sayı 47 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Tue, 31 Dec 2019 15:34:04 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Sosyalist Küba’da Anarşist Kolektif ABRA https://meydan1.org/2018/11/19/sosyalist-kubada-anarsist-kolektif-abra-2/ https://meydan1.org/2018/11/19/sosyalist-kubada-anarsist-kolektif-abra-2/#respond Mon, 19 Nov 2018 07:29:02 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/19/sosyalist-kubada-anarsist-kolektif-abra-2/   Uzun yıllardır Fidel Castro ve sosyalist devletin sansür, baskı politikaları altında yaşatılmaya çalışılan anarşizm mücadelesi, 59 yılın ardından Küba’da tekrar örgütlenmesine kavuştu. Geçtiğimiz Mayıs ayında faaliyete geçen “ABRA Kolektifi ve Özgürlükçü Kütüphane”, aradan geçen onca yılın, kapatılan onlarca sendikanın, işçi örgütlenmesinin ardından anarşist ismiyle açılan ilk mekan olma özelliği taşıyor… Sömürgecilik karşıtı hareketlerin ardından […]

The post Sosyalist Küba’da Anarşist Kolektif ABRA appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 

Uzun yıllardır Fidel Castro ve sosyalist devletin sansür, baskı politikaları altında yaşatılmaya çalışılan anarşizm mücadelesi, 59 yılın ardından Küba’da tekrar örgütlenmesine kavuştu. Geçtiğimiz Mayıs ayında faaliyete geçen “ABRA Kolektifi ve Özgürlükçü Kütüphane”, aradan geçen onca yılın, kapatılan onlarca sendikanın, işçi örgütlenmesinin ardından anarşist ismiyle açılan ilk mekan olma özelliği taşıyor…

Sömürgecilik karşıtı hareketlerin ardından özellikle tütün işçileri ve hizmet sektörü işçileri arasında köklü bir geleneğe sahip olan anarşizm düşüncesi, Castro öncesi Küba’da özgürlük ve adalet mücadelesinin en örgütlü hareketiydi. Bu mücadeleyi miras alan ve 5 Mayıs 2018 tarihinde çalışmalarına başlayan ABRA, Küba’nın başkenti Havana’da kuruldu. Kurulur kurulmaz dünyanın farklı yerlerindeki anarşist örgütlenmelerden dayanışma mesajları gönderildi. Black Rose Anarşist Federasyonu (ABD) ve Anarşist Federasyon (Britanya) tarafından başlatılan bir dayanışma kampanyasıyla ABRA’nın çalışmalarının hızlanması için büyük bir destek örgütlendi. Yayınlanan bildirilerde mücadeleleri selamlandı, onları tanıtan çeşitli yazılar yayınlandı.

ABRA Kolektifi’nin kuruluşu yaklaşık altı yıl öncesine dayanıyor. 2012’de yaratılan Taller Libertario Alfredo López İnisiyatifi’nin gönüllüleri tarafından hayata geçirilen kolektif, kurulmasıyla beraber Karayipler ve Orta Amerika Anarşist Federasyonu’nun da bir üyesi olduğunu ilan etti. Observatorio Crítico Cubano, Guardabosques ve Küba’daki çeşitli anarşist örgütlenmelerin de birlikteliğiyle gerçekleştirilen inşaatın ardından kapılarını açtı. ABRA gönüllüleri, mekanın işleyişini düzenli olarak aldıkları karar alma toplantılarıyla belirliyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kapitalizm ve devlet sömürüsüne karşı alternatif bir ekonomiyi hayata geçirmeye çalışan, bizim de sayfalarımızda yer verdiğimiz çeşitli kolektiflerden ayrılan bir özelliğe sahip ABRA. Patronsuz, sömürüsüz, kolektif bir ilişki biçimiyle sadece kapitalizme ve devlete değil, sosyalist iktidarların yarattığı baskı ve sömürüye yönelik karşı koyuşun da bir ifadesi olmasıyla diğerlerinden biraz daha farklı bir yerde duruyor.

“Avrupa’nın ve Amerika’nın çeşitli yerlerindeki kolektifleri gittik gezdik. Kendi mekanlarını örgütleyen sendikacı, anarşist, sosyalist, küreselleşme karşıtı vb. pek çok düşünceden kolektifi gözlemledik.” diye konuşan gönüllüler, Küba’nın ihtiyaçlarına uygun farklı bir örgütlenme deneyimi oluşturma gerekliliği gördüklerinden bahsediyor.

ABRA gönüllüleri, yayınladıkları açıklamada kapitalizme ve hükümetin politikalarının dışında ırk, etnik köken, cinsel yönelim, cinsiyet kimliğine dayalı ve kişinin onurunu tehdit eden diğer her türlü ayrımcılığa karşı anarşist bir mücadele yürütmek için yola çıktıklarını söylüyor. Herhangi bir yerel ya da yabancı devletin desteğini almadan, bağımsız, gönüllülükle işleyen, herkesin ihtiyacına göre bir ekonomik işleyişin olduğu ancak ekolojik dengenin de korunduğu bir deneyim yaratmayı amaçlıyorlar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ABRA gönüllülerinin amaçlarından biri de birbirinden bağımsız hareket eden anarşistler için bir buluşma merkezi olmak. ABRA, ticarileştirilmiş ve devletin silahlı kuvvetleri tarafından “ahlaki, ekonomik ve kültürel” açıdan tutsaklaştırılmış ilişki biçimlerine karşı özgürlüğü deneyimlemek için politik bir örgütlenme yapma amacını da içinde taşıyor. ABRA sadece anarşistler için de değil, Küba devletinin baskısı altında mücadele etmeye çalışan ve tüm yatay örgütlenen, anti-otoriter gruplara ve örgütlenmelere mücadele etmeleri için bir alan açmayı amaçlıyor.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır

 

The post Sosyalist Küba’da Anarşist Kolektif ABRA appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/19/sosyalist-kubada-anarsist-kolektif-abra-2/feed/ 0
Çukurlara Gömülmek – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2018/11/19/cukurlara-gomulmek-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2018/11/19/cukurlara-gomulmek-gursat-ozdamar/#respond Mon, 19 Nov 2018 07:21:19 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/19/cukurlara-gomulmek-gursat-ozdamar/ Adalet, ellerini kollarını sallayarak, üstelik güpegündüz silahlarla mekan basan Yamaç ya da Cio’lar tarafından sağlanır olmuş. Devrimci şarkılar Netflix dizilerinde ya da popçu şarkıcıların kliplerinde söylenir olmuş. Metin Oktay’ın Deniz Gezmiş’in idamını engellemek için imza topladığı günlerden Arda Turan’ın popçu Berkay ile yumruklaşmasıyla gündeme geldiği bu günlere arada uzun bir dönem var. Vakti zamanında “kula […]

The post Çukurlara Gömülmek – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Adalet, ellerini kollarını sallayarak, üstelik güpegündüz silahlarla mekan basan Yamaç ya da Cio’lar tarafından sağlanır olmuş. Devrimci şarkılar Netflix dizilerinde ya da popçu şarkıcıların kliplerinde söylenir olmuş.

Metin Oktay’ın Deniz Gezmiş’in idamını engellemek için imza topladığı günlerden Arda Turan’ın popçu Berkay ile yumruklaşmasıyla gündeme geldiği bu günlere arada uzun bir dönem var. Vakti zamanında “kula kul edene yazıklar olsun” diyen Orhan Gencebay, kula kulluk etmeye başladı. Toplumsal gerçekçi sinemanın başyapıtlarından olan Düğün, Gelin, Diyet üçlemesinin oyuncusu Hülya Koçyiğit, şimdilerde gözleri kör olmuşcasına bu topraklarda herhangi bir baskı olmadığını söyler hale geldi.

Toplumsal muhalefetin canlı olduğu, işçilerin İzmit’ten Tekirdağ’a fabrikaları kapatıp sokağa çıktığı, öğrencilerin üniversiteleri boykot ve sonradan da işgal ettiği, 1 Mayıs’larda 500 bin kişiyle buluşulduğu günler geride kaldı. Sıkıyönetimler, darbeler, OHAL’ler, 24 Ocak’lar, 12 Eylül’ler, 15 Temmuz’lar derken sokak suskun kaldı. Sokakla birlikte bütün bir sosyal yaşam da, kültür ve sanat da köşeyi dönmek isteyenlerin eline kaldı.

Suskunluğun Yerini Popüler Kültür Aldı Ya Da “Herkes Kanguru Sanki”

Bir nevi Godfather uyarlaması sayılabilecek Çukur, iddialı kadrosuyla başladığı birinci sezonun ardından yeni sezonda da çok izlenen dizilerin başında. Bir mahalledeki güç ve iktidar savaşları ekseninde süren öyküsü ve karakterlerin diyalogları zaman zaman izleyenlerin yüreğine su serpiyor. Polisin giremediği ve adaletin kendi usulünce sağlandığı bir kurtarılmış mahalle görüntüsü çizen Çukur, tüm değindiği kavramların, -adının anlamında olduğu gibi- içini boşalttıkça büyüyor.

Çukur’un daha illegal ve taşra hali olarak adlandırabileceğimiz 01 dizisi de ellerinde otomatik silahlarla mahalle aralarında gezinen kabadayıların boy gösterdiği bir arka sokak hikayesi.

Okunan kitap veya gazetelerin bile delil sayılarak suçlama konusu yapıldığı; uzun yıllar iddianame bile olmadan hapisanede yatırılan gençlerin olduğu bir coğrafyadayız. Ama aynı coğrafyada ellerini kollarını sallayarak, üstelik güpegündüz silahlarla mekan basıp insan cezalandıran, kendilerince adaleti sağlayan ve mahallelerini (ve mahallenin namusunu) koruyan Yamaç ya da Cio olmaya özendiriliyoruz.

“Bireysel Herkes, Değil Organize”

Yine Çukur’da da şarkılarını duyduğumuz Gazapizm’in yayınlanan son klibi ise hep Miami’de, Alpler’de olanlara, jet ve helikopterlere binenlere “öfke”sini doğrudan silah doğrultarak çıkarıyor ve soruyor: “kafanıza silah dayalı, bakalım ne yapabileceksiniz!”. Bu sözler elbette evine bir lokma ekmek götürme derdi yüzünden patronların ağız kokularını çekmek zorunda kalan ezilenlerin hoşuna gidiyor. Kim düşünmemiştir ki bu zengin züppelerine hadlerini bildirmeyi? Ama sesini çıkaramazsın, şikayetçi olamazsın. Hele sendikalı, örgütlü hiç olamazsın. Çünkü işinden de olursun, durduk yere!

Ama şimdi Gazapizm çıkmış içimizden geçenleri söylüyor. Ne iyi! Eşlik edersin ona, sıkarmış gibi yaparsın silahı klibi izlerken, hem de örgütlenmene gerek olmadan. Çünkü “bireysel herkes, değil organize!” Sonra… Sonra klip biter, işinin başına dönersin! Rahatlamış olarak!

Berlin, Tokyo, Helsinki ve Cebeci

İşte böylesi bir ortamda söylediği “Bella Ciao” şarkısına bir hafta arayla iki farklı klip hazırlayan Hilal Cebeci bile babasının devrimciliği üzerinden kendisini savunmaya çalışıyor. Yüzyıllar önce İtalya’nın kuzeyinde Po Ovası’ndaki tarlalarda zor koşullarda pirinç toplayanların çalışırken mırıldandıkları ve zamanla bir direniş ve isyan şarkısı haline gelen Bella Ciao’ın Cebeci tarafından söylenmesi tartışmalara yol açıyor.

Cebeci’nin bu şarkıyı La Casa De Papel isimli dizide işitip beğenmesi ve sonra kendisinin söylemeye ve klip yapmaya karar vermesi kuvvetle muhtemel. Öyle ya, yıllarca birçok eylemde, direnişte, grevde çalınan ve söylenen Bella Ciao da sokaktan koparıldı, dizilerin katkı malzemesi yapıldı! Gerçekten de, Bella Ciao şarkısı, bir darphane soygunu planlayan 8 kişi ve bir “profesör”ün öyküsünün anlatıldığı La Casa De Papel’de sıkça işitildi. Bu durum, dizinin izleyicilerinin de hoşuna gitmiş, hatta şarkı, dizinin muhalifler tarafından da beğenilerek izlenmesini sağlayan bir etki yaratmıştı. Öyle ki, dizide bu büyük soyguna girişenlerin devrimci oldukları düşünülür olmuştu.

Gününün 8-10 saatini hatta daha fazlasını kapitalist şirketlerde geçirmek zorunda kalan mavi yakalılar, beyaz yakalılar, bu dizi sayesinde sistemin en büyük para merkezini ele geçirdiklerini, sisteme büyük zarar verdiklerini düşüne dursun; dizinin haklarını satın alan ve dünya çapında dağıtımını yapan Netflix, diziler ne kadar çok izlenirse, ne kadar çok kişi Netflix bağımlısı olursa, o kadar daha kazancına kazanç ekliyordu. Asıl soygun buradaydı.

Kapat, Kapat!

Bu sayılan örnekler yalnızca birkaçı. Sokaklar boş, meydanlar sessiz kaldıkça; kültürel ve sanatsal anlamda sistemden bağımsız alternatifler yeterince üretilmedikçe, yaygınlaştırılmadıkça; var olan isyanımızı, öfkemizi katarak mırıldandığımız ezgilerimizin de elimizden alınma tehlikesi var. Farkındalığımızı artırmazsak, adaletsizliklere karşı mücadele etmezsek, yaşamın her alanında var olup üretmezsek, bir dizi karakterinin gelip bizi kurtarmasını beklemeye devam ederiz. Oysa dizilerin, medyanın, popüler kültürün amacı bizi kurtarmak değil, içerisine itildiğimiz tutsaklığın sürekli olmasını sağlamak. Çünkü onlar ancak böyle varolabiliyorlar. Yarattıkları sanal, gerçek olmayan dünyadan uzaklaşmak kolay olmasa da, kumandanın kapat tuşuna basmak bunun ilk adımı olabilir.

Gürşat Özdamar

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır. 

 

The post Çukurlara Gömülmek – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/19/cukurlara-gomulmek-gursat-ozdamar/feed/ 0
Gerçeklikten Sanala Dönüşen SANAL iNSAN https://meydan1.org/2018/11/19/gerceklikten-sanala-donusen-sanal-insan/ https://meydan1.org/2018/11/19/gerceklikten-sanala-donusen-sanal-insan/#respond Mon, 19 Nov 2018 07:12:45 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/19/gerceklikten-sanala-donusen-sanal-insan/ 21. yüzyıl dünyasının bize dayattığı bir yaşam biçimi var; sanal sosyallik-sosyal medya. Zamanımızın çoğunu sosyal medyada geçiriyoruz. Onsuz bir yaşam düşünemiyoruz bile. Sosyal medyada gülüyor, eğleniyor, üzülüyor, tatmin oluyoruz. Ona hapsolmuşken bizi özgürleştirdiğini düşünüyoruz. Sosyal medya sanallığının gerçekliği içinde yaşıyoruz artık. Burası öyle bir dünya ki hiç tanımadığımız insanların hayatını takip ediyoruz. Dahası, biz de […]

The post Gerçeklikten Sanala Dönüşen SANAL iNSAN appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

21. yüzyıl dünyasının bize dayattığı bir yaşam biçimi var; sanal sosyallik-sosyal medya. Zamanımızın çoğunu sosyal medyada geçiriyoruz. Onsuz bir yaşam düşünemiyoruz bile. Sosyal medyada gülüyor, eğleniyor, üzülüyor, tatmin oluyoruz. Ona hapsolmuşken bizi özgürleştirdiğini düşünüyoruz. Sosyal medya sanallığının gerçekliği içinde yaşıyoruz artık. Burası öyle bir dünya ki hiç tanımadığımız insanların hayatını takip ediyoruz. Dahası, biz de hiç tanımadığımız insanlar tarafından takip edilmek, “fenomen” olmak istiyoruz.

Fenomen, felsefede, duyularla algılanabilen, görünür olan için kullanılır. Ama günümüzde fenomen denilince akla gelen, hayranlık uyandıracak kadar dikkat çekici olan şey veya kişi oluyor. Dedik ya, kendi gerçekliğini yarattı diye, işte fenomen de onlardan biri. Daha çok sanalda yaşayan, orada var olan bu kişilere “e-insan” demek de pekala mümkün.

Psikolojik Fenomenlerin Etkisindeki “Fenomenler”

İlginçtir ki sosyal medyada yeni anlamıyla fenomen olmak demek aslında bazı psikolojik fenomenlerin (eski anlamıyla) farkında olmadan etkisinde kalmak ya da bu psikolojik fenomenlere bilerek başvurmak da demek. Peki eski anlamıyla yeni anlamı nasıl bir araya geliyor fenomenlerin, birkaç örnekle görelim.

Halo Etkisi: Bir kişi hakkında ilk görüşte edindiğimiz izlenime göre değerlendirme yapma olarak tanımlanan “halo etkisi” fenomeni, sosyal medya fenomeni olmak isteyen birisi için de çok önemlidir. Sayfasının ya da profilinin ilk bakışta ilgi çekici, farklı, çok renkli olarak bulunmasının, fenomen olma yolunda katkısı yüksektir. İçerikten çok biçim öne çıkarılır, çok beğeni almak için birbirinden değişik selfie çekme yarışı başlar. Birçok kişi ilginç fotoğraflar elde etme adına, uçurum kenarlarında selfie çekerken yaşamını yitirmiştir.

Dunning-Kruger Etkisi: Bir konuda becerisi ya da yeteneği olmayan kişinin kendini yalnızca o konuda değil her konuda uzman gibi görmesi, diğer insanları küçümsemesi olarak tanımlanan Dunning-Kruger etkisi de, sosyal medya fenomeni olmak isteyenlerde sıkça görülüyor. Hatta neredeyse birçok sözlük ya da forum siteleri yalnızca bu kişilerin toplandığı ve birbirlerine üstünlük kurmaya çalıştıkları bir alan olarak hala varlıklarını koruyor. Televizyondaki yarışma programları katılımcıları da çoğu zaman bu fenomenin etkisindedir.

Benjamin Franklin Etkisi: Nötr bir ilişkide olduğunuz birine bir iyilik yaparak sizden daha fazla hoşlanmasını sağlamak olarak tanımlanan Benjamin Franklin etkisi, sosyal medyada belki de en yaygın olarak kullanılan fenomen. Bir sosyal medya fenomeni olmanın ölçütlerinden birisi beğeni sayısının yüksekliği. Bunun için arkadaş ya da takipçi sayınızın yüksek olması gerekiyor. Peki bu sayıyı nasıl yükseltebilirsiniz? Fenomenler eğer bunu satın almıyorsa şöyle yapıyor, önce tanıdıkları ya da tanımadıkları herkesi arkadaş olarak ekliyorlar, onların gönderilerini beğeniyorlar, onların da kendilerini takip etmesini, kendi paylaşımlarını beğenmesini sağlıyorlar.

Kudüs Etkisi: Sosyal medya fenomeni olmak isteyenlerin sosyal medyayı bir din, kendilerini de bir dini lider, bir mesih gibi görmelerinin bir sebebi psikolojide Kudüs etkisi olarak adlandırılan fenomen olabilir. Bu psikolojik fenomen, Kudüs’ü ziyaret edenlerin kentin muhteşemliğinden etkilenip, kendilerini bir dini lider ya da mesih gibi görmeye başlamalarını anlatmak için kullanılıyor.

Handikap Etkisi: Aldığı risk ne kadar büyükse söylediklerinin etkisi de o kadar büyük olur şeklinde tanımlanan Handikap etkisi de sosyal medya fenomeni olmak isteyenlerin farkında olmadan başvurdukları bir başka psikolojik fenomen. Sosyal medyada gerçekliği olmayan, şaibeli, sansasyonel etkisi kuvvetli paylaşımlar her zaman daha ilgi çekici oluyor. Sürekli böylesi paylaşım yapan birisi de elbette diğerlerinin arasından sıyrılacak, akılda kalmaya başlayacak, sosyal medya fenomeni olma yolunda hızlı adımlarla yürüyecektir.

Sosyal Medyanın Asosyal İnsanı

Tüm bu ve benzeri yöntemler sosyal medyada öne çıkmamızı, takip edilmemizi, beğenilmemizi kolaylaştıran, çabuklaştıran yöntemler. Bu yöntemlerin yanında elbette belli bir zaman harcanması da gerekiyor. Uykusuz geceler, yemek yenmeden geçen saatler… Ve nihayetinde tüm bu çabalar bir karşılık bulduğunda, kişi sosyal medyada bir fenomen olarak kabul edildiğinde, aslında, binlerce takipçi arasında gerçek bir arkadaşı dahi olmayan, kimseyle gerçek bir iletişim kuramayan asosyal bir varlığa dönüşüyor.

Fenomen kişiyi artık daha zor günler beklemektedir. Çünkü bundan sonra artık tek bir amacı vardır, o da ne olursa olsun fenomen olma durumunu sürdürmek. Daha önce akla gelmeyen, denenmeyen şeyler yapayım derken kendisi kendisi olmaktan çıkar, gerçek karakteri ile sanal karakteri yer değiştirir ya da birbirinin içinde yok olur gider. O şimdi bir sosyal medya fenomenidir, ama bir süre sonra bir hiçtir. Ya da yalnızca elektronik bir varlık. Duyguları, düşünceleri, arzuları, sevinçleri olmayan bir elektronik varlık.

Bir bakıma e-insan denebilecek bu yeni durumla, bir zamanlar “Herkes bir gün 15 dakikalığına meşhur olacak” diyen Andy Warhol’un öngörüsü gerçek mi oluyor? Ya da devletlerin insanı yalnızlaştırmak ve yönetmek için eli daha da mı güçlenmiş oluyor? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Ancak bu kadar sanalın arasında korkutan bir gerçek var ki o da, insanın doğaya hakim olma çabasıyla başladığı bu yolculukta kendi sonunu hazırlıyor oluşu.

Şahin Efe

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

 

 

 

The post Gerçeklikten Sanala Dönüşen SANAL iNSAN appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/19/gerceklikten-sanala-donusen-sanal-insan/feed/ 0
İlksel Toplumun İdealizasyonuna Karşı Şiddetin Arkeolojisi – Şeyma Çopur https://meydan1.org/2018/11/19/ilksel-toplumun-idealizasyonuna-karsi-siddetin-arkeolojisi-seyma-copur/ https://meydan1.org/2018/11/19/ilksel-toplumun-idealizasyonuna-karsi-siddetin-arkeolojisi-seyma-copur/#respond Mon, 19 Nov 2018 07:00:56 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/19/ilksel-toplumun-idealizasyonuna-karsi-siddetin-arkeolojisi-seyma-copur/ Sosyal antropoloji, etnoloji gibi alanlara dair yaptığı çalışmalarla tanıdığımız Fransız antropolog Pierre Clastres’ın “Şiddetin Arkeolojisi: İlkel Toplumlarda Savaş” adlı kitabı, geçtiğimiz günlerde yayınlandı. “Devlete Karşı Toplum” ve “Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu” isimleriyle dilimize çevrilen kitaplarıyla özellikle Güney Amerika’daki, uygarlıkla henüz tanışmamış yerliler arasında yaptığı çalışmalarda, ortaya koyduğu incelemelerle anarşist düşünceyi belki de en çok besleyen antropologlardan […]

The post İlksel Toplumun İdealizasyonuna Karşı Şiddetin Arkeolojisi – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Sosyal antropoloji, etnoloji gibi alanlara dair yaptığı çalışmalarla tanıdığımız Fransız antropolog Pierre Clastres’ın “Şiddetin Arkeolojisi: İlkel Toplumlarda Savaş” adlı kitabı, geçtiğimiz günlerde yayınlandı.

“Devlete Karşı Toplum” ve “Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu” isimleriyle dilimize çevrilen kitaplarıyla özellikle Güney Amerika’daki, uygarlıkla henüz tanışmamış yerliler arasında yaptığı çalışmalarda, ortaya koyduğu incelemelerle anarşist düşünceyi belki de en çok besleyen antropologlardan biri olan Clastres, sosyal bilimlerdeki “devlet önyargılı” düşünme şekline en sert darbeyi vuran düşünürlerden biri olmuştur. Bugünlerde “bestseller” olmuş bazı kitaplardaki popüler düşüncelerin aksine ne devleti ne de kapitalizmi ilksel insan yaşantısının “zorunlu” bir sonucu olarak görmüştür. Ona göre ilksel insanlar, iktidarların ortaya çıkmasına karşı uzun yıllar direniş halinde kalmıştır…

Kendisine anarşist demese de yaptığı çalışmalar ve devletin ortaya çıkış tezlerine getirdiği radikal karşı çıkışlar sonucunda birçokları için anarşist antropolojiye dair ilk çalışmalar olarak Clastres’ın söz konusu kitapları gösterildi. “Şiddetin Arkeolojisi”nde ise yine benzeri bir hattan ilerleyen yazar bu kez de eleştiri oklarını ilksel toplumlardaki “savaş” gerçekliğine ilişkin farklı yorumlara yöneltiyor. Thomas Hobbes’u farklı bir gözle değerlendiriyor ve ilkel toplumlarda “savaş” gerçekliğine ilişkin pek çok önyargıyı kırıyor ve yanlış iddiaların başarılı bir çözümlemesini yapıyor.

Devlet Ortaya Çıkarken Bir Savaş Vardı, Peki Ama Neden?

“Savaş, saf bir saldırı ve saldırganlık davranışıdır, bu yüzden savaş ve anlanmayı birbirine indirgeyemeyiz. Eğer savaş avlanmaksa, savaş insan avıdır. Avlanma da örneğin bizonlarla yapılan savaş olmalıdır. (!)”

Clastres önce insanlığın tarihöncesi döneminde, savaşsız bir yaşam sürdüğü iddiasına karşı çıkarak başlıyor işe ve Thomas Hobbes’un düşüncesine farklı bir yaklaşımda bulunuyor. Ona göre Hobbes ilksel toplumlarda bir “savaş” gerçekliği olduğunu görerek ve buraya işaret ederek doğru bir iş yapıyor. Zira Hobbes, inceleme fırsatı bulduğu Amerikan yerlilerinin ne derece savaşçı olduklarını biliyor. Bakış açısına göre bu toplumların yapısına uygun bir ihtiyaç tespiti yapıyor Hobbes, “Devlet” diyor, “devlet” olmazsa savaş genelleşecekti ve toplumun kurulması imkansızlaşacaktı…

“İlkel toplum, Marksist kurama can alıcı bir soru yöneltir: Eğer ekonomik olan toplumsal varlığın üzerinde yükseldiği altyapıyı oluşturuyorsa; eğer üretici güçler gelişmeye yönelmiyorsa ve toplumsal değişimin belirleyici faktörü değilse, o zaman tarihsel devinim fikrini ateşleyen nedir?”

Sonrasında Clastres yavaş yavaş antropoloji içerisindeki farklı yaklaşımların değerlendirmesini yapmaya başlıyor. Marksist antropolojinin “savaşın gelişimin bir yolu” olduğu düşüncesinin dayanaklarını birer birer yıktıktan sonra, artı değer ortaya çıkarmanın imkansızlığından bahsediyor ve soruyor Clastres; “Herkese ihtiyacı kadar” düşüncesiyle işleyen, “hiyerarşisiz”, “zenginlik sahibi olmaya karşı kayıtsız”, “şeflerin yönetmediği” bu toplumun neden ihtiyacından fazlasını üretmeye eğilimi olsun?

Bunun yanında, ilksel toplumun “artı-değer” üretme noktasındaki “teknik imkanlılığına” da değinmeden geçmiyor, ihtiyaç fazlasını üretmenin varolan koşullarda gayet mümkün olduğunda da iddialı davrandığı söylenebilir.

“Etnologlar birbirleriyle yarışırcasına, Yabanilerin eskidiklerinde veya kırıldıklarında kolayca yeniden ürettikleri mallarına ve eşyalarına karşı kayıtsız olduklarını; herhangi bir biriktirme arzularının olmadığını tespit etmiştir.”

Sefaletin getirdiği gelişim ihtiyacı fikrini bu sayede çürüten Clastres yerine çok daha gerçekçi, çok daha tutarlı başka bir eğilim koyuyor. Tıpkı Kropotkin gibi, o da devletin ortaya çıkışı, kapitalist ekonominin gelişiminin temeline ayrıcalığı, yani iktidarı koyuyor. Bunu da “ilkel toplumun bölünmemişliğine” yönelik bir saldırı olarak görüyor. Herkesin herkesle savaşı ya da dostluğu değil, ilksel insan toplumunun temel dinamiği olan “denge”ye işaret ederek bir yandan da Levi-Strauss’un savaşın yerine mübadeleyi koyduğu tezlerine itiraz ediyor.

İlksel İnsanın Devlete Karşı Mücadelesi: Yerellik Eğilimi

“İlkel savaşın amacı nedir peki? Dağılımı parçalı yapıyı ve grupların atomizasyonunu güvenceye almaktır. (…) Güney Amerika’da bir grubun nüfusu toplumun belirlediği optimum eşiği geçtiğinde, insanların bir kısmı uzakta başka bir köy kurmak için ayrılırlar.”

Çokça söylendiği gibi insan topluluklarının parçalanışı ve göçü, temiz su kaynaklarına ya da besine erişimin zorlaşmasının yanında, aynı zamanda parçası olunan toplumsal örgütlenmenin kendisinin ve başkalarının özgürlüğünü korumak için geliştirdiği bir refleksten ibarettir. Clastres burada isim vermeden yerelliğin, federatif örgütlenmenin insan toplumlarının temelinde olduğunu belirtir.

Clastres, toplum tarafından belirlenmiş söz konusu sınırın aşılması sonucunda, bu durumun “yönetimi” merkezileştireceğinin ve “toplumun bölünmemişliği”ni “yönetenler ve yönetilenler” olarak ikiye ayıracağının ilksel insanla tarafından bilindiğini söylemektedir.

İlksel Toplumun Bitmeyen Mücadelesi: Devlete Karşı Toplum

Bu kısa incelemenin sonucunda ise Clastres, başta hak verdiği Hobbes’un yorumunu ilksel toplumun tersine çevirdiğini belirtiyor ve kitap boyunca verilen cevapları incelediği soruya yanıt veriyor.

“İlkel toplum, Hobbes’un söylemini tersine çevirerek tekrar ediyor; dağılım makinesinin birleşme makinasına karşı çalıştığını ilan ediyor; bize savaşın devlete karşı olduğunu söylüyor.”

İlksel toplumda “savaşı” işte böyle anlamlandırıyor Clastres, ne bir mübadele biçimi, ne de bireylerin ekonomik ya da sosyal ihtiyaçlarında birbirine karşı rekabetinin bir sonucu olarak…

İlksel toplumlarının, “primitif savaşını”” bütün adaletsizliklerin kaynağı olan, devlete karşı verilen bir mücadele olarak algılıyor.

 

Şeyma Çopur

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

The post İlksel Toplumun İdealizasyonuna Karşı Şiddetin Arkeolojisi – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/19/ilksel-toplumun-idealizasyonuna-karsi-siddetin-arkeolojisi-seyma-copur/feed/ 0
Geleceği Değil, Sonu Hazırlayan SÜPER iNSAN https://meydan1.org/2018/11/19/gelecegi-degil-sonu-hazirlayan-super-insan/ https://meydan1.org/2018/11/19/gelecegi-degil-sonu-hazirlayan-super-insan/#respond Mon, 19 Nov 2018 06:55:57 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/19/gelecegi-degil-sonu-hazirlayan-super-insan/ Dünya çapında etkisini gösteren iklim değişikliği, sürekli artan nüfus ve bunlara bağlı gerçekleştiği söylenen sözde “kaynak” yetersizliği… Hep kendileri için daha fazlasını isteyen kapitalistler artık, kendilerinin belirlediği ihtiyaçlar ölçüsünde yeni bir insan türü yaratmayı bile düşünüyorlar. Küresel kapitalizmin büyük aktörleri, günümüzün kalabalık ve yeteneksiz(!) insan topluluklarının karşısına -bilginin iktidarına da sahip oldukları için- teknolojik yeniliklerle […]

The post Geleceği Değil, Sonu Hazırlayan SÜPER iNSAN appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Dünya çapında etkisini gösteren iklim değişikliği, sürekli artan nüfus ve bunlara bağlı gerçekleştiği söylenen sözde “kaynak” yetersizliği… Hep kendileri için daha fazlasını isteyen kapitalistler artık, kendilerinin belirlediği ihtiyaçlar ölçüsünde yeni bir insan türü yaratmayı bile düşünüyorlar. Küresel kapitalizmin büyük aktörleri, günümüzün kalabalık ve yeteneksiz(!) insan topluluklarının karşısına -bilginin iktidarına da sahip oldukları için- teknolojik yeniliklerle çıkıyor. Yapay zeka, genetik mühendislik gibi bilimde yaşanan pek çok gelişme de “bildiğimiz insanlığın sonu mu geliyor?” sorularına neden oluyor ve olmaya devam edecek.

Yeni Bir İnsan Türü: Süper İnsanlar

Kapitalistlerin tanımlamasıyla sıradan, yeteneksiz insanların yani biz ezilenlerin sonu gelirken; onlar bu boşluğu kendi yaratacakları “süper insan”larla doldurmak istiyor. Süper insan düşüncesi, özellikle bilim başta olmak üzere pek çok alanda çokça konuşuluyor.

Örneğin 34 yıl önce William Gibson’ın yazdığı Neuromancer ve öncüsü olduğu Cyberpunk edebiyatında ya da Cesur Yeni Dünya’nın yazarı Aldous Huxley’nin biyolog kardeşi Julian Huxley’nin yarattığı, kökeni 19. yüzyıl Avrupa felsefi düşüncesine kadar dayandırılabilen Transhümanizm düşüncesinde bir süper insan modeline rastlayabiliriz. Ayrıca tarihçi Yuval Noah Harari de kitaplarında bir süper insan kavramsallaştırmasına girişiyor; Homo Sapiens’in Homo Deus’a dönüşeceğini, yani tanrı benzeri bir ilahi güce kavuşacağını, geleneksel olarak tanrılara has olduğu düşünülen, yaşamı planlayıp düzenlemek ve yaratmak gibi özellikler elde edeceğini tarifliyor. Yine bu tartışmalara ek olarak, geçtiğimiz aylarda yaşamını yitiren Hawking’in ölmeden önce aldığı notlarının ve yaptığı konuşmalarının toplandığı ve geçtiğimiz ekim ayı içerisinde yayınlanan “Büyük Sorulara, Basit Cevaplar” kitabında da “süper insan” anlatılıyor. Her ne kadar kitap ile gündemleşse de Hawking kendi kavramsallaştırmasını ilk olarak 1996 yılında verdiği bir ders sırasında örnekliyor.

Hawking, genlerimizi şekillendiren evrimin, son 10 bin yılda üretilen bilginin çok çok gerisinde kaldığını ve Darwinyen evrede gelişen insan beyninin, günümüzde biriken bilgiyi anlayıp işleyecek bir yapıya sahip olmadığını vurguluyor.

Bugün bir organizmanın fenotipini (kalıtsal özelliklerini) belirli bir şekilde değiştirmek için DNA’sına doğrudan müdahale ederek onlara yeni işlevler kazandırılmasına yönelik araştırmalar yapan genetik mühendisliğinin gelişimine de her geçen şahit oluyoruz. Özellikle hayvanlar üzerinde -işkenceyle- yapılan deneylerle birlikte büyük bir ilerleme sağlanmış durumda. Hatta geçtiğimiz yıllarda ABD’de bir insan embriyosu DNA’sını değiştirildiğini anımsarsak genetik mühendisliğinin sağladığı gelişmelerle zekamızın da modifiye edilebileceği düşünebiliriz.

Bilim otoritelerinin; onları yönlendiren şirket ve devletlerin, kendi çıkarları uğruna genetik müdahaleyi artıracaklarını şimdiden öngörmek mümkün. Halihazırda kapitalizmin kendi sürdürülebilirliğini sağlamak için, hızla gelişen teknolojik altyapısıyla; birçok çağdaş otomasyon sistemini, veri alışverişlerini ve üretim teknolojilerini içeren, siber fiziksel sistemlere dayalı üretimin devreye girdiği, yapay zekanın aktif olarak kullanıldığı Endüstri 4.0 ile üretimde yeni bir tarza geçmiş olması bu öngörüyü daha da mümkün kılıyor. Hele de kapitalistlerin ve devletlerin bilimde yaşanan gelişmeler üzerinden ezilenlere yaşattıkları sömürü ve katliamı da düşünürsek bu ihtimalin olasılığı artıyor.

Ayrıca bu süreçte evrimsel basamak atlamak ve “süper insan” olmak amacıyla doğal varlıkların sömürülmesi bir koşul. Bu da sıradanların (yani biz ezilenlerin) yaşamında -ekolojik yıkımlar, katliamlar ve hastalıklar gibi- yıkıcı etkileri ortaya çıkarıyor ve çıkarmaya devam edecek.

Kimin İçin Başlangıç, Kimin İçin Son?

Sıradan insanların üzüntüleri, sevinçleri, heyecanları, istekleri, yaşadıkları zorlukları, hatıraları, kendi yaşamlarına yetecek deneyimleri ve sistemin işine yaramayan yeteneksizlikleriyle birlikte yok edilip sistemin algısına uygun, ihtiyaçlarını karşılayan ve itaat eden yeni genler, süper türler yaratılmaya çalışılıyor. Yepyeni ve soylu bir insan türü sistemin yeni insanını tarifliyor. İktidarların, bilimin iktidarını da kullanarak insana ait genlerden “sıradan insanı” atması, türün soylululaştırılmaya/mutenalaştırılmaya çalışılması demek. Bu anlamda soylu-süper insan için bir başlangıç, biz “sıradan” insanların sonu anlamına geliyor.

Emircan Kunuk

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

The post Geleceği Değil, Sonu Hazırlayan SÜPER iNSAN appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/19/gelecegi-degil-sonu-hazirlayan-super-insan/feed/ 0
Hiç Durmadan Çalışan, Sömürüyle Yaşayan SAĞLAM iNSAN https://meydan1.org/2018/11/19/hic-durmadan-calisan-somuruyle-yasayan-saglam-insan/ https://meydan1.org/2018/11/19/hic-durmadan-calisan-somuruyle-yasayan-saglam-insan/#respond Mon, 19 Nov 2018 06:47:00 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/19/hic-durmadan-calisan-somuruyle-yasayan-saglam-insan/   “Neden bazıları sadece çalışması gerektiği kadar çalışıp durur da bazıları hiç durmadan çalışır?” Bu alıntı, kapitalist sistemde yaşamlarını sürdürmeye çalışan işçilerin emeklerini satarak maruz kaldıkları adaletsizlikleri anlatan bir yazıda geçen bir cümle olabilir. 19. yüzyılın başlarında Avrupa’da kapitalizmin en acımasız üretim alanlarında, örneğin madenlerde ya da tekstil atölyelerinde günde 12 saat, 14 saat çalışmaya […]

The post Hiç Durmadan Çalışan, Sömürüyle Yaşayan SAĞLAM iNSAN appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Microsoft tanıtımı için gittiği kariyer günlerinde “Bu şirketi seviyorum” diye bağıra bağıra Microsoft’u anlatan Microsoft’un eski CEO’su Steve Ballmer

 

“Neden bazıları sadece çalışması gerektiği kadar çalışıp durur da bazıları hiç durmadan çalışır?”

Bu alıntı, kapitalist sistemde yaşamlarını sürdürmeye çalışan işçilerin emeklerini satarak maruz kaldıkları adaletsizlikleri anlatan bir yazıda geçen bir cümle olabilir. 19. yüzyılın başlarında Avrupa’da kapitalizmin en acımasız üretim alanlarında, örneğin madenlerde ya da tekstil atölyelerinde günde 12 saat, 14 saat çalışmaya zorlananların içinde bulunduğu koşulları betimleyen bir kitaptan alınmış bir bölüm gibi de düşünülebilir. Aynı dönemde, bu sömürüye karşı mücadele veren ve işçi örgütlenmelerinde bulunan sembol isimlerden birinin sözü gibi de.

Ama hiçbiri değil. Yakın zamanda televizyonlarda yayınlanmaya başlayan, “küyerel (glocal) sermayenin en önde gelen ailelerinden Koç Grubu”nun Doblo model otomobillerini tanıtan reklamlarında geçen bir cümle.

Yeni Reklam Tarzı

Reklamda üç farklı renkteki otomobil, üç farklı hikaye içerisinde, bu hikayelerin kahramanları üzerinden tanıtılıyor. Hikayenin kahramanları reklam filminde önemli bir ayrıntının parçaları.

Örneğin, “çalışması gerektiği kadar çalışan değil hiç durmadan çalışan” bir kahraman, otomobile gecenin bir vakti mal yüklüyor. Bir başkası, “herkesin kendini düşüneceği zor bir anda, başkalarını da düşünerek” yağmur altında ıslanan öğrencileri aracına alıyor. Bir diğeri, “insanların ve sağlam insanların olduğu bir hayatta” sağlam bir insan davranışı sergileyip yavru kediyi trafiğin ortasında ezilmekten kurtarıyor.

Reklam filminde bu üç kahramanın ortak özelliği; üçünün de “sağlam insan” olması ve bu sağlam insanların Doblo model araç kullanması olarak belirginleştiriliyor. Reklamın mottosu olan “sağlam insanların sağlam seçimi” sloganı üzerinden insan ve araç arasındaki ilişki “sağlamlık” üzerinden birleştiriliyor.

Yani araçların zor koşullarda kolay kolay yıpranmadığını, zorlasanız da dayanıklı olduğunu anlatan bir vurgu yok reklam filminde. Şaşırdınız mı? Şaşırmayın; kapitalizmin yeni pazarlama tarzı bu, reklamlardaki yenilik bu. Eskiyen ürün tanıtımı ve klişeleşen fiyata odaklı anlatımların yerini, tüketicinin vasıflarını ön plana çıkaran bir tarz alıyor. Böylelikle tüketici, reklam filmindeki kahramanlarla daha kolay empati kurabiliyor. Ürünü kullandığında, kendisini reklam filmindeki kahraman gibi, diğerlerinden “farklı” hissediyor.

Aslında özellikle son 20 yıllık süreçte bu gibi örneklere bakıldığında, kapitalist sistemin en önem verdiği mecralardan reklamcılık sektörünün ne denli geliştiği kolaylıkla anlaşılabilir. Ürün iyi olabilir, ama iyi bir pazarlama olmadan ürünün satılmasının imkanı yoktur. Hele ki bu ürünlerin alıcı bulduğu pazar bu kadar genişken… Bugün bu sektördeki pazarlama yöntemlerinde, özellikle psikolojinin kullanıldığı biliniyor. Hatta kapitalizmle iç içe geçmiş fakültelerde “tüketici davranışları ve pazarlama stratejileri” diye bir ders bile okutuluyor.

Kapitalizmin Sağlamlık Takıntısı

Reklam sektörünün “sağlamlık” takıntısı, bu reklam filminde kendini açıkça gösteriyor. Bu sağlamlık takıntısıyla bize alttan alta verilmeye çalışılan mesaj nedir peki?

Reklam filminde araçlara değil de insanlara yüklemlenen “sağlamlık”, aslında psikolojik bir sağlamlık. Daha fazla çalışan, zor durumda olsa bile ayrıntıları kaçırmayan, zorluklara katlanırken kendini güçlü hisseden insanın “sağlamlığı”. Özellikle sağlık bilimlerinde kullanılan bu kavram; çok zor koşulların üstesinden gelebilme ve uyum sağlayabilme yeteneği anlamına geliyor.

Etkili problem çözme yeteneği ve iletişim becerisine sahip olmayı gerektiren; bireylerin karşılaştıkları yoksulluk, şiddet ve diğer çok stresli olaylarla başarılı bir biçimde mücadele edebilme durumunu anlatıyor.

Sağlık bilimlerinde kavram özellikle hemşirelerin sahip olması gereken bir nitelik olarak kullanılıyor. Kelime ingilizce “psychological resilince” kelimesiyle ilişkili. Bu ayrıntı şu açıdan önemli; dayanıklı anlamında bir sağlamlık olan “sturdy” ya da güvenilir anlamında bir sağlamlılık olan “secure” kelimesinin karşılığı değil “resilince”.

“Resilince” olan sağlamlık; esneklik ve dayanıklılık gibi bir anlam içeriyor. Yani itilip kakıldıktan sonra eski haline dönebilme, hastayken çabuk iyileşme, bozukken düzelme gibi anlamları içeriyor. Kapitalist sistemin bir yerinde çalışmak zorunda bırakılan herkesin olması gerektiği gibi! Bu psikolojik sağlamlık vurgusuna neden ihtiyaç hissedildiği açık değil mi? Daha sağlam ol ki kapitalizm senin daha verimli halinden daha fazla para kazansın; satılabilmesi için daha fazla şey üretebilesin!

Kavramın bir anlamı da “kendini toparlama gücü”. Bu anlamıyla birlikte düşündüğünde, reklam daha bir anlamlı! Zor koşullarda çok çalış az yorul, daha fazla çalış ve kendini hızlı toparla ki kapitalizmin çarkları daha hızlı dönsün!

Koç Ailesinin Subliminal Mesajı

Bu reklamla Koç Holding’in sahiplerinin anlatmaya çalıştığı bir şey var bize. Bir otomobil reklamını, izleyicinin duygularına oynamayı hedefleyen kısa bir filme dönüştüren her reklamda olduğu gibi…

Holdingin karizmatik sahiplerinden Ali Koç, Eylül’deki bir röportajında “Temmuz ve Ağustos’ta kurların yükselmesiyle endişelerimiz çok arttı. Kurlar, enflasyonu etkiledi. Şu an ekonomik kriz var diyecek bir durum yok ama endişelenmemek mümkün değil.” demişti. Ama kriz endişesini ona değil; Temmuz’da Türk Traktör’de ve Ford Otosan’da, Ağustos ayında Aygaz’da işten atılan işçilere sormak lazım; koçların “sağlam” kriterlerini karşılayamadıkları için atılan işçilere… Kriz zamanı yüklendikçe yüklenilen ve bir türlü esneklik gösteremeyen, itilip kakılmaya dayanıklı olmayan işçilere…

Biz bu reklam filmindeki subliminal mesajı çok iyi anladık. Reklam Doblo’yu değil sağlam işçi olmayı; kriz gibi zor dönemlerde “sağlam” bir şekilde çalışıp daha fazla üreten, itilip kakıldıktan sonra eski haline dönebilen esnek ve dayanıklı işçi olmayı, kapitalizmin çarkını sağlamca döndürmeyi pazarlıyor aslında.

Özgür Oktay

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

The post Hiç Durmadan Çalışan, Sömürüyle Yaşayan SAĞLAM iNSAN appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/19/hic-durmadan-calisan-somuruyle-yasayan-saglam-insan/feed/ 0
Şirketleşen Hapishaneler – Abdülmelik Yalçın https://meydan1.org/2018/11/18/sirketlesen-hapishaneler-abdulmelik-yalcin/ https://meydan1.org/2018/11/18/sirketlesen-hapishaneler-abdulmelik-yalcin/#respond Sat, 17 Nov 2018 21:26:47 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/18/sirketlesen-hapishaneler-abdulmelik-yalcin/ “Private Prison” denilen hapishane özelleştirmeleri ABD’de 1980’li yıllarda başladı. Reagan ve Bush hükümetleri döneminde başlayan, 90’lı yıllarda ise Clinton döneminde bugünkü boyutuna ulaşan bir uygulama. Devletin belirleyiciliğinde olan cezalandırma kurumlarını kapitalist şirketlerin almasıyla “özelleşen” bir başka alan. Bizler için “devlet” ve “kapitalizm” arasındaki işbirliğini açıkca ortaya koymasının ötesinde “suç”, “suçlu”, “cezalandırma” vb. konuların tartışılmasında, sistemin […]

The post Şirketleşen Hapishaneler – Abdülmelik Yalçın appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Private Prison” denilen hapishane özelleştirmeleri ABD’de 1980’li yıllarda başladı. Reagan ve Bush hükümetleri döneminde başlayan, 90’lı yıllarda ise Clinton döneminde bugünkü boyutuna ulaşan bir uygulama. Devletin belirleyiciliğinde olan cezalandırma kurumlarını kapitalist şirketlerin almasıyla “özelleşen” bir başka alan. Bizler için “devlet” ve “kapitalizm” arasındaki işbirliğini açıkca ortaya koymasının ötesinde “suç”, “suçlu”, “cezalandırma” vb. konuların tartışılmasında, sistemin dinamiklerini anlamak için çarpıcı bir örnek.

Corrections Corporation of America (CCA), ya da kısa adıyla CoreCivic cezalandırmanın bu “infaz” faktörünü hayata geçirmek için çalışan en büyük firmalardan biri. ABD’nin tüm eyaletlerine yayılmış yaklaşık 61 tesiste “hizmet veren” şirket, 1983 yılında göçmen gözaltı merkezi olarak kurulmuş. İki yıl öncenin verilerine göre 34 eyalet hapishanesi, 14 federal hapishane, 9 göçmen gözaltı merkezi, 4 nezarethaneden oluşan tesis, Wackenhut isimli bir başka şirketle beraber, ABD genelindeki bütün tutsakların %75’inin yattığı hapishaneleri kontrol ediyor.

İşin göçmenlerle ilgili olan kısmı önemli. Önemli çünkü devletin göçmenleri geldikleri yere göndermek ya da işlemlerini yapmak için bekletmek amacıyla “tuttuğu” gözaltı merkezlerinin üçte ikisi, bu özel şirketler tarafından kontrol ediliyor. Tutsak göçmenlere yönelik taciz, tecavüz ve şiddet haberleri ise son dönemde toplumsal muhalefetin geniş çaplı eylemleriyle durdurulmaya çalışılıyor.

Kuruldukları günlerden bugüne özel hapishaneler için hükümetlerin değişmesi bazı farklılıkların yaşanmasına neden olacakmış gibi görünüyor. Ancak işin ekonomik kısmındaki ufak oynamaların dışında, bu şirketlerin varoluşunu tehdit eden bir soruna henüz rastlanmış değil. Aslında rastlanması da pek mümkün değil, zira devlet bu şirketlerin yapısını teşvik etmek için çeşitli “garantiler” vermeye devam ediyor. Örneğin Corrections Corporation of America, bulunduğu eyaletlerle yaptığı kontratlara bir madde ekliyor. Mother Jones dergisinin verilerine göre şirketin zararı, %96 doluluk oranının sağlanamadığı yerlerde bizzat eyalet yönetimi tarafından karşılanıyor.

Anlatılanlar sözde özgürlükçü, devleti küçültmeye çalışan bazı liberal kuramcılar için adeta bir ütopya gibi. Hapishaneleri, hastaneleri ve hatta yolları özelleştirmenin nasıl mümkün olacağı üzerine düşünülürken ısrarla atlanılan, kapitalizmin belli kişilerin kar hırsına nasıl alet olabileceğini göstermek için çarpıcı örnekler vermek mümkün. Öyle ki bu “özel” kuruluşlar, hangi hapishanede kimin, nerede yattığını bile takip etmedikleri için, pek çok tutsağın durumuna dair de en ufak bilginin alınamadığı biliniyor. Bu gibi bir sistemin taraftarlığına savunanlar, herhangi bir yakınlarının özel hapishanelerde “misafir edilmesine” ne kadar göz yumarlardı dersiniz?

Şirketleşen Hapishanelerin CEO’ları

Bu şirketler kimler tarafından yönetiliyor peki? Yine CoreCivic’ten bir örnek; şirketin en büyük hissedarı Vanguard Group isminde, merkezi Pensilvanya’da bulunan devasa bir yatırım ortaklığı. Coca-Cola’dan Ford’a, General Electrics’ten McDonalds’a, Apple’a, Facebook’a hatta Microsoft’a, IBM’e varana dek bütün bu büyük markalarda hissesi bulunan ortaklarından biri Vanguard Group ve tabi ki CoreCivic’in…

ABD Başkanlık seçimlerindeki koltuk yarışlarında da özel hapishaneler seçim stratejilerinin etkili birer parçası haline gelmişti. Bu şirketlerin en büyüklerinden biri olan GEO Group’un ise Donald Trump’la kurduğu sıkı ilişkiler, onun seçim kampanyasına yaptıkları son derece “duygusal” katkılar, 2008 yılında iktidara gelen Obama’nın tehdidiyle hisse kaybetmelerine yol açmıştı. Tabi ki bu durum GEO’yu durduramadı. Seçimden önce desteğini esirgemeyenler, Trump’ın zaferinden sonra da gerektiği gibi ödüllendirildi.

ABD’de Köle Emeğinin Piyasası

Kropotkin, hapishaneler üzerine yazdığı “Suçun Yetiştirme Yurtları: Hapishaneler” isimli yazısında hapishane emeğini köle emeği olarak tanımlıyordu. Tıpkı onun yaşadığı yıllarda olduğu gibi hapishanelerde özgürlüğünden mahrum edilenlerin emeği de bugün farklı iktidarların ceplerini doldurmaya devam ediyor. Geçmişte devletin kasasını besleyen tutsak sömürüsü, bugün yarattığı piyasayla kapitalist patronların ceplerini doldurmaya devam ediyor. Değişmeyen tek şey ise tutsakların çalınan yaşamları, sömürülen emekleri oluyor.

 

Abdülmelik Yalçın

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

The post Şirketleşen Hapishaneler – Abdülmelik Yalçın appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/18/sirketlesen-hapishaneler-abdulmelik-yalcin/feed/ 0
Konkordato İlanının İşçiye Temel Etkileri https://meydan1.org/2018/11/15/konkordato-ilaninin-isciye-temel-etkileri/ https://meydan1.org/2018/11/15/konkordato-ilaninin-isciye-temel-etkileri/#respond Thu, 15 Nov 2018 19:34:41 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/15/konkordato-ilaninin-isciye-temel-etkileri/   Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler… Ekonomik kriz, yoksullar için sofrasındaki yiyeceklerin azalması anlamına gelirken patronlar için fırsat demek. Her ekonomik krizde patronları her türlü ihtimale karşı koruyan, bizim hiç duymadığımız kanun maddeleri açığa çıkar. İçinden geçtiğimiz zamanlarda gündemden düşmeyen fırsatın adıysa “konkordato”. […]

The post Konkordato İlanının İşçiye Temel Etkileri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…

Ekonomik kriz, yoksullar için sofrasındaki yiyeceklerin azalması anlamına gelirken patronlar için fırsat demek. Her ekonomik krizde patronları her türlü ihtimale karşı koruyan, bizim hiç duymadığımız kanun maddeleri açığa çıkar. İçinden geçtiğimiz zamanlarda gündemden düşmeyen fırsatın adıysa “konkordato”.

Konkordatodan önce patronların en çok kullandığı imdat çekici iflasın ertelenmesiydi. İflasın ertelenmesi demek, hakkında iflas erteleme kararı verilen şirketin alacaklılardan korunması anlamına geliyor. İflas erteleme kararıyla birlikte icra takipleri duruyor ve bunun sonucunda alacaklılar iflas erteleme süresince icra dairelerinde haciz yoluyla borçlunun mallarını paraya çevirtip alacaklarını tahsil edemiyorlardı.

OHAL döneminde çıkan 669 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile iflasının ertelenmesi OHAL süresince kaldırılmıştı. Geçtiğimiz Şubat ayı içerisinde meclisten geçen kanunla bu süre sınırı da kaldırılarak iflasın ertelenmesi kurumu kaldırıldı. Buna sebep olarak da 4 yıl gibi sürebilen iflasın ertelenmesi kararıyla şirketlerin haciz yoluyla satılamayan malların el değiştirmelerinin sağlanması yani şirketlerin içinin boşaltılması gösterildi. Yerine 2 yıl sürebilen konkordato hakkındaki düzenlemelerde değişiklikler yapıldı.

İflasın ertelenmesi kaldırılınca patronlar bu sefer yönünü konkordatoya çevirdi. Peki konkordatonun, iflasın ertelenmesinden farkı nedir? Konkordatoda, borçlu şirketlerin alacaklılarıyla anlaşarak borçlarını yapılandırmalarına ilişkin bir anlaşma anlamına gelmektedir. Yani iflasın ertelenmesi kararında sürece pek dahil olamayan alacaklılar konkordato kurumunda sürece daha fazla dahil olabiliyorlar. Konkordatoda borçlu borçlarının en az yarısını ödemek, kalan borçlarını da bir ödeme takvimine bağlamak konusunda alacaklılarının üçte ikisiyle anlaşma yapmaya çalışmaktadır.

Peki bu durumun işçi alacaklarına etkisi ne olacak? Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, konkordato ilanının işçi sözleşmeleri üzerinde doğrudan etkisi bulunmamaktadır. Yani işçilerin sözleşmeleri konkordato ile birlikte bitmemiştir ve patron ya da işçi, konkordato ilanı nedeniyle haklı sebeple iş sözleşmesini feshedemez.

Konkordato öncesi son bir yıl içinde doğan işçi alacakları İcra İflas Kanunu’nun 206. maddesine göre imtiyazlı alacaklardan sayılır. İşçiler ücret, kıdem ve ihbar tazminatı alacaklarının tamamı için icra takibi yapabilir veya yapılmış icra takiplerine devam edebilirler. Ama bunun için mahkeme ilgili şirket hakkında konkordato kararı verirken işçilerin alacağının mahkemeye bildirilmiş olması yani konkordatoya yazılmış olması gerekmektedir. Bu nedenle konkordato kararları takip edilmeli, işçi alacakları mutlaka konkordatoya yazdırılmalıdır. Bu durumda işçi, alacağını tam olarak alır.

Konkordatoya yazılmamış işçi alacaklarının imtiyazsız alacaklar gibi konkordato şartlarında ödeneceği kabul edilmiştir. Yani konkordato şartları neyse ona göre alacak alınabilir, sonuç olarak alacağın tamamı alınamayacaktır. Ve sırası da imtiyazlı alacaklara göre daha geride olduğu için işçi, alacağını alamama tehlikesi içinde olacaktır.

Peki imtiyazlı alacak ne demek? İmtiyazlı alacak, bir borçludan alacağı olan birden fazla kişinin olması durumunda belirlenecek sırada başta yer alan alacaklı anlamına gelir. İşçi alacakları bu durumda tehlikede değil gibi durmaktadır ancak uygulamada durum böyle değildir. Rehinle teminat altına alınmış alacaklar için de icra takibine bir engel yoktur. Ticaret hayatında genelde alacaklarını bankalar rehinle teminat altına aldığı için öncelikle bankalar alacağını alacak, işçiye gelirse sıra daha sonra gelecektir. Sonuç olarak işçinin, kendisinin ve yakınlarının hayatını idame ettirebilmesi için mücadele edeceği “enflasyon canavarı”nın yanına bir de “konkordato canavarı” eklenmiştir.

NOT: Konkordato ilan eden patrondan alacağı bulunan işçilerin İŞKUR’a başvurarak Ücret Garanti Fonu Talep Dilekçesi vererek ödenmeyen en fazla üç aylık ücretini talep edebilmektedir, bunu da bir kenara not etmemiz gerekir. Ana akım medyanın iddia ettiği gibi işçi alacaklarının güvende olması gibi bir durum söz konusu değildir, istenilen şartları taşıması halinde ödenmemiş olan en fazla 3 maaş ödenecektir.

 

Kullan At

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

The post Konkordato İlanının İşçiye Temel Etkileri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/15/konkordato-ilaninin-isciye-temel-etkileri/feed/ 0
Geçmişten Günümüze Liberter Kavramı – Furkan Çelik https://meydan1.org/2018/11/15/gecmisten-gunumuze-liberter-kavrami-furkan-celik/ https://meydan1.org/2018/11/15/gecmisten-gunumuze-liberter-kavrami-furkan-celik/#respond Thu, 15 Nov 2018 19:24:35 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/15/gecmisten-gunumuze-liberter-kavrami-furkan-celik/ Liberter Kavramı Doğuyor Henüz 27 yaşındayken Fransa’daki 1848 ayaklanmalarına katılan Joseph Dejacque, ilk hapishane deneyimini bu olay sonrasında yaşamış, bu süreçte tanıştığı anarşist düşünürlerle beraber anarşist fikirleri geliştirmeye başlamıştı. Anarşist komünist bir anlayışı savunan ve dünya anarşizmine önemli katkılar sağlayan Dejacque, toplumsallaşmak için hareket eden anarşistlerin yanında yer almıştı. Joseph Dejacque, “liberter” kavramını da ilk […]

The post Geçmişten Günümüze Liberter Kavramı – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
CNT’nin 1910’da Barcelona’da gerçekleştirdiği kongre.

Liberter Kavramı Doğuyor

Henüz 27 yaşındayken Fransa’daki 1848 ayaklanmalarına katılan Joseph Dejacque, ilk hapishane deneyimini bu olay sonrasında yaşamış, bu süreçte tanıştığı anarşist düşünürlerle beraber anarşist fikirleri geliştirmeye başlamıştı.

Anarşist komünist bir anlayışı savunan ve dünya anarşizmine önemli katkılar sağlayan Dejacque, toplumsallaşmak için hareket eden anarşistlerin yanında yer almıştı.

Joseph Dejacque, “liberter” kavramını da ilk kez Proudhon’a eleştiri mahiyetinde yazdığı bir açık mektupta dillendirmişti. 1857 yılında yayınladığı “İnsan, Erkek ve Kadın Üzerine” adlı mektupta ayrıca Proudhon’u, aile içinde erkeğin kadın üzerinde kurduğu iktidarlı ilişkiyi görmediğini söyleyerek eleştirmişti: “Eğer konuşmak istiyorsan bizimle konuş, bilinen ve bilinmeyen hakkında, şeytan olan tanrı ve hırsızlık olan mülkiyet hakkında; ama erkek hakkında konuşurken onu despot bir ilah yapma, çünkü erkek şeytandır diye karşılayacağım seni. Ona azıcık bile zeka atfetme çünkü bu yalnızca işgal etme hakkıyla, aşkın ticarileşmesi ile ve tamamı kadından ve onun ruhundan gelen ürünlerin ve kapitalin kullanımıyla mümkün olmuştur. Ona sakın onun olmayan bir şey atfetme, ya da senin cümlelerinle söyleyeyim “mülkiyet hırsızlıktır” …sesini tersi için haykır, kadının erkek tarafından sömürülmesine karşı sesini çıkar!”

Joseph Dejacque, aynı zamanda devlet, din, mülkiyet, aile gibi yapıların birbirleriyle bağlantılı mekanizmalar olduğunu söyleyerek hepsinin ortadan kaldırılmasını savunmuştu. İşçinin çalıştığı kadarını aldığı kolektivist modelleri olumsuzlayarak komünist bir anlayışla herkesin yeteneği kadarını verip ihtiyacı kadarını alması gerektiğini düşünmüş ve Proudhon’un mülkiyet eleştirisinin komünist amaçlara doğru evriltilmesi gerektiğini belirtmişti.

Amerika’da Liberter Dergi

Joseph Dejacque, Fransa devleti tarafından sürgün edilmesinin ardından, 1852 yılında ilk önce Londra’ya oradan da 1956 yılında Amerika’ya gitmişti. 1858 yılında New York’ta “Journal du Mouvement Social La Libertaire” adlı bir anarşist gazete çıkartma girişimine girdi. La Libertaire gazetesi aynı zamanda “liberter” kavramının siyasi olarak kullanıldığı ilk yayındı.

Liberter Eşittir Anarşist

Bir sonraki “liberter” kavramı, “liberter komünizm” terimi ile 1880 yılında La Havre Fransa Bölgesel Anarşist Kongresi tarafından kullanılmıştı. Kongre tarafından bir sonraki yıl “Liberter veya Anarşist Komünizm” adlı bir manifesto yayımlanarak liberter komünizmin çerçevesi çizildi. Böylece liberter terimi yavaş yavaş anarşistlere alternatif olmaya başladı. Bu kullanımın yaygınlaşması da, özgürlükçülüğün bir dönem boyunca sadece anarşizmle anılmasından kaynaklı.

1895 yılında Sébastien Faure ve Louise Michel, Fransa’daki La Libertaire gazetesini yayınladı. Paris Komünü sonrası Fransa devletinin artan baskıları karşısında kendilerine “liberter” demek ve yayınlarında anarşizmden böyle bahsetmek, Fransa’daki anarşistler için stratejik bir tercihe dönüştü.

1900’lü yıllara gelindiğinde Kropotkin kendi ideallerini anlatırken “liberter-komünizm” ve daha sonra ise “anarşist-komünizm” kavramlarıyla makaleler yazdı. Vanzetti Amerika’da tutsak düştüğü yıllarda yazdığı bir mektupta şöyle dedi: “Sonuçta sosyal demokratlar, sosyalistler, komünistler ve IWW gibi hepimiz sosyalistiz. Bizimle diğer hepsi arasındaki temel fark, onlar otoriteryen, biz liberteriz; Onlar kendi devlet ya da hükümetlerine inanıyorlar; Biz hiçbir devlet ya da hükümetin olmamasına inanıyoruz.”

CNT ise 1919’da Zaragoza’da gerçekleştirdiği kongrede hedefini devrim ve liberter bir komünizm olarak vurguladı.

Sosyalist Liberterler

“Liberter” kavramı anarşistler dışında ilk kez, eski anarşist olan daha sonra kendisini “liberter sosyalist” olarak tanımlayan Francesco Saverio Merlino tarafından kullanılmıştır. Anarşist olduğu yıllarda avukatlık yapan Merlino, İtalya Kralı I. Umberto’yu suikast eylemi ile öldüren anarşist Gaetano Bresci’nin de avukatlığını yapmıştır. Ayrıca Errico Malatesta ile anarşizm fikirlerini geliştirme noktasında birçok kez beraber çalışmıştır. Daha sonrasında kendisini “liberter sosyalist” olarak adlandırmasının temel nedeni, kendisini parlamenter mücadele rüyasına kaptırmasıdır.

Yakın dönemde İngiltere’de 1960-1992 yılları arasında Solidarity grubu kendisini otoriter sosyalizme alternatif olarak görerek “liberter sosyalizmi” savunmuştur. Bolşevik Parti’nin Rus Devrimi’ni otoriter bir şekilde yönetmesiyle yaşanan olumsuz deneyimlere muhalefet eden bazı sosyalistler farklı yollar kullanmıştır. Örneğin “hiyerarşik olmayan bir işçi örgütlenmesi mümkün olur mu?” sorusuyla bu adımı atanlardan biri olarak Anton Pannekoek ve Paul Mattick gibi isimler sık sık “liberter sosyalist” olarak adlandırılmıştır. Fakat her ne kadar farklı arayışlara gidilse de marksizmin temelinde yatan otorite hiçbir zaman yıkılmamıştır. Bu arayışlar, “liberter sosyalizm” kavramı ile sadece bir umut olarak kalmıştır.

Böylece “liberter” kavramı anarşistlerden daha geniş kesimi niteleyen bir hale bürünmüştür. Sosyalizmin içindeki hiyerarşiye karşı birçok birey kendini böyle ifade etmeyi tercih etmiştir.

Kapitalistlerin “Liberteryen” Kavramı

Latince “liber” (özgür) kökünden türeyen liberal kavramı, siyasi ve ekonomik olarak liberter kavramından çok ayrı bir yerdedir. Kökü eski yunan sofistlerine dayandırılan kavram, modern anlamda ilk kez Adam Smith tarafından 1776 yılında yazılan “Milletlerin Zenginliği” kitabında “liberal ihracat ve ithalat sistemi” olarak kullanılmıştır.

1950’lerin Amerikasında ekonomist Murray Rothbard’ın manipülasyonları ve akademideki baskıları nedeniyle “liberteryanizm” kavramı, mülkiyet karşıtı anarşistlerin karşısında mülk savunuculuğu yapanların tanımı olmaya başlamıştır.

Murray Rothbard “Amerikan Sağının İhaneti” adlı kitabında bu durumu şöyle anlatmıştır: “1950’lerin sonunda biraz öne çıkmamızın memnuniyet verici bir yönü ise hatırladığım kadarıyla ilk defa, ‘bizim taraf’ düşman taraftan çok önemli bir kelimeyi ele geçirdi… ‘Liberter’ uzun zamandır sol-kanat anarşistin kibarcasıydı, yani özel mülkiyet karşıtı anarşistler, komünist ya da sendikalist cinsinden. Ama şimdi onu ele geçirdik. Üstelik daha düzgün bir biçimde, etimoloji bakış açısıyla; çünkü biz bireysel özgürlüğün ve dolayısıyla bireyin mülkiyet hakkının savunucularıyız.”

Tabi kavramın bu duruma düşmesi Joseph Dejacque’ın, Paris Komünarlarının, Louise Michel’in, Kropotkin’in, Vanzetti’nin, CNT Zaragoza kongresinde “Yaşasın liberter komünizm!” diye haykıran binlerce işçinin muhtemelen kemiklerini sızlatmıştır.

Liberter kavramının ortaya çıkışı, ilerleyişi ve geldiği son birbirlerinden çok farklıdır. Bu kavramı sahiplenmek, tarihteki liberter yoldaşlarımızı sahiplenmeye denk düşmektedir. 161 yıl önce özgürlüğü ön plana koyan bir kavram olarak ortaya çıkan, fakat iktidarlar ortaya çıktığından beri bir düşünce ve eylem olarak kendini var eden “liberterlik” yani özgürlükçülük; her ne kadar billboardlarda, reklamlarda, kapitalizmin tüketim çılgınlığını tanımlamakta kullanılsa da, gerçek anlamı ile birlikte yine anarşistler tarafından sürdürülen ilişki biçimlerinde var olmaya devam edecektir.

Furkan Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

The post Geçmişten Günümüze Liberter Kavramı – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/15/gecmisten-gunumuze-liberter-kavrami-furkan-celik/feed/ 0
Röportaj: Reclus, Coğrafya ve Anarşizm https://meydan1.org/2018/11/15/roportaj-reclus-cografya-ve-anarsizm/ https://meydan1.org/2018/11/15/roportaj-reclus-cografya-ve-anarsizm/#respond Thu, 15 Nov 2018 19:16:17 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/15/roportaj-reclus-cografya-ve-anarsizm/ Çevirdiğin kitap Can yayınları kataloğundaki ilk ve şimdilik tek anarşizm başlıklı yayın. Kitabın içeriğinden bize biraz bahseder misin? Öncelikle bu kitabın tek çevirmeni ben değilim. İlk bölümü olan İngilizce kısmı, neredeyse 40 yıllık bir çevirmen olan Osman Yener çevirdi ve beni de o davet etti bu çeviriye. İngilizce olan bu kitapta benim çevirdiğim kısmı da […]

The post Röportaj: Reclus, Coğrafya ve Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi’nin bu sayısında “Anarşi, Coğrafya ve Modernite” kitabının çevirmeni Murat Devres’le Reclus, coğrafya ve anarşizm üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Anarşist tarihte çok da bilinmeyen sembol isimlerden Reclus’yü, onun anarşizme etki eden düşüncelerini ve anarşizmin onun düşüncelerine, eylemlerine olan etkisini konuştuk.

Çevirdiğin kitap Can yayınları kataloğundaki ilk ve şimdilik tek anarşizm başlıklı yayın. Kitabın içeriğinden bize biraz bahseder misin?

Öncelikle bu kitabın tek çevirmeni ben değilim. İlk bölümü olan İngilizce kısmı, neredeyse 40 yıllık bir çevirmen olan Osman Yener çevirdi ve beni de o davet etti bu çeviriye. İngilizce olan bu kitapta benim çevirdiğim kısmı da İngilizce’ye Fransızca’dan çeviren Camille Martin vardı. Ben de bu kitabı çevirirken İngilizce’den Reclus’yü çevirmek yerine orijinal dilinden çevirmeyi kabul ettim. Böylece iki çevirmen, iki köşede, on ay gibi bir sürede çevirdiğimiz bölümleri birbirimize göndererek çeviriyi tamamladık. Tabi ben acemi olduğumdan, pek bir düzeltme yapamamış olsam da, o benim çevirdiklerim üzerinde çeşitli önerilerde bulundu. Aslında çeviri oldukça zor bir şey. Metni olduğu gibi çevirmemek gerekiyor bazen. Anlamı verebilmek için bazen farklı kelimeleri kullanmak gerekiyor. Can Yayınları’nın editörü de çeviri üzerine büyük değişiklikler yapmadı. İki ay gibi bir süreçte kitabı hazırladı ve kitap hızlı bir şekilde yayınlandı.

Can Yayınları’ndaki tek anarşizm başlıklı kitap olması konusunda ise, ben bu kitabın tek başına anarşist bir kitap olduğundan emin değilim. Reclus’nün post-modern eleştirisinden sonra Reclus, günümüzün “çevre” hareketinin, hatta vegan ve hayvan insan kardeşliği hareketinin bir öncüsü olarak sunuluyor. Yani bu kitap aslında Reclus’nün, bana sorarsan, modern yeşil siyaset tarafından yeniden benimsenmesi için yapılmış bir çalışma. Hatta biraz da şahsi bir çalışma. Kendisinin de bahsettiği gibi John Clark, New Orleans’lı bir ailenin oğlu. Reclus’yü da New Orleans üzerine yazdığı bir makaleyi okuyarak tanımış biri.

Bu yüzden de Can Yayınları’nın bu kitabı yayınlamış olması Reclus’nün anarşist olmasından değil bence, daha çok bugünkü “çevre” hareketinin bir öncüsü olarak yeniden konumlandırılmaya çalışılması yani.

Kitap benim ilk basılmış çevirim. Fakat Brüksel’deki tarih öğrenimim sürecinde yarattığım tez büyük oranda Türkçe kaynakların Fransızca’ya çevrilmesinden ibaret. Dolayısıyla Türkçe ile Fransızca’nın o garip ahengini yakalamaya çalışmıştım.

Reclus’yü daha önce senin de kitap dahilinde çevirmiş olduğun “Vejeteryanlık Üzerine” isimli makalesinin kitaplaştırılmış haliyle tanımıştık. Anarşizm tarihinde onlarca cilt araştırmanın ve eserin yazarı Reclus’nün, çevirdiğin kitapta, bir derlemesi mevcut. “Onu tanımak için bu kitaba bakmak yeterli” diyebilir misin?

Reclus’yü tanımak için bu kitap fazlasıyla yeterli olduğu gibi, bunun için örneğin kitabın ikinci bölümü olan “Anarşist Coğrafyacı” bölümünü okuyabiliriz. Fakat düşüncelerini anlamak için belki de “Evrim, Devrim ve Anarşist İdeal” makalesini okumak güzel bir başlangıç olabilir. Bir insanı tanımak dünyanın en zor işlerinden biri olsa da bir cümlesini bile okumak bazen Reclus’yü tanımamıza yeterli oluyor. Aslında bu kitabın ve “L’Homme et la Terre” isimli eserinin de başında yer alan, dünyayı iki elinde tutan bu resme bakıp anlamak yeterli olabilir. Sonuçta Reclus, bizim de hissettiğimiz gibi, kendisinin bir dünya vatandaşı olduğunu hissediyor. Ve dünya ile insanın ayrı tutulmaması gerektiğini düşünüyor. Bütün eserlerinde sürekli temeldeki bu bağlantıyı öne sürmek istiyor. Biz dünyanın bir parçasıyız, bizi ayıran sadece geçmişten gelen dogmalar. Aslında temelinde biz dünyanın kendi özbilincine varmasıyız ve bunun farkında olursak insanlık olarak ilerleyebiliriz. Hem hayvanlarla bir kardeşliğimiz var, hem de dünyayla bir kader paylaşıyoruz. Bugün bir jenerasyon sonra dünya insanlara yetmeyecek diyoruz ama belki farkına varmamız gereken en önemli şey, dünya bizden ayrı bir şey değil. Reclus’nün de en önemli öğretisi budur. Biz dünyanın özbilinciyiz. Öyle davranmamız gerekiyor. Karşılıklı bir ilişki söz konusu. Biz onu değiştirirken o da bizi değiştiriyor. Tam anlamıyla bir kader bağı söz konusu olan.

Peki sence Reclus’nün anarşizme kattığı en önemli şey ne oldu?

Kitabın son bölümünde de yer alan “Anarşist Yoldaşlarıma Öneri” adlı konuşmasında saklı bence bu sorunun cevabı. O da şu: Doğrudan eylem ile, naçizane, pek de bir yere ilerleyememiş olan anarşist hareketteki kavganın daha uzun süreli sakin ve bilimsel bir şekilde de yapılabileceğine inanıyor Reclus. Anarşist kavganın sadece doğrudan eylem, sendikalaşma, grevler… yani fiziksel kavga ile değil aynı zamanda bilgi üretimini ve aktarımını da vurgulaması. Sakin ve uzun vadeli, sabırlı bir mücadele olması gerektiğini öneriyor yoldaşlarına.

Senin de söylediğin üzere kitabın ilk kısmı Camille Martin ve John Clark’ın Reclus üzerine düşüncelerine ayrılmış. Onların Reclus ve aslında klasik anarşist düşünceye yönelik eleştirileri ne kadar hakkaniyetli?

Bu soruya cevap vermekte çekindiğimi belirtmek istiyorum açıkçası. Bu kısım Osman Yener’in çevirisi olduğu için pek bir yorum yapmak istemiyorum. Ayrıca John Clark bana şahsen Fransızca metinleri gönderdiğinden ve büyüğüm olmasından kaynaklı onu da pek eleştirmek istemiyorum. Fakat dediğim gibi büyük oranda bunun postmodern bir eleştiri olduğunu söyleyebilirim. Gerekli de bir eleştiridir. Hele ki anarşist hareketin içinde biz kimseyi yüceltmek peşinde değiliz. Herkesin hataları var. Sadece bu dönemde hataları o kadar görmeyelim daha çok kazanımları görelim, bence bu daha doğru. Örneğin Proudhon için yapılan eleştiriler Proudhon’u unutturmamalı. Bu kitapta da Reclus için yapılan eleştiriler Reclus’yü çöpe attırmamalı.

Şunu da söylemek gerekir. Türkiye’de yazılı çevirmenlik en az değer verilen mesleklerden biri, özellikle yazılı olarak. Genelde çevrilen eseri çevirmenler seçmiyor. Dolayısıyla burada kesinlikle bir para kazanma gayesi var. Reclus’nün altı ciltlik “İnsan ve Dünyası”nı çevirmek için altı yıl uğraşmak gerekir. Çevirmen bunun sonucunda birkaç bin lira kazanacak. En fazla altı bin lira kazanacak. Siz de Can Yayınları olarak bu kitabı bastınız. Kaç kişi altı ciltlik bu kitabı alıp okuyacak? Çevirmenliğin ve yayıncılığın ülkede ve dünyada metalaştırılmasından dolayı bence Reclus, yani “İnsan ve Dünya” kitabı 110 yıldır çevrilmedi. Çünkü çeviren bir ya da birden fazla çevirmenin inanılmaz bir gayretini istiyor. Bir de bunları yayınlayacak bir yayınevi gerekiyor. Türkiye’nin biliyorsunuz nüfusunun yarısından fazlasının yaşı otuzun altında. Ama ben eminim ki bilgiye aç olan bu nesil o eserleri çevirecek. Son olarak bu büyük eserlerden önce Reclus’nün gençler için yazdığı “Bir Derenin Hikayesi” ve “Bir Dağın Hikayesi” gibi nispeten ince ve okuması keyifli kitapların da çevrilmesi gerekir. Ben şahsen böyle bir çalışmayı yapmaya, bu kitapların çevrilmesine gönülden istekliyim…

Reclus’nün düşünceleri bugün toplumsal ekoloji hareketinin en önemli kaynaklarından birini oluşturuyor. Geçmişte yazılan klasik metinlerin etkisi bu gibi örneklerde hala devam ederken yakın tarihli pek çok eserin bugün yaşamda pek bir karşılık bulmamasını sen neye bağlıyorsun?

Bana kalırsa Reclus’nün bugünkü yazarlardan daha etkili olmasının sebebi onda olan bir açıklık. Yani görüşünde bir açıklık var ve bu 21. yüzyıldaki bir yazarda olamaz. Belki daha karamsarız. Solun ciddi kazanımlar elde ettiği bir dönemde olmadığımız için -Reclus’nün böyle bir dönemde yaşadığını görmek lazım-. Örneğin Genç Hegelciler döneminde Avrupa’da bir sosyal, toplumsal sorun var. Bu toplumsal sorun, burjuvazi daha iyi yerken, daha iyi içerken, daha güzel giyinirken, daha büyük evlere geçerken.. Bir yandan da köyünden edilmiş, fabrikaların dumanından hasta olup da açlık içinde, sefalet içinde ölen milyonlar var. Bu toplumsal soruna da Avrupa’nın düşünürleri yanıtlar vermeye çalışıyorlar. Genç Hegelciler, Fourier, Proudhon, Blanqui, Marx, Bakunin gibi yazarlar cevaplar vermeye çalışıyorlar ve onların eforları cidden bir şeyler değiştiriyor. 19. yüzyılın başındaki Avrupa ile 20. yüzyılın başındaki Avrupa arasındaki hakkaniyetsizlik uçurumlarla ayrılıyor. Başında çok daha kötüydü, 20. yüzyılın başında çok daha iyi. Bir ilerleme var ve “Evrim Devrim ve Anarşist İdeal”de de Reclus bunu gösterir. Son makalesi “Anarşist Yoldaşlarıma Öneri”de de bir umut vardır: “Etrafımızda filizlenen devrim” der mesela. 21. yüzyılın başında kimse böyle düşünemez. Çünkü biz atom bombasının dehşetini görmüş insanların çocukları olarak soğuk savaşın sona erdiği Balkanlar’da Müslümanlar ile Hristiyanların birbirine girdiği, faşizmin tekrar yükseldiği garip mürteci bir dönem geçiriyoruz. Dolayısıyla biz sadece karamsar baktığımız için Reclus kadar net olamıyoruz. Çünkü Reclus’nün “Evrim, Devrim ve Anarşist İdeal”de dediği şekliyle ilerlemeler olduğu gibi gerilemeler de vardır. Hümanistler olarak, yani insanların eşitliğine inananlar olarak, böylesi dönemlerde yılmadan, birliğe inanarak sakin bir şekilde kendimize düşeni yapmalıyız.

Senin alanın tarih. Ancak anarşist bir bakışla coğrafyayla da ilgilisin. Anarşist düşünce ve farklı disiplinler arasında bağlantı kurmak neden önemli?

Ben bilime ve bilgi üretimine derinden inanan bir insanım. Bir imanım varsa o da bilgi üretiminin kutsallığı. Bence anarşist fikirler, bilgi üretimi için önemli. Çünkü Britanyalı Marksist tarihçiler 1960’lardaki yeni sol hareketinin içinde olan öğrenciler olarak yaptıkları araştırmalarla 20. yüzyılın son yarısında tarih alanına inanılmaz katkı sundular. Bunların en önemlileri Charles Tilly, Erich Hobsbawm, E. P. Thompson’dır. Bu insanlar ilk defa ne yapmaya çalıştılar? Bankaların ve fabrikaların gözünden değil, işçilerin, köylülerin gözünden tarih yazmaya çalıştılar. Materyalist diyalektiği tarih bilimine uyarladılar. Başka bir deyişle Marks’ın ve Marksistlerin oluşturdukları bilimsel araçları tarihe uyguladılar ve böylelikle çok önemli bazı gerçekleri ortaya koydular. Benim anarşizmden umudum şu: Proudhon’un, Fourier’in, Kropotkin’in, Bakunin’in, Reclus’nün ve daha nice anarşist ideologların geliştirdiği araçları tarih bilimine uygulayalım ve ortaya yeni gerçekler çıkaralım. Bilgi bu şekilde üretilir. Sürekli bilinen metodların uygulanarak aynı hipotezlerin kanıtlanması değil. Bilgi üretimi sürekli olan, değişen tekniklerle yeni bulgulara ulaşılması demek. Benim inancım da nasıl ki Britanyalı Marksist tarihçiler tarih yazımına 60’larda ve 70’lerde önemli katkılarda bulundular; postmodern ve postyapısalcı felsefecilerin araçlarıyla da tarih gelişti… “Kültür tarihi, deliliğin tarihi, sosyal tarih nedir?” vb. Şimdi de bence yenilik geliştirecek ideolojik araç anarşist bakış açısıdır. Çünkü bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, devletin ve teknolojinin giremediği hiçbir yer yok neredeyse. Dolayısıyla tam bir geçiş noktasında olduğumuzu düşünüyorum. Artık gelecekte devletin olmadığı bir toplumu kimse hayal bile edemeyecek. Dolayısıyla şu an 20. yüzyılda yok edilen bütün devletsiz toplumları tarihe geçirmemiz gerekiyor. Kaybedilen şey o: İnsanlar 20. yüzyılın başında devletsiz bir şekilde nasıl yaşıyordu? Çünkü özellikle Türkiye gibi devletin çok güçlü olduğu yerlerde insanlar devletsiz bir tarih nasıl yazılır bunu tefekkür bile edemiyorlar. Halbuki insanlığın yüzbinlerce yılında devlet yoktu. Devlet son on bin, on iki bin yıl önce gelişmiş bir seçilmişler topluluğu sadece. Dolayısıyla ben devrimci bir taraf tutmadan ideolojik araçları bilimselleştirmek gerektiğine inanıyorum. Mülkiyetin bir hırsızlık olduğu gerçeğine tarih kullanılarak bakılması gerektiğini düşünüyorum. Ya da karşılıklı yardımlaşma. Reclus’ye dönecek olursak: Dünya bizim elimizde imgesi hatırlatılmalı. Dünya devletlerin değildir, insanlarındır. Bunun hatırlatılması lazım. Çünkü devletler üzerinden ulusalcılıklar geliştirilip insanlar birbirini öldürüyor. Yani devletçi tarihi ben faşizmden sorumlu tutuyorum. Modern tarihçilik 18. yüzyılın sonunda Almanya’da doğmuştur ve bu tarih de birçok bu cumhuriyeti kuran devlet adamının sözlerinin duvarlarda yazdığı gibi, devlet adamlarının yaptığı eylemleri doğrulayan, destekleyen bir destek, bir araçtır. 19. yüzyılda gelişen tarih bilimi, devletlerin halklara devletle aralarında bir fark olmadığını inandırmak için kullanılan bir araçtır. Yani siz Alman Ulusu Miti olmadan Bismarck’ın Almanyası’nı kuramazsınız. Germen ırkının ulu tarihi olmadan Nazi Almanyası’nı kuramazsınız, Roma’yı yüceltmeden Duçe’nin faşizmini kuramazsınız… Sürekli geçmişe referans, devleti yüceltmek için. Ama biz savunuyoruz ki, tarih devletlerin değil insanların tarihidir. Anarşizmin de tarih bilimine getirebileceği en büyük katkısı budur, gerçek halkçılıktır. Öyle sözde halkçılık, popülizm değil.

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Röportaj: Reclus, Coğrafya ve Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/15/roportaj-reclus-cografya-ve-anarsizm/feed/ 0
Röportaj: “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” https://meydan1.org/2018/11/15/roportaj-cocugum-okulu-sevmiyor-ama-oyun-oynamayi-cok-seviyor/ https://meydan1.org/2018/11/15/roportaj-cocugum-okulu-sevmiyor-ama-oyun-oynamayi-cok-seviyor/#respond Thu, 15 Nov 2018 18:58:52 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/15/roportaj-cocugum-okulu-sevmiyor-ama-oyun-oynamayi-cok-seviyor/ Meydan Gazetesi: Öncelikle öz-yönelimli eğitimin bu topraklarda çok bilinmediğini belirtmeliyim. Aslında bu yeni tartışılmaya başlanan bir konu. Öncelikle bize Öz-yönelimli Eğitim Birliği’nden (ASDE) biraz bahseder misiniz? Bu birlik nasıl kuruldu ve nasıl işliyor? Siz bu birliğe nasıl katıldınız? Katılmak isteyenler nasıl katılabilir? Alexander Khost: Öncelikle, sorularınızı cevaplamakla şahsen ilgilenmemin nedenlerinden biri, yaklaşık 20 yıl önce, […]

The post Röportaj: “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Alternatif eğitim modelleri üzerine yaptığımız araştırmalar ve tartışmalar  derinleştirdikçe, yaşadığımız topraklarda çok bilinmeyen bir kavram olan “özyönelimli eğitim” kavramına rastladık. Peki nedir bu öz yönelimli eğitim? Esasen bu yönteme eğitim demek bile çok tartışmalı. Çünkü ne bir öğretmene ne bir müfredata ne sınavlara ne de  bir okula ihtiyaç duymayan bir yöntem bu. Tamamen çocuğun merakı ve tutkusuyla şekillenen, başarı ve başarısızlık üzerinden bir sıralamaya gitmeyen, tersine başarısızlığı öğrenmenin bir yolu olarak gören bir yöntem. Diğer alternatif yöntemlerden farklılaşan bir başka özelliği ise, bu yöntemin bir kurucusu olan bir pedagog ya da öğretmenin olmaması. Bu yöntem avcı toplayıcılardan bugüne dek değişmeyen bir yöntem. Daha açıkça söyleyecek olursak çocuğun “oyun”una müdahale etmediğimiz her koşulda öz-yönelimli yani kendi ilgi ve merakı doğrultusunda kendi kendine öğrenme mümkün. Biz de bu kavram üzerine tartışmaları bu topraklara taşımak üzere; özellikle avcı-toplayıcı topluluklarda oyunun işlevi gibi araştırmalarından tanıdığımız, “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” kitabının yazarı psikolog Peter Gray ile iletişime geçtik. Kurucularından olduğu Öz-yönelimli Eğitim Birliği’den Patrick Farenga  ve Alexander Khost ile iletişime geçerek bir röportaj gerçekleştirdik. Khost ve Farenga ile yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.



Meydan Gazetesi: Öncelikle öz-yönelimli eğitimin bu topraklarda çok bilinmediğini belirtmeliyim. Aslında bu yeni tartışılmaya başlanan bir konu. Öncelikle bize Öz-yönelimli Eğitim Birliği’nden (ASDE) biraz bahseder misiniz? Bu birlik nasıl kuruldu ve nasıl işliyor? Siz bu birliğe nasıl katıldınız? Katılmak isteyenler nasıl katılabilir?

Alexander Khost: Öncelikle, sorularınızı cevaplamakla şahsen ilgilenmemin nedenlerinden biri, yaklaşık 20 yıl önce, gençlerle çalışma kariyerimin başlarındayken, bir öğretim yılı boyunca Ankara’da ikinci dil olarak İngilizce öğretmiş olmam. Okuldaki öğrenciler, ben oturmalarını söyleyene kadar, yere sabitlenmiş masalarında, okul üniformalarıyla hazırolda beklemek zorundalardı (bu yüzden ilk günden “otur!” demeyi öğrendim). Yılın sonuna kadar, A.S. Neill’in Summerhill kitabından sayfalar çoğaltıp bunu İngilizce öğretme metni olarak kullandım ve öğrencilerime “Öğrenmenin başka bir yolu olduğunu” fısıldadım. Bu hayatımın hiç unutamayacağım bir yılıydı ve eminim birlikte çalıştığım çocukların çoğu da asla unutamayacak!

Ben Öz-yönelimli Eğitim Birliği’nin (ASDE) asli kurucularından biri değilim ve fikrin nasıl ortaya çıktığını tam olarak söyleyemem. (Belki Pat size daha net bir resim çizebilir). Ben, asli kuruculardan ikisi olan Peter Gray ve Tomis Parker’ı tanıyordum. İlk olarak ASDE’yi konuşma yaptığım bir konferansta duydum. Web sitesine yardım etmek için aralarına katıldım (yıllarca profesyonel olarak web geliştiricisi olarak çalışmıştım) ve kısa süre içinde ASDE’nin online dergisi olan Tipping Points’in işleyişini devraldım. Anlayışım ve kişisel inancıma göre, bir grup insan, dünyada benzer işleri yapan birçok insan olduğunun ve birlikten kuvvet doğduğunun farkına vardı. Böylece, ASDE, öz-yönelimli eğitimin uzun ve zengin tarihini (geleneksel zorunlu eğitimin yıllar öncesinden gelen bir tarihi!) belgeleyecek ve doğrulayacak bir yer olarak kuruldu. ASDE’ye üyelik ücretsizdir. Buradan kayıt olabilirsiniz: https://www.self-directed.org/membership/

Patrick Farenga: Öz-yönelimli eğitim bizim coğrafyamızda da popüler değil, ASDE gibi gruplar bu nedenle önem taşıyor. Peter Grey, Chicago’da konuştuğum bir konferansta okulsuzlukla ilgili araştırmalar yapıyordu; konuşmalarımdan birini duyduktan sonra kendini tanıttı ve Boston’a döndüğümüzde birlikte okulsuzluk ve ilgili diğer konuları tartışmaya karar verdik. Peter çemberimizi genişletmek istedi, bu yüzden eğitime bakış açımızı paylaşan diğer insanları, her 3 ayda bir, onun erişime sahip olduğu bir üniversite toplantı odasında tanışmaya davet ettik. O zaman kendimize Tipping Point projesi demiştik. Bu grup, Harvard Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferans ve bir web sitesiyle sonuçlanan Okullara Alternatifler projesine evrildi. Bu çabaların yanı sıra, Peter’ın Özgürce Öğrenme (Free to Learn) kitabının aynı zamanlarda aldığı aldığı müthiş tepki, geleneksel okullara alternatif arayan diğer birçok kişiye, onlara yardım etmek ve onlarla biraraya gelmekle ilgilenenler olduğunu gösterdi.


Öz-yönelimli Eğitim ve demokratik okullar bu coğrafyada çok bilinmiyor fakat Montessori, Waldorf, Reggio Emilia gibi yöntemleri benimseyen alternatif okullar ve orman anaokulları gibi örnekler giderek yaygınlaşıyor, özellikle de anaokulu düzeyinde. Elbette bu örneklerle öz-yönelimli okullar arasında birçok farklılık var fakat ilkeler üzerinden düşündüğümüzde en belirgin fark nedir?

Khost: Öz-yönelimli Eğitim ile geleneksel okul ve Montessori, Waldorf gibi belirttiğiniz alternatif yöntemler de dahil olmak üzere diğer tüm eğitim yöntemleri arasında son derece önemli bir ayrım vardır. Öz-yönelimli Eğitim (SDE), çocukların doğuştan meraklı oldukları inancıyla başlar ve eğer çocukların neyin kendi yararlarına olduğunu bildiklerine güvenir ve bu yola müdahale etmez, daha ziyade yardımcı olur ve cesaretlendirirsek, bu çocuk, hayata kendi tutkularıyla hazırlanmış ve tutkularının peşinde giden sağlıklı ve sorumlu bir yetişkin olacak şekilde büyüyecektir. Bu eğitim biçimindeki yetişkin rolü, öğrenci tarafından belirlenen bir yöntemde ona yardımcı olmaktır, tam tersi değil.

Devlet okullarından Montessori okullarına, Waldorf okullarına ve benzerlerine diğer tüm eğitim yöntemleri, bu öğrenme yolunu manipüle eder. Bu yöntemlerde, yetişkinler çocuğun uyum sağlayacağı aksi takdirde başarısız olacağı bir yol sağlamak için oradadır. Öz-yönelimli Eğitim’de, çocuğun kendi meraklarının peşinden gitmesine izin vermeyen bir yetişkinin olması dışında bir başarısızlık yoktur. Aslında başarısızlık, SDE’nin oldukça önemli bir parçasıdır, çünkü bir insanın, herhangi bir şeyde iyi olmak için tekrar tekrar başarısız olmayı öğrenmesi gerekir. Başarı ders çıkardığımız tecrübelerimizden ve sıkıntılarımızdan gelir. Ne yazık ki, geleneksel eğitim başarısızlık için çok az fırsat verir ya da hiç fırsat vermez.

Farenga: Okuldaki başarısızlık korkusu ve hata yapmaktan utanılması, Alex’in çok doğru bir şekilde tanımladığı önemli bir konudur. Fakat bu daha büyük bir toplumsal sorunla ilgilidir: yetişkinlerin çocuklara şu an olduğundan daha fazla güvenmeleri ve okulun yanı sıra ya da okul yerine, çocukların diğer çocuklar, yetişkinler, işler ve toplumla iç içe olabilecekleri başka yollar bulmaları gerekmektedir. İnsanların kendi hatalarına sahip çıkmaları ve düzeltmeleri için zamana ihtiyacı vardır ve yetişkinlerin sabrı yetersizdir, özellikle çocuklara karşı.


Alternatif okullar giderek daha yaygınlaşıyor fakat bu okulların ücretleri oldukça yüksek, bu da bu okulların aslında herkes için bir “alternatif” olmadığını ve erişilebilir olmadığını gösteriyor. Bütçeyi düşündüğümüzde Öz-yönelimli okulların avantajları neler? Ya da bu okulların herkes için erişilebilir olması konusunda çözüm önerileriniz neler?

Khost: Bu mükemmel bir soru ve kesinlikle tüm alternatif eğitim yöntemlerine meydan okuyor. Gel gör ki, açık olmak gerekirse bu, alternatif eğitimden ziyade, bir çocuğun eğitimi politik bir eylem olduğundan, hükümet desteği geleneksel yukarıdan aşağı eğitim modellerine (çok kasıtlı olarak) bir tekel oluşturuyor ve diğer eğitim yöntemlerini finansal zorluklarla karşı karşıya bırakıyor. Birçok Öz-yönelimli Eğitim modeli, diğer alternatif yöntemler gibi, yöntemlerini yalnızca ayrıcalıklı bir sınıftan daha fazlasına uygun hale getirme mücadelesi veriyor.

Ancak, bu durum böyle olmak zorunda değil ve kesinlikle bunun başka türlü olabileceğini kanıtlamış bazı büyük SDE okulları ve aileleri vardır. Bazı SDE okulları ya da merkezleri, imkanı olan ailelerin daha yüksek bir öğrenim ödemesi yapmasını ve imkanı olmayanların çok az ücret ödemesini ya da hiç ücret ödememesini talep eden, değişken ölçekli bir öğrenim ücreti modeli sunmaktadır. Ayrıca, okulsuz ailelerin (çocuklarının öz-yönelimli, güvenilir bir ebeveynlik yöntemini kullanarak evde eğitim veren aileler), böyle bir çocuk yetiştirme yöntemini mümkün kılmak için birbirlerine yardım etmek adına armağan ekonomisi kullandıkları toplulukları var. Başka bir deyişle, belki de hiç para el değiştirmez, ancak aileler birbirleriyle değiş tokuş yaparak çocukların toplulukların farklı üyelerinden öğrenmelerine olanak sağlamış olurlar. Aynı zamanda ebeveynler, bu yöntemle çocuklarını birbirlerine teslim ederler. Böylece hem bir yaşam kazanabilir hem de kendi çocuklarını eğitebilirler. Sağlıklı bir Öz-Yönelimli Eğitim ortamında, ekonomik çeşitlilik de dahil olmak üzere çeşitlilik vazgeçilmezdir.

 

Farenga: Evokullu (homeschooling)/ okulsuzluk hareketi 1981’den beri önemli ölçüde artmıştır ve bu ilk ailelerin çoğu varlıklı değildir; o dönemde evokullu muhtemelen 25.000’den fazla çocuk vardır. Bu, bugün bile, iki hane halkı geliri beklentisi içinde bir toplumda, tek gelir ya da evden çalışma sözleşmeleriyle hayatta kalmanın bir yolunu bulan (genellikle 2’den fazla çocuğu olan) ebeveynlerin olduğu orta gelirli bir orta-alt sınıf hareketidir. Evokullu aileler üzerinde yapılan araştırmalar, çocuklara eğitim materyalleri ve kurslar için yılda yaklaşık 600 dolar harcadıklarını (bu açıdan bakıldığında, benim Massachusetts’teki okulumun bölgesi, kayıtlı her bir çocuk için 4000 dolardan fazlasını almaktadır) göstermiştir. Bu aileler, eğitim olanakları yaratmak için kamu tesislerinden (kütüphaneler, müzeler, üniversiteler, kitapçılar vb.) yararlanırlar. Evokulluluk şu anda ABD’deki zorunlu okul çağındaki öğrenci nüfusun yaklaşık yüzde 3’ünü temsil ediyor ve okulsuzlar en hızlı büyüyen kesim.

ASDE, çocukların ve yetişkinlerin bilgi paylaşımında bulunacakları öğrenim merkezlerini ve diğer yeni yolları destekleyip teşvik ederek ve basit bir şekilde çocuklar ve gençlere etkileşimlerini kontrol eden yetişkinler olmadan (ancak bu, yetişkinlerin istendiği zaman yardıma hazır olmadıkları anlamına gelmez) örgütlenebildikleri ve birlikte oyun oynayabildikleri özel alanlar sağlayarak, çocuklarının evde ya da topluluklarında öğrenimi konusunda kararsız olan aileleri harekete geçirmeyi umuyor.

ASDE, evokullulukla ilgili toplum içinde konuştuğumda çokça duyduğum şu yoruma verilmiş bir yanıttır: “Çocuklarımın tarif ettiğin gibi öğrenmesini istiyorum ama çalışmak zorundayım. Onlara evde öğrenimi kim verecek?” Hükümet ya da hayırsever, bu tür çabalara mali olarak yardım etmezse – ki hiçbiri bugüne kadar etmedi – ve tüm masraflar öğrenim merkezlerine ve üyelerine düşerse, bu yerlerin makul ücretler talep etmesi gerekir. Bildiğim alternatif okulların ve öğrenim merkezlerinin her biri, her yıl bir finansal sıkıntıya giriyor ve bu, benim tüm alternatif eğitim hareketi içinde geçen yıllarım boyunca geçerli olan bir şeydi.


Sizce eğitim kooperatifleri, bu alandaki ekonomik eşitsizlikleri çözme ve herkes için erişilebilir kılma konusunda  bir çözüm olabilir mi?

Khost: Kesinlikle! (yukarıdaki soruya verdiğim cevaba bakınız!) Aslında, ekonomik adaletsizliği çözmenin tek yolunun, insanların farklı bir topluluk olarak bir araya gelmeleri ve birbirlerinin çocuklarını işbirliği içinde eğitmeleri olduğunu savunuyorum. Çocukların ötekilik anlayışını geliştirmeleri ve farklılıkları kutlamanın tek yolu hep birlikte birbirimizi önemsemek ve birbirimizi önemsemek için durup zaman ayırmaktır. Bu tam olarak bir eğitim kooperatifidir, paranın el değiştirmediği, aksine güven ve şefkatin değiş tokuş edildiği bir yerdir. Bu, sınıf, din, ırk, toplumsal cinsiyet ve cinsiyetle birlikte diğerleri arasında ulusal köken çeşitliliğini de içermelidir.


Hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, başarı odaklı bir çağdayız. Öz-yönelimli okulların bunun tam tersi olduğunu, yani sonuca değil sürece odaklı olduğunu söylüyorsunuz. Geçtiğimiz yıl bu topraklarda, öz-yönelimli olarak tanımlamasak da kooperatif olarak işleyen alternatif bir ilkokul, ironik bir şekilde ebeveynlerin başarı odaklı beklentileri nedeniyle kapandı. Siz ebeveynlerin/bireylerin sürece değil sonuca odaklı, başarıya odaklı bu bakış açısını değiştirmeyi nasıl başarıyorsunuz?

Khost: Bunu ASDE’nin bir temsilcisi olarak cevaplayabileceğime emin değilim, fakat size kişisel inancımı söyleyebilirim: insanların/ebeveynlerin başarının ne anlama geldiğini anlama konusundaki bakış açısını değiştirmenin tek yolu işe koyulup onlara bunu göstermektir. Bu nedenle, kendi çocuklarımı böyle bir şekilde yetiştirmeye ve başkalarının da aynısını yapmasına yardımcı olmak için elimden geldiğince çok zaman ve çaba harcamaya devam ediyorum. Voltaire’in Candide’de yazdığı gibi, “gelin, bahçemizi ekelim”. Bu yüzden, kendi çocuklarıma güveniyorum ve başkalarına karşı olabildiğince sabır ve şefkatle yaklaşıyorum.

Farenga:  Onlara daha iyi bir yol göstererek. Evokullu ve okulsuz çocuklar, bilinen prestijli pozisyonların -avukat, doktor, politikacı olarak- yanı sıra, sadece daha büyük bir topluluk yapısının bir parçası olmaktan keyif alan iyi bireyler olarak toplumdaki yerlerini almak üzere büyüdüler. Okullara ve destekçilerine bağırıp çağırarak daha fazla destek aldığımızı düşünmüyorum; öz-yönelimli öğrenciler hakkında gerçek hayattan örnekler sunarak ve onlara, Alex’in de belirttiği gibi, çocukların nasıl birer yetişkin haline geleceğini belirleyen şeyin, bir çocuğu nasıl yetiştirdiğiniz değil, bir çocuğa nasıl davrandığınız olduğunu göstererek destek aldığımızı düşünüyorum.

Evde eğitim gittikçe popülerleşen kavramlardan biri. Kısa bir zaman önce bir grup ebeveyn evde eğitimin yasallaşması için bir kampanya başlattı. Bu grup oldukça karışık ve heterojen bir gruptu, çok farklı politik ekonomik ve dini kesimlerden bireylerden oluşuyordu. Bu nedenle bir çok farklı başlık tartışmaya açıldı. Evde eğitim çocuk istismarına, çocuk evliliklerine ya da çocukların ekonomik olarak sömürülmesine yol açar mı gibi sorular gündeme geldi. Elbette bu tür sorunların yasal düzenlemelerle çözülmeyeceğini ve geleneksel eğitim yöntemlerinin çocuğun ruhsal ve fiziksel olarak sistematik bir şekilde istismarını sürdürdüğünü göz önünde bulundurarak, bu tür olası sorunlara nasıl yaklaşıyorsunuz? Sizin de evde eğitim konusunda karşılaştığınız benzer sorular/problemler var mıdır?

Khost: Sağlıklı, güvenli ve sevecen bir ortam, yasaların ve yönetmeliklerin değil, ortaklığın ve dostluğun sonucudur. Çocuk istismarı, okullarda olduğu kadar evde de olabilir. Aslında, çoğu geleneksel okulun çocuk istismarı olduğunu ileri süreceğim (ve buna ilk elden ABD’de ve Türkiye’deki okullarda tanık oldum). Evet, tabii ki istismar ve köktendinci değerler evde eğitimden türetilebilir, ancak okuldan daha fazla değildir. Mesele, bir çocuğun evde mi yoksa okulda mı öğrenip öğrenmediği değil, ne öğrendiği ve kiminle zaman geçirdiğidir. Bir okulda ya da evde, etrafındaki duyarlı bir topluluğun desteği ve yardımı ile kendi eğitimine rehberlik etmesine izin veren sağlıklı, açık bir ortama sahip bir çocuk başarılı olacaktır. Farklı olandan ve ötekiden nefret uyandıran katı bir yukarıdan-aşağı değerler hiyerarşisine mecbur bırakılan ve zorlanan bir çocuk, ister evde ister okulda ister başka yerlerde olsun, bu değerleri kesinlikle sürdürecektir.

Farenga: Çocuk istismarı toplumumuz ve okullarımız genelinde bir gerçeklik olduğu için, birkaç evokullu ailenin çocuk istismarcısı olması şaşırtıcı değildir. Ancak, evokulluluğun daha fazla çocuk istismarına yol açtığına dair bir kanıt yoktur. Tara Westover’ın Educated kitabı, böyle bir ailede çocuk olmaya dair çarpıcı bir itiraftır ve istismarcı evleri terk eden evokullu öğrenciler için çevrimiçi destek grupları bulunmaktadır. Westover’ın belirttiği gibi önemli olan problem, bir ailenin dini inançlarının, inançları çocukları için ne kadar mantıksız ve tehlikeli olursa olsun, çocuklarına sert davranmalarına nasıl bir kılıf olabileceği ve koruma sağlayabileceğidir. John Holt’un Çocukluktan Kaçış: Çocukların İhtiyaçları ve Hakları (1971)’ndaki çözüm önerisi, çocuklara yetişkinlerle aynı hakları vermekti. Hukuki boyutunu düşünmeden, herkesin önünde bir başka yetişkine vuramazsınız, ancak çocuklar hep ortalık yerde tokatlanır ve sürüklenirler… Holt, kitabına gelen güçlü, olumsuz kamusal tepki yüzünden hayal kırıklığına uğramıştı, bu yüzden taktikleri değiştirdi ve çocuklara saygı ve itibar kazandırmak için yasama işlemi yerine başka yollar aradı. Nihayetinde evokulluluğa destek olmak için gelişi böyle gerçekleşti.

Tarih boyunca toplumların baskı altına alındığı her dönemde, insanlar direnmek ve özgürleşmek için kendi yöntemlerini geliştirmişler. Çocukların özgürce büyümesi geçmişte olduğu kadar günümüzde de önemli bir ihtiyaç. Bu kaygılardan hareketle geçmişte özellikle Ferrer’in “Modern Okulları” gibi örneklere rastlıyoruz. Öz-yönelimli Eğitim Birliği’ni kurarken size ilham veren tarihsel örnekler nelerdi? Okurlarımıza eğitime kendi alternatiflerini yaratmaları konusunda ne önerirsiniz?

Modern Okullar’dan bahsetmeniz hoş bir tesadüf. Yakın zamanda, Modern Okullar tarafından kurulan ve tüm bu yıllar boyunca süren Modern Okul Dostları örgütünün (http://friendsofthemodernschool.org/) yürütme sorumluluğunu aldım. Yarattıkları etki tarih kitaplarına adeta gömülmüş olmasına rağmen (bu nedenle gönüllülüğe dahil oluşum, örgütü bir diğer nesle kadar sürdürebilmek için), Modern Okulların, Öz-yönelimli Eğitimin ya da daha spesifik olarak anarşist eğitimin açık ara en önemli örneği olduğunu düşünüyorum. Modern Okullara ek olarak, elbette, Summerhill kendi hayatımda son derece etkili olmuştur. Highlander Halk Okulu’nun yanısıra Yurttaşlık Okulları ve Özgürlük Okulları da yirminci yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nde Öz-yönelimli Eğitim tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Ayrıca, Agile Öğrenme Merkezleri’nin çağdaş SDE dünyasında son derece önemli olduğuna inanıyorum. (Tüm bunları detaylandırmaktan mutluluk duyarım!)

Farenga: Alternatif okullar benim için bir başlangıç noktasıydı, ancak Holt ve evokullularla on yıllar boyunca yaptığım çalışmalarda, tercih ettiğim okulsuz, topluluk temelli alternatiflere dair birçok şey öğrendim. Holt’un Instead of Education: Ways to Help People Do Things Better (Eğitimin Yerine: İnsanların Birşeyleri Daha İyi Yapabilmesine Yardım Etmenin Yolları) kitabında söz ettiği, Londra, İngiltere’deki Peckham Merkezi başlıca bir örnektir; bu kitap aynı zamanda alternatif okullara değil, okula alternatiflerle ilgilenen herkes için bir sürü başka fikri barındırır. Northstar: Gençler için Öz-Yönelimli Öğrenme, ABD’deki geleneksel liseler yerine yapılabileceklere dair harika bir modeldir. 20 yıldan fazla bir süredir faaliyetteler ve ABD’deki diğer genç öğrenim merkezlerinin başlamasına yardımcı olan bir programa sahipler.


Son olarak, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Khost: Bence bu hareketin tek başına “eğitim” ile daha az ve çocuk yetiştirme ve çocukluğun özü ile daha fazla ilgisi olduğunu belirtmek önemlidir. Çocukların sağlığı ve bakış açısı, salt eğitimlerinden daha fazla şeyden etkilenir. Bu hareket, şüphesiz ebeveynlik ve okulu kapsar ama aynı zamanda, daha önce bahsettiğim gibi, ötekilik için çeşitlilik, katılım ve şefkatin yanı sıra, şehir planlaması ve çocukların dünyadaki ortam ve mekânları üzerine düşünme gibi konuları da kapsar.

Teşekkür ederiz.

Röportaj: Özlem Arkun

Çeviri: Gamze Boztepe

 

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Röportaj: “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/15/roportaj-cocugum-okulu-sevmiyor-ama-oyun-oynamayi-cok-seviyor/feed/ 0
Hayatımızdan Eksik Olun – Özlem Arkun https://meydan1.org/2018/11/15/hayatimizdan-eksik-olun-ozlem-arkun/ https://meydan1.org/2018/11/15/hayatimizdan-eksik-olun-ozlem-arkun/#respond Thu, 15 Nov 2018 18:39:40 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/15/hayatimizdan-eksik-olun-ozlem-arkun/ Geçtiğimiz Ekim ayı meme kanseri farkındalık ayı olarak, tüm dünyada olduğu gibi bu topraklarda da farklı kampanyalarla gündeme geldi, “Sakin ol, mücadeleye devam”, “Kanser yanlış kıza çarptı” ya da “Mücadele edenleri destekle, hayatta kalanları takdir et, memesi alınanları onurlandır ve asla umut etmekten vazgeçme” diyen cesaretlendirici ve sahiplenici birçok slogan ve afişle kampanyalar gerçekleşti… demek […]

The post Hayatımızdan Eksik Olun – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Geçtiğimiz Ekim ayı meme kanseri farkındalık ayı olarak, tüm dünyada olduğu gibi bu topraklarda da farklı kampanyalarla gündeme geldi, “Sakin ol, mücadeleye devam”, “Kanser yanlış kıza çarptı” ya da “Mücadele edenleri destekle, hayatta kalanları takdir et, memesi alınanları onurlandır ve asla umut etmekten vazgeçme” diyen cesaretlendirici ve sahiplenici birçok slogan ve afişle kampanyalar gerçekleşti… demek isterdik; fakat böyle olmadı!

Densiz bir tasarımcının tek memesi alınan bir kadın figürü üzerinde yer verdiği “eksik olmayın” sloganı bir yarışmada birinci seçildikten sonra, özellikle kanserle mücadele eden birçok kadın tarafından tepkiyle karşılandı ve eleştiri yağmuruna tutuldu. Kanser gibi tedavi süreci oldukça zorlu ve yorucu olan bir hastalığa dikkat çekerken bu hastalıkla mücadele eden kadınları “eksik” olarak tanımlamanın ne hastalığa ve tedavi sürecine dikkat çekme ne de mücadele edenleri cesaretlendirme gibi bir kaygı taşımadığı da ortada. Yapılan eleştirilerin çoğu haklı olmakla birlikte, bazılarında “eksik” olan bir şeyler vardı.

Kime Göre “Eksik”?

Bir “norm” üzerinden “eksiklik”ten bahseden bu afiş, aslında bedeninde herhangi bir uzvu olmayanlara da eksiklik duygusu yaratmaktan geri durmuyor. Doğuştan herhangi bir uzvu olmayan engelli insanların ya da sonrasında felç geçirip sakat kalan insanların da eksik olduğu mesajını içinde barındırıyor. Tek bir memenin kaybedilmiş olması bile eksik yapıyorsa bir kadını; birinin örneğin görme ya da işitme engelli olması nasıl bir “eksikliktir” bu anlayışa göre? Ya da vücudunda bazı uzuvları doğuştan olmayan ya da sonrasında sakat kalan bir insan, yarım insan mı oluyor öyleyse!

Ableizm; engellilere karşı duyulan nefreti tanımlamak için kullanılan bir kavram. Türkçe karşılığı olmayan bu kavram engellilere karşı işlenen nefret suçlarıyla birlikte anılıyor. Aslında birçoğumuza yabancı olan bu kavramın ne ifade ettiğini düşündüğümüzde, bize hiç de yabancı olmayan durumlar ve örneklerle ne anlama geldiğini apaçık anlayabiliyoruz aslında.

Bazen engelli insanların devletten engelli maaşı alması, bazen kendi “durumlarını” insanların duygularını istismar etmek için kullandığı düşüncesi, bazen ise sadece engelli/farklı olması bu nefret için bir bahane olabiliyor… Bir bireyin fiziksel yada zihinsel engelli bireylere karşı nefret duymasının altında birçok psikolojik neden olabilir ama bu nedenlerin hiç biri, birinin kendisinden farklı/“eksik” olanlara duyduğu nefreti haklı göstermez. Bununla birlikte sorgulanması gereken bir diğer durum ise o kişinin “kendine has” inançları ya da travmalarından ziyade, bireylerde bu nefret “psikoloji”sini besleyen sosyolojik etkileşimlerin neler olduğudur.

“Eksiksiz” İnsanlar Yaratmak

Öjeni, insanların genetik açıdan seçilerek veya ayıklanarak, ırkın iyileştirilmesi. Tanımın ortaya çıkışına dair bir netlik olmasa da bu düşünce MÖ 400’lere, Platon’un devletin eş seçimine müdahil olarak üst bir sınıfın yaratılması fikrine kadar uzanıyor.. Kavramın daha popüler olması ise 19. ve 20. yüzyılı buluyor.. Bu kavramdan en çok etkilenen, saf ve mükemmel ırkı yaratmak için en çok “çaba” sarf ederek sistematik yöntemler geliştiren karakterlerden biri ise Adolf Hitler.

Bu düşüncenin Nazi Almanyası’nda nasıl bir pratik karşılığının olduğuna kısaca bakacak olursak 1920’de Adolf Hitler, Alman işçi partisinin 25 maddelik programını yayınladı ve parti programı ırksal saflık istiyordu.. 1933’lere geldiğinde ise “ırksal saflık” kaygısıyla kalıtsal hastalığa sahip çocukların engellenmesi yasası çıkarıldı ve engelli insanların zorla kısırlaştırılmasının önü açıldı. 1939’da bu düşünceler yüz binlerce taraftar buldu. Gerhard Kretschmar adında fiziksel engelli bir çocuğun ebeveynleri, çocuklarının öldürülmesi isteğini Alman hükümetine ulaştırdı ve bu talep hızlıca yerine getirildi. “Tiergartenstrasse 4” isimli bir evde gerçekleşen cinayetin ardından, uygulamalar hız kazandı, bu katliam operasyonuna T4 adı verildi. Ve Almanya teslim olup, toplama kampları boşaltılana kadar yüzbinlerce engelli insan, yüzbinlerce eşcinsel ve trans, ve milyonlarca “ari” ırktan olmayan insan korkunç deneylerde kullanılıp katledildiler.

Empati Yoksa Bir Şey Eksik

Ayrımcılık ve nefret söz konusu olduğunda akla gelen ilk örneklerdendir Nazi Almanyası. Örneklerin çok uç örnekler olması bir neden olabilir, fakat başka bir noktayı gözden kaçırmamak gerek. Bu katliamların ve “deney” adı verilen sistematik işkencelerin birebir uygulayıcısı olan Nazi subayları yaptıklarından kendilerini sorumlu görmezler. Ne Joseph Mengele, ne Eichmann, ne Karl Höcker, yaptıklarından dolayı vicdan azabı duymadılar. Çünkü doğru olanı, yapmaları gerekeni yaptıklarını düşündüler. Eksiksiz insan yaratmaya çalışıyorlardı ama empati eksikti, vicdan eksikti…

Bireyi “eksikliği” üzerinden tanımlayan zihniyet her yerde karşımıza çıkıyor. Fiziksel ya da zihinsel engelli insanlar, -varolan “engeli” o işi yapmasına engel oluşturmasa bile- işe alınmıyor. Bu noktada devletin verdiği engelli maaşı bir sus payına dönüşüyor. Bir de -adaletsizlik bu insanların maaş almasından kaynaklıymış gibi- bu maaşı da bir nefret sebebine dönüştürenler ortaya çıkıyor. Bütün yaşam alanları, toplu taşımalar, eğitim, sağlık kamu kurumları engelli insanlar için engellerle dolduruluyor, fakat bu “detaylar” görünmüyor, engel kişinin engelli olmasına indirgeniyor. Engelli insanlar tüm bunlarla her gün karşı karşıya gelirken kimi zaman intiharın eşiğine geliyor, kimi zaman ise nefret saldırılarının ve cinayetlerinin kurbanı oluyorlar…

Ve bu “eksiklik” durumu sadece engelli olma durumunda ortaya çıkmıyor. “Norm” üzerinden “eksik”i tanımlayan zihniyet heteronormatif bir toplumda “norm”un dışında olanı da eksik görüyor. Bir trans, seks işçiliği dışında bir iş aradığında çoğu kez kapılar yüzüne kapanıyor. Ve tabi hayattan payına düşeni alamasa da nefretten payına düşeni fazlasıyla alıyor.

Biz Birbirimizin Hayatından Eksik Olmayız Ama…

Norm dışında olanlar için empatininin “e”si bulunmazken, “eksiklik”leri her seferinde yüzlerine bir tokat gibi çarpıyor. Belki de bu yüzden “eksik” olanlar birbirini çok iyi anlıyor ve birbirinin hayatından eksik olmuyor…

Oysa bu normlar üzerinden kişilere eksiklik atfeden “akıl”, aslında “eksik” olanın kişiye neler kazandırdığını ne sorgular ne de görür. Görmeyen gözlerin keskin kulaklar ve güçlü bir mekan hafızasını beraberinde getirdiğini anlayamaz. Ya da kolları olmayan bir insanın bacaklarını, ayaklarını mükemmel bir koordinasyonla kullanabileceğini hesaba katmaz. Bir zihinsel engellinin olayları algılama biçimini ve hayal gücünü hayal bile edemez. Yaşam alanlarının farklı fiziksel ihtiyaçlar ve koşullara göre düzenlendiği ve toplumun bu duyarlılıkla yaklaşması halinde bu engellerin hiçbirinin gerçek birer “engel” olmadığını düşünemez. Ve bilmez ki meme kanseriyle mücadele ederken alınan memesi, artık eksikliği değil, onurudur o kadının. Onu kavgası güçlendirir. Ve birileri tüm bunları düşünmeden “eksik” olmayın diye akıl verir bize utanmadan.

Biz birbirimizin hayatından eksik olmayız, ama siz bizim hayatlarımızdan “eksik olun” lütfen!

 

Özlem Arkun

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

The post Hayatımızdan Eksik Olun – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/15/hayatimizdan-eksik-olun-ozlem-arkun/feed/ 0