler yapay zeka, genetik tasarım, veri koruma gibi kavramların ortaya çıktığı bu dönemde bilişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte meydana gelecek sonuçlara sistemi hazırlamak zorunda kalıyor. Çünkü, çok sayıda işçiyi işsiz bırakacak ve işçilerin yerini alacak bu yeni endüstri sisteminin yeni ve ciddi ekonomik krizler yaratacağını söylemek yersiz olmaz. Dolayısıyla, kapitalizmi sürdürmek isteyen efendiler de küresel kapitalizmin dönüşümünü 4. Sanayi Devrimi’yle uyumlu gerçekleştirmek istiyor.

Küreselleşme Sonrası Dönem Başlıyor!

Şimdilerde çokça konuşulan küreselleşmenin yarattığı sorunlar ve ona karşı alınan tutumların hepsi “post-globalization” yani “küreselleşme sonrası” olarak betimlenen döneme giriyor olduğumuzu göstermektedir. Neoliberal politikalar ve küreselleşmenin küresel sorunlara yol açtığı görüşleri ve kapitalizmde dönüşümlerin gerçekleştirilmesi fikri savunuluyorsa da küreselleşme döneminin ortaya çıkardığı süreçlerin tamamen sona ermemesi küresel sistemin ve serbest ticaretinin devam ettiğini, ama dönüşüyor olduğunu tarif etmektedir. Devletler, ekonomik sistemin barındırdığı ve kendi meşruiyetlerini de tehdit eden gelişmelere karşı küreselleşme döneminin ortaya koyduğu serbest ticarete karşı olmak yerine onu sürdürmek istemekte, yalnızca serbest ticari etkinlikleri daha fazla kontrolleri altına almayı ve ekonomiye bu tarz bir müdahaleyi (korumacılığı) öngörmektedir.

Fakat bugün devletlerin bir hamlesi olarak gerçekleşen bu dönüşümün ezilenler için ne ifade ettiği, onlara neler getirdiği önceki dönüşümlerin neler getirdiğiyle ilişkilendirilerek düşünülmelidir. Kapitalist ekonominin tarihine bir bakarsak görürüz ki, kapitalizmin tüm aktörlerince dönem dönem öngörülen, daha çok kontrol, kazanç ve daha da önemlisi sistemin devamlılığını hedefleyen yeni programlar, paradigmalar yani kapitalizm içi dönüşümlerin hepsi ezilenlerin karşısına yeni kriz, baskı, sömürü ve katliam yöntemleri yani yeni felaketler olarak çıkmaktadır.

İlyas Seyrek

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post “Kapitalist Küreselleşmenin Öncesi de Sonrası da Kriz” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/24/kapitalist-kuresellesmenin-oncesi-de-sonrasi-da-kriz-ilyas-seyrek/feed/ 0
“KRİZE 10 KALA” https://meydan1.org/2017/02/24/krize-10-kala/ https://meydan1.org/2017/02/24/krize-10-kala/#respond Fri, 24 Feb 2017 10:42:20 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/24/krize-10-kala/ Vergi affı, sigorta affı, ÖTV indirimi, AVM kiralarında toplu indirim, ekmeğe ve şekere zammın engellenmesi, ihracat ve KOBİ teşviklerinin arttırılması, ithalata ek vergi, istihdam seferberliği… Ekonomik kriz geliyor, hatta geldi bile! İşte ekonomik krizde olduğumuzun sadece 10 göstergesi: 1- TL’nin Değer Kaybı/Döviz Kurlarında Artış 2015’te TL karşısındaki en düşük değeri 2.27, en yüksek değeri ise […]

The post “KRİZE 10 KALA” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Vergi affı, sigorta affı, ÖTV indirimi, AVM kiralarında toplu indirim, ekmeğe ve şekere zammın engellenmesi, ihracat ve KOBİ teşviklerinin arttırılması, ithalata ek vergi, istihdam seferberliği… Ekonomik kriz geliyor, hatta geldi bile! İşte ekonomik krizde olduğumuzun sadece 10 göstergesi:


1- TL’nin Değer Kaybı/Döviz Kurlarında Artış

2015’te TL karşısındaki en düşük değeri 2.27, en yüksek değeri ise 3.05 olan dolar; 2015 Mart ayından itibaren sürekli bir yükseliş göstermiştir. 2016’da ise en düşük 2.79, en yüksek 3.53 iken; Temmuz ayı ortasında ilk büyük yükselişini yaşamıştır. Ardından Eylül ayı itibariyle sürekli yükselişe geçmiştir.

2016 Kasım ayından itibaren TL’nin değer kaybı sürekli hale gelmiştir. Ocak sonu itibariyle doların TL karşısındaki en yüksek değeri 3.94’ü bulmuştur.

Doların değer kazanması, ekonomisini büyük ölçüde ithalat ve ihracatla döndüren TC’nin ekonomisi için gerilemeye yol açmaktadır. Doların değer kazanması, kişi başına düşen milli gelirin azalmasına neden olmuştur.

2- TC’nin Kredi Notunun Düşürülmesi

15 Aralık’ta FED (Amerikan Merkez Bankası)’in 2008 ekonomik krizinden beri ilk kez 25 barlık faiz arttırdı ve 2017’de üç faiz artırımının olacağını duyurdu. FED’in faiz arttırımı yapmasının TC ekonomisine yansıması ise enflasyonda yükselme ve bankaların karlarının düşmesi olacak. FED’in faiz artırımından sonra önemli bir gelişme, uluslararası kredi derecelendirme şirketi Standard&Poor’s’un Türkiye’nin yatırım yapılabilirlik seviyesini durağandan negatife çekmesi oldu. Hemen ardından TC için kötü haberler gelmeye devam etti. S&P, İş Bankası, Vakıfbank, Garanti Bankası ve Yapı Kredi Bankası’nın da kredi notunu düşürerek durağandan negatife çekti. TC’nin en büyük şirketlerinden olan Koç Holding’in de görünümü yine S&P tarafından durağandan negatife çekildi.

Başka bir derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings ise 27 Ocak’ta piyasalar kapandıktan sonra TC’nin kredi notunu “yatırım yapılabilir” seviyenin altına düşürdü. Kredi notlarının düşmesi, küresel anlamda yatırım yapan birey ve kurumlar için TC’nin uygun olmadığını söylemekte ve yatırıma kapatmakta; böylece ekonomide gerçekleşecek düşüşün önünü açmaktadır.

3- Ekonomik Daralma, Enflasyon ve Stagflasyon Durumu

Türkiye İstatistik Kurumu’nun Aralık ayında açıkladığı 2016 yılının 3. çeyreğine ilişkin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla verileriyle birlikte 2009 yılından beri ekonomide ilk kez istatistiksel anlamda bir daralma gerçekleştiğini duyurdu. Nihai tüketim harcamalarının %23.8 oranında arttırmasına rağmen, TC ekonomisi geçen yıla göre %1.8 oranında daraldı. Aralık sonu da, mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış çeyreklik büyüme verilerinde üçüncü çeyrekte bir önceki çeyreğe göre yüzde 2,7 daraldığını açıkladı.

TÜİK verileri, 3. çeyrekte küçülmenin imalat sanayisi özelinde yüzde 3,2’yi bulduğunu, bu anlamda sanayideki gerilemenin, ekonominin bütününden daha derin olduğunu gösterdi. Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış verilerin ayrıntılarında, daha olumsuz bir görünüm var. Ekonominin temeli denilen imalat sanayisinde 3 çeyrektir üst üste küçülme yaşandığı açıklandı. İnşaat sektörünün de resesyona girdiği ve bir önceki çeyreğe göre yüzde 5’e yakın küçüldüğü açıklandı. Ayrıca tarım da yine 2016’nın başından beri yüzde 1 dolayında küçülme halinde ve hizmetler sektöründe de yüzde 2’yi bulan ve 2016 başından beri süren bir küçülme var. Öte yandan, 2016 yılında turizm gelirlerinde ciddi bir düşüş yaşandı. Sene itibariyle ülkeye giriş yapan turist sayısı % 30 azalırken, turizm gelirlerinde de 40 ‘lık bir erime yaşandı.

TÜİK, ayrıca fiyatlar genel seviyesinde sürekli artış anlamına gelen enflasyonun bu yıl için ilk değerini de açıkladı. Açıklanan TÜFE (Tüketici Fiyatları Endeksi) Ocak ayında yüzde 2,46 ile beklentilerin üzerinde artış kaydetti. Enflasyon aylık bazda Ekim 2011’den beri en yüksek artışını göstermiş oldu. Yıllık TÜFE ise yüzde 9,22’ye yükselerek son bir yılın zirvesine çıktı. Ekonomide daralmanın yaşandığı bu dönemde yaşanan enflasyon ise ekonominin stagflasyon durumunda olduğunu göstermektedir. Bu durumda ekonomide enflasyon artarken işsizlik de artmaktadır.

Ayrıca geçtiğimiz günlerde Ziraat Bankası, PTT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklıkları ve Türk Hava Yolları gibi önemli kazançlar elde eden kuruluşların Varlık Fonu’na devredilmesi daralmanın yaşandığı bir ekonomide önemli bir noktaya işaret eder. Geleneksel olarak, devletlerin gelir fazlalarını bir havuzda toplayarak kazanç sağlama amacıyla kurdukları varlık fonları TC’de büyük altyapı projelerine finansman sağlanmak için kurulmuştur. Devlet ekonomik krizin büyüyeceğini beklemektedir ki, Kanal İstanbul, 3. Havalimanı gibi büyük projeleri bu devirlerle birlikte korumaya, garantiye almaya çalışmaktadır.

4- İşsizlik Artışı

TÜİK Ocak ayında, 2016 yılı ekim ayına ilişkin iş gücü istatistiklerini de açıkladı. Buna göre, 15 ve üzeri yaşlarda işsiz sayısı, Ekimde bir önceki yılın aynı dönemine göre 500 bin kişi arttı ve 3 milyon 647 bin kişiye ulaştı. İşsizlik oranı ise 1,3 puan artarak yüzde 11,8 seviyesinde gerçekleşti. Ayrıca genç işsizlerde bu oran %21,2 seviyesini göstermekte. Gerçek işsizlik rakamları, şüphesiz resmi rakamların çok üzerinde. DİSK’in açıkladığı verilere göre Ağustos 2016 döneminde geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 19,4 olarak gerçekleşti. Ağustos 2015’te 6 milyon 18 bin olan geniş tanımlı işsiz sayısı, Ağustos 2016’da 6 milyon 500 bine yükseldi.

5- TÜİK’in Hesaplamalarda Yaptığı Değişiklik

TÜİK ekonomik verilere ilişkin istatistiklerde hesaplama değişikliğine gitti. Bu değişikliğin, özellikle uluslar arası kredi ve derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu sürekli düşürdüğü bir dönemde olması, bu değişikliğe yönelik şüpheleri de beraberinde getirdi.

Yeni hesaplama yöntemine geçilmesinin ardından TÜİK tarafından yapılan ilk açıklamada, milli gelirin şimdiye kadar yaklaşık %20 eksik hesaplandığı iddia edildi. 2015’te 718 milyar dolar olarak ifade edilen Türkiye ekonomisi bir gecede 857 milyar dolar olarak güncellendi. 2015’te 9 bin 257 dolar olan kişi başı gelir, 12 Aralık günü açıklanan bu rakamlara göre 11 bin 82 dolar oldu. Açıklanan rakamlar sonucunda, cari açıktan dış borcun milli gelire oranı kadar birçok veride sanal bir iyileştirme sağlanmış oldu.

6- Ekonomik Teşvikler, Vergi İndirimleri

Devlet ekonominin bozulan yapısına yapılacak müdahalelerle ekonominin yenilen düzenlenmesini planlar. Piyasa ve şirketleri rahatlatmaya çalışır; bu bağlamda vergi indirimleri yapar, şirketleri yatırımlara teşvik eder, şirketlerin kredi hacmi arttırır.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun haftalık bültenine göre, sektörün kredi hacmi 6 Ocak ile biten haftada yaklaşık 15 milyar lira arttı. Erdoğan, döviz kurları üzerinden oyunlar oynandığını düşünerek ekonomik seferberlik ilan etti. Geçtiğimiz günlerde Bakanlar Kurulu kararıyla 3 önemli sektörde vergi indiriminin yapılması ve mevcut indirimlerin uzatılması da ekonomik seferlik ve kredi hacminin arttırılması gibi devletin “ekonomiyi canlandırma” amacıyla uyguladığı hamleler arasındadır. Devlet, 3 Şubat’ta Resmi Gazete’de yayınlanan kararla bazı beyaz eşyalardan alınan ÖTV’yi 30 Nisan’a kadar sıfırlamış ve konut teslimlerinde aldığı KDV’yi yüzde 18’den yüzde 8’e düşürdüğü dönemi Mart sonundan Eylül sonuna uzatmıştır. Bu düzenlemelerle tüketimi arttırmayı, ekonomideki durgunluğu aşmayı ve ekonomiyi hareketlendirmeyi amaçlamaktadır.

7- Ekonomiye Canlılık Kampanyaları

Devletler kriz dönemlerinde faiz, para, vergi değer ve oranlarında düzenlemeler yapıp ekonomiye müdahale ederek ekonomideki hareketlenmeyi sağlamayı amaçladığı gibi tüketimin arttırılması için propaganda ve kampanyalar düzenler ya da bu kampanyaları destekler.

2009’daki krizde Türkiye Reklam Konseyi’nin yürüttüğü, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın hamisi olduğu “Alın Verin Ekonomiye Can Verin” kampanyası başlatılmıştı. Kampanya dahilinde ünlülerin oynadığı reklamlarda bir sakız veya çiçek almanın bile ekonominin çarklarını döndüreceği anlatılmış, tüketim teşvik edilmişti.

Bugünlerde ise ekonomik krizin etkilerinin artışıyla ilişkili olarak günümüz siyasileri benzer refleksi göstermektedir. Dolar’da yaşanan artışlardan sonra Erdoğan’ın elinde dövizi olanları vatan haini ilan edip herkesi dolarları bozdurmaya çağırması ekonominin canlanması için halka doğrudan yapılan bir yönlendirmedir. Son aylarda patlayan bombalardan sonra dillendirilen “terörizme karşı” düzenlenen “sokağa çıkın” kampanyasının da aslında “sokağa çıkın, alışveriş yapın kampanyası” olduğu ortadadır.

8- Dış ilişkilerde Yeni Dönem

TC, Rus uçağının düşürülmesinin ardından Rusya’yla, Başika kampı nedeniyle Irak’la, idam ve vize serbestisi meseleleri nedenleriyle AB ile gergin ilişkilere girmişti. TC, öncelikle, turizmde yaşanan büyük düşüşün ardından uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak özrünü dilemiş ve Rusya’yla ilişkilerini düzeltmişti. Ardından Binali Yıldırım, ekonomi, gümrük ve ticaret, enerji ve tabi kaynaklar bakanlarıyla birlikte Irak’ı ziyaret etti. Son olarak da Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek Davos’ta AB’nin TC ekonomisi için öneminden bahsetti ve AB’nin TC için vazgeçilmez olduğunu göstermiş oldu.

İç politikalarında oya tahvil ettiği ve bu sayede giderek arttırdığı popülist söylemlerinin ve savaş siyasetinin dış politikalara yansımalarını ekonomide yaşanan durgunluklara çare olmak için terk etmek durumunda kalmıştır.

9- Merkez Bankası’nın Faize ve Dolara Müdahaleleri

Piyasa’daki durgunluk ve döviz kurlarındaki hareketlilik Merkez Bankası’nın ekonomiye sık sık müdahalesine neden oldu. 2015 yılında faiz indirimi yapmadıkları için Erdoğan tarafından sık sık eleştirilen Merkez Bankası, 2016 yılında 7 kez faiz indirimi yapmıştı. Fakat Merkez Bankası, Kasım ayında döviz kurlarındaki yükselişin enflasyon üzerindeki etkilerini sınırlamak için 3 yıl aradan sonra ilk kez faiz arttırdı.

Merkez Bankası 2017’nin ilk ayında da yükselişine devam eden dolara karşı bankaların borç alabilme limitlerini (22 milyar TL’ye) düşürdü. Böylece finansal sisteme yaklaşık 1,5 milyar ABD doları ilave likidite sağlanmış oldu. Bu müdahaleden sonra dolar 3.69’a kadar düştü.

10- Borçlanma Artıyor

2001’den sonra ortaya çıkan küresel likidite bolluğunda borçlanma oldukça arttı. 2002’de 123 milyar dolar brüt dış borç stoku, bugün 416 milyar dolar seviyesinde. Bu borcun da dörtte üçü özel kesimin. Yeni milli gelir serileriyle açıklanırsa: Brüt dış borçlar özellikle 2011’den sonra hızla artarak yüzde 34 düzeyinden, bugün yüzde 50’nin üzerine çıktı.

Bugün özel kesimin 300 milyar dolarlık dış borcunun yanı sıra 400 milyar dolarlık da iç borcu bulunmakta. 2002’de kişi başına dış borç 1900 doların altındayken, bugün 5300 doların üstünde. Tüketici borçları da aynı dönemde dolar bazında tam 40 kat artmış durumda.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post “KRİZE 10 KALA” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/24/krize-10-kala/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (24): “Sivil Toplum Vebası: Orta Sınıf Ve Orta Sınıf Memnuniyetsizleri” https://meydan1.org/2017/02/24/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-24-sivil-toplum-vebasi-orta-sinif-ve-orta-sinif-memnuniyetsizleri/ https://meydan1.org/2017/02/24/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-24-sivil-toplum-vebasi-orta-sinif-ve-orta-sinif-memnuniyetsizleri/#respond Fri, 24 Feb 2017 10:34:12 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/24/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-24-sivil-toplum-vebasi-orta-sinif-ve-orta-sinif-memnuniyetsizleri/  İspanya’da 2008 küresel finansal kriziyle birlikte başlayan ekonomik kriz halen sürmektedir. Anarşist Ekonomi Tartışmaları başlıklı yazı dizimizin bu bölümünde, Miguel Amorós’un, ekonomik krizi ve kemer sıkma politikalarına karşı gelişen toplumsal hareketleri analiz ettiği, 30 Nisan 2015’te Murcia şehrindeki Cafetería Ítaca’daki konuşmasını aktarıyoruz. Bu metnin özellikle ekonomik krizi, krizin etkilediği sınıfları, sınıfların (özellikle orta sınıfların) ortaya […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (24): “Sivil Toplum Vebası: Orta Sınıf Ve Orta Sınıf Memnuniyetsizleri” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 İspanya’da 2008 küresel finansal kriziyle birlikte başlayan ekonomik kriz halen sürmektedir. Anarşist Ekonomi Tartışmaları başlıklı yazı dizimizin bu bölümünde, Miguel Amorós’un, ekonomik krizi ve kemer sıkma politikalarına karşı gelişen toplumsal hareketleri analiz ettiği, 30 Nisan 2015’te Murcia şehrindeki Cafetería Ítaca’daki konuşmasını aktarıyoruz. Bu metnin özellikle ekonomik krizi, krizin etkilediği sınıfları, sınıfların (özellikle orta sınıfların) ortaya koydukları siyasi yapıları ve ezilenlerin mücadelesinin tüm bunlarla ilişkilerini anlamak açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. Miguel Amorós, kriz sonrasında ortaya çıkan, Syriza ve Podemos tarzı partilerin ekonomik alt yapısını ortaya koyuyor ve toplumsal mücadelenin nasıl manipüle edildiğini deneyimlerden yola çıkarak oldukça iyi yansıtıyor.


Miguel Amorós: Valencia’lı anarşist militan, tarihçi ve teorisyen, 1968’den itibaren Kara Bayrak, Özgür Dünya, Barikat, Kontrol Edilemeyenler, Özyönetimi ve Toplumsal Devrimi Savunan İşçiler gibi birçok anarşist grubun kuruluşunda yer aldı. Bir süre tutsaklıktan sonra sürgün gittiği Fransa’da işçi mücadelesinin ve endüstri karşıtı hareketlerin içinde yer aldı. Franco sonrası geçiş döneminde işçilerin öz örgütlülüğünü savundu. Özellikle 1936 İspanya Devrimi ile ilgili biyografi kitapları ile bilinen Miguel Amorós, aynı zamanda kalkınma karşıtı ve özgürlükçü dergi Argelaga’nın editörlüğünü yapmaktadır.   

Ekonomi ve politikanın yakından ilişkili olduğu temel bir gerçektir. Bu ilişkinin mantıksal sonucu olarak, fiili politikaların temelde ekonomik olması gerekir: pazar ekonomisinin de bir pazar politikası vardır. Dünya pazarlarını yöneten güçler, hem iç hem dış politikalara ilişkin devlet üzerinde fiili baskı uygular. Bu baskı, ülke düzeyinde olduğu gibi yerel düzeyde de aynı şekilde uygulanır. Bu baskıyı uygulayabilmelerini sağlayan şey şudur: ekonomik büyüme, kapitalizmin politik istikrarı için gerek ve yeter şarttır. Kapitalizmdeki parti sistemi, ekonomik gelişme hızıyla uyumlu olarak serpilir. Gelişme vites artırdığında politika genelde iki-partili sistem biçimini alır. Gelişme durakladığında politik panorama, sanki bir homeostatik mekanizmaya bağlanmışçasına çeşitlenir.

Kökeni emeğin sömürülmesine dayanan, toplumsal bir ilişki olan kapital, insanın tüm eylemlerini ve her alanını gasp etti: kültür, bilim, sanat, günlük hayat, dinlence, politika… Toplumun köşe bucak nesi varsa metalaştırılmış olması, hayatın kendisinin, her yönüyle ticari standartlara göre işlemesi demektir, başka bir deyişle, hayatın her yönü kapitalizmin mantığıyla yönetiliyor demektir. Bu özelliklere sahip bir pazar toplumunda, kelimenin klasik anlamıyla sınıf (çatışma halindeki ayrı dünyalar) yoktur. Birbirinden farksız ve uysal bir kitlenin içinde, sermaye sınıfının -burjuvazinin- sınırının nerede başladığı belirsizdir. İdeolojisi ise genele yayılmıştır ve sınıf farklarına rağmen bütün davranışlar buna göre düzenlenir. Sınıflar arasındaki sınırların bulanık olması, bu özel durumda, toplumsal eşitsizliğin azalması nedeniyle değildir; Tam tersine, toplumsal eşitsizlik daha da artmasına karşın paradoksal bir şekilde algılardaki netliği azalır ve bunun sonucunda gerçek mücadelecilik seyrekleşir. Burjuva yaşam tarzı, burjuva olmayan sınıflara sızdı ve radikal değişim arzusunu sulandırıyor. Ücretli çalışanlar başka bir yaşam şekli ya da başka tür bir toplum istemiyorlar, ya da istedikleri en fazla, var olan toplumun içinde daha iyi bir pozisyon yani daha fazla alım gücü. Şiddetli çatışma hali, uç bölgelere taşındı: artık en büyük çelişkilerin temelinde sömürü değil, dışlama var. Tarihsel ve toplumsal dramın oyuncuları artık pazarda sömürülenler değil, kovulanlar ya da pazardan ayrılmayı seçenler: “sistemin” dışında konumlanan ve genelde ona zarar verecek şekilde hareket edenler.

Kitle toplumu standart ama son derece hiyerarşik bir toplumdur. Onun hakim tepelerindeki kadrolar, bir mülk ve rant sahipleri sınıfı değil, tam bir idareciler sınıfı oluşturan üst düzey yöneticilerdir. Yani güç, kişinin sahip olduklarından değil kişinin görevinden gelir. Karar süreci, toplumsal hiyerarşinin en yüksek kademelerinde yoğunlaşırken; baskılar, genelde güvencesiz iş ve dışlanma yoluyla, toplumsal hiyerarşinin en alt kısmını ezer. Ara kademeler ne ezilmenin acısını hissederler, ne de bununla ilgilenirler, sadece kabullenirler. Fakat ekonomik kriz dönemlerinde ezici güçler toplumsal terazide yükselirken onları aşağı çeker. Daha sonra, orta sınıflar denilen bu tabakalar, parti sisteminin temelini oluşturan duyarsızlıklarından uyanırlar, toplumsal hareketleri kirletirler ve yeni ittifaklar ve partiler biçiminde politik girişimlerde bulunurlar. Amaçları hiç kuşkusuz, proletaryanın kurtuluşu, ya da özgür üreticilerden oluşan özgür bir toplum değildir. Çok daha yavan hedefleri vardır, çünkü elde etmek istedikleri şey sadece orta sınıfı kurtarmaktır, yani onu proletaryalaşmaktan kurtarmak.

Kapitalizmin coğrafi ve toplumsal genişlemesi, üretim sürecinin örgütlenmesiyle ilişkili ücretli emek sektörlerinin genişlemesine, ekonomide üçüncü sektörün gelişmesine ve toplumsal yaşamın profesyonelleşmesine ve devletçi bürokratikleşmeye yol açar: memurlar, danışmanlar, uzmanlar, teknisyenler, beyaz yakalı idari kadrolar, gazeteciler, serbest meslek sahipleri, vb. Statüleri, üretim araçlarının sahipliğinden değil, akademik eğitimlerinden gelir. Klasik sosyal demokrasi, bu yeni “orta sınıfları”, ılımlı reformcu politikaları mümkün kılan bir denge unsuru olarak algıladı ve tabii ki bu sınıfların daha da gelişmesi, küreselleşme sürecinin çok zorlukla karşılaşmadan en yüksek düzeyine erişmesine izin verdi. öğrenci sayısının katlanarak artması bu sınıfların gelişiminin anlamlı bir göstergesiyken; üniversite mezunları arasındaki işsizlik eğitimlerinin değer kaybettiğini ortaya koydu ve birdenbire proletaryalaştıklarını gösterdi. Buna verdikleri cevap, tabii ki, doğalarına tamamen yabancı olan, anti-kapitalist bir karakter değil, geçmişteki sosyal demokrat reformculuğa ateşli bir bağlılıkla birlikte politik sahnenin ılımlı bir revizyonu oldu.

Orta sınıf, modern bilinçsizliğin tam ortasında dururken, bu haliyle, kendi özel durumuna kafa yormuyor; kendi gözünde, durumu evrensel. Her şeyi, krizin etkisiyle numarası artan gözlüğünden görüyor. Onun anlayışında herkes orta sınıf ve herkes kendini ifade etmek için düşünürlerinin (Negri, Gramsci, Foucault, Deleuze, Derrida, Baudrillard, Mouffe, vb.) onlara sağladığı prefabrik dili kullanmak zorunda. Politikası ise, herkes vatandaştır, yani bir seçmen toplumunun üyesidir ve herkes coşkuyla, seçimlere ve seçmen katılımını mobilize eden teknik mekanizmaya katılmalıdır: bir yanda post-modern ideolojik az gelişmişlik, diğer yanda teknolojik-donanımlı parlamenter az gelişmişlik. Dünya görüşü, taraftarlarının toplumsal çelişkileri sınıf mücadelesi olarak görmesini engeller; onlara göre, böylesi çelişkiler varlıkların hatalı dağıtılmasından kaynaklanır; bu sorunun çözümü devletin elindedir ve bu yüzden orta sınıfı en iyi temsil eden siyasi oluşumların politik hegemonyasına bağlıdır. Orta sınıf politik kimliğini kapitalizme karşı değil, “kast”a, yani devleti babasının çiftliği yapan siyasi oligarşiye karşı yeniden oluşturur. Diğer çürümüş kesimler, bankerler, emlak müteahhitleri ve sendika liderleri ikinci seviyeye düşer. Orta sınıfın özelliği korkak olmasıdır; onu hareket ettiren korkudur; kendinden emin ve sakin olmasının yanı sıra, hırs ve gösteriş özellikleri de bulunur. Sınıf coşkusu parlamentarizm içinde tamamen tükenir; vermeyi düşündüğü tek kavga seçim kavgasıdır çünkü planlarında, korkularının kaynağı olan iktidarla karşılıklı cepheleşmeye yer yoktur ve ilk önceliği 2008 öncesi statüsünü geri kazanmaktır.


İşçi sınıfı toplumları sermaye tarafından yok edildiğinde, “vatandaşlık” kavramı yedek bir kimlik sunar. Vatandaş, oy hakkına sahip bir varlıktır ve görünüşte düşmanları ne sermaye ne de devlettir. Onun düşmanları, çaresizlikle kuşatılmış orta sınıfın devlet kurumlarına doğru yürüyüşünün önünde duran en büyük engel olan eski çoğunluk partileridir. Fakat küresel pazarın kötü davrandığı orta sınıfın ideolojisi olan sivil toplum ideolojisi, sadece Stalinist işçiciliğin bir çeşidi olmanın ötesinde; burjuva radikalizminin post-modern çeşididir ve bu yüzden toplumsal gerilemenin öncü koludur. Toplumsal imajı yararına bile olsa, modası geçmiş kabul ettiği anti-kapitalizm içinde yer almaz, onun yerine az çok popülist türde bir sosyal liberalizmi benimser. Çünkü her ne kadar, dışlanma riski olan ama otonom hareket edemeyecek kadar yönlerini şaşırmış kitleleri ve sivil toplumun ekonomi ve devletin dışında yeniden örgütlenmesini dayatamayacak kadar zayıf toplumsal hareketleri desteklemek onların yararına olsa da, sivil toplum ideolojisinin özü, orta sınıfların düşüşü ve orta sınıfın gerçek arzularıdır. Bu anlamda, IU, MC ve IC1 ile başarısızlığa uğrayan neo-Stalinizm’inin halefi ve mirasçısı olan sivil toplum ideolojisi; kendine özgü bazı otoriter antikalıkları koruyup kimlik oluşturmak için şu ya da bu sembolü kullanmasına karşın yok olmayan aşağılık komplekslerine ve liderlik arzularının hüsrana uğramasına rağmen devam etmekte. Sivil toplum programı, bir sonradan görme programıdır: son derece esnektir, ilkelerin önemi yoktur; stratejisi bilinçli bir şekilde çıkarcıdır, çünkü neredeyse bütün işsiz siyasi maceracıları kullansa da, saflarını dolduranlar genelde siyaset sahnesinde yeni, sadece kısa vadeli hedefleri olan kariyer sahipleridir.

Sivil toplum programlarının hiçbirinde, yaşamın araçlarının toplumsallaşması, öz-yönetimin genelleşmesi, siyasi uzmanlaşmanın engellenmesi, mahalle meclisleri, komünal sahiplik ya da bölge nüfusunun dengeli dağılımı çağrıları yok. Sivil toplum partileri ve ittifakları basitçe, kemikleşmiş tabanını genişletecek şekilde, “zenginliğin” yeniden dağıtılması çağrısı yapıyor, yani güvencesiz işçiliğin önüne geçmek ve işsiz üniversite mezunlarının büyük kısmının iş gücüne katmak için belli kurumlara bütçeden pay ayrılması konusunda ajitasyon yapıyor; bu niyetler hiçbir şekilde geçmişle bağını koparma tehdidi içermiyor. Siyaset arenasına düşman olarak bile girmiyorlar; [Ç.N. faşist diktatör Franco’nun ölümünden 3 yıl sonra yapılan referandumla kabul edilen] 1978 anayasasını değiştirmek konusundaki söylemleri samimi değil. Daha ringe ayak basmadılar ama bolca gerçekçilik ve ılımlılık gösteriyorlar, küfür ettikleri “kast”a köprüler kuruyor, partilerinin bazılarıyla anlaşma bile yapıyorlar. Örgütler olarak birleşip medyada yeterince etki sahibi oldukları zaman, bir sonraki adımda, var olan sistemi eskisinden daha net ve etkili şekilde yönetecekleri gerçeğinin farkındalar. İstikrarı bozacak hiçbir önlemi onaylamıyorlar çünkü sivil toplum hareketinin liderleri, devlet gemisinde dümene geçtikleri zaman ekonominin daha düzgün gelişeceğini göstermek istiyorlar. Kendilerini ekonominin kurtuluşu için umut olarak sunmak zorundalar ve bu yüzden projeleri, ilerlemeyi üretkenlik olarak tanımlıyor, yani kalkınmacı. Bu yüzden, vergi sistemindeki reformlar ya da çevresel kaynakların yoğun sömürüsü yoluyla elde edilecek bile olsa, istihdam yaratacak, gelir dağılımını yeniden düzenleyecek, ihracatı artıracak olan endüstriyel ve teknolojik büyümeyi savunuyorlar. Bu öneriler söylenebilecek en hafif şey, yaratılacak olan işlerin toplumsal olarak faydasız olacağı ve gerçek ihtiyaçları karşılamayacağı. Politik gerçekçiliklerini tamamlayan ekonomik gerçekçiliğin buyruğu altındalar: politikanın dışında hiçbir şey ve pazar dışında hiçbir şey — her şey pazar için.

Ulusalcı türleri dâhil, sivil toplum hareketinin görece yükselmesi, ekonomik krizin şiddetlendiğini gösteriyor. Ancak bu yükseliş, toplumsal ayrışmayı derinleştirerek örgütlü protesto hareketine yol açmak şöyle dursun, ezenleri saklayıp örtbas ederek yalancı bir muhalefetin ortaya çıkıp gelişmesini sağladı. Bu muhalefet, tahakküm sistemini sorgulamak bir yana, onu destekleyip güçlendiriyor: yarı yolda durdurulan bir kriz. Yine de, toplumun ezilmesi ve yabancılaşmayı çok şiddetli ve uzun vadede politik meseleler olarak kamufle edemeyip toplumsal meseleler olarak ortaya çıkacaklar. Toplumsal meselelerin patlaması, gerçek toplumsal mücadelenin geri dönüşüne bağlıdır. Medyaya ve politikaya yabancı olan bu mücadele, yerinden yurdundan en çok koparılan kesimlerin içinden doğan inisiyatiflerle doludur. Bu kesimler, kendilerini orta sınıfın gemisine bağlayan ipleri kesmeye ve doğayla ilgili burjuva ön yargılarını bir kenara bırakmaya karar verdiklerinde kaybedecek pek bir şeyi olmayanlardır. Fakat bugün, potansiyel olarak sistem karşıtı kesimler tükenmiş ve otonom olarak örgütlenemiyor gibi görünüyor. Bu yüzden sivil toplum hareketi alt kademelerde at koşturuyor ve mevcut kurumların kapısını tıklatarak girmek için izin istiyor.

1) IU: Izquierda Unida—Birleşik Sol — kuruluşu 1986.
MC: Movimiento Comunista—Komünist Hareket—kuruluşu 1971.
IC: Iniciativa per Catalunya—Catalonia İçin İnisiyatif—kuruluşu 1987.

Yazar tarafından sağlanan ingilizce çeviri: https://libcom.org/library/civil-society-plague-middle-class-its-discontents-%E2%80%93-miguel-amor%C3%B3s

Miguel Amorós 

Çeviri: Özgür Oktay

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (24): “Sivil Toplum Vebası: Orta Sınıf Ve Orta Sınıf Memnuniyetsizleri” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/24/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-24-sivil-toplum-vebasi-orta-sinif-ve-orta-sinif-memnuniyetsizleri/feed/ 0
“Galaksiler Arasında Kaybolmuş Karıncalar” – Merve Arkun https://meydan1.org/2017/02/24/galaksiler-arasinda-kaybolmus-karincalar-merve-arkun/ https://meydan1.org/2017/02/24/galaksiler-arasinda-kaybolmus-karincalar-merve-arkun/#respond Fri, 24 Feb 2017 10:20:03 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/24/galaksiler-arasinda-kaybolmus-karincalar-merve-arkun/ Göçmenler ya da mülteciler… Onları sürekli bir grup olarak adlandırıyoruz. Sınırı geçenler, “yakalananlar”, geri gönderilenler ya da boğulanlar; kara kuru olanlar ve fakir coğrafyaların insanları… Onların kendi varlıklarını düşünmeden hepsini aynılaştırsak da yaşadıkları yeri, ailelerini, kültürlerini, geçmişlerini bırakıp daha iyi bir yaşam hayalinin peşinden yollara düşenler için yaşam çoğu zaman sözcüklerle ifade edebileceğimiz cinsten değil. […]

The post “Galaksiler Arasında Kaybolmuş Karıncalar” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Göçmenler ya da mülteciler… Onları sürekli bir grup olarak adlandırıyoruz. Sınırı geçenler, “yakalananlar”, geri gönderilenler ya da boğulanlar; kara kuru olanlar ve fakir coğrafyaların insanları…

Onların kendi varlıklarını düşünmeden hepsini aynılaştırsak da yaşadıkları yeri, ailelerini, kültürlerini, geçmişlerini bırakıp daha iyi bir yaşam hayalinin peşinden yollara düşenler için yaşam çoğu zaman sözcüklerle ifade edebileceğimiz cinsten değil. Bilmedikleri ve tanımadıkları insanlar arasında, kimi zaman hiç konuşamadıkları bir dilin konuşulduğu yerlere mecbur bırakılanlar için anlatılanlar nafile.

Peki onları “göçmen” ya da “mülteci” kitleselliğinden ya da bir “tanım”a sıkıştırılmaktan çıkaran ne diye düşündünüz mü hiç? Aşmaya çalıştıkları sınırların “güvenlikleri” tarafından alıkonulmaları ve sonrasında “geri gönderilmeleri”, bindikleri botun devrilmesi, kaçakçıların ağzına kadar doldurduğu teknelerinin denizin ortasında batması, trajik ölümleri ya da maruz kaldıkları toplu katliamlar mı?

Alan Kurdi’yi unuttunuz mu?

Pateh Sabally, son iki sene içerisinde Afrika’dan İtalya’ya göçen 200 binin üzerindeki göçmenden yalnızca biriydi. Sabally’nin ismini eğer böyle okuyorsak, onun ölümünün trajikliğinden duyduğumuz bir kaygımız elbette yok demektir.

Pateh Sabally, geçtiğimiz ay Venedik’te bulunan Büyük Kanal’a atladıktan sonra görüntülendi ve onun henüz canlıyken kaydedilen görüntüleri birçok yerde yayınlandı. Yani söz konusu görüntünün kaydedildiği süre içerisinde Pateh aslında hayattaydı. Peki sonra ne oldu?

Pateh nehre atladıktan sonra kaydedilen görüntülerde boğulmakta olan Gambiyalı bir gencin dışında dikkat çeken başka şeyler de vardı. O boğulurken çekilen görüntülerde Pateh’e seslenenlerin konuştukları da açıkça duyuluyordu; “aptal ölmek istiyor”, “devam et, ülkene geri dön”…

Kaydedilen bu görüntü, Pateh’in gözden kaybolmasıyla son buldu. Ama hemen ardından, onun ölümüyle ilgili tartışmalar başladı.

Pateh boğulurken yanından geçen bir turist vapurundan kendisine atılan can simitlerini yakalayamadığından, ölümünün pek tabii “intihar” olabileceği belirtildi. Yani o da bugüne değin yaşamını yitiren sayısız göçmen gibi, içinde bulunduğu “büyük trajedi”nin kurbanı oldu. O boğulurken, birçok kişinin gözleri önünde yaşamını yitirirken, ölümü elbette yine kendi suçu oldu; Pateh’in yaşadığı bu “mağduriyet”i izleyenler ise tabi ki masumdu.

Daha iyi yaşamın peşinde bilmedikleri bir yola çıkan ve bu yolda çoğu kez yaşamını yitiren sayısız göçmen için yaşananları anlatabilecek sözcükler ya da yazılacak yazılar yok. 1995 yılında çekilen La Haine filminin o meşhur sahnesinde, gettolarda yaşayan göçmenler Vinz ve Hubert arasında geçen bir diyalog dışında; “Kendimi galaksiler arasında kaybolmuş bir karınca gibi hissediyorum”…

Merve Arkun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Galaksiler Arasında Kaybolmuş Karıncalar” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/24/galaksiler-arasinda-kaybolmus-karincalar-merve-arkun/feed/ 0
Krizi Fırsata Dönüştürenlerin Hikayesi: “BİG SHORT” https://meydan1.org/2017/02/24/krizi-firsata-donusturenlerin-hikayesi-big-short/ https://meydan1.org/2017/02/24/krizi-firsata-donusturenlerin-hikayesi-big-short/#respond Fri, 24 Feb 2017 08:10:45 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/24/krizi-firsata-donusturenlerin-hikayesi-big-short/ Her şey şu tür reklamlarla başladı: “Size uygun bir konut kredisi mi arıyorsunuz? Mortgage uzmanı XYZ Bankası, ev sahibi olmak isteyen herkese uygun konut kredisi imkanı sağlıyor! “Bu fiyata kiraya çıkmak mı kendi evine taşınmak mı? XYZ Bankası’na gelin, ayda sadece %0,9’dan* başlayan faiz oranlarıyla kendi evinize geçin.” Ya da “Ev kredisi ile yüzbinlerce aile […]

The post Krizi Fırsata Dönüştürenlerin Hikayesi: “BİG SHORT” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

  Film burada bitiyor ama “kriz” burada bitmiyor. Yalanlarıyla halkı kandırıp ev sahibi yapma vaadinde bulunan tüm kurumlar, bankalar, finans çevreleri ve borsa, devlet eliyle kurtarılıyor. Üstelik, asıl mağdur olan ve ev sahibi olma hayaliyle varını yoğunu bankalara kaptıranlardan toplanan vergilerle. Bu size de tanıdık geldi, değil mi?  

Her şey şu tür reklamlarla başladı: “Size uygun bir konut kredisi mi arıyorsunuz? Mortgage uzmanı XYZ Bankası, ev sahibi olmak isteyen herkese uygun konut kredisi imkanı sağlıyor! “Bu fiyata kiraya çıkmak mı kendi evine taşınmak mı? XYZ Bankası’na gelin, ayda sadece %0,9’dan* başlayan faiz oranlarıyla kendi evinize geçin.” Ya da “Ev kredisi ile yüzbinlerce aile bugün kendi yuvasında! Siz de XYZ Bankası’nın kendinize uygun ev kredisi seçeneklerinden yararlanabilir, istediğiniz yuvaya esnek ödeme koşulları ile sahip olabilirsiniz.

“Özgürlükler Ülkesi” ABD’de yaşayan ama ev sahibi olamayan milyonlarca kişi, bu reklamları görür görmez ev sahibi olma hayalleriyle bankalara koştu. Bankalar ilk başka kredi faizlerinden dolayı bu işe heves ettilerse de, ev yapmak için bankaların cebinden para çıkmak zorunda olması ve bunun geri dönüşünün geç olması gibi nedenlerden dolayı, zamanla taşerona devretme yoluna gittiler. Böylece bankaların cebinden para çıkmıyordu, üstelik yaptıkları bu aracılıktan da para kazanıyorlardı, Ev sahibi olmak isteyenler de bu taşeronlara gidiyorlar, 30 yıla varan vadelerle borçlanıyorlardı.
Elbette her şey bu kadar “kusursuz” ilerlemedi.

Adam McKay’in Michael Lewis’in kitabından senaryolaştırarak filme aldığı Büyük Açık (Big Short) işte tam da bu noktadan anlatmaya başlıyor hikayesini. 2007-2010 yıllarında Mortgage Krizi diye adlandırılan olaylara dek ABD’deki finansal sistemin bir panoramasını sunuyor.

Kapitalizmin Merkezi

Kitabın yazarı Lewis’in finans piyasalarıyla ilgili daha önce yayınlanmış bir kitabı daha var. Bu kitabı için de “Yale gibi Harvard gibi parlak okullardan çıkan genç ve zeki gençlerin, bu kapitalizmin merkezi konumundaki kurumlarda nasıl da aptallaştırıldığını çözmeye çalıştım” diyor. “Sistemin ne kadar bozuk bir hale geldiğini gören ve bundan para kazanmaya çalışan insanlar. Big Short’un bir dergi makalesi değil de bir kitap olmasını sağlayan da bu.”

Kitabın ve filmin konusuna gelirsek; 2000’li yıllarda, ev almak için başvuranlardan oluşan ipotekli tahvillerde toplanmış binlerce bireysel kredi -ki bunlar bankalar tarafından yüksek dereceyle derelendirilmiş, yani güvenilir olarak tanımlanmıştı- aslında ödeme güçlüğü içindeydi. Ancak bu durum, dışarıya aksettirilmiyor, bu durumdan hiç haberi olamayan evsizler ev umuduyla gene bankalara yöneliyor, sistem kredi dağıtmaya öncekinden de fazla olarak devam ediyordu.

Gerçekten de bu tarihler, geçtiğimiz yüzyılın en karanlık dönemlerinden biri. Bu filmde anlatılmaya çalışılan batış aslında hiç de küçük bir batış değil, zincirleme etkileri nedeniyle bütün bir Wall Street piyasasını ve aslında bütünüyle Amerikanın ekonomisini, kapitalist ekonomiyi çökertecek bir saatli bombaydı. Film, bu bombanın fitilini görerek, yine sistem içinde değişik yatırımlar yaparak para kazanma yollarını deneyen bir kaç kişinin hikayesi üzerinden, bu devasa sistemin nasıl işlediğini, ya da aslında işlemediğini gösteriyor.

Ekonomi Tıkırında!

Konu ekonomi olunca bir sürü terim de işin içine giriyor. Christian Bale, Ryan Gosling, Steve Carell, Melissa Leo ve Brad Pitt’in rol aldığı filmde, herkes tarafından bilinmeyen bu finansal terimleri açıklamak için yan hikâyelere de başvurulmuş.

Örneğin Selena Gomez, bir kumarhanede 21 oynarken görüntüleniyor. Ekonomist Richard Thaler ile birlikte “Dış Değer Biçim Eğilimi” yani şu anda olan bir şeyin olmaya devam edeceğini varsayma eğilimini açıklıyor.

Şu anda olan bir şeyin olmaya devam edeceği! Yani Mortgage Sistemi iyi işlemektedir ve bu hep böyle devam edecektir! Ancak, dıştan görünmese de, kendisi de bir para uzmanı olan Michael Burry (Christian Bale), kredilerdeki bu açığı ta 2005’te görür ve “kredi temerrüt takası” adında finansal bir araç icat ederek bu durumdan gelir elde etmeyi planlar. Bu durum başka kurnaz bankacılarca fark edilir ve bir ekip oluşturarak (Ryan Gosling, Steve Carell) Wall Street’e karşı bir bahis oynamak üzere hazırlıklarına başlarlar, yani bütün bir finans sistemine karşı.

Bu tarz bir bahis oynayabilmek için belirli koşulları yerine getirmeleri gerekmektedir. Bu konuda da eski bir bankacı olan Ben Rickett (Bradd Pitt) devreye girer. Film bu çabaları ve borsanın verdiği yanıtları, yarı belgesel tarzda anlatımını sürdürerek, o dönemdeki olayların arka planını anlatmayı sürdürüyor.

Borsa, sistemin batmazlığına güvendiğinden, bu bahsi çok da ciddiye almaz, bundan ötürü bu bahis işlemi için her yıl ödenmesi gereken prim miktarlarını düşük bile tutar. Ama birkaç sene sonra, 2008 yılında borsa tamamen çöker. Mortgage’a karşı oynayan yatırımcılar tam da düşündükleri gibi “kazanırlar”. Elbette kazandıkları parayı kendilerine ödeyebilecek bir borsa kaldıysa!

Film Biter, Kriz Bitmez

Film burada bitiyor ama “kriz” burada bitmiyor. Yalanlarıyla halkı kandırıp ev sahibi olma vaadinde bulunan tüm kurumlar, bankalar, finans çevreleri ve borsa, devlet eliyle kurtarılıyor. Üstelik asıl mağdur olan ve ev hayaliyle elindeki varını yoğunu bankalara kaptıranlardan toplanan vergilerle. Bu size de tanıdık geldi, değil mi?

Yönetmen McKay de filmle ilgili “aslında benim hayalim, insanların bu filmi izledikten sonra gidip kongre üyelerinin yakasına yapışıp, bu bankacılık reformuna nasıl oy verdiklerini sormaları” derken, bankalardan ve şirketlerden bıkmış izleyiciyi doğrudan bir eyleme çağırıyor.

Finans şirketleri günümüzde de benzer biçimde kredi vermeyi, insanların gereksinimleri üzerinden avlanmayı sürdürüyor. Üstelik artık yalnızca ABD’de de değil, dünyanın pek çok ülkesinde Mortgage tarzı oluşumlar yaygınlaşmış durumda. Zaten yazının ilk başında yer verdiğim reklamlar da günümüzden ve sırasıyla Garanti, Akbank ve İş Bankası’na ait.

Ne dersiniz, “Big Short” teğet mi geçiyor?

Gürşat Özdamar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Krizi Fırsata Dönüştürenlerin Hikayesi: “BİG SHORT” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/24/krizi-firsata-donusturenlerin-hikayesi-big-short/feed/ 0